Etiket arşivi: AKP

Günümüzde tarikatlar

Alev CoşkunAlev Coşkun
25.11.22, Cumhuriyet

92 yıl önce Menemen’de, genç yedek subay Kubilay’ın başını kestiler, sırığa geçirdiler, kentin içinde dolaştılar. 23 Aralık 1930 tarihinde yaşanan bu gerici ayaklanma, Nakşibendi tarikatı üyesi Derviş Mehmet ve yardımcıları tarafından yapılmıştı. Önce üzerinde ayetler olan yeşil bayrağı açtılar. Halkı, bayrak altında toplanıp ayaklanmaya çağırdılar. “Şapka giyenler kâfirdir, yine fes giyilecektir” diye bağırdılar. Olayı engellemeye çalışan öğretmen kökenli yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay ve iki bekçiyi öldürdüler.

Bu olay gözü dönmüş bir gerici ayaklanmaydı ve Cumhuriyetin ilanından yedi yıl sonra olmuştu. Kuşkusuz bu yedi yıl içinde, çağdaş bir topluma ulaşmak için kimi Aydınlanma Devrimleri gerçekleşmişti. Cumhuriyetin ilanından sonra, din devletinin simgesi halifelik kaldırılmıştı, Eylül 1925’te tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştı. Evrensel hukuku kapsayan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu yürürlüğe girmişti. Harf Devrimi gerçekleşmişti. Kuşkusuz bu atılımlar gerici düşünceyi tahrik ediyordu. Bu ayaklanmayı düzenleyenler yargılandılar ve idam kararları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi:

O günlerde Avusturya’da okuyan genç üniversite öğrencisi Nadir Nadi’nin önerisiyle Cumhuriyet gazetesi bir kampanya açtı ve halkın katkılarıyla yapılan görkemli Kubilay Anıtı 24 Aralık 1934’te açıldı. Granit taştan örülmüş üç sütunlu anıtın ön yüzünde Atatürk’ün gençliğe seslenişi, Kubilay ve iki şehit Bekçi Hasan ve Şevki’nin adları yazıyordu. Kubilay Anıtı, laik düzeni benimseyenler için simgesel önemdedir.

Ne yazık ki bu olaydan 92 yıl sonra, geçtiğimiz hafta, Türkiye yeni bir tarikat rezaletiyle çalkalandı. Nakşibendi tarikatı uzantısı olan Hiranur Vakfı lideri Yusuf Ziya Gümüşel’in, 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki bir müridi ile evlendirdiği ve küçük kızın cinsel saldırıya uğradığı ortaya çıktı. Kuşkusuz bu rezaletler tesadüf (rastlantı) değildir ve özellikle son iki yıldır,

  • tarikat yurtlarında intiharlar, cinsel saldırılar
    süregelen bir durum yaratmıştır!

Bu yazımızda, sayfanın elverdiği ölçüler içinde tarikat olayının tarihsel kökleri ve güncel durum üzerinde durulacaktır.

TARİKATLARIN TARİHİ

İslamda 8. yüzyılın sonuna değin tarikat yoktu. Daha sonra özel bir yaşam biçimi belirdi ve buna tasavvuf adı verildi. 10. yüzyıldan sonra tasavvufta özel kurallar, şeyh, mürit, rehber gibi manevi makamlar ortaya çıktı. Tarikat şeyhlerinin türbelerinin yakınlarında tekke, dergâh, zaviye adını taşıyan merkezler kuruldu. Şeyhin manevi gücüne ve kendi kişisel yeteneklerine göre değişen zikirler belirdi. 

13. yüzyıl sonrasında tarikatlar çoğalmaya ve güçlenmeye başladı, şeyh tarafından “icazetname” verilmeye başlandı. Böyle bir belgeyi alanlar da kendi adlarına yeni tarikatlar kurdular. Tarikatlar ayrıca güç elde etmek için devlet içinde etkin olmaya başladılar. Tarikatlar arası çekişmeler de başladı. 

16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıl arasında (1582-1685) yaklaşık bir yüzyıl, iki tarikat “Kadızadeliler-Sivasiler” kavgası oldu. Kadızadeliler tarikatı çok güçlendi, kahve-tütün yasağının getirilmesini sağladılar. Kadızadeliler hareketi önemlidir. Osmanlı Devleti tarihinin en tutucu dini hareketi olan Kadızadeliler, “Dinde yoktur” diye, 1’den çok minaresi olan camilerin minarelerini bile yıkmaya kalkışmışlardı. 

17. yüzyıl başlarında da Osmanlı uleması ikiye bölündü ve şiddetli bir çatışma içine girdi. Çatışmanın bir ucunda, şeriatın katı biçimde uygulanmasını isteyen Kadızadeliler; öbür ucunda da akılcılığı savunan ve daha çok Mevlevi ve Halveti tarikatlarına mensup din adamları yer almaktaydı. Kadızadeliler, kendilerinin dışındaki tarikatlara karşı büyük bir düşmanlık besliyorlardı. 

Peygamberden sonra ortaya çıkan her şeyin reddedilmesi fikrini benimseyen Kadızade Mehmed Efendi, devletin yaşadığı sorunları çözmenin tek çaresinin, “asr-ı saadetteki” uygulamalara aynen dönmek olduğunu söylemekteydi. Kadızadelilere göre Hazreti Peygamber zamanında olmadığı için yemeğin kaşıkla yenmesi bile doğru değildi. Kadızadeliler tarikatı devletin önemli makamlarındaki atamalara da karışmaya başlamıştı. Sonunda devlet-tarikat çatışması çıktı. Sadrazam Köprülülü Mehmet Paşa, devrin ulemasını arkasına alarak Kadızadelileri tutukladı ve sürgüne gönderdi. 

Osmanlı döneminde tarikatların yarattığı başka bir olay 31 Mart Ayaklanması’dır. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmişti. 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe girdi. Seçimler sonunda Osmanlı Meclisi, 17 Aralık 1908’de yeniden açıldı ve çalışmaya başladı. Bu sırada, Nakşibendi tarikatına mensup Derviş Vahdeti İstanbul’da Volkan adlı gazetesini yayımlamaya başladı. Ardından İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti [Muhammet Yandaşlarını Birleştirme Cemiyeti (İMC)] kuruldu. Derviş Vahdeti burada da etkindi. Gazete padişah tarafından da korunuyordu.

 

Cumhuriyet gazetesinde Haziran 1925 yılında yayımlanan karikatür.

DERVİŞ VAHDETİ VE GAZETESİ

Volkan bir cephe oluşturdu. Ordu içindeki Harbiye mezunu olmayan alaylı subaylar, medrese öğrencileri ve hocalar birleştiler. 31 Mart 1909’da ayaklanma başladı. Meclis’i bastılar. Adalet Bakanı Nazım Paşa ve Lazkiye Milletvekili Arslan Bey’i öldürdüler. Meclis kürsüsü ele geçirildi, şeriat ilan edilmesi istendi. İsyancılar Beyazıt Meydanı’nda Harbiye Bakanlığı’nı sardılar. İlerici gazeteler basıldı. Tanin gazetelerinin matbaa makineleri kırıldı. Yıldız Sarayı önündeki bahçede isyancılara karşı çıkan Binbaşı Ali Kabuli Bey öldürüldü. Halktan ölenlerin sayısı 36’yı buldu. Bu gerici isyanın 12. gününde Rumeli’den gelen Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişiyle ayaklanma bastırılabildi. 31 Mart olayının arkasında yalnızca gerici tarikatların değil, bu olaydan yararlanmak isteyen o günün emperyalist devleti İngilizlerin olduğu belgelemiştir.

2022’DE TARİKATLARLA İLGİLİ GELİŞMELER

2022 yılının son ayında, Antalya’da Süleymancılara ait bir tarikat yurdunda aşçı olarak çalışan İ.G. tarafından satırla başı kesilerek öldürülen 18 yaşındaki üniversite öğrencisi M.S.T. ülke gündeminde yerini almıştı. Bu yıl başında, bir video kaydı bırakarak intihar eden Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi 19 yaşındaki E.K., kaldığı Nur Cemaati’ne bağlı evde yaşamına son verdi.

Mart 2022’de, İstanbul Esenler’de Süleymancılara ait özel bir yurtta erkek öğrencilere şiddet uygulayan bir yurt görevlisinin görüntüleri sosyal medyaya yansıdı. Haziran ayında Yalova’da ruhsatı olmayan Halil Bağlı Talebe Yurdu’nda 12 yaşındaki U.E., yurtta Kuran ve Türkçe dersi veren 26 yaşındaki M.Z. tarafından tecavüze uğramıştı.

Karaman’daki tecavüz skandalı unutulmamalıdır. Tecavüzden sonra “Bu olaya bir kere rastlanmış olması ve bu münferit olay tarikatı karalamaya gerekçe olamaz. Biz çocuklarımızı buraya kendi rızalarıyla getiriyoruz.” dediler.

MASA VE KASA: DEVLET-FETÖ ÇATIŞMASI

Masa ve kasa tarikatların çok önem verdikleri ve hassas oldukları iki konuyu tanımlar. Kasa, tarikatın ekonomik gücü demektir. Tarikatlar ticarette, gelişmek ve gelir getiren alanlarda güçlü olmak istiyorlar. Her tarikatın ticari işleri vardır. Masa, tarikatın siyasal gücünü simgeler. Tarikat kamu yönetimi bürokrasisinde, güvenlik, jandarma, maliye, idari mekanizma ve yargıda güçlü olmak ve siyaseti etkilemek ister. Bu tarikat yapısı ve amaçları en sonunda laik devlet sistemiyle çatışmak zorundadır. Osmanlı’da Kadızadeliler tarikatı ile devlet çatıştı, sonunda Kadızadeliler ortadan kaldırıldılar. 31 Mart Olayı’nda da tarikat liderleri ağır cezalar aldılar. FETÖ’nün durumunda da benzer model karşımıza çıktı. Devlet-FETÖ çatıştı, FETÖ yenik düştü.

  • FETÖ’den boşalan alanı başka tarikatlar dolduruyor.
  • Bundan sonra hangi tarikatın devletle çatışacağını zaman gösterecek… 

‘MEDRESELER ASLA AÇILMAYACAKTIR, MİLLETE OKUL LAZIMDIR’

Bu noktada Atatürk’ün medreselerle ilgili bir olayını burada hatırlamalıyız. Milli Mücadele sırasında Sovyetler Birliği’nden gerek silah gerek parasal yardım sağlanıyordu. Mustafa Kemal, Sovyet Rusya’nın büyükelçisi Aralov ve Azerbaycan Büyükelçisi Abilov’u yanına aldı, cepheye gittiler. Daha sonra Konya’ya geldiler. Aralov anılarında şöyle yazıyor:

“Konya’da trenden indiğimiz zaman artık ortalık kararmış bulunuyordu. Bizi karşılamaya gelen çeşitli birliklere bağlı erlerin elinde meşaleler vardı. İstasyon önündeki meydan baştan başa halkla dolmuştu.”

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısının artırılmasını rica etti. Bu zat, ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istedi. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:

  • ‘Ne o’ dedi. ‘Yoksa sizin için medrese, Yunanları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!’

Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı ve ‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım’ dedi.”

ATATÜRK, DERVİŞLER VE MÜRİTLER HAKKINDA NE DİYOR?

21 Kasım 1924-CHP Meclis Grubu: Atatürk’ün değerlendirmesi:

  • “Büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseyi yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır.
    Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.”

31 Ağustos 1925-Çankırı konuşması:

  • “Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
    Bunların) amacı, halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmaktır.”

10 Ekim 1925-Atatürk’ün Akhisar’daki konuşması:

  • “Efendiler! Uygar olmayan insanlar,
    uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur.”

21 Ekim 1925-Afyon’daki konuşması:

  • “Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu idrak ediyorum. Bu vazife bitmeyecektir.
    Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir.
  • Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında, bana karşı sarsılmaz bir emniyet ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum.”

TEKKELER HAKKINDA

  • “Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır.
  • Türkiye Cumhuriyeti, her alanda doğru yolu gösterecek güce sahiptir.
  • Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
  • Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız.
  • Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktadır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olamamaya karar vermiştir.
  • Bunlar basit bir iş gibi görünür fakat önemi vardır.
  • Biz dünya ailesi içinde uygarız.
  • Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.”

1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 68.)

EN GERÇEK TARİKAT

  • “Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için ayıptır.
  • Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi yaşamda mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir?
  • Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filan veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum.
  • Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
  • En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.”
    1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 215.)

“Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti.” (S. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, Cumhuriyet Kitapları, 1997, s. 127-128.)

Zaferden sonra Mustafa Kemal, 17 Eylül 1924’te Rize’yi ziyaret etti. Vilayet binasından çıkınca Rize Müftüsü Ahmet Hulusi (Alemdar) Efendi ve birkaç müftü, Atatürk’e bir dilekçe verdiler. Dilekçe, medreselerin tekrar açılmasını istiyordu. Mustafa Kemal’in yanıtı: 

  • Demek okul değil de medrese istiyorsunuz. Oysaki millet okul istiyor.
  • Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin. Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır…” 

Orada bulunan halk ve gençler, Atatürk’ü uzun uzun alkışladılar. Atatürk valiye döndü, “Bunlar İranlılardan ibret almadılar mı? Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” dedi. (ABE, C.17, s. 23-24.) 

EĞİTİM (AS: ÖĞRETİM) BİRLİĞİ YASASI VE TARİKAT KUŞATMASI

Türkiye’de tarikatlar, yalnızca ortaokul ve lise değil okul öncesi eğitimde de yapılanıyor.

20 yıldır süren AKP iktidarı tarikatlarında geliştiği bir dönem oldu. AKP, siyasal İslamcı bir parti olduğunu açıkça ortaya koyuyor. “Ne istediniz de vermedik” siyaseti çerçevesinde FETÖ hareketinin gelişmesi ve güçlenmesi de AKP döneminde olmuştur.

9 Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibi 2020 yılında Türkiye’deki eğitim ve tarikatlar üzerinde bir alan çalışması yaptı. 

  • “Eğitimde Tarikat Gerçeği: Bir Milyon Çocuk Tarikatların Elinde”
    adını taşıyan raporda birçok gerçek ortaya konulur.

TARİKATLAR SARDI

Rapora göre;

Türkiye’de 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor.
Yalnızca İstanbul’da 445 tekke faaliyetlerini açıktan sürdürüyor.
Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri,
Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere
800’ün üzerinde faal medrese bulunuyor. 

Rapora göre, tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin dolayında,
Türkiye’deki 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 480’i bir tarikatla bağlantılı.
Bu yurtlarda kalan öğrenci sayısı 300 bini buluyor.

Türkiye’de belli başlı tarikatlar şunlar:
Nakşibendi ve Nurcular, Kadiri tarikatlı, Halveti tarikatı, Rufai tarikatı, Melami tarikatı, Menzil tarikatı, İskenderpaşa cemaati, Erenköy cemaati olarak ortaya çıktı.
Bu tarikatlar içinde Nurcular da aslında Nakşibendi’dir.
FETÖ hareketi Nur tarikatından doğmuştur.
Cumhuriyet döneminde en etkin tarikatlar Nakşibendiler, Said Nursi
ve FETÖ hareketidir. İskenderpaşa cemaati de siyasal alanda etkilidir.

Bugün Türkiye’de cami sayısı 90 bini aşıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personeli 150 bine yakın. Bunların 61 bini imam, gerisi vaiz ve müezzin. 

Tüm lise ve orta okullarda okuyan öğrenci sayısı 10 milyon 723’tür.
İmam hatip okullarında okuyan öğrenci sayısının 1 milyon 600 bin olduğu belirtilmektedir.

Türkiye’de ortaokul ve lise sayısı toplam 31 bin 450’dir. Orta ve lise ilahiyat okulu sayısı toplam 8 bin 673’tür. Buna göre, imam hatip okulları, toplam ortaokul ve lise sayısının üçte birini geçmektedir.

Toplam üniversite sayısı 208’dir. Üniversitelerin yarısında 105 adet ilahiyat fakültesi vardır ve ayrıca 108 islami ilimler enstitüsü vardır. Son 8 yılda ilahiyat fakülteleri %25 artmıştır. 

İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenci sayısı, hukuk fakültesi öğrencileri sayısını geçmiştir. 

Eğitimde en önemli konu, Öğretim Birliği Yasası’na karşı yapılan darbedir. 

VAKIFLAR VE ÖĞRENCİ YURTLARI

Türkiye’de toplam 8 milyon öğrenci var ancak Türkiye’nin tüm yurt kapasitesi 724 bin kişiliktir. Bu rakam, tüm öğrenci sayısının %10’una bile ulaşamıyor. Gençlerin %89’u barınma olanağından yoksundur. Bu rakamlar tarikat yurtlarına istemi yükseltmeye yaramaktadır. Milli Eğitim’de de tarikatlar ve yandaş vakıflar etkin duruma geçtiler.

  • Dün FETÖ’nün elinde olan yurtlar,
    bugün TÜGVA, Ensar gibi vakıfların ve Nurcuların eline geçmiştir.

Türkiye’de tarikatlara üye olan kişilerin sayısı 1 milyon 100 bin olarak kabul ediliyor. Özel eğitimde okuyanların 1/3’ü tarikata bağlı okullarda okuyor.

ÇOĞUNLUK LAİKLİK İSTİYOR

Aksoy Araştırma kuruluşu Şubat 2022’de “tarikatlara güven” konusunda bir araştırma yaptı. Araştırmaya katılanların %83.8’i tarikatlara güvenmiyor. TEPAV kuruluşunun yaptığı bir alan çalışmasında katılanların % 81’i laik bir düzende yaşamak istediğini belirtirken %18’i hukuk sisteminin şeriat kurallarına göre yapılanmasını istemiştir.

Kaynaklar

– Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi (3. Kitap), Bilgi Yayınevi, 1995.
– Osman Selim Kocahanoğlu, Menemen ve Kubilay Olayı, Temel Yayınları, 2013.
– Prof. Dr. Esergül Balcı, Sokakların Sesi-Türkiye’de Kaç Cemaat Var.
– Mithat Baş, Kadızadeler, https://www.mithatbas.com/
Diyanet İşleri Başkanlığı, Tarikatlar Raporu, Kaynak Yayınları.
– Alev Coşkun, Özgürlük Mücadeleleri Tarihimiz-Devrimin İlk Karşıtları, Cumhuriyet Kitapları, 2013.

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ’IN BİLMEDİKLERİ..

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ’IN BİL(E)MEDİKLERİ..


Dr. Ahmet SALTIK

Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Bozdağ’dan CHP’nin AYM başvurusuna ilişkin:

“Anayasaya aykırı da olsa KHK çıkartılabilir” buyurmuşlar..

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ gündeme ilişkin açıklamalarda bulunmuş.
Bozdağ konuşmasında;
* “OHAL’in 3 ay daha uzatılması kararı alındı. Siz 3 ayda FETÖ’yü ayıklayamazsınız. Kararların doğru olması, hataya düşülmemesi için bu zamana ihtiyaç var. Demokrasimizin korunması, hukuk devletimizin korunması, insanlarımızın özgürlüklerinin korunması bakımından da buna ihtiyacımız var. Bugüne kadar OHAL sadece devlete uygulandı.
Devleti yönetenler işlerini hızlı ve etkin yapsınlar diye yapıldı. Bundan sonra da devlettekilere uygulanmaya devam edecektir, vatandaşımız zarar görmeyecektir. CHP, OHAL
kanun hükmündeki kararnamelerin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesine karar verdi.
KHK’larla kanunda değişiklik yapamazsınız iddiasıyla. Neye göre söylüyorsunuz bunu?
Anayasaya aykırı da olsa KHK çıkartılabilir.” demiş.
(http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video_haber/608395/Bozdag_dan_CHP_nin_AYM_basvurusuna_dair___Anayasaya_aykiri_da_olsa_KHK_cikartilabilir_.html, 01.10.2016)
*****

Anayasa’nın 13. maddesine göre;

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

OHAL’de temel hakların nasıl sınırlandırılacağı anayasanın 15. maddesinde sayılmıştır:

  • “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyladurumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.”

Maddeden görülebileceği üzere; olağanüstü halde hak kısıtlamasının 2 önemli sınırı var:

  1. Uluslararası hukuka aykırı olmama,
  2. Durumun gerektirdiği ölçüde olma.

Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı‘nın (European Social Chart – Convention)
E maddesi, bu Şart’ın uygulanmasında ayrımcılık yasağını düzenlemektedir.
Konvansiyon’un (Şartın) G maddesi ise Şart’ta tanınan hakların yalnızca

– demokratik bir toplumda başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması ya da
– kamu yararının,

– ulusal güvenliğin,
– halkın sağlığının ya da
– ahlakın korunması için
ve

ancak yasayla (OHAL kararnamesiyle değil!) sınırlanabileceğini belirtmektedir.

Avrupa Sosyal Şartı, Avrupa Konseyince 1996’da kabul edilen, Türkiye’nin 6.10.2004’te imzaladığı ve 3.10.2006 günlü, 26308 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 5547 sayılı yasa ile TBMM’de uygun bulunarak, Anayasa md. 90 uyarınca iç hukukta yasa gücündedir.
Bunların Anayasaya aykırılığının ileri sürülmesini bizzat Anayasa aynı madde ile yasaklamaktadır. Dahası, son fıkrada şu hüküm yer almaktadır :

  • “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.»

OHAL KHK’leri açısından değil adil olmayan bir yargılama (muhakeme)hiçbir yargılama yapılmaksızın, en küçük bir savunma hakkı verilmeksizin on binlerce kişi kamu görevinden çıkarılmıştır. Bu durumda, aslında yargılama yapılmadan ceza mahkumiyetinin kurulduğu söylenebilir. Oysa Anayasanın 15. maddesi buna doğrudan engeldir. 15. maddenin 2. fıkrası, olağanüstü durumda bile askıya alınamayacak hakları saymaktadır:

  • “Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemezsuçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”

KHK’larda listeleme yöntemi ile kamu görevinden -sürekli- çıkarma, Anayasanın 2. maddesinde sayılan ve Anayasa’nın 4. maddesi ile değiştirilmesi bile önerilemeyen Cumhuriyetin temel niteliklerinin ağır biçimde çiğnemine (ihlaline) yol açmaktadır.

Dolayısıyla Türkiye, uluslararası hukukun da koruduğu evrensel ilkelere aykırı olarak insanlarını “sivil ölüm”e mahkum eden bu uygulamayı sonsuza dek sürdüremez.

Siyasal iktidar bu yanlış yoldan dönmezse, bu açık hukuksuz uygulama,
er ya da geç uluslararası hukum duvarına çarparak geri dönmeye mahkumdur.

OHAL bittiğinde, bu kişilerin anayasa ve uluslararası sözleşmelerle korunan hakları güvence altında kalmaya devam edeceğinden, AKP iktidarının Adalat Bakanlığı koltuğunu işgal eden hukuk fakültesi mezunu (Hukukçu??) Bozdağ’a Anayasanın 13. maddesi yanıt vermektedir.

Ancak bu geri tepme, haksız yollarla Devlete yerleşen, yurttaşlara dönük şiddet eylemlerine başvuranların da aklanmasına yol açabilecektir.

Bu nedenle, siyasal iktidarın ivedilikle (acilen) hukuk dışı yöntemler yerine,

Halkın gerçeği bilme hakkına saygı gösteren saydam ve adil soruşturmalar aracılığıyla
devletten ayıklama  (lustration) yoluna yönelmesi gerekir. Yoksa yalnızca onbinlerce insan haksızlığa uğramakla kalmayacak, FETÖ’yle mücadele de boşluğa düşecektir.

OHAL KHK’leri açısından değil adil olmayan bir yargılama (muhakeme);
hiçbir yargılama yapılmaksızın, en küçük  savunma hakkı verilmeksizin
yüz bine yakın kamu görevlisi işten çıkarılmıştır.

Bu durumda, gerçekte yargılama yapılmaksızın açıkça ceza hükmü verildiği ve uygulandığı (infaz edildiği!) söylenebilir. Oysa Anayasa’nın 15. maddesi buna doğrudan engeldir.
Anılan maddenin 2. fıkrası, olağanüstü durumda bile askıya alınamayacak hakları saymaktadır:

  • “Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve
    bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez;
    suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”

Uluslararası hukukun bağlayıcı yerleşik kuralları hiçe sayılarak, tümüyle keyfi olarak
hazırlanmış listelerle yüz bini bulan muazzam bir rakama ulaşan sayıda kişiyi kamu hizmetinden çıkarma işleminin OHAL sonlandıktan sonra sürdürülmesi olanaklı değildir.
Tersi durumda, binlerce / onbinlerce hak ihlali davasının AİHM’e taşınması kaçınılmazdır..

Eğer Anayasa Mahkemesi de binlerce “bireysel hak ihlali” saptaması yapmaz ve bu kararların gerekleri idare ve yargı organlarınca makul süre ve kapsamda gereğince yerine getirilmezse..
*****
Bir öneride bulunsak                                                ??

Fakülteler mezunlarını yaz okullarında her yıl değilse birkaç yıl ara ile “yenileme – tazeleme – güncellenme” kurslarına alsa.. Meslek Odaları ya da Akademik uzmanlık dernekleri
bir ölçüde yapmaya çalışıyor.. (ABD’de…. zorunlu!)

Bu süreçlere uymayan ya da başarılı ol(a)mayan mezunlarının diplomasını askıya alsa,
bir tür “diploma re-call” (diplomayı askıya alma, geri çağırarak iptal etme!) programı uygulasa
nasıl olur acaba?? ABD’de Tabip Odaları bu süreci çok katı olarak uygulamakta..

AKP, gerçek bir yaraşırlık (liyakat – meritokrasi) kurmunu -ki Batı’yı görkemli Batı yapan
bu siyasal – hukuksal – ahlasal – etik – yönetsel temel normdur!-
yaşama geçirmedikçe,
Bay Bozdağ gibi “hukuk bilginlerinin” (!) yol göstermesiyle burnunu “.oktan” kurtaramayacaktır..

AKP kadrolarında Adalet Bakanlığı yapabilecek görece en “nitelikli” (!) hukukçu Bay Bozağ ise, Türkiye’nin de AKP’nin de daha çoook çekeceği var demektir.. Sayıları 140’a çıkartılan ve
her yıl binlerce “mezun” (?!) veren Hukuk Fakültelerine de, YÖK’e de, siyasilere de
selam olsun!

  • Bozdağ istifa etmeli, ettirilmeli, görevden alınmalı ve
    Hukuk Fakültesinde temel eğitime alınmalıdır..

Türkiye bunca zulmü ve aşağılanmayı hak etmemektedir.
Ülkemize çooook yazık oluyor.. AKP’ye bile!

AKP, TBMM, Başbakan ve Erdoğan bu ibretlik gaftan ders çıkarır ve
gereğini hızla yapar mı acaba??

Sevgi, saygı ve endişe ile.
02 Ekim 2016, Ankara

Not : Bu makalenin yazımında OHAL KHK’leri ‘Sivil Ölüm’ mü Demek?” başlıklı makaleden geniş kapsamda yararlanılmıştır.. (Doç. Dr. KEREM ALTIPARMAK, Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fak.- Mülkiye, bizim SBF – Mülkiye’den hocamızdır) 9 Eylül 2016’dan beri web sitemizin manşetinde tuttuğumuz bu önemli makalenin tüm metnine, şu erişkeden (linkten) ulaşılabilir : ohal_khkleri_sivil_olum_mu_demek

Yetkin birilerinin bu temel ve önemli makaleyi Adalet Bakanına anlayacağı düzeyde açıklaması gerekebilir.. Hükümetin de gereklerini mutlaka yapması…

Ali Rıza Aydın : Hukuk ne işe yarar?

Dostlar,

Sayın Ali Rıza Aydın’ın önemli bir yazısını paylaşalım.
Sn. Aydın, AYM Başkanı Haşim Kılıç‘ın istemiyle görevinden ayrılmak zorunda kalmadan önce bu yüksek mahkemenin rapörtörü idi..

Devr-i AKP’de hukuk hiç olmadığı ölçüde ayaklar altında…
Bu durum çok tehlikeli, kaygı verici..

Sevgi ve saygıyla.
26.8.2014, Maçka – Trabzon

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Hukuk ne işe yarar?

portresi

 

Ali Rıza Aydın

 

 

Başlığı teorik ya da genel bir hukuk yazısı için atmadık. Bugün birkaç seçmeyle yetineceğiz ve artık soL Portal’da hukuk haber, yazı ve tartışmalarına daha çok
yer vereceğiz.

AKP, Erdoğan ve Davutoğlu üzerinden hukukun ne işe yaradığına ilişkin
kimi anımsatmalar yapalım:

1) Refah Partisi’nin, ardından Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi kararlarıyla kapatılması AKP’nin yolunu açtı ve 2001 yılında “her iki partinin uzantısı olmaksızın yenilikçi olduğunu” savunan AKP kuruldu. Kapatılmalar da kurulma da Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’na göre yapıldı.

2) AKP 2002 sonunda yapılan genel seçimde tek başına iktidara geldi. Ancak, Genel Başkan Erdoğan, Türk Ceza Yasası’na göre aldığı hapis cezası ve bu cezanın siyaset yasağı getirmesi nedeniyle TBMM’de yer alamadı.

3) Erdoğan’ın önce milletvekili, sonra da başbakan olabilmesi için Anayasa değişikliği gerekiyordu. AKP döneminin ilk Anayasa değişikliği 2002’de CHP desteğiyle yapıldı. Erdoğan’a Meclis yolu açıldı.

4) Erdoğan’ın milletvekili seçilebilmesi için Yüksek Seçim Kurulu’nun çelişkili ve
kişiye özgü yorumuyla “Siirt seçimi” formülü bulundu. Formül, Siirt ilinde yapılan seçimin iptalini ve yeniden seçim yapılmasını öngördü. Yapılan seçimde Erdoğan
Siirt milletvekili olarak Meclise girdi.

5) Abdullah Gül, 58. Hükümetin istifasını Cumhurbaşkanına sundu ve
59. Hükümeti kurma görevi Erdoğan’a verildi.

Bunlar 2 Aralık 2002 – 15 Mart 2003 arasında gerçekleşti. AKP halen iktidarda,
Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçimin, 2007’de Meclis’te yapılan Cumhurbaşkanı seçiminin Anayasa Mahkemesi kararıyla iptali sonrası yapılan
Anayasa değişikliğiyle sözde halk tarafından yapıldığını; genel, yerel, halk oylaması
ve halk tarafından yapılan seçimlerin Anayasa gereği yargı organının genel yönetim
ve denetiminde olduğunu anımsayalım.

* * *

Hukuka biraz da dışarıdan bakalım:

2003 yılı bir yandan da Irak Tezkeresi tartışmalarına konu oldu. TBMM’deki
1 Mart Tezkeresi reddi gerginliğinden önce, ABD Başkanı Bush ile AKP Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış arasında ABD’de yaşanan ve (25.2.2003 günlü) gazetelere yansıyan gergin diyalog hukukun uluslararası yönünden ilginç…

“Bush: Beyler, ABD topraklarında yapacağınız bir şey yok. Ülkenize gidin ve bu tezkereyi Meclis’inizden geçirin.
Yakış: Birtakım zorluklarımız var. Uğrayacağımız zararlar gerçekten büyük. Biz iki müttefik ülkeyiz,
bizi anlayacağınızı düşünüyoruz.
Bush: Hiçbir müttefik beni sizin kadar uğraştırmadı.
Yakış: Türkiye aynı zamanda AB sürecinin içinde. Oradan değişik sesler geliyor.
Bush: AB mi kaldı? Alın işte üçe böldüm.
Yakış: Türkiye demokratik bir ülke. Uluslararası hukuk kurallarına da hep uydu. Bu operasyonla ilgili
Birleşmiş Milletlerin takınacağı tavır da önemli.
Bush: 21. Yüzyılda Birleşmiş Milletler gerekli mi değil mi, ona bakıyorum. Arkadaşlarımız bunu araştırıyorlar.”

Bush’un son sözcüklerinin Erdoğan tarafından sıkça dile getirildiğini,
ancak daha da önemlisi ABD’nin Irak saldırısında BM’nin sessizliğini de anımsayalım.

* * *

Davutoğlu’nun hukuksal yolculuğu ise şöyle:

2003’te büyükelçi unvanı aldı, 2009’da TBMM dışından Dışişleri Bakanı, 2011 genel seçimlerinde milletvekili oldu. Halen Dışişleri Bakanı… Buraya kadarı hukuk kurallarıyla uyumlu… 21 Ağustos 2014’te ise 10 Ağustos’ta halk tarafından cumhurbaşkanı seçilen, ancak genel başkanlık ve başbakanlık koltuğunu bırakmayan Erdoğan tarafından AKP’nin genel başkanı ve başbakan adayı olduğu açıklandı. Bu açıklamanın hukukla ilgisi yok. Hukuken gereğinin yapılacağı yer, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından sayılan, Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’na göre çalışması gereken AKP kurultayı. Kurultaydaki hukuksa, çoğu kez olduğu gibi görüntü…

Bir anımsatma da ABD’den yapalım: Davutoğlu ABD’nin sevdiği isim.
Türkiye’de bürokrasi ve siyasete girdiğinde ABD çok mutluydu.
“ABD destekli” siyasetçi sözleri çok söylendi.

“Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabının yazarı, CIA Türkiye Masası Eski Şefi ve Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabına bir hayli gönderme yapan, O’nu “Türk dış politika uzmanı” olarak tanımlayan Graham E. Fuller, kitabın “Türkiye’nin geleceğiyle ilgili dış politika senaryoları” başlıklı bölümünde, “Ahmet Davutoğlu’nun stratejik vizyonu” başlıklı sayfalarda şunları söylüyor:

“(…) gerçek anlamda bağımsız bir Türk dış politikasının entelektüel ve kavramsal temelleri sistematik biçimde ancak son zamanlarda Türk bilim adamı ve AKP’nin
dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konulmuştur.”

“Savunduğu vizyon Batı, Orta Doğu, Rusya, Afrika ve Asya’ya karşı geniş bir bağımsız Türk politikaları demeti uygulayabilmek üzere ABD merkezli politika yöneliminden cesur bir şekilde uzaklaşmayı öngördüğü için, Birleşik Devletlerdeki bazı gözlemciler Davutoğlu’nu Amerikan karşıtı olmakla suçlamışlardır. Her ne kadar Türkiye’nin dünyadaki konumunun -geçmişteki ABD ittifakının yaptığı gibi- sınırlanmasını ve hegemonya altında kalmasını istemese de Davutoğlu’nun herhangi bir şekilde “anti-Amerikan” olarak nitelendirilmesi saflıktır.”

“Davutoğlu’nun stratejik vizyonu hiç kuşkusuz mevcut AKP dış politikası üzerinde büyük etki yapmıştır, fakat AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, ki bunlar arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık isteyen Kemalistler ve solcular vardır. Davutoğlu’nun yaptığı, dış politikada Türk milli menfaatlerine dair sistematik ve geniş vizyon formülasyonu gerçekten de tartışılabilir; ancak kapsamı ve derinliği bakımından bir benzeri olmayan bu formülasyon, halihazırda Türk dış politika düşüncesi üzerinde büyük etki yapmış durumdadır. Bu etkinin önemi ne kadar vurgulansa azdır.”

Fuller’in kitabı 2007 tarihli… Davutoğlu 2009’da dışarıdan Dışişleri Bakanı, 2011’de milletvekili, 2014’de AKP genel başkanı; başbakan olacak. Son süreçler hukuken tamamlanacak. Stratejik vizyon hukuken yerli yerine oturacak.

İşte demokratik hukuk devletinin ikiyüzlü kültürü; kurallarla kaybettiriyor,
kurallarla kazandırıyor.

Batakçı sağ siyaset, veliaht düzenini, emperyalist siyaset de küçük Amerika düzenini sürdürmede, politikalarıyla ilgili kadrolaşmayı korumakta kararlı. İlkesiz iç politika da demokrasi adı altında onları yaşatmakta kararlı.

“Hukuk” ise bir yandan AKP gericiliğinin ve sermayenin, diğer yandan emperyalizmin görüntüsü…

BİR TEMEL FIKRASI; 2 SÖZ ve GELDİĞİMİZ YER…

 

BİR TEMEL FIKRASI, 2 SÖZ ve GELDİĞİMİZ YER…

Birkaç yıl önce buna benzer gönderiler aldığımızda pek önemsemezdik. Ama aşağıda yer alan TEMEL fıkrasının ironik olanı tarafı ise “mecburiyete” sadece belki bir yıl kaldı!!!
 İki söz bir fıkra ve en alt satırda ise geleceğimiz nokta …
İki söz ve bir fıkra

Bir söz AFRİKA’dan ;
  
Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı.
Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler.
Gözümüzü açtığımızda ise;
Bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı. 

  
Kenya Kurucu Devlet Başkanı 
  
************************************************
  
Bir de bizden ;
  
AKP geldiğinde elimizde özgürlük, laiklik, cumhuriyet vardı.
Bize, kömür verdiler, aşevinden yemek verdiler,
gözümüzü kapayarak tekrar oy atmamızı istediler…
Gözümüzü açtığımızda ise,
Bizim başımızda türban, yüzümüzde sakal, onların elinde ise para, iktidar vardı…

  
T.C. Vatandaşı
  
***************************************************

Bir söz de TEMEL den … 
  
Temel 20 senedir Almanya’da yaşıyormuş. Bir gün göçmen bürosuna gidip Almanya’dan kesin dönüş yapacağını söylemiş. Göçmen bürosundaki Almanlar Temel’i tanıyorlar, seviyorlar. 
  
Sormuşlar; ‘Niye dönüyorsun.?’ diye. 
  
Temel ‘homoseksüeller yüzünden’ demiş. 
  
Bürodakiler şaşırmış; ‘Seni rahatsız filan ediyorlarsa hemen bir şikâyette bulun, gereğini yaparız… Buradan bu yüzden ayrılmana değmez demişler’.
  
Temel, ‘Beni rahatsız etmiyorlar’ demiş.
  
Bürodakiler yine şaşırmış; ‘Peki neden gidiyorsun?’
  
Temel yanıtlamış:  ‘Burada 20 yıl önce homoseksüellik yasaktı,
10 yıl önce serbest oldu, 5 yıl önce de evlenmelerine izin verildi. Homoseksüellik ZORUNLU olmadan dönmek istiyorum !..

  
*****************************************************

” KISSADAN  HİSSE ” 
  
Türkiye’de de 30 yıl önce türban diye bir şey yoktu,  20 yıl önce takmaya başladılar,  şimdi serbest oluyor, ZORUNLU olmadan
bir şeyler yapmak lazım…
Biliyorsunuz, dünyada nüfusa oranla en çok eşcinel (homoseksüel) Suudi Arabistan’da bulunuyor

Suay Karaman : TERÖRİST


Suay Karaman

portresi

TERÖRİST

Emperyalist ABD’nin kendi çıkarları için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Bugüne dek yaptığı katliamlar, emperyalizmin kirli yüzünü anlamayanlar için önemli bir uyarıdır. Emperyalist ABD, teröristleri besler, büyütür, finanse eder, görevini yaptırır ve işi bitince deliğe süpürür. Bunun en son örneği El Kaide terör örgütünün başı Usame Bin Ladin’dir.

Mart ayı başında emperyalist ABD’nin üçüncü büyük kenti Şikago’nun caddelerinde dolaşan otobüslerde Usame Bin Ladin, Pakistan asıllı Faisal Shazt, Filistin kökenli ABD ordusunda binbaşı Nidal Hasan, HAMAS üyesi bir Arap teröristin fotoğrafları vardı. Ancak bu teröristlerin yanında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da fotoğrafı vardı…

Usame Bin Ladin’in afişinde; “Sizi derhal İslam’a çağırıyoruz. Benim cihadım bu,
ya sizinki?” yazılıydı.

Recep Tayyip Erdoğan’ın afişinde ise;

  • “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerlerimiz. Bu ilahi ordu dinimi bekler… Benim cihadım bu, ya sizinki?” yazıyordu.

Bu afişleri ‘Amerika Özgürlükleri Savunma Girişimi’ (American Freedom Defense Initiative) adlı örgüt hazırlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı bir terörist gibi Şikago caddelerinde Amerikan halkına tanıtılıyordu. Bu olay açıkça diplomatik bir skandaldır. Dost ve müttefikimiz diye övünülen ABD yetkililerinin bu duruma sessiz kalmasını da anlamak olanaksızdır. Bu konu hakkında Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği ya da Dışişleri Bakanlığı’ndan açıklama yapılmaması da başka bir skandaldır.

AKP kurulduğu zaman, henüz milletvekili bile olmayan Tayyip Erdoğan, ABD’ye davet edilmiş, ağırlanmış ve başkanla görüşmüştü. Aradan geçen on yılda istedikleri rolü üstlenen Tayyip Erdoğan’ın artık işi bitmiştir ve deliğe süpürülme aşamasındadır. Bu aşamaya kılıf hazırlamak isteyen emperyalist ABD,
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı terörist ilan etmiştir. FBI adına çalıştığı açıklanan Fettullah Gülen, terörist ilan edilen Tayyip Erdoğan yerine, emperyalist ABD için
yükselen yeni değer konumuna getirilmiştir.

Yaklaşık elli bin kişinin katili PKK terör örgütünün başı ile görüşülmesine
olanak sağlayan ABD, şimdi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı terörist ilan etmiştir. Emperyalizme bilerek ya da bilmeden hizmet etse bile, dünyada ilk kez emperyalizme karşı zafer kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başbakanını, emperyalist ABD teröristlerle aynı kefeye koyamaz. Dünyanın birçok ülkesinde terörizme destek veren emperyalist ABD’nin, kendini görmeden, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı terörist ilan etmesi, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini savunan ülkemize karşı yapılan büyük bir haksızlıktır, onursuzluktur.

Kendi başbakanımız yaptıklarıyla, yanlışlarıyla, ihanetleriyle yalnızca Türk Milleti tarafından yargılanabilir, terörizme destek veren emperyalist ABD’nin önce kendi sicilini düzeltmesi gerekmektedir. Emperyalist ABD terörist arıyorsa, kendi yönetimlerine bakmalıdır.

Ülkemizin bölünmesi ve parçalanması için harita ve planlar yapan emperyalist ABD’nin, PKK terör örgütüne destek verdiği bilinmektedir. 17 Mart 2013 Pazar günü katillerin ve teröristlerin meydanlarda gövde gösterisi yapmasının yol haritası da emperyalist ABD tarafından çizilmiştir. Demokrasi ve insan hakları konusunda sicili bozuk emperyalist ABD için söylenecek en iyi söz, Aşık Mahzuni Şerif’e aittir:

“Defol git benim yurdumdan,
Amerika katil katil.
Yıllardır bizi bitirdin,
Amerika katil katil.
Devleti devlete çatar,

İt gibi pusuda yatar,
Kan döktürür, silah satar,
Amerika katil katil.. “

(İlk Kurşun Gazetesi, 18 Mart 2013.)

NAZİF EKZEN : İyi ki kamu ekonomisi var

NAZİF EKZEN

İyi ki kamu ekonomisi var

Kamuda satılabilecek ne varsa satılıyor. Başbakan açıkladı. Kamuya ait sosyal tesisler de satılacak. Sonunda özelleştirme buraya kadar vardı artık. Gazetelerde yer alan ilk haberlere göre, 2013 yılında sosyal tesislerin satışında 60 milyon TL gelir bekleniyor. Köprülerin ve otoyolların 25 yıllık kullanım hakkının Türkiye’nin en büyük iki sermaye grubuna, yabancı ortakla birlikte satılmasından sonra, sıra memur lojmanlarına ve sosyal tesislere kadar geldi.

O arada Yatağan Termik Santralı’nı ihaleye çıkartmak istediler. İhaleyi yapamadılar. Son otuz yıllık özelleştirme tarihinde Yatağan bir ilk oldu. Çalışanlar-İşçiler ihaleyi yaptırmadılar.

Olağanüstü gelir yaratma politikası

Yetmiyor. Kamunun olağan gelirleri ile bütçenin finansman dengesini kuramıyorlar. Maliye Bakanı 2012 bütçe sonuçlarını açıklarken, müjde vermişti! 2013 yılında 15 milyar dolarlık özelleştirme geliri bekleniyor. 2012 tahminlerin çok gerisinde kalmıştı. 10.5 milyar dolar bekleniyordu, 6.3 milyar dolarda kalmıştı. Hazine ve bütçeye yapılan aktarım da beklenenin çok altında kalmıştı. Açıklar büyümüştü. Çünkü ekonomik büyümede beklenenin ötesindeki yavaşlama, vergi gelirlerini düşürdü. Vergi gelirlerinin artık %70’i dolaylı vergilerden oluştuğu için, ekonomik faaliyet hacmi yavaşlayınca, vergi gelirleri hemen düşüyor. Vergi gelirlerindeki düşüş ve özelleştirme gelirlerinin beklenenin altında kalması, 2012 yıl sonunda bütçedeki açığı 21 milyar liradan 29 milyar liraya çıkarttı. Hep olağanüstü gelir gerekiyor. AKP iktidarının on yıllık döneminde hep öyle oldu. Vergi afları ve özelleştirme gelirleri ile hep olağanüstü gelirler sağlandı. Vergi gelirlerinin arttırılması için AKP iktidarının hiç çabası olmadı.

Şimdi daha çok kamu geliri ihtiyacı var. Türk ekonomisi büyüme hızının düşmesine ve düşük büyüme hızlarının önümüzdeki beş yıllık dönemde bir zorunluluk haline gelmesine karşın, kamunun kaynakları-geliri yetmiyor. Çünkü Türk ekonomisini ayakta tutmak için kamu ekonomisinin harcamalarına-yatırımlarına ihtiyaç çok fazla. Türk özel sektörü yatırım yapamıyor. Yatırım yapacak tasarruf gücünü yitirmiş durumda. Yatırım yapabilmesi için daha fazla borçlanması gerekiyor.

Büyümeyen ekonomi

Aralık ayının başında açıklanan III. çeyrek büyüme sonuçları, 2012 yılında, söylenenlerin, beklenenlerin tam tersi olarak ve istenmediği halde, ekonominin kamu kaynaklı büyüdüğünü göstermişti. İstihdam artışı da devlet istihdamı kaynaklı idi. Şimdi açıklanan 2012 bütçe dengesi sonuçları, bu gelişmeyi yıllık bazda bir kez daha doğruluyor. İyi ki kamu ekonomisinin harcamaları var. Yoksa Türkiye 2012 yılını %1 büyümenin de altında kapatacaktı.

Kamu harcamaları gözde

2012 Büyümesi III. çeyrek sonuçlarında, özel tüketim harcamalarında artışın sıfıra yaklaştığının gördük. Buna karşın, kamu tüketim harcamaları beklenenin çok ötesinde arttı. Toplam yatırım harcamalarında %7.6 gerileme var. Özel sektör yatırım harcamalarında %11 gerileme, kamu sektörü yatırım harcamalarında ise %9.6 artış var.

Yukarıdaki tablo 2012 bütçesinin harcamaları için hazırlandı. Toplam harcamalar beklenenin ötesinde %14.5 oranında artmış. İlk sırada personel harcamaları yer alıyor. Artış %17.7 olmuş. Personel harcamalarının artışı ısrarla memur maaşlarındaki artışa bağlanmak istendi. Gerçek ise farklı. Kamu da istihdamının son yılların en yüksek artışının göstermesinin nedeni şu: 2000 yılından bu yana devlete en çok memur 2012 yılında alınmış olacak. 2012 yılı başından Eylül ayı sonuna kadar, kamuda personel sayısında 145 bin memur artışı olmuş. Son üç aylık dönem ile birlikte bu sayının 220 bini bulacağı ve toplam memur sayısının 3.4 milyon kişiyi aşacağı anlaşıldı. Sonraki en hızlı artış %9 oranındaki artış ile gayri menkul sermaye ve üretim harcamalarında gerçekleşti. 2012 bütçesinde bu harcamalarda yıl içinde, önceki yıla göre %9 oranında daralma olacağı tahmini var. Tam tersi olmuş. Tablonun bu harcama kalemine dikkat edilirse, son beş yıllık dönemde bu harcama kaleminde hep tekrar eden bir durum bu. Beş yıllık bir tesadüf olamaz. kasıtlı bir biçimde bu harcama kaleminde aşağıdan tahmin yapılıyor ve düşük ödenek ayrılıyor ve her sene sürekli ödenek aşımı yaşanıyor. Bu harcamalar, kamunun yaptırmakta olduğu inşaat işleri en hızlı artan harcamalarının ilk sırasında. Hangi inşaat harcamaları mı? Ankara’da başta başbakanlık sarayı olmak üzere, birbiri ardından yükselen yeni bakanlık binaları, Meclis’in arka bahçesinde hızla yükselen “ucube” sayılabilecek örnekler. Sonra alt yapı inşaat işleri. Hep inşaat işleri.

İnşaat kamu desteğine rağmen büyümüyor

Yıl başında bütçeye konmuş ödenek açısından bakıldığında, toplam harcamalarda ödenek üstü artış 9 milyar lira olurken, tek başına Gayri Menkul Sermaye ve Üretim harcamalarında yaşanan artış 6 milyar lira ile ilk sırada. Geçmiş beş yılda da aynı durum yaşanmış. Bütçe inşaat işlerini hep bu yolla desteklemiş. Devam ediyor.

Kamu harcamaları 2012 yılı içinde öngörülenden çok daha hızlı artıyor. Kamunun inşaat işleri nedeniyle artıyor ve kamuya alınan personel nedeniyle artıyor. Kamunun bütün bu desteğine karşın, inşaat sektörü dokuz aydan ancak %1 büyümüş. Kamunun desteği de yetmiyor artık.

‘Kamu ekonomisi kötüdür’

Piyasacılığı yeniden kutsayan neo-liberal köktenciliğin, krize kadar olan dönemde, 1980-2007, bu son saldırısını Washington Uzlaşısı simgeledi. Washington Uzlaşısı’nın tek politika aracı, piyasaların tek tayin edici kılınması değildi. Bu, üç temel araçtan ilkiydi, ikincisi özelleştirme ve üçüncü alan: mali disiplinin sıkılaştırılması idi.

“Gelişmekte olan ülkeler için doğru politikalar” olarak belirlenen bu politikaların üç aracının da temel hedefleri, kamu ekonomik faaliyetlerinin alanını daraltmak. Sıkılaştırılmış mali disiplin ile; kamu harcamalarını azaltmak, özelleştirme ile; kamu ekonomisinin mülkiyetindeki sermaye stokunu özele devir etmek. Bu politik tercihlerin yapılmasının nedenleri, Washington Uzlaşısı’nda; “1970 sonrasında, gelişmekte olan ülkelerde devletler bütçelerin denetimini elden kaçırmıştı ve hızla büyüyen açıkları vardı. Verimsiz Kamu İşletmeleri bu açıkları daha da arttırıyordu. Gevşek para politikaları enflasyonun kontrolden çıkmasına neden olmuştu. Ülkeler büyük açıklara sürekli olarak dayanamıyordu ve sürekli büyüme, sürekli enflasyonla mümkün değildir” vurgusu yapılmaktaydı.

1980 rejimleri

Washington Uzlaşısı ile bu grup ülkeler için getirilen iktisat politikası önerileri ve kullanacakları araçlar; “ğru kaynak tahsisini sağlayacak piyasalar eli ile istikrarlı ve sürekli büyümeyi” gerçekleştirecekti. 1945-1980 arasında çevre ekonomilerinde desteklenen ithal ikameci, müdahaleci (kimi örneklerde planlı) ekonomik yönetimin imkân verdiği sanayileşme, yaygın desteklere dayalı tarım ve dayanışmacı bölüşüm politikaları gibi öğelerinden oluşan düzenleme biçimleri, 1980 rejimleri eli ile adım adım tasfiye edildi. “Kamu Kötüdür. Yanlış-kötü kaynak tahsis eder. Kaynak tahsisi bütünüyle piyasalara bırakılmalıdır”.

Geldiğimiz kavşakta “ulusal ekonomilere dönüş” hızla ivme kazanırken, “iyi ki kamu ekonomisi var” deniyor.

Yenisini isterken eldekini tırtıklamak

Yenisini isterken eldekini tırtıklamak

Ali Rıza Aydın
Em. Anayasa Mahkemesi Raportörü 

19 Ekim 2012 günlü soL gazetenin “Dünya anayasayı konuşuyor” başlıklı, Wall Street Journal (WSJ) gazetesi kaynaklı haberinde, demokratik yeni anayasa beklentileri ile bu beklentileri engelleyen iç ve dış koşullar anlatılıyordu. WSJ, yorumcusuna dayanarak, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun yılsonundan önce bir anlaşmaya varmasının mümkün görülmediği saptamasını yapıyor ve bu durumun “Türkiye için kaçırılmış bir fırsat anlamına geleceği”ni söylüyordu. Son Avrupa Birliği İlerleme Raporunu çöpe atan iktidar, her halde bu habere sarılacak ve “fırsat kaçmamalı, uzlaşma olmaz ise biz tek başımıza yaparız” tehdidini yinelemeye devam edecektir.

AKP’nin anayasa sahnesinde iki oyun bir arada oynanmaktadır.

Birinci oyun;

TBMM’deki 4 partinin oluşturduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun, temel hak ve özgürlüklerle ilgili maddeler üzerinde yaptığı, soyut ve muhalefet şerhli “at sepete” oyunudur. Oyun, Komisyon üyelerinin, kırka yakın maddede “kim daha özgürlükçü tümce yazacak” çekişmesi içinde, bu günlerde “vatandaşlık” tanımına gelip dayanmıştır.

İkinci oyun ise;

doğrudan AKP tarafından yürürlükteki Anayasa’yı tırtıklama oyunudur.

İkinci Cumhuriyet’in düzeni için, siyasal ve toplumsal alanda hız kesmeyen AKP,
yeni anayasa ısrarına karşın, koşullara göre eldeki Anayasa ile oynamaya da kararlı gözükmektedir. Bu oyun, yenisinden umut kesme ya da yeniyi sürekli koz olarak kullanmadan daha ince daha anlamlıdır ve soyut yazılar yerine, doğrudan uygulamaya yöneliktir; “gereksinime göre anayasa”, “gereksinime göre hukuk” tercihine de uygundur.

İlkin, yerel yönetim seçimlerinin öne alınması girişimi yapılmış, Cumhurbaşkanı’nın önüne gidip dönen Anayasa değişikliği için çözüm yolları aranırken, ardından seçilme yaşının 18’e düşürülmesi önerilmiştir. Bu girişimlere bir de Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), Hakimler ve Savcılar Kurulu gibi sözde “demokratikleştirilmesi” eklenecek gözükmektedir. 2010 yargı operasyonunun, AKP yönünden, seçimlerin denetimini ele geçirmede yeterli olmadığı anlaşılmıştır.

Yerel seçimin öne alınması, ekonomiye ve kış koşullarına bağlanıp, 18 yaş ve YSK’yi değiştirme girişimleri başka ülke örnekleriyle beslenirken, tartışmalar da “teknokrat” söylemine hapsedilmektedir.

  • Sorulması gereken soru;
    AKP’nin bu değişiklikleri “neden istediği”, “neden şimdi istediği”dir.

Geleceğini görmek isteyen AKP ile geleceğinden korkan AKP arasındaki boşluk, şimdilik, ipleri elinde tuttuğuna inanan AKP tarafından tehlikeli derinliklere inmiyor izlenimi vermektedir. AKP’nin her önerisini meşrulaştırmada, -karşı duruşu dikleştiremediği için- biraz farkında, biraz da farkında olmayarak, şöyle ya da böyle destek veren Meclis içi muhalefet ise bu görüntüyü beslemektedir.

Sonuç ortadadır:

  • AKP, “dönüştürme”ye devam etmekte, “son nokta” olarak gördüğü
    yeni anayasayı da çevresini beslemekte koz olarak kullanmaktadır.

Toplum, ne AKP’den ne de TBMM’deki 3 muhalefet partisinden ibarettir.

Yeni bir anayasa da, ne “uzlaşma olmazsa biz yaparız” diyen AKP’nin ne de 3 muhalefet partisinin tekelindedir.

Ne AKP ne de TBMM kurucu iradedir.

Aksi düşünce, 12 Eylül darbesinin komutanlarının “biz kurucu iradeyiz,
bizi yargılayamazsınız” savını destekler.

Toplumu oluşturan -ayrık düşünceli bir kişi bile olsa- herkes, yürürlükteki Anayasa’nın içinde olduğu gibi, yeni anayasanın da içinde olacaktır. Nasıl olacağı konusu, kurulu düzen içinde hiç olmazsa “burjuva demokrasisi”nin içinden çıkan “çoğulculuk” ilkesiyle çözümlenmeli, “çoğunluk” savı içinde tırtıklamaya terk edilmemelidir.

AKP, tırtıklama politikasıyla kendisini de yok etmeye doğru yöneldiğini de göstermiştir. Herkesi ve her şeyi yönlendirip yönetme sevdasındaki AKP tarafından duyulmayan ya da duyulmak istenmeyen toplumsal gerçeğin sesi, AKP boşluğunda sallananlar tarafından duyulsa iyi olur. Yoksa onların yanında sele kapılmaktan kurtulamayabilirler.

  • Bilinmelidir ki, sermayenin ve onların varlığını koşulsuz kabul edenlerin
    razı olduğu kurtarma sandallarına, emekçiler razı değildir.

‘AKP, ABD’nin baş aracı’..

Dostlar,

Cumhuriyet, The Independent’e dayanarak aşağıdaki haberi yaptı 1.10.12 günü..

Eksik yaptı üstelik..

PATRICK COCKBURN makalesinde “chief instrument of American policy” sıfatını kullanıyor..

AKP ABD’nin oyuncağı oldu.. “diye anlamak ve yazmak gerekir pek ala..

Haberin can alıcı paragrafı aşağıda :

“… This was very much the successful strategy of the Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan and his Justice and Development (AKP) party, explaining why it was prepared to join the US in invading Iraq in 2003 and why it has become the chief instrument of American policy towards Syria in the past year.”

(PATRICK COCKBURN, Sunday 30 September 2012; American influence on the Middle East is past its peak – someone should tell them World View: Is the US now in the same position as the Soviet Union in 1989, when it had to allow its satellites to collapse around it?) (http://www.independent.co.uk/voices/comment/american-influence-on-the-middle-east-is-past-its-peak–someone-should-tell-them-8190901.html?origin=internalSearch)

Bu politika bir anayasa suçu değil mi??
Sayın Kılıçdaroğlu da benzer vurguları yapmakta..

Bu terazi bu denli sıkleti kaldırır mı artık??

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 02.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

Independent gazetesi, Washington yönetiminin Türkiye’yi Ortadoğu’da kullandığını yazdı

‘AKP, ABD’nin baş aracı’

LONDRA (ANKA) – AKP’nin ABD’nin Suriye politikasının “başlıca aracı” haline geldiği öne sürülüyor.

İngiliz Independent gazetesinin tanınmış yazarı Patrick Cockburn, ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzunun zirveye ulaştığı dönemi geride bıraktığını savunduğu yazısında, “Amerika’nın Ortadoğu’da ön planda olduğu günler sonuna mı geliyor ya da ABD’nin etkisi farklı biçim mi alıyor?” sorusuna yanıt aradı.

Patrick Cockburn, ‘Arap Baharı’ ayaklanmalarının ABD için yeni bir tehdidin yanı sıra yeni seçenekler de getirdiğini, Washington’un, eski Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e desteğinin, Suudi Arabistan ve İsrail’de rahatsızlık yaratılarak erken bir aşamada geri çekildiğini kaydetti.

ABD’nin çıkarına

Ancak Müslüman Kardeşler’in, ABD ile kendisini askeri darbelere karşı koruyacak ve Mısır Silahlı Kuvvetleri’nin gücüne darbe vurma olanağı sağlayacak bir uzlaşıya nasıl varabileceği üzerinde düşündüğünü belirterek şöyle devam etti: “Bu, büyük ölçüde Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve partisi Adalet ve Kalkınma’nın (AKP) başarılı stratejisi idi ve onun (partinin) neden 2003’te ABD’nin Irak işgaline katılmaya hazır olduğunu ve neden son bir yılda Amerika’nın Suriye politikasının başlıca aracı haline geldiğini izah ediyor.”

Cockburn, “Mısır ve Türkiye’deki İslami ama demokratik ve kapitalizm yanlısı partilerle ittifak, açıkça ABD ve Atlantik güçlerin çıkarına. Ancak Kuzey Afrika ve Batı Asya’daki demokratik değişime verdikleri desteği kendi çıkarları belirliyor. Bu, örneğin, Sünni El Halifa krallığının, Şii muhalifleri hapse göndermekle meşgul olduğu ve anlamlı reform vaatlerinden geri adım attığı Bahreyn’i kapsamıyor” ifadelerini kullandı. (Cumhuriyet, 01.10.2012)

“.. bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız..”

Ulusal Eğitim Derneği
Necatibey Cad. No: 13/13 Sıhhiye/Ankara
Tel: (0312) 229 43 25 Belgeç: (0312) 229 45 26
E- posta: ogdunyasi@gmail.com
Web: www.ogretmendunyasi.org
Ankara, 24.08.2012

AKP, tüm toplumu inatla karşısına alarak 4+4+4’ü dayattı..
Cemaatler-tarikatlar koalisyonu bir “parti” den (?) başka ne beklenebilirdi ki?
CHP milletvekilleri dövülerek TBMM Komisyonlarından dışarı atıldı..
AKP bu ölçüde gözünü karartmıştı.. Tarih bunları not etti elbet..
Yeni Anayasa Mahkemesi, 4+4+4 yasası görüşülürken TBMM’de yaşanan açık İçTüzük çiğnemlerini (ihlallerini), “milletvekillerinin Komisyonlardan dayakla atılmalarını” ileri sürerek usul yönünden yasanın yürürlüğünün durdurulması ve iptali istemini reddeti. Esasa ilişkin 2. başvuru (8 Haziran 2012) ise hala bekliyor. Yüzlerce okul dönüştürüldü.. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor.. Konu ivedi değil mi?
Sağolsunlar “yetmez ama evet”çiler.. Yeni Anayasa Mahkemesi, Yeni HSYK..
Yeni Türkiye = 4 nala islami faşist diktatörlüğe sürüklenen Türkiye..
Kaygı ile.. 25.8.12,
Dr. Ahmet Saltık
Ulusal Eğitim Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ’NDEN KAMUOYUNA

AKP Muğla milletvekili Ali Boğa :

“.. bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız..”

İktidarın 2011 Şubat ayında gündeme getirmesiyle 30 Mart 2012’de alelacele yasalaştırması sonucu toplumsal yaşamımızı doğrudan etkilemeye başlayan 4+4+4’lük parçalı eğitim sistemi, bir yığın tartışma arasında uygulamaya konulurken, bir yandan da kimi yetkililerin basına yansıyan sorumsuzca söylemleri; toplumu hızla din, inanç ve siyasal anlayış temelinde bölüp ayrıştırmaya doğru sürüklemektedir.
Söz konusu yasanın tasarı olarak ortaya çıkışıyla birlikte açıkça söylenmeye başlanan “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz”, “İmam-hatipler bizim gözbebeğimizdir”, “Kininizi muhafaza edin”, “Çocuklarımız ateist mi olsun?” gibi din ve inanç odaklı yönlendirmelere, en son AKP Muğla Milletvekili Ali Boğa’nın önceki gün dile getirdiği “Bütün okulları imam-hatip yapma şansı yakaladık” demeci eklendi. Vekil Boğa, Muğla İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’nin düzenlediği pilav gününde yaptığı konuşmada, “Açılan yere öğrenci bulamazsak tarih önünde vebalini ödeyemeyiz. Kur’an-ı Kerim’in okunmasının yasak olduğu günlerden geçtik. Şu anda imam hatipliler olarak veya müttefikleri, sevdalıları olarak buradayız. Şu anda bir şans geçti elimize. Biz bütün okulları, elbette bu okulların kaydında kuydunda sayıyı artıracağız. Ama bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız. 4+4+4’ten sonra Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hayatının seçmeli ders olmasından sonra bu şansımız var. Buradaki topluluğa imam hatip okulunu yaşatmak, devam ettirmek, orta kısmı açmak, daha yeni kampüsleri açmanın yanı sıra hepimizin omzuna bir yük daha biniyor.” diyerek, son yasa değişikliğiyle yapılmak istenen ve aylardır kamuoyuna anlatmaya çalıştığımız gerçeği, eğitimi bütünüyle din odaklı sürece dönüştürme amaçlarını açıkça belirtmiştir.
Okullarda kayıtların sürdüğü şu sıralarda iktidarın amaçları doğrultusunda çaba gösteren kimi milli eğitim müdürlükleri, müftülükler, camiler, vakıf ve dernekler eliyle yürütülen imam-hatip okullarına kayıt kampanyaları, öbür okul türlerini ve buraları tercih edecek yurttaşları öteleyici, dışlayıcı, ayrıştırıcı boyutlara ulaşmıştır. “Şimdi sıra bizde”, “Sübyan medresesine kayıtlar başladı”, “Servis ve yemek ücreti alınmayacaktır” gibi cümlelerle kampanya afişlerine yansıyan zihniyetle önümüzdeki yıllarda çocuk ve gençlerimizi nasıl bir geleceğin beklediği açıktır. Bir yandan kin ve öfke, bir yandan para ve iktidar gösterileri arasında, yasa ve toplumsal hassasiyetleri gözetmeksizin pervasızca sürdürülen, eğitimi yalnızca süre açısından değil; inanç, cinsiyet, görüş ve anlayış temelinde de parçalamaya götüren politikalara bir an önce son verilmelidir.
Sayın vekil ve benzer anlayışlara hizmet eden başka kişi ve kurumlar, Cumhuriyetin en önemli bilimsel ve demokratik kazanımlarından olan Öğretim Birliği’ni yok etme noktasına götürmeye çalışsalar da başarıya ulaşamayacaklardır. Böylesine çağdışı eğitim felsefesinin yüzyıllardır Anadolu coğrafyasında biçimlenen sevgi, kardeşlik ve hoşgörü iklimini yok etmeye gücü yetmeyecektir.
İktidar yetkilileri ve toplumsal konumuyla sorumluluk noktasında bulunan herkesi sağduyuya çağırıyoruz. Unutmayalım ki bütün kurumlar, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin gerektirdiği çerçevede hareket etmek zorundadır.

Nazım Mutlu
Genel Başkan

AKP, halkın yaygın karşı çıkışını TBMM’de CHP milletvekillerini döverek Komisyon toplantılarından atarak bastırdı.. Demek ki 4+4+4 için emir çooook büyük yerlerden ve kesin…

Levent Kırca : Şişşt Kemal Bey orada mısın, sesimi duyuyor musun?

Sisst_Kemal_Bey_orada_misin