Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Politika nedir?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Eylül 2023, Cumhuriyet

Politika teriminin kökeni antik Yunancadaki polis terimine dayanır. Polis, toplumsal yaşam alanı veya kent anlamına gelmektedir.

Antik Yunan filozofu Aristoteles, insanın doğası gereği toplumsal bir canlı olduğunu söyler. Politika, toplumsal yaşamın yapısıyla, düzenlenmesiyle, yönetilmesiyle ilgili bir kavramdır.

Aristoteles’in hocası olan antik Yunan filozofu Platon, filozofların yönetici olması gerektiğini savunur.

Çünkü filozof, akıl yürüterek, bilgelik için, doğrunun ve gerçeğin bilgisini edinmek için mücadele eden kişidir.

Felsefe teriminin kökeni, antik Yunancadaki philo-sophia terimine dayanır. Philo-sophia, bilgelik sevgisi anlamına gelir.

Filozof için bilgelik (sophia), bilgi (episteme), doğruluk/gerçeklik (aletheia) ve akıl yürütme/gerekçelendirme/temellendirme (logos) birbiriyle ilişkili ve bağlantılı kavramlardır.
***
Platon’a ve Aristoteles’e göre, yaşamın amacı (telos), iyi bir ruha sahip olmaktır (eudaimonia). İyi bir ruha sahip olmak erdemli olmakla (arete) olanaklıdır. Adalet (dikaiosune) en önemli erdemlerin arasında yer almaktadır.

Toplumsal bağlamın dışında kalarak erdemli bir yaşam sürülemez. Adalet kavramından bağımsız olarak toplumsal yaşamı yapılandırmak, düzenlemek, yönetmek de olanaklı değildir.

Adaletin ne olduğunu, adaletin özünü, adaletin anlamını kavramak, ancak felsefeyle olanaklı olduğu için de, filozofların yönetici olması çok önemlidir.

Platon’a ve Aristoteles’e göre, bir başka önemli erdem de cesarettir (andreia).

Felsefi çerçevede erdemli bir yol, yaşamsal önemde bir konudur. “Güçlü olan haklıdır” paradigması ancak böyle yıkılabilir; algılar üzerinden değil, gerçekler üzerinden politika ancak böyle geliştirilebilir; yöneticilerin yozlaşmalarını sorgulayan Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi gibi adaletsizlikler, ancak böyle önlenebilir.

Platon ve Aristoteles, bu bakış açısıyla, teori ile pratik (kuram ile uygulama) arasındaki zorunlu bir bağlantıyı ve bütünlüğü de ortaya koyarlar.
***
Yüzyıllar sonra İngiliz filozof John Locke ve İsviçreli/Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesi kavramını geliştirerek, adalet mücadelesi doğrultusunda, toplumu da bu sürecin içine etkin ve örgütlü bir biçimde katmışlardır.

  • Locke, güçler ayrılığı, emekçinin mülkiyet hakkı, laiklik gibi ilkeleri geliştirerek, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda çok önemli adımlar atmıştır.
  • Rousseau bu süreci, halk egemenliği ve yasalarla güvence altına alınan kamusal yarar ilkesiyle tamamlamıştır.
  • Alman filozof Karl Marx, sanayi devriminden sonra, mülkiyet sorununu yeniden ele alarak, değişen üretim biçimlerini de ve üretim araçlarını da dikkate alarak, kapitalist sömürünün önlenmesi için, sanayi tarzı üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.
    ***

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu felsefi ve tarihsel süreci, Türkiye’nin özel ve tarihsel koşullarını da dikkate alarak, teori ve pratik (kuram ve uygulama) bütünlüğü içinde, entelektüel bir bakış açısıyla, sentezlemiştir.

Atatürk;

  • Cumhuriyetçilikle monarşiyi yıkmıştır;
  • Halkçılıkla oligarşiyi yıkmıştır;
  • Devletçilikle/kamuculukla özelleştirmeciliği ve serbest piyasacılığı yıkmıştır;
  • Laiklikle teokrasiyi yıkmıştır;
  • Milliyetçilikle/ulusçulukla ümmetçiliği yıkmıştır;
  • Devrimcilikle muhafazakarlığı ve statükoculuğu yıkmıştır.

Sosyal demokrasi ve demokratik solculuk da, ekonomik ve sosyal adalet anlayışıyla, karma ekonomik model önermesiyle, Atatürk’ün halkçılık ve devletçilik ilkelerini olumlamıştır.
***
Politika aslında, felsefi bir eylemdir.

Ancak politikayı politika olmaktan çıkartan güç odakları ve sahte politikacılar, ne yazık ki, politikanın, başka bir deyişle siyasetin, kötü bir biçimde anılmasına neden olmuşlardır.

Atatürk’ün ilkelerinden ve ideolojik yaklaşımdan uzaklaşan bugünkü CHP yönetimi de, siyasetin yüzeyselleşmesinde büyük bir rol oynamıştır.

CHP’nin ve Türkiye’nin, yeniden felsefi bir eyleme ihtiyacı (gereksinimi) vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Politika nedir?4 Eylül 2023

CHP PROGRAMININ YENİLENMESİ

Suay KARAMAN

7 Ağustos tarihli yazımızda; CHP yönetiminin yeni bir parti programı hazırlanmasına karar verdiğini yazmış, hem vatandaşlardan, hem de parti üyelerinden aşağıdaki beş soruya yanıt vermelerinin istendiğini belirtmiştik. Şimdi biz, bu sorulara tek tek yanıtlarımızı verelim.

* CHP’nin yüzyıllık tarihi ve Türk siyasal yaşamındaki yeri hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan, Kuvayı Milliye’den, Müdafaa-i Hukuk’tan, Halk Fırkası’ndan gelen Cumhuriyet Halk Partisi; Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve ilkeleri Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik olan, ülkemizi kuran bir partidir. Üstelik bu yönüyle dünyada ilktir, tektir. CHP, kurtuluştan, kuruluşa dönüşen bir süreçte özellikle 1923 ile 1938 arasında az zamanda çok ve büyük işlerin üstesinden gelmiştir.

Sanayi kongreleriyle, ziraat kongreleriyle, kalkınma planlarıyla eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına çalışılmış, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışarıdan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlanmıştı. Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka, bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

1923 yılında kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, halkın büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek kadar az, sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı. Atatürk’ün CHP’si döneminde gerçekleştirilen somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma hamlesine girişildiğini göstermeye yeterlidir.

1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 yılı bütçesinde, %8’lik bir açık verilmiştir. 1924 yılı dışında, dış ticaret dengesi 1923-46 arasında hep pozitif, yani dışsatım hep dışalımdan çok olmuştur. 1929-39 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-30 arasında %10, 1930-40 arasında %5 artmıştır.

10. Yıl Marşı’ndaki “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan” sözünün içi sosyal, toplumsal devrimlerin yanı sıra kalkınma planlarıyla, sanayi planlarıyla, şeker fabrikalarıyla, basma fabrikalarıyla, demiryollarıyla, Sümerbank’la, Etibank’la dolu olduğunu bilmeliyiz.

Atatürk’ün önderliğindeki CHP’nin, tam bağımsız ve emperyalizm karşıtı kararlı yönetimi ve ilkeleri sayesinde gelişen Türkiye, ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir. 1940’lı yıllarda CHP, eski performansından ve ilkelerinden uzaklaşmış, erken biçimde çok partili yaşama geçilmiş ve ardından Atatürk ilkelerinden ödünler verilmeye başlanmıştır.

CHP’nin 12 Ocak 1959’da gerçekleştirilen 14. kurultayında ilan edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”, CHP’nin Demokrat Parti iktidarı boyunca dile getirdiği hak ve özgürlükler ile modern hukuk devletinin gereklerini bir bütün olarak yayınlandığı manifestoydu (bildirgeydi). İlk Hedefler Beyannamesi, 1961 Anayasası’nın maddeleri arasında yer almıştı.

1961 Anayasası, ülkemizin önünü ve yönünü her alanda açarak, geliştirerek,
demokratik ve laik sosyal hukuk devleti ilkesiyle,
yeniden Kemalist devrimlere sahip çıkılmasına olanak sağlamıştı.

1965 genel seçimlerinin öncesinde, 29 Temmuz 1965 tarihinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “CHP, bünyesi itibarı ile devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır” diyerek, CHP’nin yönünü açıklamıştır.

12 Eylül 1980 darbesiyle kapatılan CHP, 9 Eylül 1992 tarihinde yeniden açılmış ancak gerek genel başkanların, gerekse yöneticilerin Atatürk ilkelerinden uzaklaşarak, liberalizme savrulmaları üzerine, girilen her seçimde %25 düzeylerinde oy almıştır.

  • Özellikle son genel başkanın “laiklik tehlikede değildir” söylemiyle CHP iyice ilkelerinden uzaklaştırılmış,
  • Atatürk karşıtları, dinciler, bölücüler partiye doldurulmuş, kendi seçmeni küstürülmüştür.

CHP gibi köklü bir partinin, Türk siyasal yaşamına yaptığı katkılar, görüldüğü gibi çok büyüktür. Eğer Atatürk ilke ve devrimlerine sıkı sıkı sarılırsa, ülkemize yine büyük ve yararlı hizmetlerde bulunulacağı tartışılmaz bir gerçektir.

* CHP, Türkiye’nin geleceğini biçimlendirmede nasıl bir rol oynamalıdır?

CHP Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik ilkelerine sahip, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ilkelerini özümseyen yöneticilerle, ülkemizin aydınlığa doğru biçimlenmesinde önemli görevler üstlenir.

CHP, ilkelerinden biri olan laikliğe sıkı sarılmalı; bilimselliği temel ilke edinerek, dinci eğitime ve din ticaretine kesinlikle karşı olmalıdır. CHP, planlı ekonomiden yana olmalıdır. Kamu kaynaklarının sektörel ve bölgeler arası dağılımını düzenleyerek, kaynak kullanımının iyileştirilmesini sağlamaya çalışmalıdır. CHP, gelir dağılımının iyileştirilmesi için uğraş vererek, dengeli ve adaletli bir gelir bölüşümünden yana olmalıdır. CHP, sosyal devlet ilkesini benimseyerek, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yeterli düzeyde ve ücretsiz olarak tüm halk kitlelerine ulaşmasına çalışmalıdır.

CHP, özelleştirme politikalarına ilke olarak karşı çıkmalıdır ve özelleştirilen kuruluşların yeniden kamunun eline geçecek şekilde yapılandırılması gerçekleştirilmelidir. Etkin ve dürüst bir kamu yönetimi anlayışını savunmalıdır. CHP, ülkemizin dış dünya ile siyasal, ekonomik ve teknolojik ilişkilerinin, karşılıklı çıkar dengeleri üzerine oturtulmasını sağlamalıdır. CHP, komşularıyla iyi ilişkilerin sağlanmasına öncülük ederek, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” söylemine sıkı sıkıya sarılmalıdır.

  • NATO’dan çıkılarak, Avrupa Birliği’ne üye olmaktan vazgeçilmelidir.

CHP ulusal tarımın, hayvancılığın ve sanayinin gelişmesi için önlemler alarak, çokuluslu şirketler karşısında ezilmesine karşı çıkmalı ve üretimin artırılmasını desteklemelidir. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ülkesinin gelişimi için ve gerekirse yeni teknolojiler üreterek, değerlendirmelidir.

CHP, Atatürk düşmanlarını, ikinci cumhuriyetçileri, tarikatçıları, din tüccarlarını, bölücüleri, mezhepçileri, küreselleşme yanlılarını, Menderes ve Özal hayranlarını, sağcı söylemde bulunanları, ilkesiz ve tutarsız olanları içinde barındıramaz, barındırmamalıdır. Çünkü böyleleriyle ülkemizin aydınlık geleceği biçimlenemez.

* CHP’nin programına yön vermesi gerektiğini düşündüğünüz ana ilke ve temel değerler nelerdir?

  • CHP’nin programına yön vermesi gereken ana ilke  ve temel değerler,
    kuruluş ayarlarına dönmesiyle sağlanabilir.

Tek parti dönemi CHP’sinin 1923-38 arasında neler yaptığı ve nasıl büyük başarılara imza attığı yukarıda ayrıntılı olarak açıklanmıştı.

Kemalizm; 1938’de yaşama veda eden bir kişiye gösterilen sevgi ve saygı biçiminde değil, temeli akılcılık olan sosyal, politik ve ekonomik bir dünya görüşüdür. Kemalizm, bilimin ve aklın ışığında sürekli kendini yenilemek ve ileriye gitmektir.

Altı Ok” ile bu sağlanmaktadır.

CHP’nin yeni hazırlayacağı programına yön vermesi gereken ana ilke kuşkusuz ki Altı Ok’tur.

  • Altı Ok’un içinde tüm evrensel değerler bulunmaktadır.

Bunun yanında temel değerler olarak tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı da mutlaka olmalıdır.

* Türkiye’nin öncelikli olduğunu düşündüğünüz 3 sorununu yazınız.
Bu sorunların çözümü için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini kısaca açıklayınız.

  • Türkiye’nin en önemli sorunu eğitimdir.

Ardından laiklik ve ekonomi gelmektedir. Eğitimin sorunlarını çözmek için ulusalcı, vatansever ve cumhuriyet devrimlerini özümsemiş kadrolara gereksinim vardır. Öncelikle her alanda ulusal eğitim yapılmalıdır. Ulusal eğitim; ulusun kendi eğitimcileri tarafından hazırlanmış, kaynakları, yöntemleri, planları, olanakları ve uygulamaları ulusal olan eğitimdir. Bütün öğretim kademelerini içine alan bilimsel, laik, demokratik ve çağdaş eğitime inananlardan oluşan bir kurul ile köklü bir eğitim reformu yapılmalıdır.

Eğitimin de sağlık hizmetleri gibi ülke genelinde mutlaka devlet tarafından ve ücretsiz sağlanması ön koşul olmalıdır. Eğitim dili resmi dildir. Ancak öğrencilerin bir ya da daha çok yabancı dil öğrenmeleri için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Eğitim sistemi sınav temelli değil, öğrenme temelli olmalı; ezbere değil, düşünmeye ve sorgulamaya dayanmalıdır. Nitelikli bir eğitim için öğrencilerin temel fen bilimleri ve matematik bilgisi yanında felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, tarih, coğrafya bilgilerine sahip olması için çalışmalar yapılmalıdır. Farkındalık ve duygusal zekânın yüksek olduğu, soyut, analitik düşünme ve sorgulama becerisinin kazandırıldığı bir yöntem gerekir. Öğrencilerin gelişimi açısından kültürel, sosyal ve spor etkinliklerine yer verilmelidir.

Laiklik, dinsel fikirlerle dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır; toplum ve devlet yaşamının akla ve bilime dayandırılmasıdır. Toplumun binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır. Din adına yapılan baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır. Laiklik, aydınlanmanın ve çağdaşlaşmanın gerekli ilkesidir. Laiklik, devletin inançlar karşısında yansızlığı, inanç özgürlüğü, farklılıklarla birlikte barış içinde bir arada yaşamanın temel güvencesi ve garantisidir. Aynı zamanda,

  • Laiklik bir yaşam biçimi ve demokrasinin olmazsa olmazıdır.
  • Bugün ülkemizde laiklik tehlikededir!

Çünkü yapılanlar hep dinci temele dayandırılmaktadır. Diyanet Akademisi’nin kurulmasından tutun, Yargıtay’ın dua ile açılmasını, türban için yasa tasarısı verilmesini, okullara imam atanmasını, laik ve bilimsel eğitim yerine dinci eğitime geçilmesini, tarikatlar ve cemaatler gibi oluşumların laikliğe karşı yapılan eylemler olduğu bilinmelidir. Laiklik, aklın sorgulamasıdır. Bu sorgulamayı yapamayanlar ya da laikliğin tehlikede olmadığını sananların, ülkemizin bugün getirildiği durumun baş sorumluları arasında olduğunu bilmeliyiz.

24 Ocak 1980 kararlarından beri ülkemiz ekonomik sorunlarla boğuşmaktadır ve ekonomik olarak büyük çöküş yaşamaktadır. AKP döneminde vatandaş borçlandı, üretici borçlandı, sanayici borçlandı. Tarım ve hayvancılık bitirildi, sanayi yok edildi, üretim çökertildi. Ulusal değerlerimiz KİT’lerin en karlı olanları özelleştirilerek, peş keş çekildi, yağmalandı.

Dış kaynak girişine dayalı, üretimi bitiren, ülkeyi borçlandıran sisteme son vermek gerekiyor. Dünya Bankası, İMF gibi kuruluşlardan kredi alımına son verilerek, yerli kaynakların kullanımına olanak sağlayacak önlemler alınmalıdır. Devlet; sanayiciye ve çiftçiye gerekli teşvikleri sağlamalıdır.

Türkiye ekonomisinin dış kaynaklara aşırı bağımlı olma sorunu ortadan kaldırılmalıdır. Türkiye’nin sahip olduğu enerji kaynakları iyi kullanılarak, enerjide dışa bağımlılık azaltılmalıdır.

Vergide adalet sağlanmalıdır. Dolaylı vergiler adaletsizliğe yol açmaktadır. Akaryakıt, iletişim, gıdadan alınan yüksek vergiler düşürülmelidir. Buna karşın yüksek kar elde eden bankalar, finansal kazançlar adil biçimde vergilendirilmelidir. Böylece toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı azalırken, doğrudan vergilerin payı artacaktır.

AKP iktidarından önce yaklaşık 100 milyar Dolar dış borcu bulunan Türkiye (AS: 130 milyar $), AKP iktidarından sonra yaklaşık 500 milyar Dolar dış borca yaklaşmıştır. Bu borcun büyük çoğunluğu “beşli ihale grubu“nun yaptığı inşaatlara harcandı. Bu grupta biriken servetin bir bölümü toplumun gereksinimleri için bir kez vergilendirilmelidir. Ayrıca bu grubun silinen vergileri, toplumun yararı için geri alınmalıdır. Kayıt dışı büyük kazançlar, “nereden buldun yasası” ile takip edilerek, vergilendirilmelidir.

Özelleştirilen Devlet Üretme Çiftlikleri vb.  kuruluşlar modernleştirilerek, yeniden kamu kuruluşu durumuna getirilmelidir. Devlet, çiftçi için yerli tohum ve gübre üretmeli, çiftçiye mazot düşük fiyattan verilmelidir. Yerli ırk hayvancılığın gelişmesi için çalışmalar yapılmalıdır. İmara açılan meralar ıslah edilerek, hayvancılığa kazandırılmalıdır.

Sanayi yatırımları belirli bir program çerçevesinde yapılmalı, yurtiçi kaynakların kullanımına özen gösterilmelidir. Gerçekten yerli ve milli olmak için ulusal sanayi desteklenmelidir.

AB ile Gümrük Birliği andlaşmasına son verilmelidir.

Türk vatandaşlarına vize koyan tüm ülkelere, karşılıklılık ilkesi gereğince vize konmalıdır. Turizmde “her şey dahil” sistemi kaldırılarak, turistlerin gittikleri yerlerde esnafla buluşmalarını sağlayacak bir sistem getirilmelidir.

Türkiye için çare, planlı kalkınmadır, karma ekonomidir ve bunlara bağlı olarak denk bütçedir. 1923-38 arasındaki başarılardan ders çıkarmak gerekir.

* CHP’nin politikalarını uygulaması ve ilkelerini yaşama geçirmesi için gereken iktidar stratejisi hakkındaki görüşlerinizi yazınız.

CHP’nin politikalarını uygulaması ve ilkelerini yaşama geçirmesi için öncelikle Atatürk ilke ve devrimlerini özümseyen kadroların parti yönetiminde olması gereklidir. Son yıllardaki savrulan CHP’nin iktidar olma şansı hiç yoktur, zaten alınan seçim yenilgileriyle de bu durum görülmektedir.

CHP’de tüm üyeler yenilenerek, delege ağalığı sistemine son verilmelidir. CHP’de parti içi demokrasi yoksa ülkeye sağlıklı bir demokrasi getirmek söz konusu olamaz. Parti içi demokrasinin ön koşullarından birisi de parti içi eğitim alan ve parti ödentilerini yerine getiren üyelerle yapılan önseçimdir. Genel başkan dahil tüm organların, milletvekillerinin, yerel yöneticilerin seçimi yargı denetiminde önseçim ile yapılmalıdır. Böylece örgütün bildiği, güvendiği nitelikli adaylar yönetim görevlerine gelir ve bu da partinin iktidara uzanmasının önünü açar.

Yeni bir parti programı, parti örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, meslek odalarına, sendikalara danışılarak hazırlanmalıdır. Buralardan alınacak görüşler değerlendirilir, yeni program biçimlenir ve Kurultayın onayına sunulur. İzlenecek bu yol için en az iki yıla gereksinim vardır. Vatandaşlardan ve üyelerden gelecek bu beş sorunun yanıtlarını birkaç ay içinde değerlendirmek olanaklı değildir. Üstelik bu yanıtları kimlerin ve nasıl değerlendireceği belli olmadığı gibi, yetkinlikleri hakkında da hiçbir bilgi yoktur.

Şimdi ortaya çıkan ve şimdiki yönetimin yaptıklarına hiç ses çıkarmayıp, ortak olan genel başkan adaylarının bu sorulara vereceği yanıtlar da merak konusudur. Çünkü ortaya çıkan adaylar, Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş olsalardı, yapılan yanlışlara tepki verilerdi.

Kemal Kılıçdaroğlu 21 Eylül 2010’da Berlin’de “Laiklik tehlikededir diyemem, çünkü altını dolduramam” derken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 10 Şubat 2012’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” sözüne hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde siyasal İslamcı birini aday olarak önerenlere hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 16 Nisan 2017 halk oylamasında mühürsüz oylarla rejim değiştirilirken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? CHP Tunceli örgütü 15 Kasım 2017’de hain (AS: biz “hain” sıfatını doğru bulmuyoruz) Seyid Rıza’yı anarken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 2022 yılında Diyanet Akademisi kurulurken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 7 Haziran 2022’de CHP grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun; “Türkiye’nin genç muhafazakâr kadınlarına bir kez daha seslenmek istiyorum. CHP eski CHP değildir. Beraberiz, birlikteyiz. Artık aynı değerleri savunuyoruz.” söylemlerine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Kemal Kılıçdaroğlu’nun verdiği türban yasası önerisi için hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Altı sağ kökenli partiyi bir araya getirip, başarı kazanılacağı söylemlerine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Genel başkanın “Helalleşme” söylemiyle tarikatlara, cemaatlere ve tüm gericilere kol kanat germesine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Danışmalarından bazılarının Fetöcü oldukları bilinmesine karşın hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 22 Temmuz 2023’te genel başkanın; “Genel başkanlık yükünü taşıyabileceğine inanacağım, CHP’nin ilkelerine bağlı, partiyi ileri götürebilecek ve geçmişi temiz birisi olsa Genel Başkanlığı yarın bırakırım” söylemine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? CHP içinde Atatürk’e dil uzatanlar, ‘TR’ kodlu ajanlar, Dersim’i katliam olarak kabul edenler (AS: bize göre kırım boyutu vardır), Seyid Rıza’nın ve Çerkes Ethem’in olmayan onurlarının (AS: Seyid Rıza bu nitelemeyi hak etmiyor) geri verilmesini isteyenler, sözde Ermeni soykırımı için özür dilenmesini isteyenler, Kürtçülük, ırkçılık, mezhepçilik, dincilik, bölücülük yapanlara, ilkesiz ve tutarsız olanlara karşı hangi genel başkan adayı tepki vermişti?

CHP’deki sorun ideolojiktir. CHP’nin ideolojisi Kemalizm’dir, yolu Altı Ok’tur. Kemalizm ileriye açık, aydınlanmacı bir ideolojidir. Mazlum ulusların, ulusal demokratik devriminin ideolojisidir.  Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir. Kemalizm ile sosyal demokrasi çok farklıdır. Emperyalizmin ideolojik ve siyasal yedek lastiği konumundaki sosyal demokrasi, ulusalcılığın aşılması gerektiğini savunmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse hem Atatürkçü, hem de sosyal demokrat olunmaz. Parti üyelerinin bunları bilmemesi belki bir ölçüde doğal karşılanabilir ancak partiyi yönetmeye istekli kadroların bunları bilmemesi aymazlıkla ve sapkınlıkla bile açıklanamaz.
***
Yıllardır CHP yönetimlerinin yanlışlarını söyledik, yazdık; genel başkanları, yöneticileri eleştirdik. Çizgimiz hep Atatürk’ten yana, hep ilke ve devrimlerinden yana olduğu için korkmadan gerçekleri haykırdık. Şimdi bu gerçekleri yeniden ve hep birlikte haykırma zamanıdır.

  • “CHP kurtarılmadan, Türkiye kurtarılamaz!”

Söyleminin içini doldurmalıyız ve bu yüzden CHP genel başkanlığı için, “Altı Ok temelinde” partimizi yönetmek için buradayız diyoruz. Parti çökmeden, güzel ülkemiz yitirilmeden ulusalcılar,

  • Kemalistler görev başına…

Azim ve Karar, 14 Ağustos 2023

Ekrem İmamoğlu ve CHP

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
31 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu başarılı bir belediye başkanıdır. İmamoğlu çalışkandır ve belediyecilik projesi geliştirmek konusunda yeteneklidir.

İmamoğlu, belediyedeki başarılarının dışında, halkla iletişimi yoğun ve etkili olan birisi olarak, cumhurbaşkanı adayı gösterilseydi, seçimleri de büyük bir olasılıkla kazanırdı.

İmamoğlu, beş yıl sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanabilecek olası adaylardan birisidir. Yüzde 50’nin üzerinde oy alınmasını gerektiren yeni sistemde, İmamoğlu, bir geçiş dönemi cumhurbaşkanı olarak, parlamenter sisteme geri dönülene dek, bir sonraki seçimde, CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak da gösterilebilir.

Ancak CHP Genel Başkanlığı ayrı bir konudur. CHP Genel Başkanlığı için ideolojik bir donanım gerekir. CHP genel başkanı olacak kişinin, CHP’nin temel ilkelerini özümsemiş ve içselleştirmiş olması gerekir. CHP genel başkanı olacak kişinin CHP’nin ilkelerine içten bir biçimde inanmış olması gerekir.

Bu konuda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da iyi bir örnek değildir.

Bu konuda örnek alınacak birileri varsa, onlar da Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Bülent Ecevit gibi liderlerdir.

  • İmamoğlu’nun CHP genel başkanı olması durumunda, Kılıçdaroğlu döneminde yaşanan CHP’nin sağa savrulması ve laikliğin unutulması süreci, hem söylem, hem eylem, hem de kadrolaşma bağlamında, kronikleşmiş bir hale dönüşecektir.
  • İmamoğlu’nun genel başkan olması durumunda, Kılıçdaroğlu döneminde olduğu gibi, partide halkçılık yerine popülizm ön plana çıkacaktır.

***
İmamoğlu’nun birinci eksiği ideolojik donanımdır.
İmamoğlu’nun ikinci eksiği de çalıştığı kadrolardır.
Değişim
isteminde bulunan İmamoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’nun en yakın kadrosuyla birlikte çalışması bir çelişkidir. İmamoğlu’nun sorunun kaynağı olan bir kadroyla değişimi gerçekleştiremeyeceği ve bu konuda inandırıcı olamayacağı açıktır.

Partinin kurumsal kimliğine ve ilkelerine sahip çıkmak ve parti içi demokrasiyi sağlamak doğrultusunda bir değişimi gerçekleştirebilmek için, hem ideolojik bir temelin, hem de ona uygun kadroların olması gerekir.

Medyaya sızan “Zoom” toplantısından da anlaşılacağı gibi, İmamoğlu’nun şu anda birlikte çalıştığı kadrolar, CHP’nin sağa savrulmasına göz yumanlardır, bu konuda yıllarca sessiz kalanlardır.
***
İmamoğlu bugüne dek Her şey güzel olacak ve “Sevgi kazanacak” gibi hiçbir ideolojik temeli olmayan söylemlerle yola çıkmıştır. İmamoğlu birkaç gün önce, kurduğu web sitesine gelen istemleri özetlerken Atatürk devrimleri, laiklik, cumhuriyet, demokrasi, kamuculuk gibi kavramlara yeni yeni değinmeye başlamıştır.

Oysa bunun için web sitesine gelen istemleri beklemeye gerek yoktu. Bunlar zaten Partinin programında ve tüzüğünde olan ilkelerdir.

  • Cumhuriyetçilik,
  • Halkçılık,
  • Devletçilik,
  • Laiklik,
  • Milliyetçilik,
  • Devrimcilik,

Sosyal demokrasi (AS: biz bu ilkeyi asla benimsemiyoruz..), demokratik solculuk Partinin kurultay tarafından onaylanmış kurumsal ilkeleridir ve her üye bunlara uymakla yükümlüdür.

Bu konuda, hem İmamoğlu’ndan hem de Kılıçdaroğlu’ndan farklı olarak, tutarlı bir biçimde ilerleyen tek hareket, “CHP İlke ve Demokrasi Hareketidir. Bu Hareket ilkelerini, amacını ve ideolojisini, www.chpilkedemokrasi.org adlı web sitesinde, geçtiğimiz günlerde duyurmaya başlamıştır.
***
İmamoğlu açısından bir başka zorluk da, İstanbul Belediye Başkanlığı’dır.

İmamoğlu’nun CHP Genel Başkanlığı adaylığı, İstanbul Belediyesi’nin AKP’nin eline geçmesine yol açabileceği için, buna neden olan birisinin CHP’de kurultayı kazanması oldukça zordur.

Değişimi hedefleyenlerin yanlış yerlerde zaman yitirmemelerinde büyük yarar vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Kişi ve ilke17 Temmuz 2023

YÜKSELİŞ DE ÇÖKÜŞ DE EKONOMİKTİR!

ATILIM ÜNİVERSİTESİ - Maliye - Akademik PersonelProf. Dr. DURAN BÜLBÜL
Maliye Uzmanı
22 Haziran 2022 (13 ay önce!)

Kurtuluş Savaşı yıllarında buğday üretimimiz, gereksinimi karşılamıyordu. Şekeri de ithal ediyorduk.
Ulusal sanayimiz yoktu. İzleyen yıllarda, kısa sürede buğday üretimi artırılıp dışsatım (ihracat) yapar düzeye çıkarıldı. Kurulan şeker fabrikalarıyla şeker gereksinimi karşılandı.
Kısa sürede sanayileşme ve kalkınmada dünyaya örnek olduk.

  • Dışa bağımlılık bitirildi.
  •  Türkiye’nin kendi kendine yeten bir ülke olduğu,ders kitaplarında yaygındı.

Atatürk sonrasında ise Türkiye yeniden dışa bağımlı duruma geldi.

Tahıl ambarı olan ülkemiz, buğday dışalımı yapar (ithal eder) oldu.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi sonucu önemli ölçüde dışa bağımlı olundu.

1. Dünya Paylaşım Savaşı bitiminde Avrupa ülkeleri çok ağır ekonomik bunalımlar yaşıyordu.

Tarihe “Büyük Bunalım” olarak geçen bu dönemde (1929 sonrası yıllar) fiyat artışları İngiltere’de % 242, Fransa’da % 357 / yıl idi.

Ancak, dünya savaşından çıkan bu ülkelerde görülen orandan çok daha azgın enflasyon, son dört ayda (2022’nin ilk yarısı, geçen yıl) Türkiye’de görüldü.

AKP iktidara geldiğinde 1 $ = 1.60 TL iken bugün 10 katını aştı, 17.30 TL oldu.
(AS: 20 Temmuz 2023’te, %56 devalüasyonla 1 $=27 TL oldu!!!)

Bu dönemde TCMB rezervleri eritildi, eksi rezervlere düştü.
(AS: 2023 ortası, eksi 70 milyar $!)

YÜKSELİŞ DE ÇÖKÜŞ DE EKONOMİKTİR!

Anımsayalım, 1929-35 döneminde dünyada sanayi üretimi artış hızı %19 iken Türkiye’de %96 olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün yoktan var ettiği Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın saygın ülkelerinden biri, dünyanın 11. büyük ekonomisidir.

AKP döneminde, özellikle son yıllarda Türkiye ekonomisi saygınlığını, güvenilirliğini yitirerek ekonomik büyüklük olarak (toplam ulusal gelir, GSMH) 16. sıradan 22. sıraya gerilemiştir. (AS: G20’den düştük gerçekte!)

Ekonomi, var oluş veya yok oluş nedenidir, kısaca her şeydir.

Yaşamak ve mutlu olmak için gerekenlerin tamamıdır neredeyse.

Tarım, ticaret, hizmet, sanayi, istihdam, sağlık.. demektir.

Türkiye’de 1931’de, ilk kalkınma planı hazırlığı başlamış, 1933’te tamamlanarak 1. Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanmıştır.

Bu kapsamda 1933-38 arasında 20 fabrika kurulmuştur. Bunlar öz kaynaklarla, dış borç alınmadan yapılmıştır.

  • AKP döneminde ise Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan bu fabrikalar tümüyle özelleştirilmiş, yok edilmiştir.

Bugünkü ekonomik bunalımın (krizin) bir nedeni de (yanlış) özelleştirme politikalarıdır.

DENK BÜTÇE

1923-38 yıllarında (1925 dışında) hazırlanan bütçeler fazla vermiştir.

1925’te bütçenin açık vermesinin nedeni çiftçiye, köylüye zulmeden Osmanlı mültezimleri eliyle toplanan, tarımsal üretimin artışına engel olan, yoksul köylünün belini büken Aşar (Ondalık, Öşür) Vergisinin kaldırılmasıdır.

Bu vergi dolaysız vergilerin % 48’ini, kamu gelirlerinin toplam % 28.6’sını oluşturuyordu. Bütçede böylesine yüksek oranlı bir gelir olsa bile, Atatürk bu vergiyi kaldırmıştır.

Günümüzde ise bütçe gelirlerinin binde 3’ünü oluşturan vergiler kaldırılmamaktadır. Oysa çiftçiyi korumak, ulusal tarım üretimini desteklemek için böyle bir karar alınsa, çiftçi mazotu % 42 daha ucuz edinecektir.

Atatürk döneminde Türkiye ortalama yılda % 10’a yakın büyürken, CHP’nin tek başına iktidar olduğu 1923-50 döneminde ortalama %8.1 büyümüştür.

AKP iktidarında 2003-2022 arasında ortalama yıllık büyüme hızı %4’tür.

Ekonomide çıkış için, 1923-50 dönemi CHP’nin kalkınma iktisadı politikalarının yaşama geçirilmesi gerekir.

Bu dönemde CHP, denk bütçe politikasını parti programına almış, aynen uygulamış ve Türkiye ne bütçe açığı ne dış ticaret açığı vermiştir.

Çözüm gene ATATÜRK’te, Kemalizm’de!

Manevi liderimiz Atatürk’tür

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com

15 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Ülkelerin kurucuları, kurtarıcıları, büyük yöneticileri vardır. Yaşamda oldukları sürede onlara lider denir. Yaşamdan ayrıldıktan sonra manevi lidere dönüşürler.

Bu kez anılarıyla, fikirleriyle, yol gösterici örnek davranışlarıyla gelecek kuşakların yolunu aydınlatırlar.

Ülkemizin manevi lideri Mustafa Kemal Atatürktür.

Çünkü ölümü değil yaşamı yüceltmiştir.

Sadece fikirleriyle ve eylemleriyle değil yaşamıyla da giyim kuşamıyla dans ederken, yüzerken, yiyip içerken, çocuk severken, çocukça eğlenirken ve okuduğu binlerce kitapla, hayatın nasıl yaşanmaya değer olacağını bilinçli olarak örneklemiş, yurttaşlarına göstermiştir.

Manevi lider olan yazarlar, sanatçıları düşün insanları da vardır.

Sevdiğim, tanıdığım, hayranlık duyduğum bu kişiler arasında da bence manevi liderimiz olmaya en yakışanı, fikirlerinin yanı sıra son nefesine kadar bu ülkenin insanları mutlu olsun diye canını dişine takarcasına çalışıp üreten, gözü pek öncü eylemleriyle örnek olan, yokluğunu en büyük özlemle duyumsadığım Aziz Nesin’dir.
***
Benim için manevi lider, ister siyasal yönetici, ister yazar ya da herhangi bir başka düşünür olsun, yaşamın nasıl daha yaşanılır olabileceğini, nasıl daha adil ve yaşanılır bir dünyaya ulaşılabileceğini anlatan, tartışan, düşüncelerinin yanı sıra eylemleriyle de örnekleyen kişidir.

Bir din adamından manevi lider, hele bir ülkenin manevi lideri olabilir mi?

Dinler, yapıları gereği, inanç sistemleridir. Değişime kapalıdırlar.

Din adamları, mensup oldukları dinin değişmez kurallarını öğretmek ve yaygınlaştırmakla görevlidirler.

Her dinin kuşkusuz yaşama dönük ahlak kuralları vardır.

Bunlar genellikle birbirinden türemiş ahlaki, insani öğütlerdir.

Fakat dinler aynı zamanda ve genellikle sabretmeyi, bir başka yaşama hazırlanmayı da öğütlerler.

Bir din adamı, kendisiyle tutarlıysa bu iki ödevi birbirinden ayıramaz.

Ayıracak olursa, salt bu dünyaya ilişkin ahlak kurallarını öğütlemekle sınırlı kalırsa din adamı vasfını kaybeder (niteliğini yitirir). Zaten sadece bununla da manevi lider olunamaz.

Birisi bir din adamı için “Manevi liderim, manevi liderimiz” diyorsa, onu bu dünyasıyla, öteki dünyasıyla düşünerek söylemektedir.

Herkes kişisel olarak kendine manevi lider seçme hakkına sahiptir.

Fakat hiç kimse bir din adamını ülkesinin manevi lideri ilan edemez.

Öteki dünyacılık, ahiretçilik, İslamdan çok önce de bilinen bir kavramdır. Bir inanç konusudur. İnanır ya da inanmazsınız. Fakat dünya görüşünün temelini ister istemez “ahret” oluşturan, öğütleri ister istemez bu inanç ya da kavramda temellenecek kişi, yaşadığımız dünyada bir ülkenin manevi lideri olarak ilan edilemez.

Türkiye’nin manevi liderleri, en başta ve tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, yaşamları pahasına bu ülke insanının çağdaş, adil bir yaşama ulaşması, Türkiye’nin dünya ülkeleri arasında seçkin bir yere sahip olması, Türkçemizin dünya dilleri arasında kendine yaraşır bir güzellikle ışıldaması için yeteneklerini ve bütün ömürlerini sevgiyle, özveriyle, hiçbir ödül ve unvan beklemeksizin sunanlardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

RTÜK sansür kurulu12 Temmuz 2023

Hacettepe Tıp Fakültesini birincilikle bitiren Dr. Can ZEYNELOĞLU’nun konuşması

Hacettepe Tıp Fakültesini
birincilikle bitiren, gururumuz…

Dr. Can Zeyneloğlu’nun bitirme
(mezuniyet) konuşması – 2023

Sayın rektörüm, sayın rektör yardımcılarım, sayın dekanım, sayın dekan yardımcılarım, sayın hocalarım, sevgili arkadaşlarım ve saygıdeğer ailelerimiz, hepiniz 2023 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezuniyet törenine hoş geldiniz.

Öncelikle, Maraş merkezli depremlerde hayatını kaybeden (yaşamını yitiren) vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, yakınlarına sabır ve baş sağlığı diliyorum. Etkilenen tüm vatandaşlarımıza da geçmiş olsun demek istiyorum.

Bu gün, uzun ve zorlu bir serüvenin sonuna gelmiş olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. 6 sene (yıl) önce M salonunda beyaz önlük giyme töreni ile başlayan tıp fakültesi yolculuğumuz, bu gün artık o önlüklerin içini doldurmamız ile son buluyor. Bu kutsal tıp eğitimini Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Hacettepe’de almanın gururunu hissediyoruz.. Hacettepe kimi zaman bizi mutlu etti ve iyi ki Hacettepe dedirtti. Kimi zaman ise üzdü, saygı duyulmadığımızı ve istenmediğimizi hissettirdi. Fakat iyisiyle ve kötüsüyle Hacettepe bizim evimiz oldu.

İlk amfi dersimize girmenin, ilk anatomi laboratuvarının, hastaneye ilk defa (kez) beyaz önlükle girmenin, ilk defa (kez) bir hastanın sorumluluğunu almanın heyecanını (coşkusunu) burada yaşadık.

Başta Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e,

sonra da bizim iyi hekimler olabilmemiz için imkanları dahilinde (olanakları içinde) ellerinden geleni yapan fakültemize ve kurucumuz merhum İhsan Doğramacı‘ya teşekkür etmek isterim.
Bizler için çabalayan, gecesini gündüzüne katan, öğrencisini seven ve sayan, pandemi – uzaktan eğitim demeden bilim ve öğretme aşkı ile bizlere katkı sağlamaya çalışan, Hacettepe’yi Hacettepe yapan, Hacettepe’nin Hacettepe kalması için uğraşan, alanlarında uzman saygıdeğer hocalarımıza şükran ve minnetlerimizi sunmayı kendim ve dönem arkadaşlarım adına borç bilirim.

Sizden doktorluk (bilim ve) sanatına dair (ilişkin) bizlere meslek hayatımız (yaşamımız) boyunca Hacettepeli olmanın ayrıcalığını hissettirecek (duyumsatacak) pek çok bilgi edindik. Üzerimizde emeğiniz çok büyüktür, teşekkür ederiz.

Ben, 35 sene (yıl) önce buradan mezun olan babamın, 28 sene (yıl) önce buradan mezun olan annemin, 14 yıl önce bu fakülteden emekli olan dedemin ve anneannemin izinden, çok büyük umutlarla ülkemizin en köklü ve en prestijli (saygın) tıp fakültelerinden birinde okuyacak olmanın heyecanını hissederek (coşkusunu duyumsayarak) bu fakülteye başladım.

Mottosu “HEP DAHA İLERİYE, EN İYİYE!” olan okulumuzun, bu vaatlerinin maalesef sözde kaldığının zamanla farkına vardık.

İlk yıllarımızda fakültemizin fiziksel yetersizliklerini hissetmeye başladık. Ders çalışmak için okul içinde veya kütüphanede çalışacak yer aradığımızda, boş yer bulamadık. Anatomi laboratuvarlarında “15-20 yıllık, her yeri un ufak olmuş” kadavraların başında, onlarca öğrenci bir şeyler görmeye, öğrenmeye çalıştık. Hasta görecek ve öğrendiğimiz bilgileri klinikte kullanacak olmanın heyecanıyla ilk 3 yılı tamamladık.

Klinik öncesi yıllarımızdan sonra hastaneye ilk kez ‘ stajyer de olsak’’ doktor olarak gireceğimiz yıl, COVID-19 pandemisi (salgını) patlak verdi.

Hastaneye stajyer olarak geldiğimiz yarım dönemde hocalarımızla yeterince hasta başı ders yapamamış olmanın ve hocalarımızın deneyimlerinden tam olarak yararlanamamış olmanın burukluğu ile tamamladık Dönem 4’ü.

Dönem 5’te ise yüz yüze olmasına rağmen (karşın) maalesef dersler aksamaya başladı. Bazı (kimi) hocalarımızı, danışmak, sorularımızı sormak için yerlerinde bulamadık. Bazılarını ise bulduk ama bulduğumuzda ya baştan savıldık ya da kapıdan çevrildik. Bu şekilde davranmayı seçmeyen, bizim için özveriyle çalışan, bizlerle ders işleyen, sohbet eden, bizleri hep daha iyiye en ileriye götürmek için uğraşan tüm saygıdeğer hocalarımıza tekrar bizlere akademisyenliğin nasıl yapılması gerektiğini öğrettikleri için huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum.

Ve geldi çattı, herkesin hem heyecanla hem de korkuyla beklediği o meşhur sene (ünlü yıl) : İntörnlük. Hasta sorumluluğu almaya başlayacağımız yıldı bu yıl. Hastanenin birçok bölümünde başta maddi olanaksızlıkların yarattığı personel eksikliği ve altyapı yetersizliği nedeniyle, hocalarımızdan edinebileceğimiz son damla bilgilerin peşinde koşacağımıza, randevu peşinde koştuk. Hekimlik sanatının inceliklerini öğrenmek umuduyla başladığımız intörnlüğü, hastanemizin personel açığını doldurmuş olarak tamamladık. Kendimizi akademik olarak geliştirmekten çok laboratuvara kan tüpü taşımayı, saatlerce hastalar için randevu almaya çalışmayı, muayene etmediğimiz hastaların istemlerini yapmayı ve en çok da dişimizi sıkmayı öğrendiğimiz bir yıl oldu.

Ama iyisiyle kötüsüyle bu yılı da geride bıraktık ve tıp doktoru ünvanını (sanını) almaya hak kazandık.

Tarih boyunca kutsal olmuş bu ünvana (sana) olan sevgi ve saygı maalesef giderek azalmaktadır. Bunun en büyük göstergesi gün geçtikçe artan sağlıkta şiddet olaylarıdır.

Doktor dövmek en büyük hakkım diye övünen,
doktora şiddeti normalleştiren bu zihniyete karşı yaptırımların artmasını ve yargının görevini yerine getirilmesini diliyorum.

Sevgili arkadaşlar, bu “gerici ve karanlık” zihniyet ile bilimin ve
Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerinin ışığında biz savaşacağız,
yılmadan, yorulmadan, dünyanın neresinde olursak olalım,
bu ilkelerin ve bilimin ışığının bu topraklarda sönmesine izin vermeyeceğiz.

Bizlerin ve öbür meslektaşlarımızın ağır iş yükü altında ezilmememiz ve hastalarımızın aldığı hizmetin verimini artırabilmemiz için sağlık sisteminde yeni düzenlemeler yapılması gerektiğini burada yeniden vurgulamak istiyorum. Her hasta için yalnızca 5 dakika ayıran bir sistem ile ne doktor gönlü rahat bir şekilde hastasını tedavi edebilir ne de hasta aldığı hizmetten memnun kalabilir.

Sevgili ailelerimiz, bu başarı bizim olduğu kadar sizlerindir. Her birinize ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. Benim de bugünlere gelmemde çok büyük emeği olan aileme sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bana özverili çalışmanın, çalışma aşkının ve iş ahlakının ne demek olduğunu gösteren anneme, her zaman bana yol gösteren ve örnek olan babama, bana her zaman destek olan kardeşime, bana bilim insanı ve akademisyen olmanın ne demek olduğunu öğreten anneannem Prof. Dr. Ayşın Bakkaloğlu’na, ve bana başta insan sevgisi ve vefa olmak üzere sayamayacağım kadar değer katan dedem Prof. Dr. Mehmet Bakkaloğlu’na teşekkür etmek istiyorum.

Fakülte boyunca yanımda olan, iyi ve zor zamanları birlikte geçirdiğimiz, birlikte eğlenip, birlikte üzüldüğümüz arkadaşlarıma da teşekkür etmek istiyorum.

Bana fakülte sürecinde kapısını açan, yardımcı olan ve yol göstericilik yapan tüm hocalarıma da minnetlerimi sunuyorum.

Bu yılımı güzel anımsamama neden olacak İntern Gurubum “Gurup 5’e” de ayrıca teşekkür ediyorum.

Pandemide yitirdiğimiz tüm sağlık çalışanlarını rahmetle anıyor, pandemi boyunca hastaları için emek veren başta asistan abi ve ablalarımız olmak üzere tüm sağlık çalışanlarına teşekkür ediyoruz. Tıp fakültesi sürecinde yitirdiğimiz sayın hocalarımız emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Fevzi Sargon’u, Prof. Dr. Bülent Tırnaksız’ı ve Prof. Dr. Kadriye Yurdakök’ü saygı ve rahmetle anıyorum.

Ve son olarak;

  • Ülkemizin bu günlere gelmesinin en büyük mimarı olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve ülkemizin bağımsızlığı için şehit düşmüş tüm askerlerimizi rahmet ve saygıyla anıyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Konuşmamı, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözüyle tamamlamak istiyorum:

“Gençler, cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz.
Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin,
vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Eyy yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz.
Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”

KAMUSAL ALANDA KILIK ve ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

Lütfü  KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti kurullarının kararı olmadan birdenbire ortaya attığı “Türban Yasası Teklifi” herkesi şaşırttı. AKP lideri RTE, bu açıklamanın üzerine balıklama atladı ve “gollük pas” olarak değerlendirdi, gollük pası Anayasa Değişikliği Yasa Tasarısına dönüştürdü. Dahası bu tasarıyı Meclis’ten geçirebilmek için HDP ile görüşmeyi bile “göze aldı”. Bu kez CHP haklı olarak kılık düzenlemesinin Anayasa maddesi olmaması gerektiğini söylese bile kaldırdığı taşın altında kaldı.

Böyle bir konuyu tartışırken öncelikle bir BÜYÜK YALANI sonlandırmak gerekiyor. Cumhuriyet tarihinde hiçbir dönemde devlet, kendisine başvuran bir yurttaşın işini yaparken yurttaşın kılığından dolayı ona engel getirmemiştir. Tartışma, kamu adına iş gören, yani devleti temsil eden kişinin kılığı ile ilgilidir ki burada kılık derken olayın özünün yakın geçmişe dek giyim kuşam geleneğinde bulunmayan TÜRBAN olduğunu söylemek gerekir.

Kamu adına hizmet veren görevlilerden asker, polis, bekçi, jandarma, belediye zabıtası, hemşire, ormancı, korucu dışındaki kişilerin temsil ettikleri devlet adına bir otorite sağlamalarının adıdır kamusal kılık. Bir devlet dairesine girdiğinizde kiminle muhatap olacağınızı seçme kolaylığıdır her şeyden önce. Bir hastaneye gittiğimizde kimin hekim, kimin hemşire, kimin hasta yakını, kimin güvenlik görevlisi olduğunu nasıl anlayacağız? Okullarda öğrenci kılığının serbest bırakılmasının ardından “özgürlük” adına (için) öğretmen ve okul yöneticilerinin de kılıklarının serbest bırakılması tam bir kargaşa yarattı ve bir karış sakallı öğretmenden, kara çarşaflısına,  şalvarlısına dek her tür yakışıksız kılıkları eğitim için gönderdiğimiz yavrularımızın okullarımızda görür olduk.

Kamu çalışanlarının kılıklarının henüz devlet terbiyesine uygun olmasının zorunlu olduğu dönemlerde kimi kadın öğretmenlerin ders zili çalmadan önce bahçede türban ile dolaşmaları o yıllarda buna göz yuman sözde okul yöneticileri tarafından “o gördükleriniz öğretmen değil öğrenci velisi” aldatmacası yaptıklarını çok iyi anımsıyoruz. Türban da benzeri yöntemle bir oldu-bitti biçiminde kamusal düzenin içine yerleştirildikten sonra TBMM’de görüldü ve kabullenildi.

OSMANLI’DA NASILDI?

Altı yüz yıl yaşayan Osmanlı Devletinde kılık kıyafet düzenlemesi var mıydı ve nasıldı? Osmanlı Devleti’nin kurucusu adını aldığı Osman Gazi olarak bilinse de devletin esas kurucusu Orhan Bey’dir. Devletin gerçek simgesi olan düzenli ordu ve sikke (devlet adına para) Orhan Bey ile başlar. Osman Gazi’nin oğullarından Alââddin Bey yaşça büyük olmasına karşın bir çeşit rıza ile, kurulmakta olan devletin başına kardeşi Orhan Bey geçer. Alââddin Bey Vezir olur. Alââddin Beye Bursa’nın batısında bulunan Kite bölgesi yurt olarak verilir ve burası yakın zamana dek Alââddin Bey Köyü (şimdi Büyükşehirin mahallesi) olarak anılır. Kendisi Bursa’nın kurulu olduğu Tophane semtindeki Hisar içinin batısında, Cilimboz vadisine bakan Alââddin mahallesinde oturur. Burada kendi adına bir Cami yaptırılır. (Bu dizelerin yazarı, Hisar’daki Alââddin Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır).

Alââddin bey vezir olarak devleti örgütlemeye koyulur. Askeri sivilden ayırmak için özel giysi (kıyafet) giymelerini sağlar. Beyaz bir külah giyilir. Bu aynı zamanda askerin şerefini de simgeler.. İlk sikke (para) bastırılır. Devlet bürokrasisinin temelini oluşturan Enderun Mektebi‘nin ve devşirme askerlerin başlangıcı, sürekli ordunun temeli Yeniçeri Ocağı oluşturulur. Savaş zamanı devreye giren Sipahilerin temeli de bu sırada atılır. Bütün bu görevlilerin kılık kıyafeti belirlenir. Vezirlerin, askeri komutanların, Enderun’dakilerin derecelerine göre sarıkları ayrı ayrı belirlenir. Alââddin bey bu yapılanmayı Çandarlı Kara Halil Paşa ile birlikte yapar. Kara Halil Paşa, Osmangazi’nin kayınpederi Edebali’nin bacanağı olur. Devlet görevlileri böylece, halktan insanlarla kılıkları ile ayrılmış olur.

Aynı yapılanmayı, bizim Deli Petro dediğimiz Rus imparatorluğunun örgütleyicisi Büyük Petro da yapar. Öbür ülkelerde de düzenlenmiş kılık, kamusal simge durumuna getirilmiştir. Kıravatın bulucusu Hırvatlar, XIV. Lui döneminde Fransa’da paralı askerlik yaparlarken kendilerini öbür askerlerden ayırmak için kıravat takarlardı. Mustafa Kemal Atatürk de Cumhuriyet’i kurarken 1925 yılından başlayarak salt kamusal görevlerdekilerin kılıklarını düzeltmeye yönelik değil, halkın da düzgün bir kılıkla dolaşması için yoğun bir çabaya girişti ve kendisi bir rol modeli oluşturdu. Bu modeli oluştururken folklorik bir kılık oluşturma çabasına girişseydi, yüzlerce yerleşim yerindeki farklı kılıklar yine birlik oluşturamayacaktı. Erkeklerde de kravatı simgelerden biri haline getirdi.

Cumhuriyet devrimlerine saldırılar sistemli duruma gelmeden önce Atatürk’e ve devrimlerine cepheden saldıramayanlar, kılık – kıyafet devrimlerine karşı saldırıya geçti. TBMM İçtüzüğünde “Meclis toplantılarına kıravatla girilir” hükmünü akılları sıra delmek isteyen ve artık adları unutulmuş 2 milletvekili, farklı zaman aralıklarında kıravatı boynuna değil bellerine bağlayarak oturumlara katılmayı denediler. Zaman içinde tutucu partiler bile kıravata alışmışken, bu kez halkçılığın kıravatı atmaktan geçtiğini sanan bir genel başkan adayı, Atatürk’ün partisine Genel Başkan adayı olduğu kurultayda kravatı attı ama sırtına geçirdiği gömleğin fiyatının o günkü bir aylık asgari ücretten pahalı olduğunu unuttu. Cumhuriyet devrimlerine en ağır saldırıların başladığı 12 Eylül faşist darbesinin ürünü Turgut Özal plaj şortu ve şıpıdık terlik ile askeri birlik denetlemeye kalktığında, tören kıtasına komuta eden subayın, birliğine “geriye dön, marş!” komutu vermeyip selam durması, bu yoldaki adımları hızlandırdı ve bugünlere geldik.

TÜRBAN BİR ÖZGÜRLÜK DEĞİL ESARET (TUTSAKLIK) SİMGESİDİR

Gelelim konunun çıkış noktası olan türban sorununa. Kutsal kitap yorumcuları bu konuda net bir ayet gösteremeseler bile, türban savunucuları kadınların saçının başkaları tarafından görülmesinin dince yasak, günah olduğunu söylüyorlar. Buradan hareketle de türban takma “özgürlüğünü” yıllarca ısrarla savundular ve oldukça önemli yol aldılar. İnsan aklı ile alay ederek, dinsel bir yasağa uyma “özgürlüğü” mücadelesi verirken, kadınların diledikleri gibi giyinme özgürlüğünü neredeyse ellerinden aldılar. Hiç kimse bu özgürlük ve yasak çelişmesi (paradoksu) üzerinde yeterince durmadı.
(AS: İlahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz; “Başörtüsü Fetvaları tümüyle düzmecedir!“)

Her şeye karşın kadınlarımız  çalışma yaşamında ve özellikle kamusal alanda büyük ilerleme ve kazanımlar elde ettiler. Tarihin tekerleğinin ilerlemesinde geçici duraksamalar olsa da, kadınlarımız yaşamın her alanında yeniden yer alacaklar ve gelecek kuşakların yetiştiricileri olarak kendilerinin önünü açan Cumhuriyet devrimlerine sahip çıkacaklardır.

Çocuklara Kuran kursu!…

Erdal Atabek
Erdal Atabek
erdalatak@gmail.com
10 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Daha önce de küçük çocuklara (4-6 yaşlarda) Kuran kursu olarak din eğitimi verilmesi konusunu açıklamıştık.

Çocukların henüz soyut kavramları değerlendirecek zihinsel gelişim çağına gelmeden yapılacak inanç eğitiminin “telkin” olacağını belirmiştik.

Diyanet İşleri Başkanlığı bu yaz aylarında da küçük çocuklara ve ilkokul çağı çocuklarına “Kuran kursu” açılacağını duyurdu.

Başkanlık bu yıl 3.5 milyon çocuğun bu eğitimi alacağını, ailelerin çocuklarını bu eğitime katılmaları için teşvik etmelerini istedi.

DİN KÖKENLİ EĞİTİM

Atatürk Türkiye’si, 1923 yılında Cumhuriyetin ilan edilişinden beri en önemli konuyu “laik eğitim olarak görmüştür.

Mustafa Kemal Atatürk cehaletle savaş olarak tanımladığı durumu değiştirmeyi devrimlerinin güvencesi olarak görmüştür ki yerden göğe dek haklıdır.

Sinan Meydan’ın gazetemizde çıkan yazılarını dikkatle okuyunuz.

3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası da bu amacı sağlamaya yöneliktir.

  • Laik okul eğitimi ile medrese eğitimi birlikte olamazdı.
  • Türkiye Cumhuriyeti ancak laik okul eğitimi ile çağdaş uygarlık dünyasının bir üyesi olabilirdi.

Medrese eğitiminin arkasında duran tarikatlar da cemaatler de kapatılınca konu çözümlenmiş olarak kabul edildi.

HALİFELİĞE UZANAN ZİNCİR

Aslında “medrese eğitimi” gibi görünen konu, arkasındaki tarikatlar ve cemaatlere uzanır.

Günümüzde de açılan medreselerin arkasında tarikatlar ve cemaatler vardır. Eğitimde iş o duruma gelmiştir ki milli eğitim bakanları eğitim kurumlarına yerleştirilen din adamları konusuna “benim yetkimin dışında” diyebilmektedir.

Eğitimin dinselleştirilmesi, siyasal iktidarın tarikatlar ve cemaatlerle organik bağlantılarının sonucudur.

Tarikatların ve cemaatlerin varlıklarını sürdürmeleri de halifelik konusuyla yakından ilgilidir.

  • Bugün anayasa gereği seçilmiş olan cumhurbaşkanı, tarikatlar ve cemaatler için “halife”dir.
  • Görünürde demokratik bir seçimle işbaşına gelmiş olan Recep Tayyip Erdoğan, kendi kesiminin gözünde kutsallaştırılmıştır.
  • Bu nedenle de seçimlerde desteklenmesi dinsel bir görev olarak bu kesimden beklenmektedir.
  • Bu nedenle de dünya yaşamındaki sıkıntılar, hayat pahalılığı, yoksulluk, işsizlik vb. sorunlar seçimlerde etkili olmamaktadır.

MUHALEFET NE YAPIYOR?

Atatürk Cumhuriyeti’nin temelleri oyulurken muhalefetin ne yaptığını sormak en başta gelen hakkımızdır.

Eğitimin böylesine dinselleştirilmesi konusunda ne düşünüyor, ne yapıyorsunuz?

Çocuklara yapılan din eğitimi konusunda tutumunuz nedir?

Tarikatlar ve cemaatler konusunda ne düşünüyorsunuz, iktidara gelirseniz ne yapacaksınız?

Açılan medreseler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Din eğitimi kimlere, nasıl, nerede yapılmalıdır?

Arapçanın yaygınlaştırılma çabalarını nasıl karşılıyorsunuz?

Kuran’ın Türkçeye çevrilişi sizce de yanlış mıdır?

Cumhuriyet Halk Partisi bu sorularımızı yanıtlamalıdır.

Kemal Kılıçdaroğlu bu sorularımızı yanıtlamalıdır.

Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel bu sorularımızı yanıtlamalıdır.

Değişim değişim derken ne demek istendiği somut konular üzerinden açıklanmalıdır.

İYİ Parti de bu soruları yanıtlamalıdır.

DEVA Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, eğer kendilerini muhalefet partisi olarak görüyorlarsa bu soruları yanıtlamaları zorunludur.

LAİK CUMHURİYETÇİLERİN GÖREVİ

Siz kendinizi laik Cumhuriyetçi olarak görüyorsanız;

Göreviniz Atatürk devrimlerine ödünsüz sahip çıkmaktır.

Cumhuriyetçiliğe, 

Laikliğe,

Dil Devrimi’ne,

Kadın-erkek eşitliğine,

Mülteci akını bir ABD projesidir

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com
24 Mayıs 2023, Cumhuriyet

 

Yurdumuza başta Suriye olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden, Afganistan’dan mülteci akınının bir ABD emperyalizmi projesi olduğunu düşünüyorum.

Batı ülkeleri yönetimleri de bu projeyi destekliyor ya da umursamıyorlar.

Hepsinin ortak yanı Türkiye ve Türk düşmanlığıdır.

İngiltere’nin Türk düşmanı başbakanı Lloyd George, “Türkler Avrupa’nın Kızılderilileridir, Avrupa’dan kovulmalıdırlar” demiş, fakat bu “Kızılderililer” o dönemin baş emperyalisti İngiltere’nin desteğindeki Yunan ordusunu bozguna uğratınca Yunan Başbakanı Venizelos’la birlikte bu ırkçı sözün sahibi de koltuğunu kaybetmişti.

Lloyd George adında özdeşleşen düşmanlık daha sonraki baş emperyalist Amerika Birleşik Devletleri’nin “Uygarlıklar Çatışması” teziyle hortlamış oldu. (AS: Prof. Samuel Huntington’a bu adla kitap yazdırıldı. Neden “Uygarlıklar Barışı” tema olarak seçilmedi NATO/ABD tarafından?? )

Aslında hortlamadı, hep vardı.

Batı, Osmanlı’yı hiçbir zaman kendinden saymamış, başkası olarak, düşman olarak, hasım olarak görmüştür.

Türk düşmanlığı, Türkün yabancı ve düşman oluşu, Batılının kafasında, bilinçaltında, Osmanlı’dan, belki daha da öncelerden günümüze süregelmiştir.

Batı Osmanlı’yı da Türk olarak görmüş, öyle adlandırmıştır.

Bulgaristan’ı turist olarak gezdiğinizde en sık rastladığınız sözcük “Turetskaya iga / Türk boyunduruğu”dur… Neden hiç değilse Osmanlı boyunduruğu demiyorsunuz uyarınıza verilecek yanıtları yoktur. Öyle öğretilmiş, öyle devam ediyor.

Turcofob /Türk fobisi” sözlüklerde yer alan yerleşik bir deyimdir.

Türk sözcüğünü, “Türk milleti” kavramını, çağdaş bir bilinçle, barışçı ve Aydınlanmacı bir akılla ışıldatan, dünya toplumunun, dünya milletlerinin eşit bir bileşeni olarak tarih sahnesine çıkaran kişi Mustafa Kemal Atatürk olmuştur.

Sonrasında kapıdan kovulan emperyalizm bacadan girmeyi başarmış, büyük Türkiye olmak hedefinin yerini küçük Amerika olmak uşak ruhluluğu almış ve sonunda da Huntington gibilerin sahte uygarlıklar çatışması tezleriyle Türklerin ve Türkiye’nin Batı’dan kapı dışarı edilmesi yönünde, “Sizin burada ne işiniz var, gidin Ortadoğu’da İslamın lideri olun” türünden havuç göstererek kandırma masalları, aldatma çabaları başlamıştır.

  • Bugün Türkiye’de cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişi, Büyük Ortadoğu Projesi adlı saldırgan, istilacı projenin ülkemizdeki temsilcisi olduğunu kendi ağzıyla söylemiştir.
    (AS: BOP haritası Türkiye’yi de parçalıyor, salt istilacı değil..)

Ülkeyi şirket yönetir gibi yöneteceğini söyleyen de yine kendisidir.

Vatan şirket, yurttaş müşteri değildir.

Kaldı ki Türkiye, büyük bir tarihin üstünde yükselen çağdaş ve genç bir ülke, Türk milleti de yüzlerce yıl bir arada yaşamış; aradaki çatışmalar, yaşanan acılar ne olursa olsun, tasada ve sevinçte çoğu kez birlikte olmuş bir halklar sentezinin (bireşiminin) adıdır.

Büyük Ortadoğu Projesi denilen emperyalist saldırı ve istila projesi çökerken yüzlerce, belki binlerce çocuğumuzun yaşamına mal oldu.

Şimdi bu acıların sorumluları ülke yönetimine yeniden talip (istekli) oluyor.

Sorumsuz tek adam yönetiminin devamı için milletin kasasından milyarlar harcanıyor.
Yer gök propaganda afişleriyle donatılıyor.
Şantaj, tehdit, yalan, din istismarcılığı görülmedik ölçüde azgınlaşmıştır.

Türkçe bilmeden, parayla satın aldıkları ya da bedavadan kondukları yurttaşlığın verdiği hakla bu kişiye ve çevreye oy verilmesi, tarihimizde ve herhalde bütün milletlerin tarihinde ilk kez görülen bir şeydir.

  • Demek benim çocuğumun, torunumun, çocuklarımızın, torunlarınızın yazgıları, gelecekleri; tarihimizle, bugünümüzle, kaygılarınızla, millet olma duygumuz ve bilincimizle bir ilgisi bulunmayan kişilerin oylarıyla belirlenecek, öyle mi?

Böyle bir şey kabul edilemez. Sonuçlarının yasallığı da bence tartışmalıdır, tartışılmalıdır, tartışılacaktır.

Devam edeceği de söylenen mülteci akınının bir tesadüf olmadığına; milletin niteliğini bozup değiştirmeye, Türkiye’yi Ortadoğulu yapmaya yönelik emperyalist projesin bir parçası olduğuna kuvvetle ve samimiyetle (içtenlikle) inanıyorum.

Bu projenin destekçilerine, uygulayıcılarına verilecek her oy, Türkiye’ye, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk milletine; çocuklarımızın, torunlarımızın, gelecek kuşakların mutluluğuna, ülkenin bağımsızlığına karşı verilmiş bir oy olacaktır.

Başta Orta Anadolu’nun, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kıraç topraklarının çocukları olmak üzere; dedeleri, onların da babaları ve dedeleri Çanakkale’de, Sakarya’da şehit düşmüş ailelerin bugünkü çocukları, o şehitlerin komutanlarına hakaret eden, Atatürk’ü utanmazca ve alçakça lanetleyen emperyalist yardakçılarına oy verirlerken kendi şehit atalarının hatıralarına hürmetsizlik etmiş olmayacaklar mı?

Gerçekleri görmek için ülkemiz bütünüyle bir Ortadoğu sömürgesi oluncaya kadar beklemeleri mi gerekiyor?

O zaman çok geç olmayacak mı?

Seçimden sonrası

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
24 Nisan 2023, Cumhuriyet

 

23 Nisan 1920’de, Mustafa Kemal Atatürkün öncülüğünde, Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Bu, egemenliğin padişahtan ve halifeden alınıp, halka devredilmesi doğrultusundaki ilk büyük adımdı.

  • AKP son yirmi yıl içinde, egemenliği halkın elinden alıp, kendisini padişah sanan
    AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a devretti!

14 Mayıs 2023 seçimlerinde de halk, egemenliğin yeni padişahın elinden alınıp, yine halka devredilmesi doğrultusunda, çok önemli bir adım atacak.

Ancak cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu seçimi kazanması yeterli olmayacak. Seçimlerden sonra nelerin yapılacağı, seçimlerden daha önemlidir.

Yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının, düşünceyi ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğünün, TBMM’nin yetkilerinin artırılmasının sağlanması büyük bir reformdur, ancak yeterli değildir.
***
TBMM’de din, mezhep, etnik kimlik üzerinden siyaset yapılması, halkın egemenliğiyle değil, ruhban sınıfının, dinci, mezhepçi odakların, tarikatların, cemaatlerin, etnik kimlikçi, şovenist, ırkçı odakların egemenliğiyle sonuçlanır.

Bu da ülkeleri din, mezhep, etnik kimlik üzerinden kutuplaştıran ve bölen emperyalizme hizmet eder. Emperyalizmin olduğu yerde halk egemen olamaz.

Laiklik, anayasa, vatandaşlık bilinci bu nedenle önemlidir.

  • Laiklik tüm dinlerin, mezheplerin, dünya görüşlerinin bir arada yaşamasını sağlayan bir uzlaşma modelidir.
  • Laiklik kutuplaşmayı ve bölünmeyi engellediği için, ulusal güvenliğin de güvencesidir.

Laiklik bir anayasa maddesidir ve insanların kişisel seçimine kalmış değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes laiklik ilkesine uymakla yükümlüdür. Aynı durum, siyasi partiler yasası gereği, siyasi partiler için de geçerlidir.

TBMM’deki siyasetçiler, din, mezhep, etnik kimlik temelli söylemleri ön plana çıkarmak yerine, vatandaşlık bilinciyle, anayasaya bağlı kalırlarsa, sorun çözülür.

Milletvekilleri bu nedenle, TBMM’de göreve başlarken, anayasaya bağlı kalacaklarına ilişkin, namusları ve şerefleri üzerine yemin ederler. Bu yemine bağlı kalmayan milletvekilleri, namuslarını ve şereflerini ayaklar altına alırlar.
***
Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kazanması durumunda, devletin, Cumhuriyetin ve anayasanın temel ilkeleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması şarttır.

Bu bağlamda Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Adalet Bakanlığı’nın, İçişleri Bakanlığı’nın, Milli Savunma Bakanlığı’nın ve Dışişleri Bakanlığı’nın, muhalefetin en büyük partisi olan CHP’de kalması ve laiklik ilkesini benimsemiş siyasetçilerin bakan olarak atanması çok önemlidir. Bu bakanlıkların, toplam oyu %5’i geçmeyen ve laiklik ilkesini özümseyememiş DEVA, GP ve SP’ye bırakılması, sorunların sürmesine neden olur.

Bu aynı zamanda, CHP’nin milletvekili listelerinde, yani yasama organında ortaya çıkan DEVA-GP-SP vesayetinin, yürütme organlarında da sürmesine ve temsiliyet ilkesinin ortadan kalkmasına yol açar.
***
Seçimlerden sonra CHP yönetiminin, kendi kimliğine ve ilkelerine dönecek ve parti içi demokrasiye kavuşacak biçimde yeniden yapılandırılması da gerekir. Kılıçdaroğlu, partili cumhurbaşkanına karşı olduğu için, cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda, CHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılacağını açıklamıştı.

Ancak Kılıçdaroğlu daha sonra, parlamenter sisteme geçildikten sonra genel başkanlıktan ayrılacağını söyledi. Bu da, CHP’deki olası bir değişimin ertelenmesi anlamına gelmektedir.