Etiket arşivi: Mondros mütarekesi

Işık KANSU : Atatürk yerine bardak!

Atatürk yerine bardak!

portresi

IŞIK KANSU
Cumhuriyet, 01.10.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Rize’de “Atatürk ve Gençlik” anıtı kaldırılmıştı. Sıra, Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk yontusuna gelmiş. Yerine, bir çay bardağı dikeceklermiş. Oldu olacak yanına bir de apteshane ibriği ile takunya kondurun. Simgeniz olsun, şanınız yürüsün.

Yoğun istek
Genelkurmay Başkanlığı, Anıtkabir’deki çocuk parkını meğer “yoğun talep” üzerine kurmuş. Resmi açıklamasından öyle anlaşılıyor.
Tarihimizde, yoğun istek üzerine Mondros Mütarekesi’ni imzalayanlar olmuştu. Ordu dağıtılsın, silahları elinden alınsın diye.
Yoğun istek üzerine Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar çıkmıştı. Yurt işgal edilsin, emperyalistlerin çizmeleri ile kirletilsin diye.
Şimdi de yoğun istek üzerine ABD’den “liyakat madalyası” alanlar var. Lozan’ı reddedenler var.
Kafa, aynı kafa…

Mağara adamının gömütlüğü
Bilim ve Ütopya dergisinin Eylül sayısında Prof. Dr. Metin Özbek’in neandertallerin, yani alışıldık tanımlamayla mağara adamlarını irdeleyen bir makalesi yayımlandı. Makaleye göre neandertaller, dünya tarihinde ilk kez ölüsüne sahip çıkanlarmış. Kabile içinde saygınlığı olanları, özel olarak ayrı bir yere gömerler, üzerine de çeşitli türden çiçekler serperlermiş. Başının altına, kimi kez yassı bir taş, kimi kez de kullandığı çakmaktaşlarından bir demet yapıp koyarak ölüyü özenle yatırırlarmış. Yine onların üstüne, günlük yaşamlarında yaraları iyileştirmek için kullandıkları kırmızı aşı boyasından dökerlermiş. Çünkü inançlarına göre, ölen kişi yok olmuyormuş, uzun bir yolculuğa çıkıyormuş. Ölü, er ya da geç bu yolculuktan, yani uykudan uyanıp dirilecekmiş. Kısacası, mağara adamları bile gömütlüklerine salıncak, kaydırak filan yapmıyorlarmış. Ölülerine saygı gösteriyorlarmış.

CHP’nin KHK’leri iptal istemi gerekçeleri

CHP Grup Başkanvekili Levent Gök’e, cadı kazanı gibi kaynatılan KHK’ler için
Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvurunun gerekçeleri
ni sorduk. Özetle şu yanıtları aldık:

1- Olağanüstü hal dönemlerinde anayasanın öngördüğü şartlara aykırı olan KHK’ler
olağan KHK’ler niteliğindeydi.

2- Anayasanın KHK’lerin konu öğesini olağanüstü halin “gerekli kıldığı konularla”sınırlandıran hükmü “ölçülülük ilkesi”ne karşılık gelmekteydi. Ölçülülük ilkesi de, Anayasa Mahkemesi’nin çok sayıda kararında ifade ettiği gibi, sınırlama amacı ile bu amaca ulaşmak için seçilen araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunmasını; önlemin sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olmasını; amaç ve aracın ölçülü bir oranı kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin demokratik toplum düzeni bakımından zorunluluk taşımasını gerektirmekteydi.

3- KHK’ler, “milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler”e de aykırı olmamalıydı. Çünkü, AB ve BM’nin sözleşmeleri, olağanüstü hallerde de ihlal edilemeyecek çekirdek bir
hak ve özgürlükler alanı öngörmekteydi.

Sonuç olarak; bir KHK’nin, anayasada belirtilen “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” çıkarılmış gerçek bir olağanüstü hal KHK’si olup olmadığını araştırmak ve bu nitelikte olmayan KHK’lere anayasaya uygunluk denetimi yapmak Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi ve göreviydi.

==========================

Teşekkürler sevgili Işık Kansu..

Anayasa Mahkemesi 10 Ocak 1991 tarih ve 1991/1 sayılı kararı ile OHAL kararnamesini incelemiş ve iptal etmişti.. Bekleyip göreceğiz.. Ancak CHP çoook gecikti bu bağlamda..
Daha erken davranmalı ve OHAL Kararnamelerinden yalnız 1’ini değil (68 sayılı OHAL Kararnamesi) belki de hepsini Anayasal yargı denetimine götürmeliydi..

Anayasa Mahkememiz bir kez daha hukuk ve demokrasi sınavında..
Başarılar dileyelim 17 sayın üyeye..
424 ve 425 sayılı OHAL Kararnamelerinin iptalindenoy dengesi 6/5 idi.. Şimdiyse 17 üye var. 14’ünü Cumhurbaşkanı, 3’ünü TBMM seçiyor..

“Hukuk Devleti” olmanın belki de 1 numaralı koşulu şu :

  • Anayasa madde 125 – İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”

OHAL Kararnameleri TBMM tarafından onanmadığı sürece bir “Düzenleyici bir İdari işlem”.. Bir yasama işlemi değil.. Geçelim Anayasa Mahkemesi’nin anayasal denetimini,
Danıştay’da “düzenleyici idari işlem” olarak bile yargısal denetime açık olmalı..

Sevgi ve saygı ile.
03 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Mütareke Döneminde Kapanmayan Deniz Lisesi

Mütareke Döneminde Kapanmayan Deniz Lisesi

portresi_Deniz_Kuvvetleri_neden _hedefte

Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
AYDINLIK
, 14.08.2016

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

15 Temmuz ihaneti askeri liselerin özellikle son 20 yılda FETÖ’nün kuluçka alanı olduğunu ortaya çıkardı. FETÖ hainleri amiral ve generallik seviyesine kadar getirdikleri FETÖ militanları ile yetinmeyip, Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerine boylarından uzun piyade tüfekleri vererek,  Çengelköy sokaklarına bile saldılar. (Bir bahriyeli olarak tesellim Heybeliada’da böyle bir trajedinin yaşanmamış olması.) Böylece tarihte hiçbir dönemde bu topraklarda örneği görülmemiş bir durum ortaya çıktı. Askeri şahıs statüsü taşımayan lise öğrencileri fiili bir darbe teşebbüsünde muharip personel olarak kullanıldı. Bu çocuklara emir veren sözde subayların az gelişmiş Afrika ülkelerinde çocuk savaşçıları ölüme gönderen barbarlardan ne farkı var? Bu okulların FETÖ’nün insan gücü kaynağına dönüşmesini önleyemeyen, kendilerine yapılan pek çok müracaatı incelemeye bile almayan son 20 yılın yüksek komutanlığı bu tablodan tarih önünde sorumludur.

Deniz Lisesi Aydınlanma Tarihimizin Gözbebeğidir

Bu liseler içinde Deniz Kuvvetlerinin göz bebeği Deniz Lisesinin yeri çok özeldir. Heybeliada’nın sembolü olan Bahriye mektebinin kulesinde 1773 rakamını görürsünüz. Okulun kuruluş yılıdır. Bu topraklardaki en eski bilim yuvasıdır. Tabi kurulduğu yılda lise ve harp okulu gibi kavramlar yoktu. 1770 yazında Ruslara karşı yaşanan Çeşme yenilgisi sonucu Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve o yıllarda Osmanlı devleti hizmetinde bulunan Fransız danışman Baron de Tott’un girişimleri ile Kasımpaşa’nın Darağacı bölgesinde oluşturulan  ‘’Hendese Odası’’ , Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un (Bahriye Mühendis Mektebinin) temelini oluşturdu. Amaç matematik bilen ve böylece gemiye bilimsel seyir yaptıracak, mevki koyacak, rota çizecek mektepli zabit yetiştirmekti. Daha sonra bu küçük yer, 1784 yılında Camialtı civarında birkaç odayı kapsayan yeni bir binaya taşındı. 1789 yılında okul seyir ve gemi inşa bölümlerine ayrıldı ve 1822’de Parmakkapı’daki Bıçkıhane binasına taşındı. Bugün Deniz Lisesinin yeri olan Heybeliada deniz kışlasının içindeki Kalyoncu Köşküne 1834 yılında nakledildi. Ancak kısa süre sonra Kasımpaşa’daki Cezayirli Gazi Hasan Paşa Konağı’na (Kasımpaşa Deniz Hastanesi Binası) geri döndü ve adı Mekteb-i Fünun-u Bahriye oldu. (Bu yıllarda okulun, Mekteb-i Bahriye-i Şahane,  olarak da anıldığı görülmektedir.) Okul, 14 Aralık 1851 tarihinde tekrar Heybeliada’ya taşındı. 1861 yılından itibsren (AS: başlayarak) okula alınan öğrenci sayısı artırıldı ve okul 4 yıl idadi (Lise), 2 yıl Harbiye, 2 yıl da eğitim gemilerinde staj olmak üzere 8 yıllık eğitim veren bir kurum haline getirildi. Lise kavramı ile okulun karşılaşmasının 155 yıllık öyküsü başlamış oldu.

Osmanlının en prestijli bilim yuvası

II Abdülhamit döneminde her açıdan gerileyen okul, V. Mehmet Reşat döneminde toparlandı.  Bu dönemde İngiliz Bahriye Okulu esas alınarak, modern bir hale getirildi. Balkan savaşı yıllarında, okulun mevcut eğitim sisteminde değişikliğe gidildi. Buna göre 4 yıl süreli idadi (Lise) kısmından mezun olanlar, 1 yıl okul gemisinde “deniz talebesi” olarak, müteakiben 3 yıl donanmada “mühendis”olarak eğitim görüp daha sonra üsteğmen rütbesi ile asıl görevlerine başladılar. Bu dönemde okul; “ada mektebi” adıyla yalnızca eğitim açısından değil, sosyal yaşam açısından da ülkenin en nitelikli ve prestijli okulu olma özelliğini kazandı. Bu arada okul 1916-17 eğitim yılını ruhban okulu binasında geçirdi. Mondros Mütarekesi (AS : 30 Ekim 1918) sonrası işgal yıllarında Heybeliada ve Bahriye Mektebi çok zor günler yaşadı. Tam önüne Yunan Averof kruvazörü demirletildi. Tacizler oldu. Ancak kapanmadı. İşgal yıllarında bir kısım öğrenci milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Cumhuriyetin ilan edilmesi ve ardından ‘’tevhid-i tedrisat’’ yasasının kabul edilmesi, okulun Bahriye Mektebi (Deniz Harp Mektebi)  ve İdadi (Lise) olmak üzere ikiye bölünmesine sebep oldu. Böylece Lise bölümü Heybeliada’da, Harp Mektebi bölümü Divanhane olarak adlandırılan Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasına taşındı. Kasımpaşa’daki okul talebi karşılayamadığından adaya geri dönüldü. 12 Ekim 1930 tarihinde Deniz Harp Mektebi ve Lisesi adını alan okul Heybeliada’da eğitime devam etti. 1941’de II. Dünya Savaşı nedeniyle Mersin’e taşındı. 1946 sonunda adaya geri döndü. 1948-1949 eğitim-öğretim yılında okulun adı Deniz Harp Okulu ve Koleji Komutanlığı’na dönüşmüşse de 1954 yılında adı son kez Deniz Harp Okulu ve Lisesi Komutanlığı oldu. 1963-1964 eğitim-öğretim yılında Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi birbirinden ayrıldı. 1985 yılında Deniz Harp Okulu Tuzla’ya taşındı. Heybeliada Liseyi bağrına basarak 3 asır gören geleneği bozmadı.

Korutürk’ün Sözleri

6’ncı cumhurbaşkanımız, 3’üncü Deniz Kuvvetleri Komutanımız Fahri Korutürk’ün okulumuzun 1973 yılında 200’üncü kuruluş yıldönümünde yayınlanan mesajı şöyle idi:

  • “200 üncü yıl.. Bu, şüphesiz büyük bir aşama.. Bugünün iki süper devletinden birisinin, ABD’nin birliğini o tarihten üç yıl sonra tamamlamış olduğunu düşünmek bile olayın inceliğini anlatmaya yetiyor. Kaldı ki bu olay Batıya açılan pencereden gelen ilk ışıktır. ..Benim de feyz almış olduğum ve yarım yüzyıl önceki hatıralarını daima muhafaza ettiğim Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesinin, devletimizle birlikte payidar olarak, Türk milletine, karakterli, milliyetçi ve çağdaş teknolojiye hakim elemanlar yetiştirme görevini sürdürmesini gönülden diliyorum.’’

Tarihe Sadakat, Millete Sadakat

İki dünya savaşına, mütareke ve işgal dönemine dayanabilmiş bu yuvayı 15 Temmuz ihanetine kurban etmeyin. ABD, Rusya, Fransa ve pek çok ülkede lise seviyesinde “Naval Preparatory School- Donanma Hazırlık Okulu” statüsü altında örnekleri olan Deniz Lisesini korumak Cumhuriyet tarihinin yanı sıra Osmanlı deniz tarihine de sadakattir. Tarihe sadakat de millete sadakattir.

===================================

Dostlar,

AKP – RTE, OHAL Kararnamelerini yağdırıyorlar. 667 ile başlandı ve 671. de çıkarıldı. Üzücü olan ise henüz hiçbiri TBMM’de görüşülmedi. Bunun için TBMM İçtüzüğünde tanınan süre en çok 30 gün. Neden son güne dek kahraman TBMM Başkanı Kahraman bu görüşmeleri bekletir, anlaşılmaz (ya da anlaşılır)! İlgili madde şöyle :

Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi

  • MADDE 128– Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve
    Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden
    önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. 

Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.

Hukuk Devletinden hem korkmayacaksınız hem de ondan ayrılmayacaksınız. İkide bir, siyasetbilimi yazınında (literatüründe)  “aldatıldık, bizi kandırmışlar, bu kadarını da ummuyorduk..” benzeri saçmalıklarla halk oyalanmaktadır. CB Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, TBMM’yive her türlü demokratik katılım ve denetimi dışlayarak ülkeyi çelik pençe ile yönetmektedir. BU durum kabul edilemez ve sürdürülemez.

80 milyonluk dev ülkenin yetişmiş insangücü ve kurumlarına inanıp güvenmek ve mutlaka danışmak gerekir. 5 OHAL kararnamesi ile ülkenin üzerinden silindir gibi geçişmiştir. Hiç kuşku yoki FETÖ ve somut olarak kanıtlanabilen doğrudan bağlaşıkları (iltisakları diyorlar ne yazık ki..) bağımsız yargı önünde adil yargılanarak bedelini ödemelidirler.Ancak sap ile saman çoktan birbirine karışmış görünmektedir. Daha şimdien basında hazin hataların kurbanlarının öyküleri yazılmaya başlandı. Yeni bir mağdurlar yığını yaratmamak kesin bir zorunluluktur.

Ayrıca FETÖ için alınan önlemler tüm tarikat – tekke – türbe – zaviye – gerici / dinci vakıf veeee PKK için de yapılmalıdır. PKK’nın finansal kaynakaları Devletçe elbette çok iyi bilinmektedir.

En can alıcı nokta ise AKP içindeki FETÖ’cülerin tasfiyesidir. Bunların bir bölümü AKP’nin kurucu kodamanlarıdır. Bana ahmak diyebilirsiniz..” ya da “FETÖ cinleriyle bizi afsunladı..” diye saçmalayan AKP ileri gelenlerinden de hukuksal hesabı derhal sorulmalıdır. Asıl yapılacak işler bunlar iken taa Osmanlıdan gelen, Cumhuriyetin yüzakı ve modern bir devletin vazgeçilmezi olan kurumları hoyratça ve acele ile kapatmakla hiçbir yere varmak olası değil.

AKP – RTE, bu ciddi yanlışlardan yol yakınken dönmelidir. Yaron geri adımatsalar bile yitikleri ve yıkımları onarmak olanaksızlaşmış olabilir. Özellikle RT Erdoğan, çevresindeki danışmanlar dışında ülkenin saygın kişi ve kurumlarından görüşler ve resmi raporlar almalıdır.

TBMM mutlaka bu kanlı 15 Temmuz girişimini görüşmelidir. Anayasa’nın 98. maddesi şöyle :

  • Türkiye Büyük Millet Meclisi soru, Meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve Meclis soruşturması yollarıyla denetleme yetkisini kullanır.

    CHP’nin “Toplumsal barışı tehdit eden artan terör olaylarının nedenlerinin araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis Araştırması açılmasına ilişkin önerge” si, terör olayları için komisyon kurulması önerisi AKP ve MHP’nin oylarıyla neden reddedilmiştir??

    TBMM, bu yaşamsal beka sorununu görüşmeyecek de neyi görüşecektir? Eelbette tatile girmemeli ve hukuk sistematiğini alt üst eden ilkel yöntemle Torba yasalar çıkarmak yerine; ivedilik ve öncelikle 15 Temmuz ihanetinin içyüzünü – arkadüzlemini görüşmelidir. Siyaset kurumunun bu vahim olaydaki sorumluluğı aydınlatılmalı ve sorumlular Yüce Divan’a yollanmalıdırlar. AKP bu sürece dayanabilir mi?

    İster öyle, ister böyle.. AKP’nin bu şaibelerle bütünlüğünü koruma ve tek başına iktidarını sürdürme olanağı kalmamıştır.. Vicdanını – arını / namusunu koruyan AKP’li vekillerin, yöneticilerin, danışmanların, bürokratların sağduyulu davranacakları gün bugündür.

    Sevgi ve saygı ile.
    17 Ağustos 2016, Tekirdağ

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

BATI DÜNYASININ BÜYÜK GÜNAHLARI- SOYKIRIMLAR (AMERİKA KITASI)

BATI DÜNYASININ BÜYÜK GÜNAHLARI- SOYKIRIMLAR
(AMERİKA KITASI) 

Dr. M. Galip Baysan

Bir önceki yazımda sizlere Batılı çeşitli siyasaş düşünürlerin Osmanlı toplum yaşamı konusundaki görüşlerini anlatmıştım. Bu görüşlerin çoğu olumsuz ve kanaatimce Türkler ve Müslüman Dünyasına şaşı bakan, ön yargılı görüşlerdi. Ancak Türkler aleyhinde bu kadar olumsuz görüşlerin oluştuğu dünyada Osmanlıda çok güzel ve çağına göre çok ileri davranışlarda vardı. Tabii ki bu konudaki görüşlere ilerideki yazılarımızda yer vereceğiz. Ancak Osmanlı Yaşamını anlayabilmek ve değerlendirebilmek için Dünyada ne oyunlar oynandığını da öğrenmek ve değerlendirme yaparken göz önünde bulundurmak mecburiyeti vardır.
Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 20 Kasım 1918’de eski İngiliz Başvekili Asquit: “Asırlardan beri ilk defa olarak en gerici bir kuvvetin, yani Türk Avrupa’sının yok oluşuna şahit oluyoruz. Büyük hasta, can çekişirken, pişmanlık göstermek için fırsatlar bulmuş, fakat bunlardan faydalanamamıştır. Milletler ailesinin kötü bir kuvvetinin son günlerini geçirdiğine şahit oluyoruz. Bu hastanın mezarının üzerine ne yazılırsa yazılsınölümden sonra tekrar dirilmesi yolunda bir olay cereyan etmeyecektir.” (1) derken, yine bir İngiliz, General Allenby’de (1917’de) Kudüs’e girdiği zaman, Haçlı Seferlerini tamamlıyorum (2) sözleriyle gerçek duygularını dile getirmişti. 1. Cihan Harbi’nin ünlü İngiliz casusu Lawrence’ın görüşleri de bunlardan farklı değildi. İftira, kin ve nefretle doluydu (3).

Bu acımasız sözlerin muhatabı Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler tam 900 yıldır bu topraklar ve çevresinde yaşıyorlardı. (1071–1918) Birlikte yaşadığı gayrimüslimler sosyal ve hatta siyasi yaşam olarak Türk ve Müslümanlardan daha iyi şartlar içinde bulunuyorlardı. Bu yaşam özellikle 19’uncu yy.dan itibaren tamamen Avrupalı güçlerin isteklerine uygun bir şekilde, hiçbir baskı altında kalmadan daha iyi şartlarda devam ediyordu. Temelde her toplum kendi bölgesinde kendi din, dil, örf ve geleneklerini koruyarak ve onlara uygun bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Osmanlı yönetimine nefretle bakan bu siyasilerin dünyanın yarısına yakın bir kesimde egemen olduklarını biliyoruz. Acaba onların yönetimi çok mu farklıydı?  Çok mu insancıl, hoşgörülü ve demokratik haklar yönünden yönetilenlere büyük imkânlar tanıyan bir yönetim miydi? Zannederiz ki bu konu üzerinde biraz durmakta yarar var. Belki de böylece okurlarımıza mükemmel bir yönetimin nasıl olması gerektiği konusunda ilginç örnekler sunma imkânını bulabiliriz.

Osmanlı Sultanı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedip Balkanlara ve Batı Anadolu üzerinde büyük bir imparatorluk kurduğu, Müslümanların yanında büyük sayıda Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinlere mensup halkları yönettiği bilinen bir husustur. Bu arada 10.000’lerce Ermeni’yi İstanbul’a göç ettirip, İstanbul’da bir Ermeni patrikhanesi kurmuş ve yönetilenlere daha 1463 yılında büyük bir Dinsel özgürlük vermiştir. Bu tarihten 40 yıl kadar sonra, Emevileri yenerek İspanya’ya hâkim olan İspanyolların Engizisyon mahkemesi vasıtasıyla bütün Müslümanları yok ettiği ve daha sonra Katolikler dışındaki diğer mezhep ve Yahudilere tam bir soykırım uyguladığını hatırlıyoruz. Bu kıyımlar öyle büyük seviyelere ulaştı ki sonunda dayanamayan Osmanlı Sultanı, 2. Beyazıt; bu soykırımı önlemek için özel gemiler gönderip, özel izinler alarak yüz binlerce masum insanı, Engizisyon’un elinden kurtarmış, kendi ülkesinde ve kendi kuralları çerçevesinde özgürce yaşamaları ve ibadet etmelerine izin vermiştir. Bu olayların geçtiği 1490’lardan 15–20 yıl kadar sonra, Avrupa ülkeleri yeni bulunan bir kıtadan, nasıl yararlanacakları arayışı içinde bulunuyorlardı. Şimdi bu konudaki gelişmeleri pek derin incelemeye gerek duymadan, ansiklopedik bilgiler çerçevesinde izlemeye çalışıyoruz.
“Amerika’nın fethi sırasında yapılan kıyımdan Meksika’daki Çiçimekalar ya da Şili’deki Araukanlar gibi, her türlü asimilasyona karşı çıkan kabilelerin yok edilmesinden sonra, maden ocaklarındaki zorunlu çalışmadan kaynaklanan ölümler, mikrobik hastalıklar, korkunç salgınlara yol açar. Meksika yerlilerinin sayısının 1519’da on milyon kadar olduğu sanılmaktadır. 1650’de burada yalnızca bir buçuk milyon yerli kalmıştır. Bütün Güney Amerika için nüfus azalmasının (aynı süre içinde) yirmi milyon dolayında olduğu kestirilmektedir. Antil Adaları’nda yerliler hemen hemen tümden yok olmuşlardır. Hıristiyanlaştırma çabası sömürgeleştirmeye eşlik eder; daha 1528 yılında 28 piskoposluk kurulmuştur… Bazı kabileler Hıristiyanlaştırılmaktan kurtulmak için ormanlara ve dağlara sığınır” (4).

“Cortes Küba’nın fethinden sonra, Santiago dolaylarındaki toprakları ele geçirerek burada yönetici olur. Ama bu görevden çabuk sıkılır. Masalsı toprakların fethine çıkmayı daha uygun bulur. Cortes 500 İspanyol askeri (32’si okçu, 16’sı tüfekçi) Avrupa’dan getirilmiş 16 at ve 10 top elde eder ve ileri harekâtı başlatır.

Meksika’ya ulaşınca 1519 Ağustosunda iç kesimlere doğru ilerlemeye karar verir. Küçük ordu, Totorak (yerli) savaşçıları eşliğinde, yüzlerce taşıyıcının da yardımıyla ve 400 piyade, 15 süvari ve 7 topla, yola çıkar. Bağımsızlığını korumuş olmakla beraber, Aztek’lerin etkisinde olan Tlaxcala yerlilerinin topraklarına gelince 50.000 kişilik bir orduyla savaşmak gerekir. Tlaxcaltek’ler bir avuç asker karşısında bozguna uğrayınca;doğaüstü hayvanlara binip, yıldırım taşıyan, dolayısıyla da yenilmeleri olanaksız olan Tanrılar karşısında bulunduklarına inanırlar. Azteklerle hesaplaşmak üzere onlar da İspanyollara katılırlar… Cortez Mexica’nın fethini böylece 400 küsur askerle ve yerlilerin yardımı ile tamamlar” (5).

“Kıyıdaki şekerkamışı tarımı işletmeleri çok erken bir dönemde sömürgeleştirmeye temel olmuşlardır ve Brezilya’nın başarısını sağlamışlardır. İlk zenciler 1530’da buraya getirildiler. 1585’te 57.000 sömürgeci ve 14,000 köle vardı” (6).

Sömürgeleştirmenin ilk anlarında yerlilerin sahip olduğu altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin elde edilmesi ve Hıristiyanlaştırma önem kazanmıştır.
“1503’te kurulan ve Amerika’yla İspanya arasında deniz ve ticaret ilişkilerini denetleyen, Sevilla Casa de la Contratacion (Ticaret Odası)’nın arşivlerine göre; 1503’ten 1660’a kadar (Amerika’dan-Avrupa’ya) 181 ton altın ihraç edilir. Bunun yanında gizli kaçakçılık da göz önüne alınırsa gerçekte 300 tona yakın altın çıkarıldığı kabul edilebilir. Çıkarılan gümüş de 16.000 tonun üzerindedir.” (7)

“Vakanüvislerin adil birisi diye tanımladıkları Bartholome de las Casas’ın (Kızılderililere karşı yapılan haksızlıklar karşısında) sesi yükselmeye başlar. Kristof Kolomb’un yakın arkadaşı olan babası ona Saint-Dommique’de geniş topraklar bırakmıştı. Tanrının bu lütfundan sonra çok etkilenen Las Casas, piskopos olduğu şehirde kölelerini serbest bırakmıştır. Kızılderililerin maruz kaldığı İspanyol canavarlarının kana susamış davranışlarından üzüntü duyan, bu pişman olmuş İspanyol serüvencisi, araştırmalar yapmış ve çarpıcı bir eser bırakmıştır. Avrupa’da çok büyük yankılar uyandırmış olan bu eser, “Historie des İndes” (Kızılderililerin Tarihi) birçok dile çevrilip yorumlanmıştır” (8).

Dindar piskoposun anlattığına göre, Küba adasında üç ay içinde yedi bin çocuk, gıdasızlıktan ölmüşlerdi. Belli bir yaşama alışmış, hayatlarını kurmuş olan ilkel topluluklar, açgözlü sömürgecilerle karşılaşınca savaşmışlar ve doğal olarak yenilmişlerdi. “İspanyollar, Kızılderililerin kadınlarını ve çocuklarını alıp onların emeğiyle elde ettikleri etlerle beslenmekteydiler. Bu insanlar yiyeceklerini büyük zorluklarla elde ettiklerinden, azla yetinmeye alışmışlardı. Fakat Hıristiyan İspanyollar bu küçük porsiyonlardan memnun değillerdi ve otuz kişi için bir ayda hazırlanmış yiyeceği bir saatte bitirmekteydiler. Şunu belirtmek gerekmektedir: Bir savaşın sonunda bütün erkekler öldürülürse ve kadınlar ve çocuklardan başka kimse kalmazsa ne yapılır? Kalan zavallı halkı İspanyollar arasında paylaştırıp, altın çıkartmak üzere madenlere göndermekten başka çare yoktur… Yiyecek olarak otlardan başka hiçbir şey vermedikleri için kadınlar çok zayıf düşüyor, çocuklarda kısa sürede ölüyorlardı. Kalan erkeklerde madenlerde açlıktan ölüyor, dolayısıyla ada kısa sürede yaşanmaz hale geliyordu.” (9)

Amerika’nın keşfinin ilk yüzyılı içinde bölgedeki yerli halk böyle kırılırken, gelişen çiftlikler ve üretim sahaları nedeni ile ihtiyaç duyulan “iş gücü” için gözler yine savunmasız kıtaya, Afrika’ya çevrilir. Afrikalıların Amerikan tarihi içinde öne çıktığı bu dönemden, günümüze kadar karşılaştığı güçlükler dev boyutlardadır. Avrupalıların bu güçlükleri nasıl yenmeyi başardıklarını bir sonraki yazımızda sunmaya çalışacağız.

DİPNOTLAR..

(1) Süleyman Kocabaş: Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, s.231( İstanbul–1985)
(2) S.Kocabaş, a.g.e., s.231 (Altuğ, I.Dünya Harbinde., s.48).
(3) T.E.Lawrence, Seven Pillars of Wisdam, a Triumph, s.44–48 (Garden City, New York, Doubleday, Duran & Company İNC. –1935).
(4) Türk ve Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Gelişim Hachette, Cilt 4, s.1162 (le Livre de Paris S.N.C. Biblioclub de France Hachette Et Cie ve Gelişim Basım ve Yayım A.Ş. İstanbul –1985).
(5) Türk ve Dünya Ansiklopedisi, Cilt–3, s.749–750.
(6) Aynı Eser, Cilt 4-s.1166.
(7) Aynı Eser, Cilt 4-s.1161.
(8) Maurice Lengelle, Kölelik, s.80 (Çev. Emine Su, iletişim Yayınları – Press Universitories De France, İstanbul- 1993).
(9) Aynı Eser, Cilt 4, s.80–81.

=================================

Dostlar,

Yukarıdaki önemli tarihsel derlemenin, sömürgecilik vahşetinin içyüzünü sergileyen incelemenin yazarı Dr. M. Galip Baysan’ın bize seslenişi aşağıda..

*****

Sayın Hocamız Ahmet Bey, 

Selam..
Gençlerimize, Batının yapılan bütün propagandaların dışında gerçek dünyasını tanıtma amacıyla yazdığımız yazı dizisinin Amerika Kıtası ile ilgili olan bölümünü ekte sunuyorum.

Dr. M. Galip Baysan

*****


Biz de bu önemli çalışmayı site okurlarımızla paylaşmak istiyoruz..Batı emperyalizmi kucağında sözde özgürlük – halkların kurtuluşu savaşımı veren Türkiye’deki kişi ve kurumların, HDP’nin. PKK’nın, YPG’nin, KCK’nın vd. nin bilgi ve ilgisine özellikle sunarız..Dr. Baysan’ın Afrika kıtasındaki Batı sömürgeciliği hakkındaki yazısını da okmalısınız..
Sevgi ve saygı ile.
30 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hüsnü Merdanoğlu : DERSİM’den DERS ALMAK…

 

Dostlar,

Aşağıda yazdıklarımızı 24 Kasım 2014 günü yineleyerek bu dosyayı güncelliyoruz..

Başta hükümet ve Başbakan Davutoğlu olmak üzere herkesi sorumlu davranmaya
ve siyasal sömürü (istismar) kaynağı olarak kullanmamaya;
böylesi davranıştan “utanmaya” çağırıyoruz.

“Dersim modern bir Kerbeladır..” sözü, Başbakan Davutoğlu adına büyük bir ayrıştırma, provokasyon olarak kaydedilmiştir.

Davutoğlu bu ağır hatasından ne zaman utanır bilemeyiz ama
toplumsal barışı kundakladığını dileriz hızla fark etsin ve rotasını düzeltsin.

Haydi RTE‘yi mazur görelim.. (Görülmez ya!?)

Başbakan Davutoğlu Boğaziçi gibi seçkin bir üniversitede siyasal bilimler –
uluslararası ilişkiler (ve Ekonomi) okumuş, bu alanda Profesör olmuş bir kişi.. Kendisinden kamil bilim insanı davranışı beklemek hakkımızdır;
kendisinin de bu yönde davranmak boynunun borcudur.

Neydi Alevi – Bektaşi inancının özü : Eline (İline) – Beline – Diline sahip ol!

Her kim ki bu ilkeye uyar; önce kendini kurtarır..

Sevgi ve saygı ile.
24 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

DERSİM’den DERS ALMAK…

PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü Merdanoğlu

 

 

Dostlar,

Kardeşimiz araştırmacı – yazar Sn. Hüsnü Merdanoğlu‘nun önemli bir kitabını,
2014’ün kritik topludurumuna (konjektürüne) paldır küldür sürüklenirken
paylaşmak istiyoruz :

  • DERSİM’den DERS ALMAK…

İlgi ve bilginize sunarız…

Dersim'den_Ders_Almak_Husnu_Merdanoglu_kitabi
Bu çalışma;
Dersim konusu Alevilik sorunu mudur?

Yoksa Alevilikle doğrudan ilintili olmayan etnik bir konu mudur?

Dersim harekâtı, bir ayaklanma sonucu mudur?

Dersim olaylarının günümüz ayrılıkçı girişimleri ile benzerlikleri nelerdir?

Dersim harekâtında Atatürk’ün etkinliği nedir?

gibi soruların, yansız bir yaklaşımla ve belgelere dayanılarak yanıtlanması,
konunun özenle incelenip, geçmişte yaşanılanlardan günümüz ve gelecek için
kimi derslerin çıkarılıp deneyimlerin kazanılmasına yardım amacıyla yapılmıştır.

Osmanlı yönetimi Mondros Mütarekesi‘ni kabul etmekle, hem Osmanlı’nın sonunu getirmiş hem de Sevr Antlaşması dayatması ile karşı karşıya kalarak,
emperyalist güçler tarafından Anadolu’nun bölüşülmesine zemin hazırlamıştır.
Bu bağlamda, Anadolu’nun paylaşılması yanında Ermenistan ve
Kürt devletlerinin kurulmasını da kurgulayan egemen güçler
,
etnik ayrımcılığı kışkırtmışlardır.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’un 9 Temmuz 1919 ve 21 Temmuz 1919’da hazırlayıp Londra’ya gönderdiği rapordan:

  • “Binbaşı Noel, Abdülkadir ve Bedirhanoğulları ile görüştü. Abdülkadir satın alındığı takdirde güçlük çıkaramaz. Binbaşı Noel, Kürt şefleriyle görüşbirliğine varırsa, bundan büyük yararlar sağlayacağını söylüyor. (…) Kürtler henüz
    Mustafa Kemal‘e karşı ayaklanmadı. Noel bunu başarabileceğinden emin.”

İngiliz Yüksek Komiserliğinin görevlisi Hohnel’in Sir Tilly’e gönderdiği
21 Temmuz 1919 tarihli rapordan:

  • “Türkleri zayıflatmak maksadıyla, Kürtleri Türklerden dikkatli ve temkinli bir şekilde kopartmanın iyi bir fikir olduğu…”

İngilizlerin İstanbul’daki Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Webb’in,
Dışişleri Bakanı Lord Curzon‘a 19 Ağustos 1919 günü gönderdiği rapordan:

  • “Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan Ermenistan’ı himaye edecek;
    geri kalan dört il ise Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakılıyor.”

İngiliz ajanı Kindston’un 28 Kasım 1919 tarihli raporundan:

  • “Kürtlere ne kadar inanmasak da onları kullanmamız
    çıkarımız gereğidir.”

*****

Eşe – dosta ve de “ilgilisine” armağanlık..

İbretlik..

Bir kez daha teşekkürler Sn. H. Merdanoğlu ve 2014’te yeni ürünler dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
30 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi (dog.kekevi@t-online.de) aşağıdaki makalesini bizlerle paylaştı sağolsun.. Biz de yarın kutlayacağımız 81. Dil Bayramımız adına sizlere sunuyoruz. Sağolsun Sn. Kekevi, bir yandan “TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!” demekte bir yandan da ağdalı bir Osmanlıca kullanmakta..

D ü z e l t m e    n o t u                  :

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi’den aşağıdaki düzeltme notunu aldık :

*****

Saygın Ahmet SALTIK bey iyi akşamlar;

Önce söz konusu yazıyı sitenizde yayınladığınız için sağolunuz.

Yalnız, dikkatinizden kaçmış, söz konusu yazı benim değil iletiden de görüleceği gibi
Sn. Güzide Filiz TUZCU’nundur.

Ben yalnızca paylaşıcı / dağıtıcı konumundayım.

Sitenizde söz konusu yazıda bu ad değişikliğini yapar, yanlışlığı düzeltirseniz sevinirim.

*****

Biz de elbette düzeltir, Sn. Kekevi’den ve Sn. Tuzcu’dan özür dileriz.
Gerçekten dikkatimizden kaçmış.

Bu arada Sn. Kekevi “Öztürkçeci” olduğunu belirterek 2 makalelerini de lütfetmişler.
Bu 2 değerli makaleyi değerlendireceğiz sitemizde yer vermek üzere..

1. Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders”
    olmasında (mı?).. (5 sayfa)

2. METROPOL- MEGAPOL (2 sayfa)

*****

Sn Güzide Filiz TUZCU’nun yazısını özüne dokunmadan yer yer güncel (arı da değil!) Türkçe sözcükleri koyduk..

Yüce ATATÜRK‘ün Türk dili hakkında önemli bir söylemini sunarak katkı vermek isteriz..

  • “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
    Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti,
    dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

Sevgi ve saygı ile.
25.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
(gftuzcu@hotmail.com)

Millet olarak, söz konusu bu Bayramın gerçek değerini anlayabilmemiz için, belleğimizi tazelememiz, bir başka deyişle geriye dönüp “tarihimize bakmamız” gerekmektedir…

Türk Dili – Kültürü ve Tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle  son yüzyıllarında tümüyle ihmal edilmiş, bir kenara itilmiş hatta tümden yok varsaılmıştır. Bilindiği üzere Osmanlı hanedanı “Arapça ve Farsça” dillerinden karışık, halkın anlayamadığı
yapay bir dil” (A.S.:Osmanlıca!) benimsemiş ve  “Türk Dilini” küçümseyerek,
(AS: özellikle) arka plana atmıştır.”Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmı Ebusuud Efendi, insan – doğa ve
Allah sevgisini bir nakış gibi  işleyen – ölümsüz büyük Türk Ozanı Yunus Emre‘nin “Türkçe Şiirlerini” bile yasaklamış ve bu şiirleri okumanın dinsizlik sayılacağına dair fetva vermi
ştir.”
  (Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay. İstanbul, 1991, syf. 22)Hatta Osmanlılar, Türklerin Kuran’ı ana dilleri olan Türkçe okumalarını bile yasaklayarak, Kuran ayetlerini Türklerin anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. İslâm’da baskı ve zorlama kesinlikle olmadığı halde Osmanlı padişahları ve yöneticiler, İslâm dini adına Türklere baskı, zulüm ve yasaklar uygulamışlardır.
Bu yüzden Türkler, kendi dinlerinden, kimliklerinden ve tarihlerinden habersiz yaşamışlardır…Anımsatmak isteriz ki, o çok bilinen ve haklı olarak övünülen ve dünyada bilinen en eski Alfabe “Futhark Alfabesi – yani aslında Türk Runik Harfleri Alfabesiyle” yazılmış olan “Orhun Abideleri Yazıtları” bile, Türkler tarafından değil, 19. yüzyılda yabancılar tarafından bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. 

1923 – 38 döneminde “Antik Tarihin” tarafsız bir şekilde araştırılması ve ortaya çıkarılması için yine Mustafa Kemal Atatürk öncü olmuştur. Ancak 1938 sonrasında, maalesef  yine Osmanlı dönemlerine geri dönülmüştür…

Oysaki daha gün ışığına çıkarılmayı ve dünya kamuoyuna duyurulmayı  bekleyen
göz kamaştıran nice Türk Yazıtları ve Tarihi Eserleri vardır. Hatta Türkiye’de bulunan müzelerimizde “Antik Türk Tarihine” ait değerli tarihi eserlere “Helenistik” diye
etiketler konulmuş olması oldukça üzücü ve  düşündürücüdür…

Anımsatmak isteriz ki, söz konusu “Türk Değerleri ve Antik Mirasımız“, oldukça geç bir tarihte, ancak 2. Meşrutiyet’te (1908) İttihat ve Terakki’nin “Türkçülük Akımı” düşünceleri doğrultusunda Osmanlıda önem kazanmaya başlamıştır… Ancak Türklerin çok geç de olsa uyanmaları, kimliklerinin, dillerinin ve tarihlerinin farkına varmaları,
ülke yönetimi dahil, ülkede pek çok şeye egemen olan Osmanlının gayrimüslim ve gayri-Türk tebaasını oldukça rahatsız ve tedirgin etmiştir
.

Bu bağlamda 1908 – 14 dönemi oldukça çalkantılı, sıkıntılı bir dönem olmuş; siyasal, iktisadi, ticari  ve dış politika açısından ülkede gerekli istikrar sağlanamamıştır.
Daha sonra da bilindiği üzere 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı çıkmış, Enver Paşa ve ekibi Almanya saflarında savaşa katılmaya karar vermiş ve Mustafa Kemal Paşa‘nın bütün itiraz ve uyarılarına rağmen, Türk ordularını Alman komutanların emrine vermişlerdir. Herkesin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu savaş sonunda büyük bir yenilgiye uğramış, emperyalist Batılı devletler daha önce kararlaştırmış oldukları gibi, “Türkleri, Anadolu’dan tümüyle atıp, yok etmek, “İslâm dünyasına esaslı bir gözdağı – ders vermek üzere” bir idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘ni ve daha sonra da, kimi yabancı gözlemci ve yazarların bile oldukça haksız buldukları “Sevres Antlaşması‘nı” Osmanlı yönetimine imzalatmışlardır.

Şayet bütün bu haksız uygulamalara, işgallere ve zulümlere, Mustafa Kemal Paşa ve değerli silah arkadaşları da sessiz kalsalardı ve deselerdi ki;

  • Karşımızda dünyanın en güçlü koskoca devletleri var, bizler de kim oluyoruz? Onlara nasıl kafa tutarız? Bizler onlara itaat etmek zorundayız, başka elimizden ne gelir ki? Bizler gözümüzü kaparız – görevimizi yaparız, padişahtan ve Osmanlı hükümetinden yana oluruz, saltanatımızı kurtarırız ve keyfimize bakarız…

Allah korusun bugün ne Büyük T.C. Devleti vardı, ne onurlu,  haysiyetli ve özgür bir yaşantımız vardı, ne baş tacı ettiğimiz güzel dinimiz, ne camilerimiz, ne de göklerde şerefle dalgalanan şanlı Türk Bayrağımız…

Ne de bu gün kutlanacak olan bir “Dil Bayramımız” olacaktı…
Ayrıca ne Türk Tarih Kurumumuz, ne Türk Dil Kurumumuz,
yani hiçbir şeyimiz olmayacaktı…

Büyük Türk Milletini “derin bir gaflet (AS : aymazlık) uykusundan uyandıran,
onlara şanlı ve köklü kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve tarihlerini anımsatan;
Türkleri padişahlara ve padişahların buyruğundaki görevlilere kul ve köle olmaktan kurtaran ve milletinin yeniden kendisine güven duymasını sağlayarak, onları özgür, onurlu – saygın bireyler yapan; milletini ve ülkesini kalkındırmak, eğitmek, refahını (AS : gönencini) sağlamak ve sonunda en ileri uygarlık düzeyine taşımak için

var gücüyle, gece -gündüz çalışan, bu uğurda çok sevdiği askerlik mesleğini, gençliğinden başlayarak bütün yaşamını, hatta canını bile ortaya koyan Büyük Atatürk‘ün önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, büyük minnet duygularımızı
ve engin sevgilerimizi arz ediyoruz..

KAĞNILARIN ZAFERİ

KAĞNILARIN ZAFERİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Batı karşısında 200 yıldır yenilgiden yenilgiye uğrayan, halkı yoksullaşan, topraklarının bir kısmına el konulan Türkiye halkının talihi 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’la birdenbire döndü. Bu zaferin kazanılmasında elbette birçok neden bir arada sayılabilir. Ama hiç kuşkusuz bunların başında Türklerin son yurtlarını da kaybetme ve emperyalizmin kölesi haline gelme korkusuyla canını dişine takip savaşması gelir.

Mondros Mütarekesi‘nin imzalandığı 30 Ekim 1918’den sonra bir ara umutsuzluğa düşen Türkler, daha sonra cesaretini toplayıp silahlı bir savaşa girişmeye karar verdiler. Değilse, millet için var olma hakkının tanınmayacağını anladılar. Ancak milleti tek bir hedefte toplamak, yeni bir ordu kurmak kolay olmadı. 1921 yılının 13 Eylülüne kadar sürekli Anadolu’nun içlerine sürüldüler. Sakarya Zaferi ‘yledir ki, düşman kuvvetlerini durdurabildiler fakat istilacıları yurttan atmaya güçleri yetmedi. Bunun için bir yıl daha esaslı bir hazırlık yapmaları gerekiyordu.

Seferberlik ilan edildi. Bütün maddi kaynaklar ordunun emrine verildi. Böylece Batı Cephesi’nde 26 Ağustos 1922’de saldIrıya geçen Türk ordusunun mevcudu 208.000’e çıkarılabildi. Yunanların savaşçı güçleri ise 18.000 kişi daha fazla idi (225.000). Türklerin yalnız tüfek mevcutları Yunanlardan 3.000 kadar fazlaydı. (90.000’e 93.000). Fakat makinali tüfek sayılarında büyük bir oransızlık vardı. Türklerde 2.025 hafif makinalıya karşılık Yunan tarafında bu sayı 3.139 idi. Ağır makinalılarda Yunanlar lehine aynı dengesizlik vardı: 839’a 1.280. Yunanların ta Afyon cephesine getirebildikleri toplar bile Türklerdeki toplardan fazlaydı. 328 Türk topuna karşılık 418 Yunan topu.

Türkler yalnızca 10 uçağa sahipken Yunanlıların tam beş misli olan 50 uçakları bulunuyordu. 33 cankurtarana karşı ise 1.776 cankurtaran! Türklerin 298 kamyonuna karşı ise Yunanlıların 4.036 kamyonları vardı! Cankurtaranların sayısı arasındaki fark ise korkunçtu: 33 Türk cankurtarına karşılık 1.776 Yunan cankurtaranı…

Türkler Yunanların kamyonla ve cankurtaranla yaptıkları taşıma işini esas olarak arabalarla yapıyorlardı.

– 2.318 kağnı,
– 3.141 at arabası,
– 1.970 öküz arabası bu savaşın kahramanları gibiydiler. (Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi, İkinci Cilt, 6. Kısım, 2. Kitap, s. 13)

* Öte yandan, Türk ordusunun arkasında sosyalist dünya ile mazlum milletler bulunuyordu.

Ulusal kurtuluş savaşları ve sosyal devrimin kanunudur: İnsanla silah arasındaki ilişkide önde gelen insandır. Yani, silahlar eşitlendiğinde kim daha kararlıysa, bilinçliyse savaşı o kazanır… Silahlar eşit olmadığı zaman bile… Mehmet Akif bunu İstiklal Marşı’nda

“Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” dizeleriyle ifade etmişti.

Kağnı, Kurtuluş Savaşı’nın simgesi gibidir.

Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ulus’ta Meclis’in baktığı Millet Bahçesi’ne bir kağnı heykeli diktirmeye karar vermiştir. Orada değilse bile birçok zafer anıtında kağnı bulunmasının nedeni budur. (Ayvalık, 27 Ağustos 2013)

Av. Şahin MENGÜ : Damat Ferit’in Heyet-i Nasihası


Av. Şahin MENGÜ

sahin mengu


Damat Ferit’in Heyet-i Nasihası

AKP iktidarı, gerek iç ve gerekse dış politika da öngörü sahibi olmamasına rağmen,
ele geçirdiği basın sayesinde muhteşem bir algılatma gücüyle

  • olayları topluma istediği şekilde benimsetmeye çalışmaktadır.

Nitekim, PKK sorununu çözmek için akil adamlardan yardım isteneceği / başvurulacağı söylenmeye başlandığı zaman, herkeste, toplumun her kesiminin saygı duyduğu, olayları objektif olarak değerlendirebilecek ve bundan sonra siyasal iktidara, nelerin yapılması gerektiği konusunda görüş sunacak bir grup insan olacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.

Ben, topluma karşı hiçbir sorumluluğu olmayan  kişi veya  kişilere böyle özel bir güç atfedilip, özel görev verilmesine hep karşı olmuşumdur.

AKP hükümetinin son açıklamalarına bakılınca bu “akil adam” diye nitelenen kişiler
“Kürt açılımı veya PKK sorunu” diye nitelenen bölünme projesi hakkında çalışmalar yapıp, nasıl olması, ne yapılması gerektiği konusunda görüş oluşturmayacakmış.

Peki ne yapacaklarmış?Hükümet yetkililerinin yaptıkları açıklamalara göre, 7 gruba ayrılmış bu kişiler,
7 ayrı bölgede “AKP hükümetinin sürdürdüğü açılım politikalarını”
halka anlatacaklarmış. Bu neyi göstermektedir biliyor musunuz?Yönlendirilmiş basına rağmen büyük halk kitlelerinin AKP’nin açılım politikasına destek vermediğini açıkça ortaya çıkmasından dolayı, AKP’li milletvekillerinin ve parti yöneticilerinin alanlara çıkıp, ülkeyi bölünmeye götüren bu oluşumu halka anlatacak yüzleri kalmadığından,
AKP İktidarı şimdi de “PROPAGANDİST” kullanma yoluna gitmiştir.

“Akil Adamlar” diye topluma takdim edilenler,

  • Kurtuluş Savaşı öncesinde Damat Ferid Paşa’nın oluşturduğu
    “Heyet-i Nasiha” lara tıpa tıp benzemektedirler.
Anadolu’nun paylaşılmasına, işgaline karşı Anadolu’daki direnişten halkı vazgeçirmek için heyetler gönderilmiş ama başarılı olunamamıştır.
İşgalcilere yaranmak için oluşturulan bu heyetler umduğunu bulamadığı gibi,
İzmir’in Yunanlar tarafından işgaline de engel olamamışlardır. Bugün kurulan ve
halka AKP iktidarının yanlış ve ülkeyi bölünmeye götürecek  politikalarını anlatıp
iknaya çalışacak heyetler de, aynen damat Ferit’in “Heyet-i Nasiha”ları gibi başarısız olacaktır.Birkaç kişi dışında körü körüne AKP ve bölücü PKK yandaşlarından oluşan bu heyetler, bölünme anayasası ve açılım politikasını halka anlatamazlar ve
halkın desteğini alamazlar.AKP bu yöntemlerle ABD ve AB’yi kızdırmadan,
bunların istediği Büyük Kürdistan’ı kurdurmayı, halk desteğini alarak sağlamak çabasındadır.
Damat Ferit de Mondros Mütarekesi‘nden sonra işgal kuvvetlerini kızdırmadan
bir anlaşma yapmaya çalışıyordu. Ama bu Heyet-i Nasihalar fazla etkin olamadı,
Sivas ve Erzurum Kongrelerinden bir müddet sonra da yok olup gittiler.
Akil Adamlar komisyonları da aynı sona uğrayacaklardır.
  • “Akil Adamlar” listesine baktığınız zaman büyük çoğunluğunun
    bölücü Kürtler ve yandaşları olduğunu görmekteyiz.

Damat Ferid de aynı yanlışı yapmıştı. O da heyete azınlıkları almıştı; ama bunlar azınlıkların, Osmanlı egemenliğinden ayrılma arzularına engel olamadılar.

Bölücü Kürtlerin ve bölünmeden yana olan liboş entellerin varlığı
bu ülkenin bölünmesine engel olmayacağı gibi tam aksine bölünmeyi hızlandıracaktır.

Geçmişi taklit ederek bir yere varılamaz, geçmişten sadece ders alınır.

Eğer geçmişteki bu Heyet-i Nasihalar başarılı olmuş olsaydı,
Osmanlı İmparatorluğu dağılmazdı.

Bu akil adamların yapacağı, AKP ve bölünme süreci propagandası bu ülkede tarafları daha da keskinleştirir.

Bu keskinleşme, PKK yandaşları tarafından arzu ediyor olabilir;
zira AKP’nin yanlış uygulamaları, bebek katili ve onun terör örgütü
fiilen uluslararası hukukun bir süjesi haline getirdiğinden, en ufak bir çatışmada Birleşmiş Milletlerin veya bir başka uluslararası kuruluşun müdahalesini isteyebilirler.

Bu Akil Adamlar Komisyonu’nda görev almış birkaç iyi niyetli, dürüst insana da
yol yakınken bu komisyondan çekilmelerini salık veririm.

Av. Şahin Mengü
http://sahinmengu.blogspot.com/2013/04/damat-feritin-heyet-i-nasihasi.html, 4.4.13

SÖYLEV’den Seçkiler (Prof. Dr. Özer Ozankaya) / Quotations from Ataturk’s Great Speech “NUTUK”

SOYLEV_seckisi_O_Ozankaya_ Aralik1997

19 Mayıs 1919 Kuvayı Milliye Ruhu ve Günümüz

19_Mayis_1919_kuvayi_milliye_ruhu_ve_gunumuz

19 Mayıs Bayramını Kim Nasıl Kutluyor ?

19_mayis_bayramini_kim_nasil_kutluyor_ 19.5.12