Etiket arşivi: Fransız Devrimi

BU İKTİDARIN VE MECLİSİN YENİ ANAYASA YAPMA HAKKI VE YETKİSİ YOK!

Türker ERTÜRK E. Tuğamiral

BU İKTİDARIN VE MECLİSİN YENİ ANAYASA YAPMA HAKKI VE YETKİSİ YOK! – Türker Ertürk (turkererturk.com.tr)

(AS: Makale ve konu hakkında bizim kapsamlı irdelememiz yazının altındadır..)

Çağdaş anlamda dünyanın en eski anayasası sayılan 17 Eylül 1787 tarihli ABD Anayasasından başlamak üzere günümüze kadar hazırlanan bütün anayasaların arkasında kurucu irade, meşruiyeti aldığı güç ve silah vardır.

Arkasında kurucu irade ve zorlayıcı yaptırım gücü olan silah yoksa; anayasa da yoktur. ABD Anayasasının arkasında meşruiyeti olan zorlayıcı güç ve silah; Büyük Britanya’ya karşı verilen bağımsızlık savaşının başkomutanı George Washington, onun komuta ettiği ordu ve destekleyen sivil güçlerdi. Bu güç olmasa ve başarıya ulaşamasaydı ABD Anayasası da olmazdı.

İnsan Derisi ile Kaplıdır

Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan, Paris’in tarihine adanmış bir müze olan Carnavalet Müzesi’nde bulunan ve kapağında İnsan derisi ile kaplıdıryazan Fransızların ilk anayasasının arkasındaki irade 1789 tarihli Fransız Devrimi, yaptırım gücü ve meşruiyeti ise devrimin ideolojisi ve silahlı güçleridir. Bugün Fransa’da 1958 tarihli anayasa yürürlüktedir. Bu anayasanın değiştirilemez maddeleri ile Fransız Devrimi’nin ruhu korunmaktadır. Özetle; “Üniter yapı ve cumhuriyet değiştirilemez. Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişiklik usulüne girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez. Cumhuriyetin niteliği değişiklik konusu yapılamaz.” diyor, Fransa’nın halen yürürlükte olan 1958 tarihli anayasası.

Yani Fransa’da bazı densizler ve haddini bilmezler çıkıp; “Biz Bourbon Hanedanı’nın torunlarıyız, son kralımız XVI. Louis’yi giyotine gönderen zihniyetten hesap soracağız. Keşke Fransız Devrim Ordularına karşı monarşi yanlısı Avrupa Koalisyon Orduları kazansaydı! İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni değil, Hristiyan şeriatını, krallığı ve teokrasiyi istiyoruz” diyemez, demelerine müsaade edilmez ve hadleri bildirilir.

İşgal Güçleri Yeni Anayasa Yaptırır

1947 tarihli Japonya Anayasasının arkasındaki kurucu irade Japonya’yı kayıtsız şartsız teslim alan ABD, zorlayıcı gücü ise ABD işgal gücüdür. ABD işgal kuvvetleri komutanı Douglas MacArthur; emrinde bulunan hukukçularına bir taslak hazırlatmış, bunu Japonlara dayatmış ve ufak tefek değişikliklerle kabul ettirmiştir.

23 Mayıs 1949 tarihli Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası hazırlatan irade II. Dünya Savaşı sonunda Almanya’yı işgal eden müttefikler ve onun başat gücü olan ABD’dir. 2005 tarihli Irak Anayasasının arkasındaki irade bu ülkeyi istila eden ABD, zorlayıcı gücü ise ABD işgal kuvvetleridir. Bu anayasa ile Irak federal sistem altında yapılandırılmış, toplum etnik ve mezhepsel kompartımanlara ayrılmıştır. Ayrıca bu anayasa; Irak’ın istikrarsızlaştırılmasına ve zaman içinde bölünmesine neden olacak elverişli ortamı yaratmıştır. Bu haliyle Irak’ta istikrar olmaz, olamaz. Zaten olması istenmediği için 2005 Anayasası yaptırıldı.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Kurucu İdeolojisi Değiştirilemez!

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1924 Anayasası ve 1937’de yapılan son değişiklikle kurucu ideolojisi şekillenmiştir. Arkasındaki irade Türk Milleti’nin bu topraklarda hür ve bağımsız yaşama arzusu, silahlı gücü ise Kurtuluş Savaşı yapan Mustafa Kemal Paşa ve onun komuta ettiği Türk Ordusu’dur. Kurucu irade budur, bu iradenin ortaya koyduğu kurucu ideoloji asla değiştirilemez.

Dünyada bugüne kadar yapılmış tüm anayasaların mutlaka bir devrim, karşı devrim veya işgal sürecinden sonra yapıldığı düşünülürse; Türkiye’de gündemimize oturtulmaya çalışılan yeni anayasa hangi sürecin sonucudur? Yürürlükteki 1982 Anayasasında TBMM’nin yeni bir anayasa yapmasına yasal olarak izin verilmemesine hatta böyle bir girişimin suç olmasına rağmen Türkiye’de yeni anayasa yapılmasını isteyen irade kimdir? Bu iradenin zorlayıcı yaptırım gücü kimlerdir?

Emperyalist Güçler Türkiye’de Yeni Anayasa İstiyor

Tüm anayasaların birer ruhu, nitelikleri ve ideolojisi vardır. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz; her ülkenin anayasasının esasını oluşturan temel ilkeleri vardır. Bu ilkeler, o ülkenin siyasi rejiminin özünü oluşturmaktadır. İşte bu öze asla dokunulamaz ve değiştirilemez. Ne demek mi istiyorum? Dünyanın hiçbir yerinde ve ülkesinde savaş ve olağanüstü şartlar olmadan, sadece Meclisteki çoğunluğa dayanılarak anayasaların özü değiştirilemez ve değiştirilmemiştir. Bırakınız yazılı anayasaları; yazılı anayasası olmayan, sadece tarihin derinliklerinden gelen geleneklere sahip olan İngiltere’de bile parlamentonun her şeye gücü yetiyor olmasına rağmen “Westminster Modeli” olarak da bilinen parlamenter monarşi sisteminin başkanlık sistemine veya başka bir rejime çevrilmesi pek olanaklı değildir.

Erdoğan, 4 gün önce yaptığı açıklamada; “İnsanı önceleyen, milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan, toplumun gerisinde kalan değil, topluma dinamizm katan bir anayasa hedefliyoruz.” dedi. Bunun açılımı yani söylenemeyen bölümü ile birlikte anlamı -ama bilinçli ama bilinçsiz olarak-

  • “Ulus kimlikten ve ulus devletten uzaklaşan, üniter yapıdan federalizme rota kıran, toplumu etnik, dinsel ve mezhepsel kompartımanlara ayıran ve laikliği kağıt üzerinde de yok eden bir değişiklik arzu ediyoruz demektir.

Emperyalist güçlerin kendi çıkarları ve emperyalist hedefleri açısından Türkiye’de böyle bir değişiklik istediğini ve baskılar yaptıklarını da biliyoruz.

İktidarın Sicili Bozuk

Ayrıca iktidarın sicili çok bozuk. İktidar; demokrasi, hukuk, insan hak ve özgürlüklerinden ve toplumsal eşitsizliği düzeltmekten yana değil.  Anayasayı ve kanunları umursamıyor, hatta kendi yaptıklarını bile! Her istediğinde mevcut anayasayı ihlal etti ve etmeye de devam ediyor. İktidar; anayasamızın vazgeçilemez ve değiştirilemez niteliklerine, kurucu ideolojimize ve demokrasinin olmazsa olmazı durumunda olan “laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan” hüküm giydi. Erdoğan, dördüncü kez Cumhurbaşkanı olma peşinde. Özel hüküm koymalarına lüzum bile yok. Anayasanın 101’inci maddesine rağmen, bu maddeyi arkadan dolaşan hukuk dışı gerekçeleri, yeni anayasa veya anayasa değişikliği durumunda da söz konusu olacak.

Kurguladıkları ve rüyalarını gördükleri yeni anayasa ile
– insan hak ve özgürlüklerini dinsel gerekçelerle sınırlamanın,
– demokratik kitle örgütlerini ve meslek odalarını iptal eden veya kısıtlayan
– ama tarikat ve cemaatlerin önünü açan değişiklikler yapmanın peşindeler.

Anayasalar; bir anlamda toplumsal sözleşmelerdir. Yani kurucu meclislerin işidir. Halen Cumhuriyet tarihinin halk iradesini temsil etme açısından en kötüsü olan bugünkü Meclis ile yeni anayasa işine girişilemez. 

“Sivil Anayasa” Kavramı Uyduruktur!

177 madde olan 1982 Anayasasının bugüne kadar 134 maddesi değişmiştir. 2002 öncesini de hesaba katarsak; 1982 Anayasasının %80’i değişmiştir. Öte yandan;

  • Anayasa Hukukunda “Sivil Anayasa” diye bir kavram yoktur.
  • Bu kavram; halkı kandırmak ve algı yaratmak için uydurulmuştur.

Sonuç olarak                               ;

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi; Osmanlı tarihinin acılı ve çile dolu sayfalarından alınan derslerle, Kurtuluş Savaşında, İnönü’de, Sakarya’da ve Dumlupınar’da dökülen kanla, emperyalizme karşı verilen mücadelenin ruhuyla ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için insanlığın olmazsa olmazı olan sorgulayıcı aklı ve pozitif bilimi temel alan, çağdaşlaşmanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çalışan Aydınlanma Devrimleri ile oluşturulmuştur ve asla değiştirilemez. Ama bu demek değildir ki; anayasamız daha demokratik duruma getirilemez ve insan hak ve özgürlükleri genişletilemez. Ancak; iktidarın niyeti bu değil! 22 yıldır iktidarın demokrasi, özgürlükler, hak, hukuk, adalet, çağdaşlık, ekonomik kaynaklarımızın hakça bölüşümü ve iç barışımıza yönelik uygulamaları hakkındaki sicili çok kötü!
=============================================

Dostlar,

Çok değerli dostumuz, ADD’de yoldaşımız E. Amiral Türker ERTÜRK‘ün bu makalesi çok başarılı.
Anayasa hukuku doktorası (PhD) yapmakta olan uzman bir hukukçu olarak kendisini çok takdir ediyoruz.

AKP=RTE iktidarı, “Yeni anayasa oyuncağı” ile 1’den çok kuş vurma peşinde..
İlki gündem oyunu..

  • Korkunç düzeydeki enflasyon-talan ve yaygın-derin kurgulu YoksullaşTIRmayı kendince gündemden düşürmek istiyor.
  • Moratoryum (Devletin iflası) riskine karşı Batı finans desteği yaşamsal!

Muhalefeti dağıtmak istiyor..

Yerel seçime giderken, istediğini elde edemezse kendince halka yakınacak : Bunlaaaarrrr……….. sakızını çiğnemeye başlayacak..

Kişisel beklentileri de var… ölene dek DİNCİ-TOTALİTER tek adam / teokratik monark kalmak istiyor.. Hesap vermeme hesabı..

Ve de BOP eşbaşkanlığını = ülkemizi bölmeyi sürdürerek de Batı emperyalizminin desteğini almak..

Başlıca bu politik gündem masada. Öbür hin/tuzak planları Sn. Ertürk listelemiş, yinelemeyelim.
****
Anayasaların insan derisi ile kaplı oldukları” olgusunu, Paris Karnaval müzesindeki Anayasa örneğini biz de derslerimizde yeri geldikçe işliyoruz. ABD Anayasası gerçekte 7 maddedir. Dokunulmaz sayılır. O yüzden sonradan gerek duyulanlara “değişiklik” denmez, “ekleme” (ammendment) denir.

Yamalı bohça ile TBMM’de tarihimizin en gerici koalisyonu ile gerçekte politik olarak çok kırılgan zoraki bir çoğunluk sağlayan AKP=RTE‘nin gene de Anayasayı değiştirecek en az 360 oyu yok. Anayasanın 175. maddesi, Anayasa değişikliği yöntemini düzenliyor. 360 – 399 arasında oyla TBMM’den geçen Anayasa değişikliğinin, bu madde uyarınca halkoylamasına sunulması zorunlu. Ne var ki halkoylamasında kabul/red için nitelikli çoğunluk aranmıyor. 400 ve üstü oyla kabul durumunda RTE’nin halkoylamasına gitme zorunluğu yok, gitmez de zaten..

Öne çekilmezse 31 Mart 2024’te yapılacak yerel seçimlere iktidar abanıyor var gücüyle..
Bir yandan yargı sopası, bir yandan onaylanmayan krediler, merkezden imar planları vd.
Becerebilirse, Anayasayı iyice kuşa döndürüp o rüzgar ile yerel seçime girmek..
Olmazsa, muhalefetin engellemesini halka yakınarak kampanyada kötüye kullanmak..
***
Anamuhalefet CHP‘nin hızla seçimli kurultayını yapması ve toparlanarak toplumsal muhalefeti örgütlemesi gerekiyor.

3/4’ünden çoğu değiştirilmiş 1982 Anayasası, artık bir darbe anayasası sayılamaz.
Asıl darbeci AKP=RTE iktidarıdır ve Türkiye Cumhuriyetini Anadolu Federe İslam Cumhuriyetine dönüştürmek için iktidarının 22. yılında, “asıl 2023 hedefi” ne erişmek üzere son vuruşa hazırlanıyor.

  • Bu oyunun mutlaka bozulması, durdurulması gerekiyor.

Tüm Aydınlanmacı kesimlerin “tek maddeli ulusal koalisyon“u kaçınılmaz.
Bu topraklarda neredeyse 200 yıla varan bir demokratikleşme kavgası ve deneyimi-birikimi var.
Bu kadim birikim ve 21. yy dinamikleri, AKP=RTE‘nin “utanmaz” ve “ilkel” dinci saldırısını püskürtmeye yetecektir.
İslamo-faşizm durdurulacaktır.
Ulusumuz yine başaracaktır. Umutsuzluğa yer yok.

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

 

 

Acınası köksüzlüğümüz

Bayazıt İlhan

Bayazıt İlhan
Güncel 07.07.2023, BİRGÜN 

Pek çok örneği var. Heinrich Schliemann Truva’yı baştanbaşa kazıp içindeki hazineleri götürürken, Bergama Zeus Sunağı parça parça Berlin’e taşınırken seyreden bir geçmişimiz var. Üzerinde yaşadığımız toprakların tarih boyunca biriktirdiği o kadar çok değer var ki, ne kadarının farkındayız ve sahip çıkıyoruz? Ya da o değerlere ne kadar katkımız oluyor?

Türkiye’nin en köklü hastanelerine yapılanlara bakınca da umursamadığımız, sağlık alanındaki değerimizi para ve beton sevgisine, kent rantına kurban vermekten geri durmadığımız anlaşılıyor. Şehir hastanelerine verilen hasta ve hizmet alım garantileri nedeniyle kapatılan, çürümeye terk edilen, küçültülen, içi boşaltılan hastanelerimizin başına gelenlere bakın. Türkiye’nin dört bir yanında örnekleri var : Ankara Numune Hastanesi’nin, Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi’nin, Bursa Memleket Hastanesi’nin durumlarına bakın. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne, Şişli Etfal Hastanesi’ne bakın. Ülkemiz tıbbının en önemli temellerini oluşturan Gülhane Askeri Tıp Akademisi dahil asker hastanelerine yapılanlara bakın. Şimdi Ankara’da Dışkapı ve Sami Ulus Hastaneleri’nin yıkılması gündemde, ihaleler yapılıyor. İzmir’de Tepecik, Bozyaka, Suat Seren, Alsancak Devlet hastaneleri için de kaygılar sürüyor. Bu hastanelerimizin her birinin ayrı önemi, tarihi var. Buralarda yetişen, çalışan hekimler tıp tarihimize yön verdiler, ülkenin dört bir yanında hizmet ettiler, hocalar yetiştirdiler, üniversiteler kurdular.

  • Hastanelerimizin gelecekleri konusunda karamsarlık var.
  • Yapılanlara bakınca nasıl olmasın?

6 Şubat depremlerinden sonra köklü hastanelerimizin yıkılması için yeni gerekçe oluşturuldu. Hastanelerimiz eski ve depreme dayanıksızdı, o halde yıkılmalıydı. Yerine yenisi yapılır mı? Bu hastanelerin çok değerli arazilerine bakınca mevzuyla ilgili herkes kaygı duymadan edemiyor. En günceli Cerrahpaşa’nın durumu ile Dışkapı ve Sami Ulus Hastaneleri için yapılan ihaleler.

Bizde 50-60 yıllık hastaneler “eski” diye yıkılıyor. Dünyada nasıl oluyor bu işler, eski hastaneler yıkılıp yerleri ranta mı açılıyor? Doğrusunun yapıldığı çok örnek var. Size Paris’teki iki hastaneyi anlatayım, siz karar verin.

HÔTEL-DİEU

Tanrı’nın Evi anlamına geliyor. Kuruluş için 651 tarihi (yılı) veriliyor. Neredeyse 1400 yıllık geçmişi olan bir hastaneden söz ediyoruz. Kuşkusuz yıllar içinde işlevlerinde dönüşümler olmuş, yıkılmış, yanmış, hep yeniden yapılmış ve sağlık hizmetleri sunmaya devam etmiş. Savaşlara, isyanlara veba salgınlarına, devrimlere tanıklık etmiş. Kimi zaman kalabalığıyla, kötü koşullarıyla tartışılmış ama bir biçimde sahip çıkılmış ve geliştirilmiş. Tıp tarihine geçen katkıları var. Son olarak 1867-1878 arasında yenilenmiş. Bugün aciller dahil, Paris’in sağlık hizmetlerinde önemi sürüyor. Yeri mi? Notre-Dame Katedrali’nin yanında, Seine Nehri’nin kıyısında. Ne diyeyim, sanırım arsa değeri pek yüksek. Kimsenin aklına burayı AVM ya da otel yapmak, hastaneyi de kent dışına taşımak gelmiyor.

PİTİÉ-SALPÊTRİÈRE

Sorbonne Üniversitesi’nin eğitim hastanesi. Yine kentin çok değerli bir yerinde geniş bir araziye kurulu. Eski bir barut fabrikası, 1656 yılında bakımevine, Fransız Devrimi’nden sonra hastaneye dönüştürülmüş. Modern psikiyatrinin kuruluşunda söz sahibi olan Philippe Pinel 1794’te buranın başhekimi olmuş, girişte bronz heykeli var. Hastanenin tarihinde dünya tıbbına yön veren nörolog ve psikiyatristler var. Hepsini yazmaya imkân (olanak) yok, yazamadıklarıma haksızlık olacak, yine de bazılarını yazayım: Guillaume-Benjamin-Amand Duchenne, Jean-Martin Charcot, Georges Gilles de la Tourette, Sigmund Freud, Joseph Babinski. Burası tüm dünyadan hekimlerin eğitim almak için uğradıkları bir merkez olmuş. Hastane halen Paris’in en önemli sağlık merkezlerinden biri olarak hizmet ve eğitim faaliyetlerine devam ediyor. Hastanede çalışanlar burada emek vermiş hekimlerle, hocalarla, tedavi olmuş ünlülerle, hatta tıp tarihine geçmiş hastalarıyla övünüyor. Bizim hastanelerimiz, hekimlerimiz, hocalarımız, çalışanlarımız, hastalarımız bunları hak etmiyor mu? Elbette hak ediyor.

  • Bizim de birikimlerimize sahip çıkıp geleceğimizi kurmamız gerekiyor.

Hastanelerimizi ve onlarla birlikte tarihimizi yaşatmamız çok önemli. Yeni hastane yapmak, olanları yenileyip geliştirmek mi? Elbette hep gerekli. Ama bunu bilime göre, doğru planlamayla, alanın uzman kuruluşlarından katkı alarak, kent dokusuna saygı göstererek ve mevcut (varolan) hastanelerimizi tarihsel yapılarıyla, isimleriyle (adlarıyla) koruyarak yapmak gerekiyor.

Diyeceksiniz ki; bunu önündeki Sıhhiye Meydanı’na adını veren güzelim tarihsel binasından ayrılıp, Bilkent’te dışı cam kaplı yapıya kiracı olan Sağlık Bakanlığı mı yapacak?

Olsun, ben yine de umutluyum. Doğrunun galip (baskın) geleceğine ve bu ülkeyi yönetenlerin de doğruya yöneleceğine inanmak istiyorum.

HALKOYLAMALARI YALNIZCA DEMOKRASİ YOLU MU, YOKSA DİKTATÖRLÜKLERE DE YOL AÇABİLİR Mİ?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor:

“Sayın Hocam, 24 Ocak 1993’te katledilen basın şehidimiz, rahmetli sayın Uğur Mumcu‘nun deyimi ile halkımız ve hatta aydınlarımız(!) bilgi sahibi olmadan. fikir sahibi olmayı çok seviyor. Halkoylaması (Referandum) ne demektir? Artıları ve eksileri var mıdır? Eğer varsa neler olabilir? Kısaca açıklar mısınız?”

Halkımız uzun ve doyurucu bilgileri pek sevmiyor. Toplumun binde biri bile sürekli kitap okumuyor. Sözlü kültür hala egemenliğini sürdürüyor. İnsanların çoğu şurup gibi içilen ya da hap gibi yutulan çok kısa bilgiler istiyor. Çerez gibi, atıştırmalık, dişe ve damağa dokunmayan kolay, akıldan kalacak bilgilerin peşinde….

Özetlemeye çalışalım :

Referandum ya da halkoylaması, toplum için, herkesi ilgilendiren, yaşamsal konularda halkın görüşüne başvurmak demektir. Bu sözcüğün kökeni Latince ” referendus ” tur. Latince ‘referre’ fiilinden türetilmiştir.

Halkoylamasının bir adı da Plebisittir. Eski Greko-Romen kültüründe PLEPS halk demektir. Plebisit, ‘halka sormak’ anlamına gelir.

Referandum sözcüğü Türkçemize Fransızca dil yapısı ile girmiştir. Fransızca “fair” yapmak;
refair” yenilemek, tekrarlamak (yinelemek) demektir. Daha önce bilinen bir konuyu yeniden halka sormak anlamına gelir. Referandum = Halk Oylaması. Kamuoyu konuyu referandum olarak tartıştığı için ben de halk daha iyi analsın diye aynı sözcüğü kullanayım.

Hemen belirtmek gerekir ki referandumlar seçimlerden farklıdır. Seçimler siyasal iktidarı belirlemek ve devletin yönetici kadrosunu oluşturmak için yapılır. Örneğin siyasal iktidarlar ve meclisler seçimle görev yetkisi alırlar. Bu nedenle referandumlara seçim olarak değil, kimi zorunlu koşullarda seçimlere destek olmak üzere başvurulur.

Eski Grek ve Romalılardan beri, özellikle de 1789 Fransız Devrimi sonrası, birçok ülkede çeşitli gerekçeler ve amaçlarla referandumlar daha çok kullanılır olmuştur.

Genelde biri önerici-fikir verici ve öbürü de bağlayıcı olmak ya da fikir sorma ya da kural koyma gibi iki tür referandum vardır. Örneğin “Türkiye NATO‘dan çıksın mı, çıkmasın mı?” biçimindeki bir referandum bağlayıcıdır. Aksine, “NATO Türkiye için yararlı mı, yoksa zararlı mı olmuştur?” biçimindeki soruya yanıt aramak bağlayıcı değildir. Kamuoyunun, genel çoğunluğun görüşünü öğrenmeye yöneliktir. Eski bir sözcükle söylemek gerekirse, önerici referandum zorunlu değil, danışımdır (istişaridir). Yaptırım ve kural oluşturmaz. Yönetenlere salt bir fikir verir.

Referandumun biri aşağıdan yukarıya, yani halktan siyasal iktidara, öbürü de yukarıdan aşağıya yani siyasal iktidardan halka iki yönlü bir işlevi ve mesajı vardır. Aşağıdan yukarıya olan işlev ve mesaj, halkın isteklerini siyasal iktidara yansıtmaya yarar. Seçim dönemleri dışında da siyasal iktidarların icraatlarını denetleme ve yanlışlarını değiştirmeye yardımcı olur.

Yukarıdan aşağıya olan referandum mesajı (iletisi) ise, çeşitli propagandalar yolu ile siyasal iktidarın isteklerini halka onaylattırmaya yöneliktir. Yukarıdan aşağıya doğru düzenlenen referandumlar genellikle siyasal iktidarların yetkilerini artırma ve faaliyetlerini genişletme amacı için yapılır. İktidarların otoriterleşmelerine zemin hazırlar.

Tarihsel kayıtlara göre, siyasal iktidarlardan halka empoze edilen mesajları kapsayan referandumlar çoğu zaman demokrasi karşıtlığıdır ve diktatörlük yolunu açabilir. Örneğin Adolf Hitler Alman halkı üzerindeki DİKTATÖRLÜĞÜNÜ referandumla ve yukarıdan aşağıya gelen yoğun propagandalarla ilan etmiştir.(×) Aynı şey Mussolini için de geçerlidir.

Aşağıdan yukarıya, halkın, mesajlarını siyasal iktidara ve Meclise ileten referandum mesajları ise, iyi niyetle, siyasal iktidarların kimi temel politikalarının halk tarafından onaylanıp onaylanmadığına ilişkin referandumlar demokrasiyi güçlendirebilir. Zaten halkoylamasından beklenen de budur. Demokratik iktidarların görevleri halkın üzerinde baskı kurmak değil, topluma daha iyi hizmet yollarını arayıp bulabilmektir.

Özellikle de güçlü siyasal iktidarlarca halka empoze edilen referandum aygıtının temel ve çok önemli kimi sakıncaları kısaca şöyle özetlenebilir.

Halkın ülke, devlet ve toplumun geleceği ile ilgili çeşitli konulardaki fikirleri çoğu zaman anlık ve konjonktüreldir (durumsaldır). Çeşitli güç odaklarının etkilerine açıktır. Halkın büyük bir kesiminin din, dil, ırk, cinsiyet… vb. konulardaki fikirleri akılcı ve bilimsel olmaktan çok sürekli, duygusal ve inançsaldır. Siyasal iktidarların ellerindeki iktidar ve medya güçleri nedeniyle kamuoyu kolayca manuple edilerek (yönlendirilerek) yanıltılabilir.

Ayrıca ülkelerin temel, stratejik ve uzun vadeli (erimli) sorunlarını EVET ya da HAYIR gibi çok basit 2 şeçenekle belirlemek ve çözüm bulmak biraz safdillik olur. Çünkü İnsanlar ve iktidarlar geçici, toplum ve devlet ise kalıcıdır.

Ancak ülkemizde referandum olayının yeniden, hem de hiç beklenmeyen bir konuda aniden gündeme gelmesi, yazılı ve görsel basında uzunca tartışılması, hatta AK PARTİ tarafından bir anayasa maddesi değişiklik önerisine dönüştürülerek TBMM gündemine sunulmasına neden olan olayı kısaca anımsatalım.

Önce CHP Genel Başkanı sayın Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye’de başörtüsü sorununu kökten çözmek ve tümüyle gündemden düşürmek iddiası ile Meclise bir yasa önerisi vereceklerini söyledi. Bu öneri üzerine AKP Genel Başkanı ve sayın Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan ise karşı atağa geçerek, başörtü konusunu yasayla değil, referandum yapılarak anayasa değişikliğine götürmeyi istedi…

Kendi bireysel fikrim o ki, Türkiye’de bir başörtüsü sonunu yoktur. Ortaya çikan tartışmalar yapaydır. Bu nedenle, ne bir yasal düzenleme ve ne de bir referandum ve anayasa değişikliği gerektirir. Tersi olursa hem zaman hem kaynak savurganlığı ve hem de toplumsal sürtüşme ve kutuplaşmaların yolu yeniden açılmış olur.

  • Ayrıca, uluslarüstü hukukla korunan ve ülkemizi de bağlayan temel haklar,
    din ve vicdan özgürlüğü… vb. konularda referandum yapılamaz.

Üstelik Türkiye laik bir ülkedir. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Devletin tüm inanç kümelerine eşit davranması anayasal zorunluktur. Devletin inanç kümeleriyle ilgili eşitliği bozacak, bu kümelerden kimilerini avantajlı ya da dezavantajlı duruma getirecek düzenlemelerden uzak durması gerekir.

Kıssadan hisse ya da son söz :

Mevcut siyasal iktidarca gidilen iki referandum, ayrıca da Cumhurbaşkanının bağlayıcı referandumla, yani halk oyu ile seçilmesi ülkede ikircikli ve kutuplaştırıcı bir sosyolojik yapının doğmasına neden olmuştur. Toplumsal barış zarar görmüş, kederlerde ve kıvançlardaki sevgi ve kardeşlik bağlarının zayıflamasına neden olmuştur. Zararın neresinde dönülebilirse kârdır. Ne yeni bir yasal düzenlemeye ve ne de anayasal bağlayıcı referanduma gerek vardır.

Çok kısa bir süre sonra yapılacak genel seçim en gerçekçi referandum ya da halk oylaması olacaktır.

(×)- ANDREV HEYWOOD, Siyasetin temel kavramları. Cev. Hayrettin Özler. Adres Yayınları, 2012. ss.295-297

ADD’den basına ve kamuoyuna : YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

BASINA VE KAMUOYUNA : 

YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

Vatanımızın kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerimizin mimarı, değişmez önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan bedensel olarak ayrılışının 84. yılında saygı, minnet, özlem ve kararlılıkla anıyoruz.

Ancak Atatürk’ün, O’nu anmamızdan çok, anlamamızı istediğinin farkındayız. Bu farkındalıkla görevimizin; ilke, devrim ve eserlerini koruyup yaşatmak, Türk Ulusunu refaha ulaştırıp çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak, “şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak (ilelebet payidar kılmak) olduğunu biliyoruz.

Özdemir Asaf “Gerçek değer, gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır.” diyor. Atatürk’ü yitirdiğimiz günden bu yana yazık ki, gidişiyle yarattığı büyük boşluğu dolduramadık.

Kimileri O’nun ışıklı yolunda yürüdüğünü söylerken kimileri de büyük görünecekleri zannıyla ilkelerine, devrimlerine, eserlerine, kişiliğine, aziz anısına pervasızca saldırdılar. Her saldırı, saldıranları küçültürken Atatürk’ü daha da büyüterek ulusu birleştirdi. Kimi aymazlar ise, halk düşmanı politikalarını Atatürk maskesiyle gizlemeye çalıştılar. Ancak, Atatürk gibi giyinmek, O’nun gibi tren pencerelerinde poz vermek vb. zavallı girişimleri, Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Aydınlanma Devrimlerine ağır darbeler indiren bu gibilerin maskelerini daha kolay düşürdü.

HER KOŞULDA MECLİSE GÜVENEN BAŞKOMUTAN

Atatürk, parlak bir asker olduğu ölçüde, tarihle, özellikle dünya tarihiyle çok ilgili bir kurmaydı. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyor, düşüncelerini olgunlaştırıyordu. Büyük Fransız Devrimi’ni özümsemişti. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin en zorlu cephelerinde başarılar kazanmış, Çanakkale’de adını dünya savaş tarihine yazdırmıştı. Savaştan yenik çıkan Osmanlı ülkesinin emperyalist devletlerce yağmalanmaya başlaması üzerine İstanbul’da kaldığı yaklaşık 6 ay (AS: 13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919), tasarladığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın plan ve kadro hazırlıklarını yaptıktan sonra Samsun’a hareket etmişti. İlk iş olarak dağıtılmış ordu yerine yeni bir ordu kurmaya değil, kurtuluşu yönetecek bir Milli Meclis oluşturmak için kongrelerle milletin azim ve kararını harekete geçirmeye girişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri yanında yurdun her yerinde yerel kongreler yapılmasını sağladı. Bu arada İstanbul’da toplanacak Meclis-i Mebusan’da etkin olabilmek için Erzurum Mebusu seçildi ve arkadaşlarından kendisini Meclis Başkanı seçmelerini istedi. Tıpkı İşgal altındaki İstanbul’da uzun süre çalışamayacağını ve dağıtılacağını öngörerek Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanması gerektiğini söyleyip kabul ettiremediği gibi, dağıtıldığında Ankara’da kurtuluşu örgütleyecek bir meclisi toplantıya çağırma yetkisine sahip olmak amacıyla dillendirdiği bu isteği de gerçekleştirilemedi.

Arkadaşları O’nu meclis Başkanı seçtiremediler ancak, Misak-ı Milli kararlarını kabul ettirmeyi başardılar. Kısa süre sonra öngörüsü gerçekleşti ve Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce 16 Mart 1920 günü basılarak dağıtıldı, mebusların önemli bir kesimi tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Bunun üzerine bir yandan misilleme olarak Yarbay Ravlinson dahil Anadolu’daki birçok İngiliz subayını tutuklatan Mustafa Kemal, bir yandan da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla derhal harekete geçerek Milli Meclis’ini Ankara’da toplamak üzere eksilen mebusların yerine yenilerinin seçilmesini isteyecek, kalan ve yeni seçilen 324 mebusun ulaşım güçlüklerini aşıp Ankara’ya gelebilen 115’i ile de 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açacaktı. Artık kurtuluşun ve savaşın meşruiluk zemini Ulusal Meclis olacak, Milli Mücadele bu meclise dayanılarak yönetilecekti. Yani Atatürk önce Ulusal istencin yansıyacağı meclisi, sonra da savaşacak orduyu örgütlüyor, meclisin adını Büyük Millet Meclisi, ordunun adını da Büyük Millet Meclisi Orduları olarak belirliyordu. Yakın tarihte, Atatürk maskeli sözde askerler demokrasi(!) adına meclis kapatırken Atatürk kutsal savaşını, her türlü muhalefete rağmen Meclise dayanarak kazanacaktı.

ANTİEMPERYALİST – ANTİKAPİTALİST DEVLET ADAMI

Mustafa Kemal Paşa kurtuluşun; ideolojik bir temel, bu ideolojiyi kararlılıkla uygulayacak bir önderlik ve duyurup yayacak bir yayın organı olmadan gerçekleştirilemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’dan itibaren (başlayarak) bir yayın organına sahip olma çabası içine girdi ve 10 Ocak 1920’de Hakimiyet-i Milliye gazetesini çıkardı. Kurtuluşun ve devrimin ideolojisi bu gazetede inşa edilecek, özellikle emperyalizme ve kapitalizme çok net vuruşlar yapılacaktı. Örneğin Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli “Biz, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız.” demeci gazetenin manşetindeydi.

Atatürk, 1935 yılında yapılan CHP 4. Kurultayındaki “Bizim 19 Mayıs 1919’dan bugüne kadar yaptıklarımızın, Türk Devrimi’nin ve yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın esası KEMALİZM prensipleridir” sözleriyle de, ideolojisini tanımlıyor, adını koyuyordu.

EZİLEN ULUSLARIN DA UMUDU 

Mustafa Kemal Paşa salt Türk Ulusunun değil, bütün mazlumlar dünyasının da umudu ve önderiydi. Ulusal Kurtuluş Savaşına başlarken zafere ulaşacağına ne denli inanıyorsa, ezilen ulusların bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacağına da o denli inanıyor, bunu her fırsatta dile getiriyordu.

Daha 1922’de bu davayı gerçekleştirmekle yeni bir tarih yapılacağını duyuruyor ve diyordu ki :

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletleriyle birlikte yürüyeceğinden emindir.”

Keza, Mısır Büyükelçisi ile elçilik bahçesinde sabaha dek süren 27 Mart 1933 tarihli sohbetinde ise şu tarihi sözleri söyleyecekti:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”

300 YILI 15 YILA SIĞDIRAN BÜYÜK DEVRİMCİ

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştırdıktan hemen sonra hızla devrimlere girişti. İlk büyük devrimini zaferin üzerinden 6 hafta geçmeden, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıyla yaptı. Cumhuriyet’in ilanının ardından da, başta Öğretim Birliği Yasası ve Halifeliğin Kaldırılması olmak üzere Kılık Kıyafet Devrimi, Medeni Yasa, Uluslararası Takvim ve Ölçü Birimlerine geçiş, Harf Devrimi, Dil Devrimi, Üniversite Reformu, büyük tarım ve sanayi atılımı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve öbürleri aralıksız sürdü. En önemlisi de, gerçekte 1920’den beri devletin yazılı olmayan temel niteliği olan Laiklik, 1937’de Anayasaya kondu.

15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı dönemine, başka ulusların kan revan içinde yüzyıllara sığdıramadığı devrimleri sığdırdı. Bu devrimlerle çağ atlattığı Ulusunu diline, tarihine, kültürüne kavuşturdu, kula kulluk etmekten kurtarıp özgür yurttaşlar olmalarını sağladı. Devlet yönetiminde namus ve yaraşırlığı (liyakatı), hukuk ve adaleti, akıl ve bilimi egemen kıldı. Bugün zoraki “Mustafa Kemal” deyip, bir türlü “Atatürk” diyemeyenlerin hemen tümünün kabullenemedikleri işte bu “Devrimci Atatürktür.

SAVAŞTIĞI DÜŞMANLAR BİLE SAYGIYLA ANARKEN

Atatürk yaşamı boyunca temel olarak emperyalistler ve piyonları ile savaştı. Yazgılarını emperyalizm ile birleştirmiş dahili bedhahlarla (içte işbirlikçi hainlerle) hem Ulusal Kurtuluş Savaşı hem de devrimler sürecinde mücadele etti. Atatürk’ün yenilgiye uğrattığı emperyalist devletlerin temsilcileri zaferden sonra, sonsuzluğa göçüşünün ardından ve hâlâ büyük önderden saygı ve övgü ile söz eder, Birleşmiş Milletler oybirliği ile doğumunun 100. yılı 1981’i “Atatürk Yılı” olarak kabul ederken, Laik Cumhuriyet düşmanı gericiler her fırsatta Atatürk’e ve mücadelesine hakaret ve saldırılarda bulundular, bulunuyorlar. Bunların “Deccal”, “İki Ayyaş ”, “Keşke Yunan kazansaydı”, “Kafir” ve benzeri pek çok talihsiz ve hadsiz söylemlerine karşın, en önemli rakiplerinden biri olan, istifa etmesine ve siyasal yaşamdan 20 yıl uzak kalmasına neden olduğu Winston Churchill O’nu şu sözlerle uğurlamıştır:

“Savaşta Türkiye’yi kurtaran, savaştan sonra da Türk milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük yitiktir. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye’nin Ata’sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.”

Büyük Zafer’den 12 yıl sonra, 1934’te, Yunanistan başbakanı Eleftherios Venizelos’un Mustafa Kemal Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermesi ise, dünya tarihinde benzeri bir daha kolay kolay görülmeyecek bir olaydır.

Atatürk yalnızca Türk Ulusu için değil, dünyanın dünü, bugünü ve yarını açısından da değeri her geçen gün daha iyi anlaşılan büyük bir önderdir. Saldıranlar cüceleşirken O, yokluğunda büyümekte, tarifsiz özlenmektedir. Milyonlarca yurttaşımızın her fırsatta akın akın Anıtkabir’e koşmaları, komşumuz İran’da kadınların yükselttiği “Tek yol Atatürk” çığlıkları, Irak’tan duyulan “Bir Atatürk’ümüz olmadığı için bu haldeyiz” hayıflanmaları boşuna değildir. O denli ki; her fırsatta Atatürk’e hakaret etmeyi hüner bilenler bile başları sıkıştığında boydan boya Atatürk posterlerinden medet ummak, Lozan’a “Hezimet” deyip Montrö’den bir imza ile çıkılabileceğini söyleyenler, dönüp dolaşıp Lozan’a, Montrö’ye sarılmak, O’nun 86 yıl önceden Karadeniz’i kan gölüne dönmekten, Dünyayı 3. Dünya Savaşına sürüklenmekten kurtaran dehasına şapka çıkarmak zorunda kalmaktadırlar.

ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ !

Değerlerinden, devrimlerinden, birliğinden ve özgüveninden yoksun bırakmak için iç ve dış olumsuz güçlerin onyıllardır elbirliğiyle çabaladıkları Türk Ulusu, hiç kuşkusuz Atatürk’ün akıl ve bilim yolunda aydınlık geleceğine güvenle yürüyecektir.

Atatürk’ü anlamayı, ilke, devrim ve yapıtlarını koruyup yaşatmayı varlık nedeni ve temel görevi sayan Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizin acil gereksinimi olduğunu düşündüğü devlet yönetim anlayışını 23 Nisan 2022’de yayınladığı YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU ile duyurmuştur.

Tarihin en büyük devrimcisi Atatürk’ü;

Aramızdan bedeniyle ayrılışının 84. yılında özlem ve minnetle anarken, O’nun da isteği olduğu inancıyla, bir kez daha siyaset kurumunu Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine yönelmeye, Aziz Milletimizi de bu hedefe sahip çıkmaya çağırıyoruz.

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK ATATÜRK !
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR !

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

AH DİLİM

SUAY KARAMAN
ADD Eğitim Kurulu Üyesi

AKP Grup Başkanvekili ve Kahramanmaraş Milletvekili Mahir Ünal, 21 Ekim 2022’de Kahramanmaraş Uluslararası 8. Kitap ve Kültür Fuarı’nda yaptığı konuşmada Cumhuriyetin kazanımlarını hedef aldı. Konuşmasında şunları söyledi :

  • “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin kültür devrimidir. Lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet; bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.”

Bu sözleri söyleyen Mahir Ünal, 24 Kasım 2015 ile 24 Mayıs 2016 arasında Kültür Bakanlığı görevinde bulundu. Söylediklerinin gerçeklerle ilgisi yoktur, yalnızca belli bir amaca
hizmet etmeye çalışan kendi düşünceleridir. CIA eski Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller,
2008’de Türkçeye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı
kitabında, Türkiye’nin Arap harflerini reddederek, tarihinden radikal olarak (köktenci) koptuğunu
yazmıştı. Cumhuriyeti başarısız bir deneyim olarak gören Graham Fuller, siyasal iktidara yol
gösterenlerin başında gelmektedir. Böylece Mahir Ünal ile Graham Fuller’in özlemlerinin aynı
olduğu görülmektedir.

Bu sözlerine gelen yoğun tepkiler üzerine Mahir Ünal, AKP Grup Başkanvekilliği görevinden
istifa etti. Ama fikirler hep aynı; istifa etmek salt yaklaşan seçimler için gösteri amacını
taşımaktadır. Zaten AKP içinde Dil Devrimi’ne dil uzatan çok sayıda kişi vardır. AKP genel
başkanı Tayyip Erdoğan 24 Aralık 2014’te 49. TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri
töreninde yaptığı konuşmasında şunları söylemişti:

  • “Bizim son derece zengin, bilim yapmaya, bilim üretmeye son derece müsait dilimiz varken,
    bir gece yattık. Sabah kalktık, baktık o dil yok. Son derece elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi. İşte şu anda Türkçe’nin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca kelime
    ve kavramlara başvuracaksınız ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız. Bu sorunların hepsini aşmak zorundayız.”

AKP içinde cumhuriyet için “100 yıllık reklam arası” diyen, HDP içinde “Cumhuriyet 100 yıllık
yıkım süreci” diyen, Dil Devrimimize dil uzatan aymazlar bulunmaktadır. Öbür partilerde de
benzer söylemlerde bulunanlar yer almaktadır. Cumhuriyet alfabemizi (abecemizi) yok etmedi, bize ait olmayan alfabe (abece) yerine, kendi abecemizi oluşturdu ve kendi dilimizi kendi alfabemizle okumaya başladık. Böylece ulus devlet yolunda ilerledik. Ancak Arap harfleriyle yazılan mezar taşlarını okuyamayan işbirlikçiler ve hainler bundan rahatsızlık duymaktadır.
Anadolu Türkçesi yerine halkın anlayamadığı, yazamadığı, okuyamadığı, konuşamadığı
Farsça ve Arapça ağırlıklı karışık bir dili, “dilimiz” diye sunmak, kendini inkâr etmektir (yadsımaktır).

Büyük bir kültürün mirasçısı (kalıtçısı) olan bizim tarihimiz, Arap harfleri kullanılarak Arapça ve Farsça ile başlayan bir tarih değildir. İşte bu anlayışla Arap harfleri, Arapça dili, lügati (sözlüğü) ve düşüncesi asla bizim değildir. Cumhuriyet kurulurken, her alanda çağdaşlaşma anlayışı hedef olarak konmuştur. Cumhuriyet kültürü, tam anlamıyla ve her şeyiyle bizim kültürümüzdür. İşte bu kültür, bizi ortaçağ karanlığından kurtarmış ve laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin
doğmasına yol açmıştır.

1 Kasım 1928’de Harf Devrimi ile Lâtin harfleri temelli “Türk Alfabesi”ne geçerek, yeni bir dönem açılmıştır. Bu yeni dönemi benimsemeyen saltanat yanlılarının, hilafet destekçilerinin ve Arap sevicilerin eşsiz liderimiz Atatürk ile cumhuriyetimize olan kinleri ve düşmanlıkları bitmedi; sürekli mücadele içindeler. Türk düşmanı ve Türkçe düşmanı olan, kendi öz kültürüne
yabancılaşmış bu yobazlar, bu siyasal İslamcılar, hayal kurdukları “düşünce setlerinde” yok
olup gideceklerdir. Nasıl mücadele yaparlarsa yapsınlar,

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşayacağını göreceklerdir.

37 dil bilen Belçikalı dilbilimci Johan Vandewalle (1960- ) Türkçe için şöyle demektedir:

  • “Bildiğim diller arasındaki Türkçe öyle farklı bir dildir ki, 100 yüksek matematik profesörü
    bir
    araya gelerek Türkçeyi yaratmışlar sanki. Az kelimeyle çok şey anlatan iktisatlı dildir.
    Bir
    kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor.
    Türkçe öyle bir dildir
    ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir.”

Alman filoloji uzmanı Friedrich Max Müller (1823-1900) ‘Dil Bilimi’ adlı eserinde (yapıtında) Türkçe’nin kusursuz, harika bir dil olduğunu bildirerek, “gramer kuralları kusursuz olan bu dili, bilginlerden oluşmuş bir kurul veya bir akademi bilinçle yapmıştır” demektedir. Bu bilim insanlarının yanında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitiren Mahir Ünal için “ah dilim, ettin beni dilim dilim” demekten başka söylenecek söz yoktur.

Büyük Atatürk’ün sayesinde Türk ulusu, Harf Devrimi’yle okuryazarlıkta atılım yapmış, kısa
sürede cahilliği yenmeyi başarmıştır. Çünkü dil; edebiyat, eğitim, bilim, kültür, sanat, tarih, din
ve siyasetle yakın ilişki içindedir. Toplumun aydınlanmasını istemeyenler, bu nedenle dilimize
karşı çıkmaktadır, Türkçemizi aşağılamaya çalışmaktadır.

Yazımızı değerli Rıfat Ilgaz’ın “Türkçemiz” şiirinden bir bölümle bitirelim:

Bak, devrim ne güzel,
Barış ne güzel,
Dayanışma, özgürlük…
Hele bağımsızlık.
En güzeli, sevgi,
Sev Türkçeni, çocuğum,
Dilini sevenleri sev…

Azim ve Karar, 7 Kasım 2022

10 Nisan Laiklik Günü : ADD Basın Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA

Demokrasinin olmazsa olmazıdır LAİKLİK !

AKLIN; doğmalara tutsaklıktan kurtulması, bilimsel düşünce ile donanması, özgürleşmesidir, yalnızca din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanamaz !

Uluslaşmanın, ulusal bağımsızlığın, birlikte yaşamanın, düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün, bilim, sanat ve kültürde üretkenlik ve yaratıcılığın, kadının insan olarak eşitliğinin, fikri hür irfanı hür vicdanı hür yurttaşlar toplumu olmanın, çocukların dünya çocukları ile yarışabilecekleri bilimsel bilgi ile yetiştirilmelerinin, topyekûn (bütüncül) kalkınmanın, emeğin en yüce değer olduğu bilincinin, üretmenin ve hakça bölüşmenin, hukuk devletinin, dünya uluslar ailesinin onurlu üyesi olmanın, kısacası İNSAN GİBİ YAŞAMANIN temel direğidir LAİKLİK !

Din ve devlet işlerinin değil, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır LAİKLİK !

10 Nisan 1928

On yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme görevini üstlenenlerin görmek istemedikleri, unutturmak için ellerinden geleni yaptıkları Cumhuriyet tarihimizin en önemli günlerinden biri.

Cumhuriyetimiz’ in ve Aydınlanma Devrimleri’nin en yaşamsal adımının atıldığı gün.

Genç Cumhuriyet, hayatın değişik alanlarında devrimlerini hızla sürdürürken önüne her zaman bir engel çıkıyordu; LAİKLİK ilkesinin yaşama geçmemiş olması.

9 Nisan 1928’de, Başbakan İsmet İnönü ve 120 arkadaşının verdiği yasa önerisi ile 1924 Anayasası’nın “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır, Resmi Dili Türkçedir, Makarrı Ankara şehridir” diyen 2. maddesinden “Devletin dini, Din-i İslam’dır” tümcesi, 16. maddesindeki milletvekili yemini ile 38. maddesindeki Cumhurbaşkanı yemininden “Vallahi” sözcüğü ve 26. maddesinden de din işlerinin düzenlenmesini TBMM’nin görevleri arasında sayan cümle çıkartılıyordu. 9 Nisan 1928’de anayasanın bu dört maddesinde yapılan değişiklikler 264 üyenin oy birliği ile kabul edildi ve 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazetede 1220 sayılı yasa olarak yayınlanarak yürürlüğe girdi. 5 Şubat 1937’de bir adım daha atıldı ve LAİKLİK; ruh ve uygulama ile zaten var olduğu Anayasa’da ilke olarak da yer aldı.

  • Böylece artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir işi din kuralları ile, naslar ile görülemeyecekti.

Tarih boyunca insan topluluklarında; kaba kuvvet, aile, büyü, doğa güçleri ve benzerlerine dayanılarak kullanılan yönetme güç ve yetkisi, devletlerin ortaya çıkması ile birlikte ve zaman içinde TANRI adı verilen ilahi kaynaklar referansı ile kullanılır olmuştur. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, değişik tapınma biçimlerine sahip pek çok devlette halen yönetme yetkisi bu dayanakla kullanılmaktadır.

İnsanlık tarihinde yönetme güç ve yetkisinin tanrısal olduğuna ilk güçlü itiraz 1789 Büyük Fransız Devrimi ile gelmiş, bu devrim esas olarak kilise ve kraliyet rejimini hedef almıştır. Fransız devrimine,  bütün krallık ve göksel inanç sistemlerine dayalı rejimlerin düşman olma nedeni budur.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisini açarken yetkiyi Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi (Halife-i rûy-i zemin) olarak görülen padişahtan değil, Ulusal İstenç’ten (Milli İrade’den) alarak, kurdukları Büyük Millet Meclisi İdaresinin niteliğini ilan eden çok önemli bir adım atmışlardır. Bu adım; salt işgal altındaki bir vatanı bağımsızlığına kavuşturmanın değil, bin yıllardır süren bir düzeni yıkarak kuldan özgür yurttaşa ulaşmanın da adımıdır. Nitekim Atatürk ve Cumhuriyet Devrimcileri “Hâkimiyet Bilâ Kaydü Şart Milletindir” tümcesini Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesine yazmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi duvarına da silinmemek üzere asmışlardır. Günümüzde EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR şeklinde simgeleşen bu temel ilke, kimi kesimleri çok rahatsız etmekte, farklı biçimde anlatılmaya çalışılmakta, daha acısı bu kesimler memleket dahilinde iktidara sahip olanlarca korunup kollanmaktadır.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zafere ulaşmasından hemen sonra, güçlü bir devrimci irade ile 1 Kasım 1922’de 600 yıllık saltanat ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak MİLLET EGEMENLİĞİ kesinleştirilmiş, 10 Nisan 1928’de de devlet uygulamada laikleştirilmiştir. Böylelikle, Cumhuriyet Devrimcilerinin hep önünü kesen bu Anayasal çelişki; Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta, 16 Ocak 1923’te İzmit’te yapılan ve 12 saat süren ünlü gazeteciler buluşmasına atıfla (gönderme ile) uzun uzun anlattığı ve “devletin dini” konusunun ilk fırsatta çözüleceğini söylediği üzere, Büyük Nutuk’un okunmasının üzerinden 6 ay geçmeden ortadan kaldırılmıştır.

Bugün 10 Nisan LAİKLİK GÜNÜ kutlamalarına karşı çıkıp, unutturma çabası içinde olanların kutsal inançları nasıl istismar ettiklerini her gün yeni bir örnekle içimiz acıyarak izliyoruz. Bu aymazlar; meşruiyetlerinin kaynağını kurutmaya, bindikleri dalı kesmeye çalıştıklarının farkında değiller. Aldıkları kararları kutsal ve tartışılamaz inançlara dayalı hale getirerek itirazsız bir yönetim özlemi çekenlerin, demokrasinin özünün LAİKLİK olmasına tahammül edemedikleri ortadadır.

Biat kültürü, bu nedenle egemen kılınmak isteniyor. Bu nedenle  “lidere mutlak itaat” ile demokrasiye son veren anayasa değişiklikleri tereddütsüz onaylanıyor. Böylece kendi yetkilerine son veren bir meclis, kendi varlığına son veren anayasa değişikliklerinin reklamını yapan bir başbakan ortaya çıkabiliyor.

Demokrasinin özünün LAİKLİK olduğunu öğrenmenin en pahalı, en acılı yolu, laikliği ve dolayısıyla demokrasiyi yitirip teokratik bir diktanın tutsağı olmaktır. LAİKLİK ilkesini yaşamlarına ve devletlerine yerleştirememiş toplumların ne halde olduklarını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok, kimi sınır komşularımıza, bölgemizdeki birçok ülkeye bakmak yeterlidir.

Hiç unutulmamalıdır; LAİKLİK, hepimizin altında güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbesi’ nin KİLİT TAŞIDIR, zinhar (kesinlikle) oynanmamalıdır !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ; Ulusumuzun LAİKLİK GÜNÜ’nü kutlarken, Cumhuriyetimizin ve Türk Devrimi’nin bu vazgeçilmez ilkesini sonsuza dek koruma ve savunma azim ve kararlılığını bir kez daha kamuoyuna duyurmayı, ülkemizi yöneten ya da yönetmeye talip (istekli) olan herkesi de bu azim ve kararlılıkla hareket etmeye çağırmayı görevi saymaktadır.

Saygılarımızla… 10 Nisan 2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Batı, 114 yıl süren kanlı mezhep savaşları sonunda İstanbul’u yitirince, 1453’te Laik düzene geçti.

Batı Uygarlığını yarattı.

Emperyalizmin maşası Siyasal İslam 500 yıldır hala şeriat batağında.

Ne büyük talihsizlik!

Namuslu-yiğit Din Bilginleri öncülük etmeli İslam dünyasına..

Tabu can çekişiyor ama çok da can yakıyor hala..


Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

Küresel ekonomi ve yoksulluk

Prof. Dr. Necdet ADABAĞ

  • Bu insanlığın çektiği nedir bu kapitalist düzenden?

Pandemiyi de onlar yarattı. Bana değil, Nobel ödülü almış Japon profesöre sorun. Her şey varsılların başının altından çıkıyor. Fukaranın kavga çıkarmak, savaş çıkarmak için ne malzemesi vardır, ne de kafasında böyle karanlık düşünceleri. Dünyayı yönetmek gibi bir iddiası da olamaz zaten. Kendi yağında kavrulmaya alışık bir kesimdir ve bulduğuyla yetinmesini bilendir. Ne ki günün birinde, yetti artık deyip yollara düşecek olursa, sözgelimi, ya güzel bir dayak yer ya da kodesi boylar.

Dünya zenginliğinin %55’ini, %10 oranındaki varsıllar kendi aralarında paylaşırken geriye kalan %45’ini %90 oranındaki yoksullar ucundan kenarından, kendilerine düşeni edinmeye çalışıyorlar. Ama yukarıdan gelen sesler haktan hukuktan söz etmekten vazgeçmiyorlar. Hak hukuk bunun neresindeyse!

HER AŞAMADA EŞİTSİZLİK

Bir kere, yeme içme konusunda hakça bir paylaşım yok. Bu da insanın cebine giren para ölçeğine dayalıdır. Bu yok! O zaman üretimde ve tüketimde eşitsizlik var. Yoksul kesimler ya da ülkeler gerektiği biçimde üretemezler ve de tüketemezler çünkü alım güçleri düşüktür. Kuşaktan kuşağa yoksulluk sürer gider.

Para olmayınca eğitimde eşitsizlik vardır. Varsıl, çocuklarını özel okullarda okuturken yoksul okutamaz, çünkü parası yoktur. Devlet okullarının da gücü bellidir. Bellidir çünkü öğretmenleri gerekli güncelleme olanaklarından yoksundur.

Ticarette, esnaflıkta eşitsizlik vardır. Varsılın fabrikasının yanında, yoksulun tezgâhının sözü mü olur. Bu kesimde de kuşaktan kuşağa geçen bir haksızlık, eşitsizlik söz konusudur. Fukara bakkalın çocuğu hangi okulda, hangi üniversitede okuyacak ki büyük adam olacak, hem kendisini hem de ailesini kurtararak sınıf atlayacaktır. Memurun çocuğu da sınıf atlayamıyor kolay kolay. Oysa sınıf atlamak çok önemlidir. Saymakla bitmez. Köylü, işçi, esnaf, memur sınıf atlayacak ki toplum da sınıf atlasın, özellikle ekonomik olarak, gerisi arkadan gelir.

SINIF ATLAMANIN ÖNEMİ

Fransız Devrimi ile birlikte Avrupa sınıf atlamıştır. Bu hem kişisel hem de toplumsal bağlamda böyledir. Fukaralığı, yoksulluğu ortadan kaldırmanın tek yolu budur. Sınıf atlamak. Fukaralığı, yoksulluğu yok sayarak ortadan kaldıramazsınız.

Bugünlerde Marshall yardımının bize nelere mal olduğunu yazıyorlar durmadan gazeteler. Anımsatmakta yarar var. İyi yapıyorlar. Kapitalizmin bizi köreltmeye ne zaman başladığını görmek bağlamında çok önemli. Doların, Cumhuriyetin ilk yıllarında paramız karşısında daha düşük olduğunu bizim insanlarımız biliyor mu acaba!

1921 Anayasası ve parlamenter sistem 

1921 Anayasası ve parlamenter sistem 

Prof. Dr. Hakkı UYAR

Cumhuriyet, 22 Mart 2022

28 Şubat 2022 tarihinde altı muhalefet partisinin güçlendirilmiş parlamenter sistem mutabakat metninde tarihimizdeki anayasalara da değinilmektedir. 1921 Anayasası için “Bununla birlikte ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçiş de mümkün olmamıştır. 1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” denilmektedir. Peki 1921 Anayasası hangi koşullarda ortaya çıkmıştır?

1921 Anayasası, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin anayasasıdır; iktidara fiilen el koyan Birinci Meclis’in meşruiyet kaynaklarından biridir. Birinci Meclis, vatanın bağımsızlığı için oluşturulan bir koalisyon olduğu için, kurtuluş sonrasında rejimin ne olacağı tartışmasından kaçınılmıştır. Tam bağımsızlık ve Misakı Milli ideali kadar özenilen bir başka konu da ulusal egemenlik olmuştur. Meclis bir tür “meclis diktatörlüğü” esasını benimseyerek gücünü hiç kimseyle paylaşmamış, hatta kendi üzerinde hiçbir güç tanımamıştır. İşte bu haliyle Birinci Meclis, devrimci bir meclisti.

DÖNEMİN ŞARTLARI

Atatürk, 24 Nisan 1920’de, Birinci Meclis’in açılışının ertesi günü yaptığı konuşmada gücü tek elde toplamaya ve hükümet kurmaya yönelik bir konuşma yaptı. Meclis, klasik parlamenter sistemden farklı idi; bir yasama ve denetleme organı olmanın ötesindeydi. Üstelik kendinden önceki ikili meclis sisteminden (Meclisi Mebusan + Meclisi Ayan = Meclisi Umumi) farklı olarak “tek” ve “büyük” bir meclis idi. Kendinden önceki ve kendinden sonraki tüm meclislerden çok daha güçlüydü. Birinci Meclis, geçmişten ders çıkardı; ne kendisini dağıtacak bir üst güç tanıdı ve ne de kendini etkisizleştirecek bir otorite kabul etti. Meclis, şahıs diktatörlüğünü kabul etmeyecek bir siyasal birikime ve deneyime sahipti. Eğer bir diktatörlük olacaksa bu bir şahsın değil bütün gücün toplandığı Meclis’in diktatörlüğü olmalıydı.

TARİHİ KARŞI ÇIKIŞ

Üstelik meclis üstünlüğü sistemi çerçevesinde bütün gücün Meclis’te toplanması, hem Kurtuluş Savaşı’nın hem de Devrimlerin yapılmasını kolaylaştırdı. Dolayısıyla bu tarihsel miras ve güncel ihtiyaç, 1921 Anayasası’nın oluşumuna ortam hazırladı. Sonuçta 1921 Anayasası, olağanüstü şartlar (işgal ve direniş) altında oluşturulan olağanüstü bir meclisin hazırladığı olağanüstü bir anayasadır.

Birinci Meclis’te 1921 Anayasası görüşmeleri sırasında sıklıkla Fransa’ya ve İsviçre’ye göndermeler yapıldığı görülmektedir. Jön Türk hareketinden ve İkinci Meşrutiyet döneminden gelen milletvekilleri üzerinde Fransız Devrimi’nin ve Konvansiyon Meclisi’nin etkisinin olması doğaldır. Mahmut Esat Bozkurt gibi eğitimini İsviçre’de almış isimler üzerinde de İsviçre siyasal sisteminin etkilerini görmek şaşırtıcı olmasa gerektir. Bilindiği üzere siyasal çatışmalara yol açmamak için bu Meclis’te siyasal partiler yoktu. Milletvekillerinin neye dayanarak seçileceği tartışma konusuydu. Siyasal partiler yerine milletvekillerinin meslek erbabı tarafından seçilmesi gündeme geldi. Ancak bu kabul edilmedi.

Ankara’da Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin ana amacı Misakı Milli sınırları içinde tam bağımsızlığı elde etmekti. Yürütülen bağımsızlık savaşı konusunda Meclis’te bir mutabakat vardı. Odaklanılan konu işgalci güçlerle savaşarak tam bağımsızlığı sağlamaktı.

Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden Mahmut Esat Bozkurt, 1921 Anayasası’nda bütün gücün Meclis’te toplanmasından memnundu. Bu nedenle de 1924 Anayasası hazırlık sürecinde Yürütme organının gücünün artırılmasına karşı çıktı:

“Denebilir ki kuvvetli bir hükümet lazımdır. Fakat Kuvvetler Birliği buna neden mani olsun?! Yine denilebilir ki Meclis’in mutlak yetkilere sahip olması parlamento diktatörlüğüne varabilir. Bizde böyle bir şey olmadı. Tarihin kaydettiği diktatörlükler, istibdatlar, meclislerin değil, hükümetlerin hesabınadır.”

GERİCİ YÖNELİM

Aslında Bozkurt’un yaptığı bu tespit güncelliğini koruduğu gibi, aynı zamanda diktatörlüklerin Yasama organından değil Yürütme organından çıktığı gerçeğini de dile getirmektedir. Birinci Meclis’in üyeleri, tarihsel deneyimleriyle ve Batı’yı (özellikle de Fransız Konvansiyon Meclisi’ni) iyi bildikleri için 1921 Anayasası’nı hazırladılar. Her ne kadar Türk demokrasi tarihinin en kısa ömürlü anayasası olsa da 1921 Anayasası, ayrıksı yapısıyla dikkat çekici bir özelliğe sahiptir. Ayrıca güçlendirilmiş parlamenter sistem arayışında olanların ilk bakacakları yerler arasında Birinci Meclis ve 1921 Anayasası’nın olması doğaldır. Ancak bu anayasadan laiklik yok diye yararlanmaya çalışmak ya da yerel yönetimlere yönelik değinimi nedeniyle federasyon çıkarmaya kalkmak, Cumhuriyet Devrimi’nin gerisine düşmektir. Millet İttifakı kadar bu anayasaya Cumhur İttifakı’nın ve HDP’nin ilgisi olduğu unutulmamalıdır.

Ek olarak kuvvetler birliğine dayanan ve siyasal partilerin olmadığı bir anayasal sistem (1921 Anayasası), bugünün dünyası açısından hem gerçekçi değildir ve hem de güçlendirilmiş parlamenter sistemle de bağdaşmayacaktır. Unutulmamalıdır ki Atatürk, bağımsızlık savaşının ardından çağdaşlaşma idealini gerçekleştirmek için hemen siyasal parti kurmaya girişmiş ve yeni bir anayasa hazırlanmasına öncülük etmiştir.

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu

  • Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
    Bu Hakkı
    Anayasalarına Yazdırabilir…

27 Mayıs Devrimi’nin 60. yıldönümünde yazdığımız ve yol ayrımına neden olup yayınlamaya cesaret edemeyenler ayrıştığımız yazının aslını bir yıl sonra paylaşıyorum.

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.

Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan meşru direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden baldırı çıplaklar (AS: ve bağlaşıkları Burjuva), 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra 2. maddeye, baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.

Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi direnme hakkından söz etmemekle 1789 tarihli bildirgenin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkı”nı yurttaşlara tanımıştır.

Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar, anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.

Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.

Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye;

  • Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.

Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş, nihayet 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.

Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de, tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır.

Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.

Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır.

Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin Genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “ Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz. “ denmektedir.

Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada

  • “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.

Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki, Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.

  • Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
Bu Hakkı
Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu – Prof. Dr. Ahmet SALTIKLütfü Kırayoğlu

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.
Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden “baldırı çıplaklar“, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra, 2. maddeye baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.
Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, direnme hakkından söz etmemekle 1789 Bildirisinin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkını” yurttaşlara tanımıştır.
Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.
Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.
Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs 1960 sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye; “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.
Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş (AS: 35 maddesi değiştirilerek), sonunda 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.
Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır. Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.
Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır. Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz.“ denmektedir. Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.
Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki; Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.
Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.