Etiket arşivi: Aydınlanma devrimleri

Devletsiz millet

GANİ AŞIK
Eski CHP Kayseri Milletvekili / Emekli Müftü

Yerbilimcilere göre coğrafyamızda son felaketin benzeri asırlardır yaşanmadı. Ağır maddi kayıplar yanında can kaybının ürpertici boyutu da henüz belirsiz. Nice canlar, yaşamdan koparak ebediyete kanat çırptılar. Cennetin, masum ve günahsızların ayakları altına ipek halı gibi serildiği, cehennemin bu felakette sorumluluğu olanlara kapılarını araladığı kesindir. Şehitlere rahmet, yaralılara şifalar. Evren, yüce kudret tarafından yasaları ile birlikte yaratılmıştır. Bunlar, uyulması zorunlu Tanrı emirleridir. Hiçe sayanların cezası bu dünyada, peşin ve acımasızdır ama bizde bu ihlallerin cezasını günahsız insanlar çekiyorlar.

Yaşadığımız topraklar, büyük acı nedeni ile sıkça duyduğumuz “fay, levha, segment ve zon” denilen atom bombaları üzerinde oturuyor. Deprem ülkeleri Japonya ve Şili, bu sorunu bilimin öncülüğünde çözdüler. “Mevlam nice dert vermiş, beraber derman vermiş” ama 21 yıllık iktidarın ortaçağa odaklı zihinsel kodlarını güncellememiş.

‘DAVA’ DEDİKLERİ

  • Kuruluşundan 80 yıl sonra ele geçirdikleri modern devleti,
    Aydınlanma devrimleri ile birlikte ortadan kaldırarak,
    sivil bir darbe ile İhvan modeline geçtiler.
  • “Dava” dedikleri şifreli mesajın, 100. yılında Atatürk Cumhuriyetinin tasfiyesinin resmileştirilmesi olduğunu netleştirdiler.

Her devrim belli aşamalardan geçerek vücut bulur. “Karşıdevrim” de herkesi uyutarak kimi aşamalardan geçti :

Yoksul halkın hazinesini talan ederek –ham hayal olan- şeriat devletinin öncü ideologlarına ve militanlarına devasa kaynak transferi (aktarımı) sağladılar. Çankaya yerine Saray’da oturarak Atatürk’ü ve Cumhuriyeti hatırlattığı için Ulus’tan Çankaya’ya uzanan protokol yolunu iptal ettiler. Devlet tesislerine isimlerini vererek Kurtuluş Savaşı ve Atatürk karşıtlarını kutsadılar. Cumhuriyetin köklü kurumlarını ve bürokrasisini çökerterek koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ni parti devletinden öte, aile devletine dönüştürdüler.

  • Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, iktidar destekli FETÖ kumpasları ile omurgasını kırdıktan sonra, okullarını, hastanelerini ve hiyerarşisini elinden alarak, bu şanlı kurumu sıradan bir genel müdürlük haline getirdiler.
  • TSK, hastanesi olmayan dünyanın tek ordusudur.

Tarikatların ve dinci vakıfların kucağına bıraktıkları Türk milli eğitimini,
şeri eğitime dönüştürdüler.

Diyanet’in gereğinden çok imam hatip liseleri açılması ile gerçekte neyin amaçlandığının bilincindeki aydın kesimin itirazları, “Dinini bilenden ne zarar gelir?” yaygarası ile bastırıldı ve bu iktidarla birlikte imam hatip ve ilahiyat furyası dalga dalga yayıldı.

An itibarı ile bürokrasinin bütün köşeleri, başına getirildiği kurumla ilgisiz ilahiyatçı ve imam hatip kökenlilerin elinde.

Bir bölümü Selefi/Vahhabi öğretisi ile yetiştirildikleri için,
Cumhuriyetin yıkılmasında ve devletin soyulmasında önemli roller üstleniyorlar.

Saygın ve özgün meslekleri adına çok üzücüdür. 21 yıldan bu yana, İslamın saliklerini İslamın sülüklerinin din ile aldattıkları dönem, gelecek iktidara tümü ile harabe bir vatan bırakarak kapanmak üzeredir.

Onuruna ve yetkilerine sahip çıkan bir parlamento ve ömrü boyu boğazından haram lokma geçmemiş, bölen değil birleştiren, nefreti değil sevgiyi, kibri değil tevazuyu, şatafatı değil sadeliği önceleyen bir cumhurbaşkanı dileği ile.

Günümüzde tarikatlar

Alev CoşkunAlev Coşkun
25.11.22, Cumhuriyet

92 yıl önce Menemen’de, genç yedek subay Kubilay’ın başını kestiler, sırığa geçirdiler, kentin içinde dolaştılar. 23 Aralık 1930 tarihinde yaşanan bu gerici ayaklanma, Nakşibendi tarikatı üyesi Derviş Mehmet ve yardımcıları tarafından yapılmıştı. Önce üzerinde ayetler olan yeşil bayrağı açtılar. Halkı, bayrak altında toplanıp ayaklanmaya çağırdılar. “Şapka giyenler kâfirdir, yine fes giyilecektir” diye bağırdılar. Olayı engellemeye çalışan öğretmen kökenli yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay ve iki bekçiyi öldürdüler.

Bu olay gözü dönmüş bir gerici ayaklanmaydı ve Cumhuriyetin ilanından yedi yıl sonra olmuştu. Kuşkusuz bu yedi yıl içinde, çağdaş bir topluma ulaşmak için kimi Aydınlanma Devrimleri gerçekleşmişti. Cumhuriyetin ilanından sonra, din devletinin simgesi halifelik kaldırılmıştı, Eylül 1925’te tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştı. Evrensel hukuku kapsayan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu yürürlüğe girmişti. Harf Devrimi gerçekleşmişti. Kuşkusuz bu atılımlar gerici düşünceyi tahrik ediyordu. Bu ayaklanmayı düzenleyenler yargılandılar ve idam kararları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi:

O günlerde Avusturya’da okuyan genç üniversite öğrencisi Nadir Nadi’nin önerisiyle Cumhuriyet gazetesi bir kampanya açtı ve halkın katkılarıyla yapılan görkemli Kubilay Anıtı 24 Aralık 1934’te açıldı. Granit taştan örülmüş üç sütunlu anıtın ön yüzünde Atatürk’ün gençliğe seslenişi, Kubilay ve iki şehit Bekçi Hasan ve Şevki’nin adları yazıyordu. Kubilay Anıtı, laik düzeni benimseyenler için simgesel önemdedir.

Ne yazık ki bu olaydan 92 yıl sonra, geçtiğimiz hafta, Türkiye yeni bir tarikat rezaletiyle çalkalandı. Nakşibendi tarikatı uzantısı olan Hiranur Vakfı lideri Yusuf Ziya Gümüşel’in, 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki bir müridi ile evlendirdiği ve küçük kızın cinsel saldırıya uğradığı ortaya çıktı. Kuşkusuz bu rezaletler tesadüf (rastlantı) değildir ve özellikle son iki yıldır,

  • tarikat yurtlarında intiharlar, cinsel saldırılar
    süregelen bir durum yaratmıştır!

Bu yazımızda, sayfanın elverdiği ölçüler içinde tarikat olayının tarihsel kökleri ve güncel durum üzerinde durulacaktır.

TARİKATLARIN TARİHİ

İslamda 8. yüzyılın sonuna değin tarikat yoktu. Daha sonra özel bir yaşam biçimi belirdi ve buna tasavvuf adı verildi. 10. yüzyıldan sonra tasavvufta özel kurallar, şeyh, mürit, rehber gibi manevi makamlar ortaya çıktı. Tarikat şeyhlerinin türbelerinin yakınlarında tekke, dergâh, zaviye adını taşıyan merkezler kuruldu. Şeyhin manevi gücüne ve kendi kişisel yeteneklerine göre değişen zikirler belirdi. 

13. yüzyıl sonrasında tarikatlar çoğalmaya ve güçlenmeye başladı, şeyh tarafından “icazetname” verilmeye başlandı. Böyle bir belgeyi alanlar da kendi adlarına yeni tarikatlar kurdular. Tarikatlar ayrıca güç elde etmek için devlet içinde etkin olmaya başladılar. Tarikatlar arası çekişmeler de başladı. 

16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıl arasında (1582-1685) yaklaşık bir yüzyıl, iki tarikat “Kadızadeliler-Sivasiler” kavgası oldu. Kadızadeliler tarikatı çok güçlendi, kahve-tütün yasağının getirilmesini sağladılar. Kadızadeliler hareketi önemlidir. Osmanlı Devleti tarihinin en tutucu dini hareketi olan Kadızadeliler, “Dinde yoktur” diye, 1’den çok minaresi olan camilerin minarelerini bile yıkmaya kalkışmışlardı. 

17. yüzyıl başlarında da Osmanlı uleması ikiye bölündü ve şiddetli bir çatışma içine girdi. Çatışmanın bir ucunda, şeriatın katı biçimde uygulanmasını isteyen Kadızadeliler; öbür ucunda da akılcılığı savunan ve daha çok Mevlevi ve Halveti tarikatlarına mensup din adamları yer almaktaydı. Kadızadeliler, kendilerinin dışındaki tarikatlara karşı büyük bir düşmanlık besliyorlardı. 

Peygamberden sonra ortaya çıkan her şeyin reddedilmesi fikrini benimseyen Kadızade Mehmed Efendi, devletin yaşadığı sorunları çözmenin tek çaresinin, “asr-ı saadetteki” uygulamalara aynen dönmek olduğunu söylemekteydi. Kadızadelilere göre Hazreti Peygamber zamanında olmadığı için yemeğin kaşıkla yenmesi bile doğru değildi. Kadızadeliler tarikatı devletin önemli makamlarındaki atamalara da karışmaya başlamıştı. Sonunda devlet-tarikat çatışması çıktı. Sadrazam Köprülülü Mehmet Paşa, devrin ulemasını arkasına alarak Kadızadelileri tutukladı ve sürgüne gönderdi. 

Osmanlı döneminde tarikatların yarattığı başka bir olay 31 Mart Ayaklanması’dır. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmişti. 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe girdi. Seçimler sonunda Osmanlı Meclisi, 17 Aralık 1908’de yeniden açıldı ve çalışmaya başladı. Bu sırada, Nakşibendi tarikatına mensup Derviş Vahdeti İstanbul’da Volkan adlı gazetesini yayımlamaya başladı. Ardından İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti [Muhammet Yandaşlarını Birleştirme Cemiyeti (İMC)] kuruldu. Derviş Vahdeti burada da etkindi. Gazete padişah tarafından da korunuyordu.

 

Cumhuriyet gazetesinde Haziran 1925 yılında yayımlanan karikatür.

DERVİŞ VAHDETİ VE GAZETESİ

Volkan bir cephe oluşturdu. Ordu içindeki Harbiye mezunu olmayan alaylı subaylar, medrese öğrencileri ve hocalar birleştiler. 31 Mart 1909’da ayaklanma başladı. Meclis’i bastılar. Adalet Bakanı Nazım Paşa ve Lazkiye Milletvekili Arslan Bey’i öldürdüler. Meclis kürsüsü ele geçirildi, şeriat ilan edilmesi istendi. İsyancılar Beyazıt Meydanı’nda Harbiye Bakanlığı’nı sardılar. İlerici gazeteler basıldı. Tanin gazetelerinin matbaa makineleri kırıldı. Yıldız Sarayı önündeki bahçede isyancılara karşı çıkan Binbaşı Ali Kabuli Bey öldürüldü. Halktan ölenlerin sayısı 36’yı buldu. Bu gerici isyanın 12. gününde Rumeli’den gelen Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişiyle ayaklanma bastırılabildi. 31 Mart olayının arkasında yalnızca gerici tarikatların değil, bu olaydan yararlanmak isteyen o günün emperyalist devleti İngilizlerin olduğu belgelemiştir.

2022’DE TARİKATLARLA İLGİLİ GELİŞMELER

2022 yılının son ayında, Antalya’da Süleymancılara ait bir tarikat yurdunda aşçı olarak çalışan İ.G. tarafından satırla başı kesilerek öldürülen 18 yaşındaki üniversite öğrencisi M.S.T. ülke gündeminde yerini almıştı. Bu yıl başında, bir video kaydı bırakarak intihar eden Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi 19 yaşındaki E.K., kaldığı Nur Cemaati’ne bağlı evde yaşamına son verdi.

Mart 2022’de, İstanbul Esenler’de Süleymancılara ait özel bir yurtta erkek öğrencilere şiddet uygulayan bir yurt görevlisinin görüntüleri sosyal medyaya yansıdı. Haziran ayında Yalova’da ruhsatı olmayan Halil Bağlı Talebe Yurdu’nda 12 yaşındaki U.E., yurtta Kuran ve Türkçe dersi veren 26 yaşındaki M.Z. tarafından tecavüze uğramıştı.

Karaman’daki tecavüz skandalı unutulmamalıdır. Tecavüzden sonra “Bu olaya bir kere rastlanmış olması ve bu münferit olay tarikatı karalamaya gerekçe olamaz. Biz çocuklarımızı buraya kendi rızalarıyla getiriyoruz.” dediler.

MASA VE KASA: DEVLET-FETÖ ÇATIŞMASI

Masa ve kasa tarikatların çok önem verdikleri ve hassas oldukları iki konuyu tanımlar. Kasa, tarikatın ekonomik gücü demektir. Tarikatlar ticarette, gelişmek ve gelir getiren alanlarda güçlü olmak istiyorlar. Her tarikatın ticari işleri vardır. Masa, tarikatın siyasal gücünü simgeler. Tarikat kamu yönetimi bürokrasisinde, güvenlik, jandarma, maliye, idari mekanizma ve yargıda güçlü olmak ve siyaseti etkilemek ister. Bu tarikat yapısı ve amaçları en sonunda laik devlet sistemiyle çatışmak zorundadır. Osmanlı’da Kadızadeliler tarikatı ile devlet çatıştı, sonunda Kadızadeliler ortadan kaldırıldılar. 31 Mart Olayı’nda da tarikat liderleri ağır cezalar aldılar. FETÖ’nün durumunda da benzer model karşımıza çıktı. Devlet-FETÖ çatıştı, FETÖ yenik düştü.

  • FETÖ’den boşalan alanı başka tarikatlar dolduruyor.
  • Bundan sonra hangi tarikatın devletle çatışacağını zaman gösterecek… 

‘MEDRESELER ASLA AÇILMAYACAKTIR, MİLLETE OKUL LAZIMDIR’

Bu noktada Atatürk’ün medreselerle ilgili bir olayını burada hatırlamalıyız. Milli Mücadele sırasında Sovyetler Birliği’nden gerek silah gerek parasal yardım sağlanıyordu. Mustafa Kemal, Sovyet Rusya’nın büyükelçisi Aralov ve Azerbaycan Büyükelçisi Abilov’u yanına aldı, cepheye gittiler. Daha sonra Konya’ya geldiler. Aralov anılarında şöyle yazıyor:

“Konya’da trenden indiğimiz zaman artık ortalık kararmış bulunuyordu. Bizi karşılamaya gelen çeşitli birliklere bağlı erlerin elinde meşaleler vardı. İstasyon önündeki meydan baştan başa halkla dolmuştu.”

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısının artırılmasını rica etti. Bu zat, ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istedi. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:

  • ‘Ne o’ dedi. ‘Yoksa sizin için medrese, Yunanları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!’

Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı ve ‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım’ dedi.”

ATATÜRK, DERVİŞLER VE MÜRİTLER HAKKINDA NE DİYOR?

21 Kasım 1924-CHP Meclis Grubu: Atatürk’ün değerlendirmesi:

  • “Büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseyi yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır.
    Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.”

31 Ağustos 1925-Çankırı konuşması:

  • “Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
    Bunların) amacı, halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmaktır.”

10 Ekim 1925-Atatürk’ün Akhisar’daki konuşması:

  • “Efendiler! Uygar olmayan insanlar,
    uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur.”

21 Ekim 1925-Afyon’daki konuşması:

  • “Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu idrak ediyorum. Bu vazife bitmeyecektir.
    Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir.
  • Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında, bana karşı sarsılmaz bir emniyet ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum.”

TEKKELER HAKKINDA

  • “Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır.
  • Türkiye Cumhuriyeti, her alanda doğru yolu gösterecek güce sahiptir.
  • Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz.
  • Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız.
  • Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktadır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olamamaya karar vermiştir.
  • Bunlar basit bir iş gibi görünür fakat önemi vardır.
  • Biz dünya ailesi içinde uygarız.
  • Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.”

1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 68.)

EN GERÇEK TARİKAT

  • “Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için ayıptır.
  • Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi yaşamda mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir?
  • Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filan veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum.
  • Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
  • En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.”
    1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 215.)

“Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti.” (S. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, Cumhuriyet Kitapları, 1997, s. 127-128.)

Zaferden sonra Mustafa Kemal, 17 Eylül 1924’te Rize’yi ziyaret etti. Vilayet binasından çıkınca Rize Müftüsü Ahmet Hulusi (Alemdar) Efendi ve birkaç müftü, Atatürk’e bir dilekçe verdiler. Dilekçe, medreselerin tekrar açılmasını istiyordu. Mustafa Kemal’in yanıtı: 

  • Demek okul değil de medrese istiyorsunuz. Oysaki millet okul istiyor.
  • Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin. Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır…” 

Orada bulunan halk ve gençler, Atatürk’ü uzun uzun alkışladılar. Atatürk valiye döndü, “Bunlar İranlılardan ibret almadılar mı? Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” dedi. (ABE, C.17, s. 23-24.) 

EĞİTİM (AS: ÖĞRETİM) BİRLİĞİ YASASI VE TARİKAT KUŞATMASI

Türkiye’de tarikatlar, yalnızca ortaokul ve lise değil okul öncesi eğitimde de yapılanıyor.

20 yıldır süren AKP iktidarı tarikatlarında geliştiği bir dönem oldu. AKP, siyasal İslamcı bir parti olduğunu açıkça ortaya koyuyor. “Ne istediniz de vermedik” siyaseti çerçevesinde FETÖ hareketinin gelişmesi ve güçlenmesi de AKP döneminde olmuştur.

9 Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibi 2020 yılında Türkiye’deki eğitim ve tarikatlar üzerinde bir alan çalışması yaptı. 

  • “Eğitimde Tarikat Gerçeği: Bir Milyon Çocuk Tarikatların Elinde”
    adını taşıyan raporda birçok gerçek ortaya konulur.

TARİKATLAR SARDI

Rapora göre;

Türkiye’de 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor.
Yalnızca İstanbul’da 445 tekke faaliyetlerini açıktan sürdürüyor.
Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri,
Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere
800’ün üzerinde faal medrese bulunuyor. 

Rapora göre, tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin dolayında,
Türkiye’deki 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 480’i bir tarikatla bağlantılı.
Bu yurtlarda kalan öğrenci sayısı 300 bini buluyor.

Türkiye’de belli başlı tarikatlar şunlar:
Nakşibendi ve Nurcular, Kadiri tarikatlı, Halveti tarikatı, Rufai tarikatı, Melami tarikatı, Menzil tarikatı, İskenderpaşa cemaati, Erenköy cemaati olarak ortaya çıktı.
Bu tarikatlar içinde Nurcular da aslında Nakşibendi’dir.
FETÖ hareketi Nur tarikatından doğmuştur.
Cumhuriyet döneminde en etkin tarikatlar Nakşibendiler, Said Nursi
ve FETÖ hareketidir. İskenderpaşa cemaati de siyasal alanda etkilidir.

Bugün Türkiye’de cami sayısı 90 bini aşıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personeli 150 bine yakın. Bunların 61 bini imam, gerisi vaiz ve müezzin. 

Tüm lise ve orta okullarda okuyan öğrenci sayısı 10 milyon 723’tür.
İmam hatip okullarında okuyan öğrenci sayısının 1 milyon 600 bin olduğu belirtilmektedir.

Türkiye’de ortaokul ve lise sayısı toplam 31 bin 450’dir. Orta ve lise ilahiyat okulu sayısı toplam 8 bin 673’tür. Buna göre, imam hatip okulları, toplam ortaokul ve lise sayısının üçte birini geçmektedir.

Toplam üniversite sayısı 208’dir. Üniversitelerin yarısında 105 adet ilahiyat fakültesi vardır ve ayrıca 108 islami ilimler enstitüsü vardır. Son 8 yılda ilahiyat fakülteleri %25 artmıştır. 

İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenci sayısı, hukuk fakültesi öğrencileri sayısını geçmiştir. 

Eğitimde en önemli konu, Öğretim Birliği Yasası’na karşı yapılan darbedir. 

VAKIFLAR VE ÖĞRENCİ YURTLARI

Türkiye’de toplam 8 milyon öğrenci var ancak Türkiye’nin tüm yurt kapasitesi 724 bin kişiliktir. Bu rakam, tüm öğrenci sayısının %10’una bile ulaşamıyor. Gençlerin %89’u barınma olanağından yoksundur. Bu rakamlar tarikat yurtlarına istemi yükseltmeye yaramaktadır. Milli Eğitim’de de tarikatlar ve yandaş vakıflar etkin duruma geçtiler.

  • Dün FETÖ’nün elinde olan yurtlar,
    bugün TÜGVA, Ensar gibi vakıfların ve Nurcuların eline geçmiştir.

Türkiye’de tarikatlara üye olan kişilerin sayısı 1 milyon 100 bin olarak kabul ediliyor. Özel eğitimde okuyanların 1/3’ü tarikata bağlı okullarda okuyor.

ÇOĞUNLUK LAİKLİK İSTİYOR

Aksoy Araştırma kuruluşu Şubat 2022’de “tarikatlara güven” konusunda bir araştırma yaptı. Araştırmaya katılanların %83.8’i tarikatlara güvenmiyor. TEPAV kuruluşunun yaptığı bir alan çalışmasında katılanların % 81’i laik bir düzende yaşamak istediğini belirtirken %18’i hukuk sisteminin şeriat kurallarına göre yapılanmasını istemiştir.

Kaynaklar

– Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi (3. Kitap), Bilgi Yayınevi, 1995.
– Osman Selim Kocahanoğlu, Menemen ve Kubilay Olayı, Temel Yayınları, 2013.
– Prof. Dr. Esergül Balcı, Sokakların Sesi-Türkiye’de Kaç Cemaat Var.
– Mithat Baş, Kadızadeler, https://www.mithatbas.com/
Diyanet İşleri Başkanlığı, Tarikatlar Raporu, Kaynak Yayınları.
– Alev Coşkun, Özgürlük Mücadeleleri Tarihimiz-Devrimin İlk Karşıtları, Cumhuriyet Kitapları, 2013.

ADD Başkanı Hüsnü Bozkurt’tan AKP’nin türban tasarısı için muhalefete çağrı: ‘Görüşmelere katılmayın’

ADD Başkanı Hüsnü Bozkurt’tan AKP’nin türban tasarısı için muhalefete çağrı: ‘Görüşmelere katılmayın’

Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Hüsnü Bozkurt, AKP’nin “türban serbestisi” getiren anayasa değişikliği teklifini eleştirdi.

Bozkurt, “Bu, başörtüsüne özgürlük kılıfı altında Aydınlanma devrimlerini işlevsiz bırakan vahim bir teklif. Muhalefet görüşmelere katılmamalı.” dedi.

18 Aralık 2022, Cumhuriyet

ADD Başkanı Hüsnü Bozkurt'tan AKP'nin türban tasarısı için muhalefete çağrı: 'Görüşmelere katılmayın'

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanı Hüsnü Bozkurt, iktidarın başörtüsüyle ilgili TBMM Başkanlığı’na sunduğu anayasa değişikliği teklifine ilişkin Cumhuriyet’e konuştu.

ADD Genel Başkanı Dr. M. Hüsnü Bozkurt)

Teklifin CHP’nin başörtüsüyle yasa teklifinin ardından verildiğini anımsatan Bozkurt, “Anayasa değişikliği önerisi her ne kadar CHP’nin yasa teklifi üzerine yapılmış gibi görünse de çok daha vahim içerikli bir tekliftir. Doğrudan doğruya laik Cumhuriyeti hedef alıyor. Bu teklif başörtüsüne özgürlük kılıfı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliğini ortadan kaldıran, tek eşlilik kuralını ortadan kaldıran, Aydınlanma devrimlerini işlevsiz bırakan vahim bir teklif ifadelerini kullandı.

‘ÇOK EŞLİLİĞİN ÖNÜ AÇILIYOR’

“Öneriye dikkat ederseniz, ‘Aile kadın ve erkeğin evliliğinden oluşur’ maddesi var” diyen Bozkurt, “Kaç kadın ve erkekten oluştuğunu söylemiyor. Dolayısıyla orada çok ciddi bir sıkıntı var. Çok eşliliğin önü açılıyor. Nerede evlenileceği de söylenmiyor..” vurgusunu yaptı.

Bozkurt, “Bu teklifi bırakın referandumsuz geçirmeyi, teklifin görüşmelerine hiçbir muhalefet partisi milletvekilinin katılmaması gerekiyor. Mesele seçim sorunu değil. Böyle bir teklif geçtiği andan başlayarak Türkiye’nin laik bir ülke olduğunu söyleyemeyiz” diye konuştu.

Silah arkadaşlığıyla başlayan ve cumhuriyetin kuruluşuyla süren yol arkadaşlığı: Atatürk-İnönü Gerçeği

Alev Coşkun
Alev Coşkun
11 Aralık 2022, Cumhuriyet
Silah arkadaşlığıyla başlayan ve cumhuriyetin kuruluşuyla süren yol arkadaşlığı: 
Atatürk-İnönü Gerçeği

Atatürk’ü sonsuza uğurlayalı 84 yıl oldu. Her 10 Kasım’da olduğu gibi bu yıl da O’nu özlemle andık; Cumhuriyet ilkelerine ve toplumu dönüştürme yolunda yarattığı Aydınlanma Devrimlerine bağlı kalacağımızı içtenlikle yineledik. Bu yazımızda Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı İnönü ile ilgili konular üzerinde duracağız. Kimi yanlışları belgelere dayanarak düzelteceğiz.

Atatürk 1881, İnönü 1884 doğumlu oldukları için Harp Okulu ve Harp Akademisi’ni birkaç yıl farkla aynı dönemlerde okudular. İmparatorluğun yıkılmakta olduğunu görüyorlardı. Her ikisi de Osmanlı’nın son döneminde değişik cephelerde Yemen, Libya, Çanakkale, Diyarbakır ve Suriye’de savaştılar. Çanakkale Savaşlarındaki başarılardan sonra Mustafa Kemal, 16. Kolordu Komutanlığı’na atandı ve Mart 1916’da orduya bağlı olarak Diyarbakır’da görevlendirildi. II. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa sağlık nedenleriyle İstanbul’a gidince, komutanlığa vekâlet etmek için 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal görevlendirildi.

YILDIZIN PARLADIĞI AN

Palu ilçesinde bulunan II. Ordu Komutanlığı Karargâ’na giden Mustafa Kemal Paşa’yı, 25 Kasım 1916’da Ordu Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey karşıladı. Bu ilk görev karşılaşması yıldızın parladığı andı. Askeri konumda ast-üst ilişkisi içinde başlayan bu ilk çalışma arkadaşlığı 1937 yılına dek 22 yıl sürdü. Mustafa Kemal’in Diyarbakır’daki bu görevi nedeniyle daha 1917 yılında Albay İsmet’e verdiği sicil, O’nu nasıl beğenip takdir ettiğinin somut belgesidir. İşte bu sicilden kimi pasajlar:

  • Ciddi, faal, düşüncesi gayet açık ve yüksek fikirli..İyi bir görüş yeteneğine ve olayları süratle algılama yeteneğine sahip… Askerliğe ilişkin değerlendirmeleri kapsamlı… Doğru ve duraksamadan karar verebilme ve hareket etme yeteneğine sahip… Mükemmel bir ahlaka sahiptir… Üstlerinin ve astlarının güvenini ve sevgisini kazanmıştır… Orduda ve memlekette üstleneceği önemli vatan görevlerinde kendisinden büyük hizmetler beklenir.”

Askerlik tarihinde bir komutanın, kendisine bağlı olarak görev yapan bir subaya bu derece övücü bir sicil verdiği pek nadirdir. Atatürk, kendisiyle birlikte çalışan hiçbir arkadaşına böylesine etkili bir sicil vermemiştir. Atatürk, İnönü’yü 1916 Kasım ayında Diyarbakır’da keşfetmişti. O tarihten sonra, 1916’dan 1918 yılı ekim ayındaki Osmanlı’nın son savaşı, Suriye Savaşı’na kadar emir komuta ast-üst düzeni içinde savaş cephesinde birlikte çalıştılar.

(Savaş bitmiş, Cumhuriyet kurulmuş… İki yol arkadaşının Anadolu gezisinden hemen önce çekilmiş bir kare.)

GENELKURMAY BAŞKANI ve CEPHE KOMUTANI

23 Nisan 1920’de Meclis açılınca, Albay İsmet Bey, Mustafa Kemal’in isteğiyle Genelkurmay başkanı oldu. Görevi Kuvayı Milliye’nin düzenli ordusunu kurmaktı. Ardından Batı Cephesi Komutanlığı’na getirildi. Milli Mücadele’de, Atatürk’ün en güvendiği Batı Cephesi komutanı olarak görev yaptı. II. İnönü Savaşı ile ilgili savaş telgrafları çok anlamlıdır. Cephe komutanı Albay İsmet Bey’in 1 Nisan 1921 gecesi Ankara’ya gönderdiği telgraf “Düşman, binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir.” cümlesiyle bitiyordu. 1 Nisan 1921’de Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya aşağıdaki telgrafla karşılık verdi.

‘TERSİNE DÖNMÜŞ TALİH’

  • Bütün dünya tarihinde sizin İnönü Meydan Savaşlarında üstlendiğiniz görev kadar ağır bir görev üstlenmiş komutanlar pek azdırSiz orada yalnız düşmanı değil milletin makûs (tersine dönmüş) talihini de yendiniz… Adınızı tarihin şeref abidelerine yazan ve bütün millette size karşı sonsuz bir minnet ve şükran duygusu uyandıran büyük savaş ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı gösterdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş parıltılarıyla dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını söylemek isterim.” 

Atatürk’ün bu telgrafı askerlik edebiyatının bir yapıtı olarak savaş tarihine geçmiştir. Atatürk’ün bu telgrafıİnönü’ye verdiği değeri ve O’nun geleceğinin ne derece parlak olduğunu göstermesi nedeniyle önemlidir.

LOZAN’DAKİ SIKINTI

Milli Mücadele’nin kazanılmasının ardından, Mudanya ve Lozan başarıları birbirini izledi, Lozan’da en son aşamada, çetin görüşmeler ve tartışmalar sonunda bir uzlaşmaya varılmıştı. Başdelege İsmet İnönü, durumu Ankara’ya bildirdi, barış antlaşmasını imzalamak için Ankara’dan yetki istedi. Üç gün geçtiği halde yetki bir türlü gelmiyordu. Başbakan Rauf Orbay işi yokuşa sürüyor, yetki kararını bir türlü göndermiyordu. Başbakandan beklediği yanıtı alamayan İnönü, 18 Temmuz 1923’te Mustafa Kemal’e başvurmak gereğini duydu. Telgraf şöyle bitiyordu:

“Eğer hükümet, kabul ettiğimiz noktalardan dönmemizde kesin olarak direniyorsa bizden imza yetkisini alın… Bu durum, bizim için yeryüzünde görülmemiş bir utanç olursa da yurdun yüksek çıkarları kişisel düşüncelerin üstündedir.” 

(İsmet İnönü ve Lozan Barış Konferansı, 1. Dönem çalışmalarına katılan TBMM temsilcileri.)

Konuyu yeniden inceleyen Mustafa Kemal, TBMM başkanı olarak Dışişleri bakanı ve Türk başdelegesi İnönü’ye hemen ertesi günü şu yanıtı verdi:

Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla kutlamak için, antlaşmanın imzalandığını bildirmenizi bekliyoruz, kardeşim!”

Böylece Orbay-İnönü anlaşmazlığına ve Lozan’da varılan sonuçlar için de son noktayı koyan Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya olan güvenini de bir kez daha gösteriyordu. İnönü de Atatürk’e şu içtenlikli sözlerle teşekkür etmişti : ‘HIZIR GİBİ YETİŞİRSİN’

  • “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et (düşün). Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana merbutiyetim (bağlılığım) bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, aziz Şefim!” 

Daha sonrasını biliyoruz Cumhuriyet ilan edilince 30 Ekim 1923’te, İnönü Cumhuriyet’in ilk başbakanı oldu. Fethi Okyar’ın 103 günlük başbakanlığı çıkarılınca 1923-1937 yılları arasında İnönü, tam 14 yıl 8 ay 13 gün başbakanlık yaptı. Cumhuriyet yasalarının kabul edilmesi, uygulanması, kurumların kurulması, birbirini izleyen Aydınlanma Devrimlerinin yürütülmesi görevlerini üstlendi. İnönü şöyle diyor:

  • Yakın anlaşma, yakın tanışma ve toplumla ilgili düşüncelerde aynı yönde hareket etme
    Bu hayat, Atat
    ürk’ün ölümüne kadar devam etti. Demek 1916’dan 1938’e kadar 22 sene
    ” 

İnönü şöyle devam ediyor:

  • Bu 22 yıl memleketin yeni kuruluşunun yeni devrinin büyük olayların bir oluşum dönemidir… Olayları olduğu gibi görenler var, gerçekte olduğunun tam tersi biçimde değerlendirenler var (Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor)

İnönü bu sözleriyle özellikle Atatürk Devrimlerinin uygulama yıllarını ve 1937’de başbakanlıktan ayrılışından sonraki günleri anlatmak istiyor.

AYRILMA

20 Eylül 1937 tarihinde, Atatürk-İnönü arasında var olan uzlaşmayla İnönü’nün bir buçuk ay izinli olması uygun bulunmuştu. Devlet yönetimindeki birlikteliğe son verilmiş olmasına karşın birbirini tamamlayan bu iki kişilik arasındaki arkadaşlık ve dostluk bitmemişti. İnönü, daha başbakanlıktan ayrıldığı günün ertesinde (21 Eylül 1937) Türk Tarih Kurumu Kurultayı’nı Dolmabahçe’de Atatürk’ün yanında izlemişti. 

Atatürk’ün kendisi hakkındaki düşüncesini öğrenebilmek için de toplantı sırasında İsmet İnönü bir kâğıdaAkşama benimle gelecek misin? Demek bana çok dargın değilsin?” diye yazıp O’na uzatmıştı. Atatürk de buna karşılık “Hayır, her şeyi unuttum; bildiğin gibi arkadaşım ve kardaşımsın” diye yazarak eski bağlılığın sürdüğünü belirtmişti.

İzinli olarak ayrılmasına karşın İnönü, Atatürk’le birlikte Ege Manevralarına katılmış, kuruluşuna kendisinin katkıda bulunduğu Nazilli Basma Fabrikası’nın açılış töreninde de (9 Ekim 1937) bulunmuştu. Ancak izin süresi dolmadan 25 Ekim 1937’de başbakanlıktan istifa etmişti. Atatürk, aynı gün (25 Ekim 1937) O’na verdiği yanıtta şöyle diyordu:

  • Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da en büyük ve en önemli hizmetlere olan yüksek liyakatinizin (yeteneğinizin) takdirkârı olduğumu burada da tekrar etmekten haz duyarım.” 

Atatürk, başbakanlıktan ayrılan İnönü’nün makam aracını kullanmasını da istemişti. İnönü, başbakanlıktan ayrılmasından dört ay sonra, 19-20 Şubat 1938’de Atatürk’ün davetlisi olarak Dolmabahçe’de konuk edildi. Ayın 24’ünde Atatürk’le birlikte Ankara’ya döndüler. Atatürk artık hastalığının son dönemine girmişti ve Dolmabahçe’de tedavi görüyordu. Son günlerinde Atatürk ile İnönü arasında ilişkilerin kesildiği yazılıp çizilmiştir. Oysa, ölümünden yalnızca 3.5 ay önce Temmuz 1938’de Lozan’ı anımsayan Atatürk, 25 Temmuz 1938’de İnönü’ye “takdir ve tebriklerini” belirten bir telgrafı İnönü’ye gönderdi. Ertesi gün İnönü

  • “Büyük Atatürk, velinimetim (bana en büyük iyiliği yapan büyüğüm) Atatürk
    Derin tazimle (saygıyla) ve dayanılmaz bir 
    özleyişle ellerinizden öperim
    diyerek yanıt veriyordu. Birbirleriyle küs olan insanlar böyle mi yazışırlar

Bu dönemde Başbakan Celal Bayar, Salih Bozok, Dr. Tevfik Rüştü Aras ve Sabiha Gökçen, Atatürk’ten İnönü’ye muntazam haber getiriyorlardı. İnönü de düzenli olarak Atatürk’e mektup gönderiyordu. Örneğin Ağustos 1938, 5 Ekim ve 28 Ekim 1938 tarihlerinde İnönü’nün Atatürk’e yazdığı içtenlikli mektuplar, İnönü Vakfı Arşivi’nde korunmaktadır. Bu arada, İnönü’nün hasta olduğu haberini alan Atatürk, kendisine bakan yabancı doktorları Ankara’ya göndermek istemişti. Atatürk ile İnönü arasında ast-üst ilişkisini aşan ve çok yakın arkadaşlık ilişkisini ortaya koyan yeni belgeler ortaya çıkmıştır. Şimdi gelelim bu son belgelere.

HER AY MAAŞ VERİYOR 

İnönü’nün başbakanlığı döneminde 1925 yılından 10 Kasım 1938 tarihine kadar 13 yıl kesintisiz olarak Atatürk’ün İnönü’ye her ay kendi banka hesabından para verdiğinin belgeleri ortaya çıktı. Atatürk, 1925-1929 arasında İş Bankası’ndaki kendi hesabından her ay İnönü’ye o günün parasıyla 1000 TL gönderiyordu. Ocak 1929’dan Eylül 1937’ye kadar sekiz yıl bu ödeme 2000 TL olarak yapılmış, Eylül 1937’de İnönü’nün başbakanlıktan ayrılmasından sonra da Ekim 1937-Kasım 1938 arasında bu ödeme 3000 TL’ye çıkarmıştı. Bu ödemelerin belgelerine gelince...

BELGELER

(Atatürk’e ait İş Bankası hesap özeti.)

Prof. Dr. Uğur Kocabaşoğlu, birlikte çalıştığı altı araştırmacı arkadaşıyla, yayımladığı 732 sayfalık Türkiye İş Bankası Tarihi adlı önemli kitabında, Atatürk’ün ödemeleriyle ilgili yedi adet belgenin fotokopilerini vermiştir. Bu yazımızda bu belgelerin yalnızca iki tanesini kullanıyoruz. İnönü’nün başbakanlığa gelişinden, Ocak 1925’ten, Atatürk’ün vefat ettiği 10 Kasım 1938 tarihine dek Atatürk’ün kesintisiz olarak İş Bankası’ndaki kişisel hesabından her ay İnönü’ye para gönderdiği bu dekontlarla sabittir.  Yukarıda belirtildiği gibi İnönü’nün banka hesabına önce 1000 TL, 1929-1937 arasında her ay 2000 TL ödeme yapılıyordu.

Ekim 1937, İnönü’nün başbakanlıktan ayrıldığı tarihtir. Eğer bir dargınlık söz konusu ise bu aylık ödemenin o tarihte durdurulması gerekirdi. Ama bu tarihten sonra Atatürk’ün kişisel hesabından İnönü’ye ödemeler artırılarak sürdürülüyor. Ekim 1937’den Kasım 1938’e dek her ay İnönü’ye Atatürk’ün kendi hesabından gönderdiği para 3000 TL’ye çıkmıştır. Ayrıca 1924-1926 arasında, Atatürk’ün İş Bankası’ndaki hesabından İnönü’ye toplam 65 bin 150 lira gönderilmiştir. Bu ek paranın Pembe Köşk’ün genişletilmesinde ve onarımında kullanıldığı anlaşılıyor.

(Atatürk’e ait 4 No’lu hesap, İnönü’ye gönderilen aylıklar görülüyor.)

İnönü Vakfı Başkanı Özden Toker’in bir açıklamasına göre, “Atatürk aile ortamı özlemini Pembe Köşk’te gideriyordu. O’nun için bu para köşkün genişletilmesinde kullanılmıştır. Ayrıca köşkün genişletildiği ilk yıl bir yılbaşı gecesi kordiplomatiğe Atatürk, bu köşkte yemek ve balo vermiştir.” 

Atatürk bu ödemeleri“1 Aralık 1924 tarihli mektup emri ile” İş Bankası’ndaki 2 numaralı kişisel hesabından yaptırmıştır. Atatürk’ün İş Bankası’ndaki 2 No’lu, 4 No’lu, 4 No’lu mükerrer ve 5 No’lu hesaplarının olduğu bu kitaptaki belgelerden anlaşılıyor. Atatürk’ün Ocak 1925’ten başlayarak her ay kendi kişisel hesabından para vermesi, İnönü’nün başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bu ödemeyi yükselterek ödemeye devam etmesi, vasiyetine İnönü’nün çocuklarının öğrenimi için ayrıca bir para koyması aralarındaki bağın ne denli güçlü olduğunu gösterir.

Kanımızca, Atatürk, İnönü’nün çok dürüst olduğunu iyi biliyordu. İnönü devlet malına, devlet hazinesine (beytülmal) el sürmez ve sürdürmezdi. O’nun daha güvenli çalışması için Atatürk böyle bir yola gitmiş olabilir. Unutmayalım, Atatürk ortaçağı yıkıp çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmak istiyordu. Bunu yaparken giriştiği Aydınlanma Devrimi atılımlarında en yakın çalışma arkadaşı Başbakan İnönü’ydü

Bu belgelerle, “Atatürk ve İnönü dargındı, Atatürk İnönü’ye dargın öldü” gibi sözler çökmüş, değerini yitirmiştir.

BİRİNCİ ve İKİNCİ ADAM

Ünlü romancı Kemal Tahir, 1992’de yazdığı “Anadolu Savaşı” adlı makalesinde ilginç bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle ki:

  • “Anadolu savaşı ve sonrasında, Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’yı Birinci ve İkinci Adam diye değerlendirmek aptallık olur. Bunlar birbirleriyle kıyaslanmayacak, birbirlerine hiç benzemedikleri için işe yarayacakları yerlerin ayrı olması bakımından, birbirlerini -eseri- tamamlayan iki birinci insandır. Biri -Mustafa Kemal- karanlıkta çıkar yolu bulmanın, bu yolu dövüşerek açmanın ve kurtuluştan sonra rotayı tekrar ve kolayca karanlığa götürmesi mümkün bütün eski ve tehlikeli yol işaretlerini söküp yenileriyle değiştirmesini bilen; öteki de bu aydınlıkta, devleti bütün korkulu sarsıntılardan ihtiyatla atlatan adamdır. Bu açıdan Mustafa Kemal’e, bizim toplumumuzun özelliklerini taşıyan ‘ihtilâlci’, İsmet Paşa’ya da tarihteki en büyük devlet adamlarından biri demek doğru olur.”

Atatürk ile İsmet İnönü’nün kendi özel unsurları (ögeleri) içinde ölçüp biçmek, değerlendirmek, yargılamak gerekir. İnönü’yü en iyi değerlendiren kişi Atatürk’tür. Yoksa, Milli Mücadele’de O’nu Genelkurmay başkanı, ardından cephe komutanı yapar mıydı? En kritik bir dönemde 1924-1937 arası O’nu başbakanlıkta tutar mıydı? O’na ölünceye dek kendi hesabından düzenli para öder miydi? 

Tüm bu nedenlerle “Atatürk-İnönü son dönemde dargındılar” savı geçerliğini yitirmiştir.

KAYNAKLAR

  • Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Kültür Bakanlığı, 2000.
  • Şerafettin Turan, Atatürk, Bilgi Yayınevi, 2017. 
  • Uğur Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, İş Bankası Kültür Yay., 2011. 
  • Alev Coşkun, Asker İnönü, Kırmızı Kedi, 2019. 
  • Alev Coşkun, Diplomat İnönü: Lozan, Kırmızı Kedi, 2019.
  • Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, İmge Yayınları, 2011.

Din Duyguları Sömürücülüğü

Alev Coşkun
Alev Coşkun
27 Kasım 2022, Cumhuriyet

Siyasal iktidar Meclis’teki AKP+MHP tabanına dayanarak türbanla ilgili bir anayasa değişikliği tasarısı vermeye hazırlanıyor. AKP buna, CHP’nin başörtüsünü yasalaştırma girişimiyle başladı. Bugünlerde İran’da kadınlar mollalara karşı başörtüsü mücadelesi verirken Atatürk’ün kurduğu CHP’nin bu yolda yürümesi büyük bir çelişkidir.

Gerçekte sorun türban değil, sorun kutsal din duygularının politik yaşamda kullanılmasıdır. Tanzimat’tan (1839) bu yana 150 yılı aşan toplumsal tarihimizde dinle ilgili konular Türk siyasal yaşamına egemen olmuştur. Temel amaç da kutsal din duygularının oy devşirmek amacıyla kullanılmasıdır.

İLERİCİLİK-TUTUCULUK

İlericilik, muhafazakârlık (tutuculuk) ikilemi Türk siyasal yaşamında sürekli olarak etkin olmuştur. Bu ikilemin köklerinde Batılılaşma yanlılarıyla, muhafazakârlar arasındaki çatışma vardır. Bu çelişki aslında, 1908’de II. Meşrutiyet döneminde başlıyor. II. Meşrutiyet’in öncü partisi İttihat ve Terakki’ye (Birleşme ve İlerleme) karşı Hürriyet ve İtilaf (Hürriyet ve Uyuşma) Partisi kurulmuştu. İttihat ve Terakki ilericiliği, Hürriyet ve İtilaf muhafazakârlığı, tutuculuğu temsil ediyordu.

Bu ikilem Milli Mücadele’de, Birinci Meclis’te de sürdü. Birinci Meclis döneminde “Müdafaa-i Hukuk” grubuna karşı oluşturulan “İkinci Grup” temelde tutucuydu. Üyelerinin çoğunluğu medrese kökenli hocalardan oluşuyordu ve muhafazakâr-ilerici çelişkisi açıkça görülür.

Cumhuriyetin ilanından sonra, Türk siyasal yaşamındaki ilk siyasal parti 17 Kasım 1924’te kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)”dır. Bu partinin adında “Terakkiperver” (ilerici) ve “Cumhuriyet” olsa da partiyi kuran Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Refet Bele gibi liderler temelde padişahlık ve hilafetin sürmesini istiyorlardı. Partinin programında “Parti, efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” maddesi yer alıyordu ve parti, bu “dini düşünce ve inançlara saygılıdır” (AS: halka ve dinsel inanca) ilkesini bayraklaştırmıştı. Böylece yüzyıllardır kökleri olan tutuculara, bağnazlara, hurafelere inananlara hitap ediliyordu.

Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şöyle diyor :

  • “Cumhuriyet kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir?”
  • “Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını ileriye süren yeni parti, (…) Dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: “Biz hilafeti yeniden isteriz; (…) medreseler, tekkeler, (…) müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı. İslamiyete zarar veriyor; sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir” diye propaganda yapıyordu.” (Nutuk, s.601.)

Partinin kuruluşundan dört ay sonra, 13 Şubat 1925’te Doğu’da şeriat isteyen Şeyh Sait ayaklanması başladı ve 3 Haziran 1925’te parti kapatıldı. TCF’nin kapatılmasından bir yıl sonra, Atatürk’e yönelik İzmir suikast girişiminin ortaya çıkışı (14 Haziran 1926) ve kimi TCF ileri gelenlerinin bu suikastla ilişkilerinin bulunması nedeniyle cezalandırılmaları, siyasal yaşamı etkiledi.

SERBEST CUMHURİYET PARTİSİ

1925-30 Aydınlanma Devrimleri’nin uygulamaya sokulduğu dönemdir.

  • Eğitim birliği yasası,
  • Alfabe Devrimi,
  • laik hukuk,
  • laik eğitim,
  • tekke ve zaviyelerin kapatılması

    toplumun çağdaşlaşmasını sağlıyordu. Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Atatürk, Meclis’te gereken denetimin yapılması için bir siyasal partinin kurulmasını istiyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre Atatürk, “kurulacak yeni partinin, devrimin ruhu demek olan laiklik ilkesini peşinen kabul ve ilan etmesi gerektiğine inanıyordu.”

Eski arkadaşı Fethi Okyar’ı bu konuda ikna etti. Yeni partiye kız kardeşi Makbule Atadan, çocukluk arkadaşı Nuri Conker, Tahsin Uzer, Ahmet Ağaoğlu, Reşit Galip, eski hocası Nakiyüddin Yücekök ve Mehmet Emin Yurdakul katıldılar. Fethi Okyar “liberal” ekonomi yanlısı söylemler üzerinde dururken partiye katılanlar dini siyasete alet etmekten kendilerini alamıyorlardı. Atatürk’ün hocası bile… Bu konuda Falih Rıfkı Atay ne diyor, bakalım.

Serbest Fırka’nın kurulması üzerine Yalova’ya  Atatürk’ü görmeye gittim… Daha üç gün içinde kendi kız kardeşinin Yalova köylerinde mukaddesatçılık (kutsal din) propagandası kolaylığına dayanamadığını öğrendim. Atatürk’ün bu yeni partiye geçen eski hocası (Nakiyüddin Yücekök) Kütahya’da, iktidara gelince ilk işleri tekkeleri açmak olacağı müjdesini veriyordu…”

“… Bu gelişmelerden birkaç ay sonra, Atatürk kendi partisi ile seçime girseydi azınlıkta kalacağına şüphe yoktu. Çoğunluğu alacak olanlar ise düpedüz gericilerdi. Kurtarıcı devrimler yıkılıp gidecekti. Aşar (köylüden alınan 1/10 tarım vergisi) ki Anadolu köylüsünü yüzyıllarca inletmiştir, kıvrandırmıştır, bütçenin başlıca gelir kaynağı iken, Atatürk bir kalemde Türk köyünü bu beladan kurtarmıştır, hocalar halka: ‘Bu din borcu idi.. Kalktığı için tarlanızdan da bereket kalktı’ diyorlardı. Aksi gibi havalar da kurak gidiyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.84.)

İZMİR OLAYLARI

12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) Başkanı Fethi Okyar, 22 gün sonra 4 Eylül’de İzmir’e gitti. SCF yandaşları İzmir’de önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin binasını taşladılar. Ardından Atatürk devrimlerini savunan “Anadolu” gazetelerine saldırdılar. Çatışmada iki kişi öldü, 14 kişi yaralandı.

7 Eylül günü yapılan mitinge katılanlardan kimileri, şapkaları yere atarak çiğnemeye başladılar.

12 Eylül’de Balıkesir’e giden Okyar yeşil bayraklar ve tekbirlerle karşılandı.

SCF’ye sızan karşıdevrimciler yeni Türk harflerinin ve şapkanın kaldırılacağını, medreselerin açılacağını, hatta halifeliğin geri getirileceğini halk arasında yayıyorlardı. Meclis’te milletvekilleri Serbest Fırka yöneticilerinin, gerici eylem ve etkinliklere göz yumduğunu örnekler vererek açıkladılar. Bunun üzerine 17 Kasım 1930’da Fethi Okyar, parti yönetim kurulunun aldığı kararla partinin kapatıldığını açıkladı.

‘CUMHURİYETİN TEMELİ LAİK DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR’

Serbest Fırka’nın kapatıldığının açıklanmasından bir ay sonra 20 Aralık 1930’da Atatürk’ün Kırklareli’nde yaptığı konuşma çok önemlidir. Atatürk şöyle diyordu:

  • “Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçırılmamalıdır.”

Bu konuşmadan yalnızca üç gün sonra 23 Aralık 1930’da Menemen’de bir gerici ayaklanma baş gösterdi. Derviş Mehmet, yeşil bayrak açarak halkı ayaklanmaya çağırdı. Engel olmak isteyen yedek subay öğretmen Kubilay’ın başı kesildi ve sırığa takılıp halk arasında dolaştırıldı.

Menemen olayı kuşkusuz yeni Cumhuriyetin tarihinde bir dönüm noktasıdır.

ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ

Tek parti döneminde yapılan devrimler henüz toplumu dönüştürebilecek kadar yerleşmeden II. Dünya Savaşı başladı. Savaş bitince Türkiye yeni dünya düzeninde yer almak istiyordu. 1945’te, 19 Mayıs töreninde Cumhurbaşkanı İnönü, “demokratik açılımların süreceğini” söyledi. Sonunda, 7 Ocak 1946’da DP kuruldu, dört yıl içinde gelişti ve 14 Mayıs 1950 genel seçimlerini kazandı. Devrimleri yapan CHP barış içinde iktidarı DP’ye devretti.

DP’NİN DEVRİME KARŞI İLK HAREKETİ

Başbakan Menderes, Meclis’e sunduğu hükümet programında, Atatürk devrimlerini, “Millete mal olmuş ve olmamış” diye ikiye ayırıyor ve “millete mal olmuş devrimlerin saklı tutulacağını” belirtiyordu. Böylece devrimleri istenen ve istenmeyen diye ikiye bölüyordu. Karşıdevrim başlamıştı.

  • Menderes, Meclis’te milletvekillerine açıkça,
  • “Siz isterseniz hilafeti de geri getirebiliriz” demiştir.

İktidarının birinci yılında DP,
– Aydınlanma Devrimleri’nin halka ulaşmasını sağlayan Halkevlerini,
– ardından Köy Enstitülerini kapattı.
– Arapça ezanın tekrar okutulmasını ve
– imam hatip okullarının açılmasını sağladı.

Atay (AS: Falih Rıfkı) dinin politikaya alet edilmesiyle ilgili şöyle diyor:

  • “Tuhaftır, Serbest Fırka denemesinde nasıl bir eski Harbiye hocası tekkecilikle seçim yatırımına çıkmışsa, demokrasiye giriş yılında da bir üniversite profesörü Ankara köylerinde Arapça ezan ile dolaşıyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.86.)

1957 seçiminden sonra halk kitleleri arasında giderek gücünü kaybeden DP, dinsel propagandaya daha da sarıldı. Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Nur tarikatı lideri Said Nursi’nin yaşadığı Emirdağ’a gitti. Orada hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrakla karşılandı. Bu ziyaretten sonra Said Nursi yurtiçinde gezilere çıktı.

1960’tan sonra kurulan sağ görüşlü, muhafazakâr partiler; Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi, Milli Selamet Partisi ve en sonunda AKP dinsel duyguları kullanmaktan vazgeçmediler. Her geçen gün daha da ileriye gittiler. Atatürk devrimlerini koruması gereken parti, yani CHP dinsel konularda ödün verdikçe sağcı partiler daha fazlasını istediler.

17 Kasım 1947’de toplanan CHP kurultayı bir dönüm noktasıdır. CHP’nin “laiklik” ilkesi yüzünden oy kaybettiği belirtiliyor, imam hatip okullarının açılmasına, okullarda isteğe bağlı din dersleri okutulmasına karar veriliyordu.

  • Aslında CHP’nin tutacağı tek bir yol vardı: Atatürk ilkelerine sımsıkı sarılmak.
    Asla ödün vermemek Atatürkçü gençler için bir kale olmak

70 YILLIK ÇOK PARTİLİ DÜZEN

1950’den bugüne 72 yıldır çok partili sistemdeyiz. Bu dönemde iki askeri darbe (12 Mart ve 12 Eylül) siyasal İslamın önünü açtı. Bu dönemin en az 65 yılında ülkeyi sağcı, muhafazakâr partiler yönetti. Demirel, Özal, Çiller tarikatlara olanak tanıdılar. AKP’nin son 20 yılı, siyasal tarihe açıkça “siyasal İslam iktidarı” olarak geçecektir.

AKP’nin sloganı “dindar ve kindar nesil yaratmak”tır. Kime karşı kindar o bellidir:
Atatürk ve devrimlerine” karşı…

Siyasal tarihçiler bu dönemde en başta Gülen tarikatının devlete ortak edildiğini yazacaklardır.

Erdoğan, Gülen’e açıkça “Ne istediniz de vermedik?” dedi. 

15 Temmuz 2016 bir casusluk, bir terör, bir karşı ihtilal girişimidir. Gülenciler gitti ama şimdi bürokraside, jandarmada, TSK’de yeni tarikatların güçlendiği söyleniyor, yazılıyor. Hatta bu konuda Meclis’e soru önergesi veriliyor.

MERKEZ PARTİ KAVRAMI

Merkez parti Batı’da temel ilkeleri “statüko”yu, koruyan partidir. Bizde ise dine, tarikatlara ödün veren parti demektir. Bu partiler 1946’dan itibaren (başlayarak) aşırı milliyetçi ve İslamcı görüşleri benimsiyorlar, bunlardan medet umuyor ve oy devşiriyorlar.

  • CHP’nin bir devrimci parti olarak temel görevi,
  • Aydınlanma Devrimleri’ni korumak olmalıdır.

Dinsel konular, popülist yaklaşımlar ve bu konularda ödün vermekle bir yere varılamaz. Bu yaklaşımlar oy da getirmez. Dine bağlı kitleler aslı varken taklitlere oy vermezler. Bu bir denge, adeta bir tahterevalli olayıdır. Sen devrimci parti olarak ne kadar ödün verirsen karşıdevrimciler bunları alır ve daha da fazlasını ister.

Toplumsal gelişme tarihimiz gösteriyor ki din devleti yaratmak isteyenlerin tek isteği çok partili demokrasidir. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimleri’ne karşı çıkmanın en kestirme yolu budur. Üstelik bu yol hukuk ve anayasaya da uygun bir yoldur. Ne yazık ki 70 yıldır bu strateji adım adım uygulanmıştır ve uygulanması sürüyor.

  • Siyasal dincilik, laiklik karşıtı bir ideolojidir.
  • Bu ideoloji ulusalcılığa ve ulus devlete karşıdır.
  • Bu nedenle yurttaşların eşitliğine, milli egemenliğe de karşıdır.
  • Atatürk devrimlerine tamamen  (tümüyle) karşıdır.

Bu gidişi tersine çevirecek güç yeni yetişen gençliktir. Atatürk’ü anlayan ve özümseyen yeni bir dip dalgası gerçeğinin farkında olmalıyız,

  • Atatürk yaşayacaktır.
  • Türk Aydınlanması ilerlemesini sürdürecektir.

ADD’den basına ve kamuoyuna : YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

BASINA VE KAMUOYUNA : 

YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

Vatanımızın kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerimizin mimarı, değişmez önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan bedensel olarak ayrılışının 84. yılında saygı, minnet, özlem ve kararlılıkla anıyoruz.

Ancak Atatürk’ün, O’nu anmamızdan çok, anlamamızı istediğinin farkındayız. Bu farkındalıkla görevimizin; ilke, devrim ve eserlerini koruyup yaşatmak, Türk Ulusunu refaha ulaştırıp çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak, “şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak (ilelebet payidar kılmak) olduğunu biliyoruz.

Özdemir Asaf “Gerçek değer, gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır.” diyor. Atatürk’ü yitirdiğimiz günden bu yana yazık ki, gidişiyle yarattığı büyük boşluğu dolduramadık.

Kimileri O’nun ışıklı yolunda yürüdüğünü söylerken kimileri de büyük görünecekleri zannıyla ilkelerine, devrimlerine, eserlerine, kişiliğine, aziz anısına pervasızca saldırdılar. Her saldırı, saldıranları küçültürken Atatürk’ü daha da büyüterek ulusu birleştirdi. Kimi aymazlar ise, halk düşmanı politikalarını Atatürk maskesiyle gizlemeye çalıştılar. Ancak, Atatürk gibi giyinmek, O’nun gibi tren pencerelerinde poz vermek vb. zavallı girişimleri, Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Aydınlanma Devrimlerine ağır darbeler indiren bu gibilerin maskelerini daha kolay düşürdü.

HER KOŞULDA MECLİSE GÜVENEN BAŞKOMUTAN

Atatürk, parlak bir asker olduğu ölçüde, tarihle, özellikle dünya tarihiyle çok ilgili bir kurmaydı. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyor, düşüncelerini olgunlaştırıyordu. Büyük Fransız Devrimi’ni özümsemişti. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin en zorlu cephelerinde başarılar kazanmış, Çanakkale’de adını dünya savaş tarihine yazdırmıştı. Savaştan yenik çıkan Osmanlı ülkesinin emperyalist devletlerce yağmalanmaya başlaması üzerine İstanbul’da kaldığı yaklaşık 6 ay (AS: 13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919), tasarladığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın plan ve kadro hazırlıklarını yaptıktan sonra Samsun’a hareket etmişti. İlk iş olarak dağıtılmış ordu yerine yeni bir ordu kurmaya değil, kurtuluşu yönetecek bir Milli Meclis oluşturmak için kongrelerle milletin azim ve kararını harekete geçirmeye girişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri yanında yurdun her yerinde yerel kongreler yapılmasını sağladı. Bu arada İstanbul’da toplanacak Meclis-i Mebusan’da etkin olabilmek için Erzurum Mebusu seçildi ve arkadaşlarından kendisini Meclis Başkanı seçmelerini istedi. Tıpkı İşgal altındaki İstanbul’da uzun süre çalışamayacağını ve dağıtılacağını öngörerek Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanması gerektiğini söyleyip kabul ettiremediği gibi, dağıtıldığında Ankara’da kurtuluşu örgütleyecek bir meclisi toplantıya çağırma yetkisine sahip olmak amacıyla dillendirdiği bu isteği de gerçekleştirilemedi.

Arkadaşları O’nu meclis Başkanı seçtiremediler ancak, Misak-ı Milli kararlarını kabul ettirmeyi başardılar. Kısa süre sonra öngörüsü gerçekleşti ve Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce 16 Mart 1920 günü basılarak dağıtıldı, mebusların önemli bir kesimi tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Bunun üzerine bir yandan misilleme olarak Yarbay Ravlinson dahil Anadolu’daki birçok İngiliz subayını tutuklatan Mustafa Kemal, bir yandan da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla derhal harekete geçerek Milli Meclis’ini Ankara’da toplamak üzere eksilen mebusların yerine yenilerinin seçilmesini isteyecek, kalan ve yeni seçilen 324 mebusun ulaşım güçlüklerini aşıp Ankara’ya gelebilen 115’i ile de 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açacaktı. Artık kurtuluşun ve savaşın meşruiluk zemini Ulusal Meclis olacak, Milli Mücadele bu meclise dayanılarak yönetilecekti. Yani Atatürk önce Ulusal istencin yansıyacağı meclisi, sonra da savaşacak orduyu örgütlüyor, meclisin adını Büyük Millet Meclisi, ordunun adını da Büyük Millet Meclisi Orduları olarak belirliyordu. Yakın tarihte, Atatürk maskeli sözde askerler demokrasi(!) adına meclis kapatırken Atatürk kutsal savaşını, her türlü muhalefete rağmen Meclise dayanarak kazanacaktı.

ANTİEMPERYALİST – ANTİKAPİTALİST DEVLET ADAMI

Mustafa Kemal Paşa kurtuluşun; ideolojik bir temel, bu ideolojiyi kararlılıkla uygulayacak bir önderlik ve duyurup yayacak bir yayın organı olmadan gerçekleştirilemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’dan itibaren (başlayarak) bir yayın organına sahip olma çabası içine girdi ve 10 Ocak 1920’de Hakimiyet-i Milliye gazetesini çıkardı. Kurtuluşun ve devrimin ideolojisi bu gazetede inşa edilecek, özellikle emperyalizme ve kapitalizme çok net vuruşlar yapılacaktı. Örneğin Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli “Biz, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız.” demeci gazetenin manşetindeydi.

Atatürk, 1935 yılında yapılan CHP 4. Kurultayındaki “Bizim 19 Mayıs 1919’dan bugüne kadar yaptıklarımızın, Türk Devrimi’nin ve yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın esası KEMALİZM prensipleridir” sözleriyle de, ideolojisini tanımlıyor, adını koyuyordu.

EZİLEN ULUSLARIN DA UMUDU 

Mustafa Kemal Paşa salt Türk Ulusunun değil, bütün mazlumlar dünyasının da umudu ve önderiydi. Ulusal Kurtuluş Savaşına başlarken zafere ulaşacağına ne denli inanıyorsa, ezilen ulusların bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacağına da o denli inanıyor, bunu her fırsatta dile getiriyordu.

Daha 1922’de bu davayı gerçekleştirmekle yeni bir tarih yapılacağını duyuruyor ve diyordu ki :

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletleriyle birlikte yürüyeceğinden emindir.”

Keza, Mısır Büyükelçisi ile elçilik bahçesinde sabaha dek süren 27 Mart 1933 tarihli sohbetinde ise şu tarihi sözleri söyleyecekti:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”

300 YILI 15 YILA SIĞDIRAN BÜYÜK DEVRİMCİ

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştırdıktan hemen sonra hızla devrimlere girişti. İlk büyük devrimini zaferin üzerinden 6 hafta geçmeden, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıyla yaptı. Cumhuriyet’in ilanının ardından da, başta Öğretim Birliği Yasası ve Halifeliğin Kaldırılması olmak üzere Kılık Kıyafet Devrimi, Medeni Yasa, Uluslararası Takvim ve Ölçü Birimlerine geçiş, Harf Devrimi, Dil Devrimi, Üniversite Reformu, büyük tarım ve sanayi atılımı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve öbürleri aralıksız sürdü. En önemlisi de, gerçekte 1920’den beri devletin yazılı olmayan temel niteliği olan Laiklik, 1937’de Anayasaya kondu.

15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı dönemine, başka ulusların kan revan içinde yüzyıllara sığdıramadığı devrimleri sığdırdı. Bu devrimlerle çağ atlattığı Ulusunu diline, tarihine, kültürüne kavuşturdu, kula kulluk etmekten kurtarıp özgür yurttaşlar olmalarını sağladı. Devlet yönetiminde namus ve yaraşırlığı (liyakatı), hukuk ve adaleti, akıl ve bilimi egemen kıldı. Bugün zoraki “Mustafa Kemal” deyip, bir türlü “Atatürk” diyemeyenlerin hemen tümünün kabullenemedikleri işte bu “Devrimci Atatürktür.

SAVAŞTIĞI DÜŞMANLAR BİLE SAYGIYLA ANARKEN

Atatürk yaşamı boyunca temel olarak emperyalistler ve piyonları ile savaştı. Yazgılarını emperyalizm ile birleştirmiş dahili bedhahlarla (içte işbirlikçi hainlerle) hem Ulusal Kurtuluş Savaşı hem de devrimler sürecinde mücadele etti. Atatürk’ün yenilgiye uğrattığı emperyalist devletlerin temsilcileri zaferden sonra, sonsuzluğa göçüşünün ardından ve hâlâ büyük önderden saygı ve övgü ile söz eder, Birleşmiş Milletler oybirliği ile doğumunun 100. yılı 1981’i “Atatürk Yılı” olarak kabul ederken, Laik Cumhuriyet düşmanı gericiler her fırsatta Atatürk’e ve mücadelesine hakaret ve saldırılarda bulundular, bulunuyorlar. Bunların “Deccal”, “İki Ayyaş ”, “Keşke Yunan kazansaydı”, “Kafir” ve benzeri pek çok talihsiz ve hadsiz söylemlerine karşın, en önemli rakiplerinden biri olan, istifa etmesine ve siyasal yaşamdan 20 yıl uzak kalmasına neden olduğu Winston Churchill O’nu şu sözlerle uğurlamıştır:

“Savaşta Türkiye’yi kurtaran, savaştan sonra da Türk milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük yitiktir. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye’nin Ata’sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.”

Büyük Zafer’den 12 yıl sonra, 1934’te, Yunanistan başbakanı Eleftherios Venizelos’un Mustafa Kemal Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermesi ise, dünya tarihinde benzeri bir daha kolay kolay görülmeyecek bir olaydır.

Atatürk yalnızca Türk Ulusu için değil, dünyanın dünü, bugünü ve yarını açısından da değeri her geçen gün daha iyi anlaşılan büyük bir önderdir. Saldıranlar cüceleşirken O, yokluğunda büyümekte, tarifsiz özlenmektedir. Milyonlarca yurttaşımızın her fırsatta akın akın Anıtkabir’e koşmaları, komşumuz İran’da kadınların yükselttiği “Tek yol Atatürk” çığlıkları, Irak’tan duyulan “Bir Atatürk’ümüz olmadığı için bu haldeyiz” hayıflanmaları boşuna değildir. O denli ki; her fırsatta Atatürk’e hakaret etmeyi hüner bilenler bile başları sıkıştığında boydan boya Atatürk posterlerinden medet ummak, Lozan’a “Hezimet” deyip Montrö’den bir imza ile çıkılabileceğini söyleyenler, dönüp dolaşıp Lozan’a, Montrö’ye sarılmak, O’nun 86 yıl önceden Karadeniz’i kan gölüne dönmekten, Dünyayı 3. Dünya Savaşına sürüklenmekten kurtaran dehasına şapka çıkarmak zorunda kalmaktadırlar.

ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ !

Değerlerinden, devrimlerinden, birliğinden ve özgüveninden yoksun bırakmak için iç ve dış olumsuz güçlerin onyıllardır elbirliğiyle çabaladıkları Türk Ulusu, hiç kuşkusuz Atatürk’ün akıl ve bilim yolunda aydınlık geleceğine güvenle yürüyecektir.

Atatürk’ü anlamayı, ilke, devrim ve yapıtlarını koruyup yaşatmayı varlık nedeni ve temel görevi sayan Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizin acil gereksinimi olduğunu düşündüğü devlet yönetim anlayışını 23 Nisan 2022’de yayınladığı YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU ile duyurmuştur.

Tarihin en büyük devrimcisi Atatürk’ü;

Aramızdan bedeniyle ayrılışının 84. yılında özlem ve minnetle anarken, O’nun da isteği olduğu inancıyla, bir kez daha siyaset kurumunu Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine yönelmeye, Aziz Milletimizi de bu hedefe sahip çıkmaya çağırıyoruz.

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK ATATÜRK !
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR !

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

30 Ağustos Savaşı’nın önemi ve Cumhuriyete giden yol

Alev CoşkunAlev Coşkun

30 Ağustos 2022,
Cumhuriyet

 

30 Ağustos Savaşı, 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlandı. Bu savaş Türk tarihinin, yeni Türkiye’nin, Türkün geleceğinin bir dönüm noktasıdır.

Atatürk, 30 Ağustos Savaşı için şöyle diyor:

  • “Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli bu savaşla atılmıştır.”

30 Ağustos Savaşı’yla Milli Mücadele’nin ilk dönemi olan “silahla savaş” aşaması zaferle sonuçlanıyordu.

Artık ikinci aşama, Cumhuriyetin ilanı, toplumsal devrim ve dönüşümler, çağdaşlaşma başlayabilirdi.

Atatürk, daha Harp Okulu öğrencisi iken “Dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan yeni bir Türk devleti yaratmaktır.” demişti.

Atatürk Samsun’a çıktığı zaman, “Milli egemenliğe dayanan, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak gerekir. Onun için ‘Ya istiklal ya ölüm’” demişti.

30 Ağustos Savaşı ve 9 Eylül Zaferi ile yalnız vatan topraklarını işgal eden düşmanlar ve onları destekleyen emperyalist devletler yenilmedi.

Bu zafer, aynı zamanda Meclis’te bulunan padişah ve halife düşüncesinin de yenilgisidir.

O günlerde Meclis’te örgütlenen ve bugünlere kadar gelip “Keşke Yunanlar kazansaydı ve halifelik yaşasaydı” diyen zihniyet de yenilmiş oluyordu. Bu zaferden sonra, Türkler bağımsızlıklarını kazandılar ve Atatürk, Aydınlanma devrimlerini başlatmak için güç ve moral kazandı.

Atatürk, 30 Ağustos Dumlupınar Savaşı’ndan iki yıl sonra 1924 yılında savaşın geçtiği yerde bir konuşma yaptı. Zaferi anlattı ve daha sonra yapılacak devrimlerden söz etti. Bu çok önemli konuşmayı gazetemiz bugün aynen veriyor. Atatürk 30 Ağustos için, Dumlupınar tepesinde şöyle diyor:

  • “Milli tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçları olan ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine de yeni hareket vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.”

Devam ediyor:

  • “Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı…
  • Efendiler, bu muazzam zaferin çeşitli etkenleri üzerinde en önemlisi ve en yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır.”

EKONOMİK BAŞARI

Atatürk, şöyle devam ediyor:

  • “Efendiler, milletimiz burada kutladığımız zaferden daha önemli bir zafer peşindedir. O zaferin anlamı milletimizin ekonomi sahasındaki başarılarıyla mümkün olacaktır.
  • Efendiler, artık bugün hayat ve insanlık bütün gerçeğiyle ortaya çıkmıştır. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkarılmalıdır.”

Bilindiği gibi, savaş aşaması bitince Aydınlanma aşaması başladı ve devrimler birer birer gerçekleşti.

Önce saltanat kaldırıldı, sonra Cumhuriyet ilan edildi.

Daha sonra halifelik kaldırıldı. Mahalle mektepleri, medreseler kaldırıldı. Öğretim Birliği sağlandı.

Atatürk’ün 1905 yılında yüzbaşı iken söylediği, “Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yeni ve genç bir Türk devleti kurulmalıdır.” düşüncesi gerçekleşiyordu.

15 yılda gerçekleştirilen Aydınlanma devrimleriyle, Türk toplumu laik bir hukuk düzenine kavuştu, çağdaş ve uygar bir topluma dönüştü.

DEVRİMLERİ GERİ ALAMAYACAKLAR

Atatürk Devrimlerinin özellikle çok partili sisteme geçildikten sonra kemirilmeye, tırpanlanmaya, geri götürülmeye, yok edilmeye çalışıldığı biliniyor.

DP’nin Atatürk Devrimlerini, “halkın kabul ettiği ve etmediği” diye ikiye ayırdığı biliniyor. Son 20 yıldır Atatürk’ün adının havaalanlarından, stadyumlardan, okullardan silindiği biliniyor. Ama bunlar nafiledir.

Aydınlanma devrimleri ve laik Cumhuriyet bazılarının sandıklarının tersine
bu topraklarda öyle kökleşmiştir ki ne yaparlarsa yapsınlar
bu devrimleri yıkamayacaklar, onu geri alamayacaklardır. 

Güneşi tersten doğuramazsınız, nehirleri tersine akıtamazsınız. Doğanın evrensel kuralları geçerlidir. Atatürk ne diyor?

  • “Uygarlığın coşkun seli karşısında direnme boşunadır. Ortaçağa ait düşünüş biçimleriyle ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler yok olmaya ya da tutsak olmaya mahkûmdur.”
Arkadan gelen bir gençlik var. Bir dip dalgası var. Türk halkı halifecilerin, yeni
Osmanlıcıların isteklerine uyup geriye gitmeyecektir…
Kuvayı Milliyeciler ölmez, Atatürkçüler tükenmez…

Laiklik ve Alevilik

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 13 Haziran 2022

 

Türkiye’deki laiklik karşıtı siyasi hareketlerden dolayı en fazla ezilen ve hedef haline getirilen kesimlerden birisi Alevilerdir.

  • Çünkü Alevilik, mezhebin doğası ve özü gereği laiklik ilkesiyle barışıktır.

Alevi olup da laiklik karşıtı köktendinci hareketlerin içinde yer alan vatandaş bulmak neredeyse olanaksızdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerine Alevilerin büyük çoğunluğu sahip çıkmıştır. Aynı şey ne yazık ki Sünni mezhebinden olanlar için söylenemez. Sünnilerin bir kısmı Atatürk’ün aydınlanma devrimlerine sahip çıkarken bir kısmı da köktendinci İslamcı siyasete yönelmiştir.

Türkiye’de Aleviler, devlet kurumlarında üst düzey makamlara atanmak konusunda ayrımcılığa uğramıştır.

  • Camide değil, cemevinde ibadet eden Alevilerin köylerine cami inşa edilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinden cemevlerinin yararlanması engellenmiştir. Ramazanda oruç tutmayan Aleviler hakarete ve saldırıya uğramıştır.

İmam hatip okulları, Kuran kursları, ilahiyat fakülteleri, İslami ilimler fakülteleri, zorunlu din dersi uygulaması, “4+4+4” eğitim modeli, cemaatler ve tarikatlar, laikliği savunan halk kesimleriyle birlikte, Alevileri ve Aleviliği asimilasyona uğratmak işlevini görmektedir.

Alevilik, İslam dininin içinde bir mezhep olduğu halde, köktendinci siyasetçiler, cemaatler ve tarikatlar, İslam dinini sünni mezhebine indirgemiştir, Aleviliği İslamdan sapmak olarak yorumlamıştır.

Çünkü Türkiye’deki laiklik karşıtı köktendinci odaklar, İslam dinini Arap din adamlarının yazdıkları hadisler üzerinden yorumlamışlardır, laiklik ilkesine karşı çıktıkları gibi, Kuran’ın özüyle ve Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal gibi Anadolu’da yaşamış olan düşünürlerle ilgilenmemişlerdir.

  • Alevilik, Anadolu kültürüyle bütünleşmiş bir mezheptir.

Laiklik karşıtı hareketler ise köktendinci Arap din adamlarından beslenmiştir.

***
Laiklik, dinin, devlet, siyaset, ekonomi, hukuk ve eğitim işlerine karışmaması, bu alanları esir almaması, bu koşulla devletin de özgür iradesiyle dindar olmayı seçen vatandaşın dini inanç ve ibadet özgürlüğünü ve özgür iradesiyle dinsiz olmayı seçen vatandaşın dünya görüşünü ve yaşam biçimini güvence altına almasıdır.

Laiklik, belli bir dinin, mezhebin, dünya görüşünün topluma dayatılmasının önlenmesidir.

  • Laiklik yaşamın ilahiyata indirgenmemesidir, dünyevi yaşamın dışlanmamasıdır.

Laiklik, Müslümanların, Sünnilerin, Alevilerin, Şiilerin, Hıristiyanların, Katoliklerin, Protestanların, Ortodoksların, Musevilerin, Budistlerin, Hinduistlerin, Şintoistlerin, Konfüçyüsçülerin, Şamanistlerin, ateistlerin, agnostiklerin, deistlerin, panteistlerin bir arada barış içinde yaşamasının sağlanmasıdır.

Laikliğin olduğu bir devlette, kimse dininden, mezhebinden, dünya görüşünden dolayı ayrımcılığa uğramaz.

Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede, belli bir dinin ve mezhebin yaşam tarzı topluma dayatılmaz.

  • Laiklik, farklılıkları bir arada tutan, ulusal bütünlüğü ve üniter yapıyı koruyan temel ilkelerden birisidir.

Laikliğin olmadığı bir yerde, din, mezhep ve dünya görüşü üzerinden bölünme, parçalanma ve kutuplaşma olur. Emperyalizm bu nedenle laiklik karşıtı hareketleri her zaman destekler.

***
Türkiye’de 20 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti, laiklik karşıtı hareketlerin odağında yer almaktadır.

Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin son yıllarda laiklik ilkesinin ihlal edilmesiyle ilgili sorunları neredeyse yok sayması, laiklik kavramını ve terimini literatüründen çıkarması, böylece hem anayasa hem de kendi parti programı ve tüzüğü ile çelişkiye düşmesi, Alevilere yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisidir.

  • Laiklik ilkesine sahip çıkmadan, Alevilere ve Aleviliğe sahip çıkmak olanaklı değildir.

“Türkiye’de halk Alevi cumhurbaşkanı seçer mi seçmez mi?” tartışmasından siyasi rant elde etmeye çalışan CHP yöneticileri bununla zaman kaybedeceklerine, laiklik ilkesine sahip çıksalar, Alevilere ve Aleviliğe çok daha büyük bir iyilik yapmış ve samimiyetlerini kanıtlamış olurlar.

Laikliğin özümsendiği bir toplumda, vatandaş bir adaya, onun dinine, mezhebine, dünya görüşüne göre oy vermez.

Laiklik, bir Alevinin de cumhurbaşkanı seçilebilmesini olanaklı kılar.

Kurtuluşun İlk Adımı 19 Mayıs 1919; 103. Yılında ADD 33 Yaşında!

Kurtuluşun İlk Adımı
19 Mayıs 1919; 103. Yılında

ADD 33 Yaşında!

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın, 3 yıl 3 ay 22 gün süren kutlu yürüyüşünün 19 Mayıs 1919’da Samsun Limanı’nda atılan İLK ADIM’ının 103. yıldönümünü kutluyoruz. 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

103 yıl sonra yine iç ve dış sorunlarla boğuşuyoruz. Yine emperyalizm boğazımıza çökmüş, ülkemizi bölmek için oyun üzerine oyun kuruyor. Yine karanlık güçler ve hain işbirlikçileri iş başında. Üstelik günümüz koşullarının yarattığı, sayıları milyonları bulan ve demografik yapımızı tarumar eden geçici (!) sığınmacılar ve benzeri başka sorunlarımız da var. 1919’un karanlık tablosundan farklı olarak, güzel yurdumuz bir silahlı işgal altında değil tabii, ama kimi zihinlerin işgal edildiği gün gibi ortada.

Bütün bu olumsuzluklara karşın;

  • Yüz yıl önce Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştıran, Cumhuriyeti kuran, Aydınlanma Devrimleri ile Ulusumuza çağ atlatan Mustafa Kemal Atatürk’ün rehberliği gibi,
  • Türk Ulusu’nun bağımsızlık tutkusu, Laik Cumhuriyet ve demokrasiye bağlılığı gibi,
  • 103 yıl önceye göre çok daha eğitimli ve zengin (nitelikli) insan kaynağımız gibi,
  • Milli Mücadeledeki cesaret ve kararlılıklarını sürdüren kahraman kadınlarımız ve her yaştan gençlerimiz gibi,
  • Kemalist düşünceyi ve Cumhuriyet değerlerini yeniden halkımıza ulaştıran, deneyimli, eğitimli, gözü pek devrimci kadrolara sahip, ülke sathına yayılmış ve
  • 33 yıl önce bugün kurulmuş ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ gibi

ufkumuzu aydınlatan, umudumuzu yükselten, Ulusumuzu yüreklendiren çok önemli değerlerimiz var.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi (AS: silah bıraktırma) sonrası, 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’a demirlemiş emperyalist donanmasını gördüğünde -Ulusuna duyduğu güvenle- “Geldikleri gibi giderler” demiş ve asla terk etmediği bu inançla İstanbul’da geçirdiği 6 ay boyunca kafasında kurguladığı zaferin planlarını ilmek ilmek örmüş, kendisini hayalci bulanlara karşın Bandırma vapuruna binme cesaretini gösteren 18 adsız kahramanla Samsun’dan başlayarak Türk Milleti’ni ayağa kaldırmıştı. (AS: 3 yurtsever Hekim idi!)

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Geldikleri gibi giderler” sözü, işgalcilerin kendiliklerinden gidecekleri hayaline değil, akıl ve bilim temelli YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM şiarına (AS: ilkesine) dayanıyordu.

Amasya Genelgesinden Erzurum Kongresine, Sivas Kongresinden, Büyük Millet Meclisi’ne, Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinden Sakarya ve Dumlupınar’a, İzmir rıhtımından Mudanya’ya, Lozan’a, Montrö ve Hatay’a kadar hep ANTİEMPERYALİST ve TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE hedefli KEMALİST İDEOLOJİ izlenecekti.

Bu tarihin en haklı, en ahlâklı ve en namuslu mücadelesini veren Kuvayı Milliyecilerin önü, emperyalist işgalciler kadar, Osmanlı Sarayı’nın Vahdettinleri, Damat Feritleri, Ali Kemalleri, Kuvayı İnzibatiyecileri, Anzavur Ahmet çeteleri ile gerici isyancılar ve emperyalizmin kadim işbirlikçileri dinci yapılanmalar tarafından da kesilmek istendi. Tıpkı bugün ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’nin önünün kesilmek istenmesi gibi. Tıpkı Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurduktan 8,5 ay sonra katledilmesi gibi. Tıpkı kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok’un, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın paramparça edilmeleri, Genel Başkanımız Şener Eruygur ve pek çok yöneticimizin iktidar destekli FETÖ kumpas davaları ile zindana atılmaları gibi…

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için, Toros dağlarında, Istrancalarda, Kaçkarlarda, Antep’te, Ege’de yanan çoban ateşleri umut ışığı olmuş, yurdun her köşesinde kurulan Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleri ile Kuvayı Milliye örgütleri O’nun milletin azim ve kararını harekete geçirme çabasına omuz vermede halka önderlik etmişti. Günümüzde de ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ, Mustafa Kemal’in Askeri olan on binlerce üyesi ve bugünün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olma bilinci ile Atatürk’ün 20 Ekim 1927 günü GENÇLİĞE HİTABE’si ile verdiği görevinin başında, Milletinin hizmetindedir.

103 yıl önce güneş bir 19 Mayıs sabahı Samsun’dan doğmuştu.

O GÜNEŞ YENİDEN DOĞACAK, inanıyoruz.

Çünkü; Ulusumuza güveniyoruz. Çünkü Türk Ulusu “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile,
âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 
diyen o büyük devrimciyi
hiç yanıltmadı, yine yanıltmayacaktır.

19 Mayıs 1919’da Samsun’dan yola çıkan Mustafa Kemal Paşa ile dava ve silah arkadaşlarını, Türkiye Cumhuriyeti’ne kanları ve canlarıyla yaşam veren Kemalist Devrimcileri şükran ve saygıyla anarken;

  • ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİMİZ’in kurucularını ve ödenemez emekleri ile bugüne ulaştıran yüz binlerce Atatürkçüyü minnetle yad ediyor, yaşamlarını sürdürenlere sağlık ve esenlik diliyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak;

  • KEMALİZM’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi yurdumuz semalarına asma
  • Ve yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne ulaşma azim ve kararımızı yineliyor,

Aziz Milletimizin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz.

Saygılarımızla…

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki iletiyi biz de bütünüyle (“aynen” yerine) benimsiyor ve paylaşıyoruz.

Değerli meslektaşımız, ADD Genel Başkanı Sayın Dr. M. Hüsnü Bozkurt ve çalışma arkadaşlarını, ölçüsüz özverileri, kısa sürede ulaştıkları somut ve büyük başarı nedeniyle içtenlikle kutluyoruz. Bundan sonraki hizmetleri için de gönülden destekliyoruz.

Ulusumuzun da ADD’yi bu tarihsel – ulusal savaşımında gereğince ve yeterince destekleyeceğini umuyor ve çok kıdemli bir ADD üyesi / neferi olarak bu çağrıyı bir de biz yapıyoruz.

Çalışmaları ve nasıl destek olabileceğinizi görmek için lütfen ADD web sitesini ziyaret ediniz :

www.add.org.tr..

Üye olmak, bağış yapmak, burs vermek, duyuruları – yazıları…. paylaşmak için…

CIA Ankara istasyon Şefi Graham Fuller, 2008’de Türkçeye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabından : (Bu tweet iletimiz 32 bini aşkın insan tarafından okundu..)

  • “Türkler Kemalizmi terkedip ılımlı İslamı benimsemeli. Ilımlı İslam Kemalizmi silme amaçlı karşıdevrim ve karşısında Türk ordusu ile ulusalcı aydınlar; tasfiye edilmeleri gerek”

ADD saflarında ULUSAL BİRLİK dışında kurtuluş var mı??
Batı emperyalizmi Sevr‘i çöpe atmadı…
Vargücüyle uygulamaya çalışıyor, gecikmeyle de olsa.
***
Güncelliği nedeniyle buraya ekleyelim :

Eğer Atatürk Havaalanını pistlerini kırarak ranta açmak / yağmalamak VATAN HAİNLİĞİ değil ise, başka hiçbir şey değildir!
Bu işi yapanlar gerçekten vatan haini değil iseler, bunu kanıtlamak için derhal yıkımı durdursun!

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı, 30 yıllık üye / nefer
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik