Etiket arşivi: Atatürk Türkiye’si

Çocuklara Kuran kursu!…

Erdal Atabek
Erdal Atabek
erdalatak@gmail.com
10 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Daha önce de küçük çocuklara (4-6 yaşlarda) Kuran kursu olarak din eğitimi verilmesi konusunu açıklamıştık.

Çocukların henüz soyut kavramları değerlendirecek zihinsel gelişim çağına gelmeden yapılacak inanç eğitiminin “telkin” olacağını belirmiştik.

Diyanet İşleri Başkanlığı bu yaz aylarında da küçük çocuklara ve ilkokul çağı çocuklarına “Kuran kursu” açılacağını duyurdu.

Başkanlık bu yıl 3.5 milyon çocuğun bu eğitimi alacağını, ailelerin çocuklarını bu eğitime katılmaları için teşvik etmelerini istedi.

DİN KÖKENLİ EĞİTİM

Atatürk Türkiye’si, 1923 yılında Cumhuriyetin ilan edilişinden beri en önemli konuyu “laik eğitim olarak görmüştür.

Mustafa Kemal Atatürk cehaletle savaş olarak tanımladığı durumu değiştirmeyi devrimlerinin güvencesi olarak görmüştür ki yerden göğe dek haklıdır.

Sinan Meydan’ın gazetemizde çıkan yazılarını dikkatle okuyunuz.

3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası da bu amacı sağlamaya yöneliktir.

  • Laik okul eğitimi ile medrese eğitimi birlikte olamazdı.
  • Türkiye Cumhuriyeti ancak laik okul eğitimi ile çağdaş uygarlık dünyasının bir üyesi olabilirdi.

Medrese eğitiminin arkasında duran tarikatlar da cemaatler de kapatılınca konu çözümlenmiş olarak kabul edildi.

HALİFELİĞE UZANAN ZİNCİR

Aslında “medrese eğitimi” gibi görünen konu, arkasındaki tarikatlar ve cemaatlere uzanır.

Günümüzde de açılan medreselerin arkasında tarikatlar ve cemaatler vardır. Eğitimde iş o duruma gelmiştir ki milli eğitim bakanları eğitim kurumlarına yerleştirilen din adamları konusuna “benim yetkimin dışında” diyebilmektedir.

Eğitimin dinselleştirilmesi, siyasal iktidarın tarikatlar ve cemaatlerle organik bağlantılarının sonucudur.

Tarikatların ve cemaatlerin varlıklarını sürdürmeleri de halifelik konusuyla yakından ilgilidir.

  • Bugün anayasa gereği seçilmiş olan cumhurbaşkanı, tarikatlar ve cemaatler için “halife”dir.
  • Görünürde demokratik bir seçimle işbaşına gelmiş olan Recep Tayyip Erdoğan, kendi kesiminin gözünde kutsallaştırılmıştır.
  • Bu nedenle de seçimlerde desteklenmesi dinsel bir görev olarak bu kesimden beklenmektedir.
  • Bu nedenle de dünya yaşamındaki sıkıntılar, hayat pahalılığı, yoksulluk, işsizlik vb. sorunlar seçimlerde etkili olmamaktadır.

MUHALEFET NE YAPIYOR?

Atatürk Cumhuriyeti’nin temelleri oyulurken muhalefetin ne yaptığını sormak en başta gelen hakkımızdır.

Eğitimin böylesine dinselleştirilmesi konusunda ne düşünüyor, ne yapıyorsunuz?

Çocuklara yapılan din eğitimi konusunda tutumunuz nedir?

Tarikatlar ve cemaatler konusunda ne düşünüyorsunuz, iktidara gelirseniz ne yapacaksınız?

Açılan medreseler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Din eğitimi kimlere, nasıl, nerede yapılmalıdır?

Arapçanın yaygınlaştırılma çabalarını nasıl karşılıyorsunuz?

Kuran’ın Türkçeye çevrilişi sizce de yanlış mıdır?

Cumhuriyet Halk Partisi bu sorularımızı yanıtlamalıdır.

Kemal Kılıçdaroğlu bu sorularımızı yanıtlamalıdır.

Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel bu sorularımızı yanıtlamalıdır.

Değişim değişim derken ne demek istendiği somut konular üzerinden açıklanmalıdır.

İYİ Parti de bu soruları yanıtlamalıdır.

DEVA Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, eğer kendilerini muhalefet partisi olarak görüyorlarsa bu soruları yanıtlamaları zorunludur.

LAİK CUMHURİYETÇİLERİN GÖREVİ

Siz kendinizi laik Cumhuriyetçi olarak görüyorsanız;

Göreviniz Atatürk devrimlerine ödünsüz sahip çıkmaktır.

Cumhuriyetçiliğe, 

Laikliğe,

Dil Devrimi’ne,

Kadın-erkek eşitliğine,

TARİKATLAR

Suay Karaman 

Çağdaşlaşma yolunda ilerleyen Atatürk Türkiyesi‘nin önemli olaylarından biri de, 30 Kasım 1925’te kabul edilip, 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı yasa ile tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasıdır. 

17 Kasım 1947’de başlayan ve 19 gün süren CHP’nin “demokratikleşme kurultayı” olarak adlandırılan 7. Kurultay’ında yapılan tüzük değişikliklerinde laiklik ve cumhuriyetçilik ilkelerinden büyük ödünler verilmişti. İlkokullara din dersi konması, tanınmış büyüklerin türbelerinin yeniden faaliyete geçirilmesi bu kurultayda önerildi. Kurultaydan sonraki yıllarda bu öneriler yaşama geçirilmiştir. 1948’de İmam Hatip Kursları açılmış, 15 Şubat 1949’da ilkokullara din dersi konmuş, 31 Ekim 1949’da Ankara’da İlahiyat Fakültesi açılmış ve 30 Kasım 1925’ten beri kapalı olan türbeler 1 Mart 1950’de yeniden faaliyete geçmiştir. Laiklik ilkesinden verilen bütün ödünler bile CHP’yi kurtaramamış ve 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelmiştir. DP, 16 Haziran 1950’de ezanın yeniden Arapça okunmasını yasalaştırırken çok sayıda CHP’li milletvekili de olumlu oy kullanmıştır. 

30 Kasım 1925’te kabul edilen yasa maddesine karşın yılladır desteklenen tarikatlara ve cemaatlere sessiz kalınmıştır. Vakıflar aracılığı ile palazlanarak, dinsel duyguları sömüren tarikatlara göz yuman herkes suçludur ve en acısı da çocuklarımızın geleceği karartılmaktadır. Bugün tarikatlar, cemaatler Anayasaya ve Devrim Yasalarına aykırı olarak, yani yasadışı olarak etkinliklerini sürdürmektedir. O yüzden kapatılsın demek yerine yasaklansın demek gerekir.

  • Devrim Yasaları uygulanmalı ve bunların kökü kazınmalıdır.

Ne yazık ki bugün TBMM içinde tarikatlar ve cemaatler yasaklansın diyen siyasal parti yoktur. 

Bugün ülkemizde beş yüze yakın tarikat ve cemaat etkinlik yapmaktadır. AKP iktidarıyla birlikte çok büyüyen bu tarikat ve cemaatlere, son yirmi yıldır 12 milyar TL’yi aşkın yardım yapılmıştır. Kamu binaları bu tür vakıflara 49 yıllığına ve çok düşük ücretlerle kiralanmaktadır. ‘Gıda bankacılığı’ kuran vakıflara, önemli miktarda vergi bağışıklığı sağlanmaktadır. Bugün 4500 öğrenci yurdunun 3400’ü vakıf ve derneklere aittir. Tüm mal varlıklarına el konması gerekir. 

Bugüne dek tarikat ve cemaat yurtlarında kalan kız ve erkek birçok öğrenciye taciz, tecavüz olayları sıklıkla gündeme geldi. Olaylar ortaya çıkınca toplum büyük tepki verdi ama sonra her şey unutulup, eskisi gibi sürdü. 2012’de Ankara Güdül’de Süleymancıların yurdunda kalan 13 öğrenciye taciz ve cinsel istismarda bulunuldu. 2012’de Adana’da Furkan Vakfı’nda çocuklara önce işkence, ardından taciz skandalı yaşandı. 2014’te İstanbul Ümraniye’de Nakşibendî tarikatına ait Fıkıh Der Kuran kursunda yirmiden çok çocuğa cinsel istismarda bulunuldu. 2015’te Karaman’da Ensar Vakfı ve Karaman Anadolu İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’ne ait evlerde kalan 9-10 yaşlarındaki 45 erkek çocuğa cinsel istismarda bulunulduğu ortaya çıktı.

2016’da Bitlis’te Ensar Vakfı’na ait evlerde kalan 9 kadına tecavüz edildiği ve şantaj yapıldığı ortaya çıktı. 2017’de İzmir Dikili’de Süleymancıların yurdunda çalışan temizlik görevlisi 7 öğrenciye cinsel istismarda bulunuldu. 2018’de Konya’da Faruki tarikatının şeyhi olan Süleyman Işık, aralarında çocukların da olduğu 7 erkeğe cinsel istismarda bulundu ve tutuklandı. 2019’da Denizli Çivril’de Süleymancıların yurdunda çocuklara tecavüz olayı yaşandı. 2021’de Erzurum Palandöken’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Bahattin Evgi Yatılı Erkek Kuran Kursu’nda 7 çocuğa tecavüz edildi. 

Tarikat ve cemaatlerde bunlardan başka daha yüzlerce iğrenç olay gördük, yaşadık, şaşırdık, üzüldük. Üstelik bunlar bir biçimde ortaya çıkan olaylar. Bu olaylar yaşanırken 2016’da dönemin aile bakanının “bir kereden bir şey olmaz” ve adalet bakanının “küçüğün rızası vardı” sözlerini unutmak olanaklı değil. Çocuk istismarının önlenmesi için TBMM’de verilen önergelerin AKP oylarıyla reddedildiği de unutulmamalıdır. Şimdiki aile bakanı ise  “çocuk istismarı, çocuğa yönelik istismar vakaları siyasetin konusu değildir” sözüyle, cahilliğini ortaya koymuştur. Her şey siyasetin konusudur; insanın yaşamı, barınması, sağlığı, eğitimi, toplum içindeki yeri siyasetin konusudur. Bunu bilmeyenlerin ülkemizde yöneticilik yapması başlı başına skandaldır. 

İsmailağa Cemaatine bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu rezil bir babanın, 6 yaşındaki kendi kızını imam nikâhı ile tarikat üyesi 29 yaşındaki sapık bir adamla evlendirmesi sonucunda ortaya çıkan pislikler insanları, insanlığından utandıracak boyutlara getirdi. Bu sapık damat, bir yıl sonra 7 yaşındaki bu küçük kıza tecavüze başladı. Bu küçük kıza 13 yaşındayken nişan, 14 yaşında ise düğün yapıldı. Düğünden sonra 17 Ağustos 2012’de, annesi kızı hastaneye götürdü. Doktorun çocuğa istismarı hemen anlaması ve polise haber vermesi üzerine savcılık soruşturma başlattı. Ancak uzun yıllar bu soruşturmanın üstü örtüldü.  Tecavüz ve işkence dolu yıllar sonunda eşinden ve ailesinden şikâyetçi (yakınmacı) olarak evi terk eden kız, tecavüzcüden boşanmış ve adalet istemek için hukuksal yollara başvurmuştur. Bunun üzerine olay 30 Kasım 2020’de yeniden yargıya taşınmıştır. Kızın suç duyurusu sonrasında savcılığın 30 Ekim 2022’de hazırladığı iddianame, dava dosyasına giren fotoğraf ve belgelerle gündeme bomba gibi düşmüştür. Bu olayın kamuoyunda gündem yaratmasında bir gazetecinin başarılı çalışmalarının da katkıları vardır. Kabul edilen iddianamede kızın kocası hakkında yaklaşık 67 yıl hapis cezası istenirken, baba ve anne hakkında da yaklaşık 22 yıl hapis cezası istendi. Önce tutuklanmayan ama oluşan kamuoyu baskısını azaltıcı bir önlem olarak baba ve damat tutuklandı. Dava için 22 Mayıs 2023 tarihinde gün verildi ancak artan baskılar nedeniyle dava 30 Ocak 2023 tarihine alındı. 

İnsana okurken “olamaz böyle bir şey” dedirten bir tecavüz olayının 6 yaşındaki bebeğin başına gelmesi, toplumu derinden sarstı. Yıllarca küçücük bedeni ve ruhu iğfal edilen, şimdinin genç kadınının itiraflarıyla ortaya çıkan bu iğrenç olay için, tarikat ve cemaatler dışında toplumun çeşitli kesimlerinden kınama mesajları yayımlandı. 

  • 6 yaşındaki çocukla evlenilebilir” diyen sapıklarla, “babanın öz kızına şehvet duyması haram değil” diye fetva çıkaran Diyanet İşleri Başkanlığıyla, bu olayların önlenmesi olanaksızdır.

Laiklik bitirildikçe, çocuk istismarının arttığını görmek gerekir.

Laikliğe sıkı sıkı sarılmamız gereken günlerde, laiklik karşıtı anayasa değişikliğine gidilmesinin önünü açanlardan da hesap sormak gerekir. Tarikatlardan oy alacağını düşünerek masum göstermeye çalışan zavallıların, siyasi iktidarın tarikatlar ve cemaatler koalisyonu olduğunu anlamayan ve “laiklik tehlikede değildir” diyen aymazların, ülkemizin getirildiği durumun farkında olmadıkları anlaşılmaktadır. (Azim ve Karar, 19 Aralık 2022)

Yalanlar, Algılar ve Koltuklar

Yalanlar, Algılar ve Koltuklar

Alev Coşkun
Cumhuriyet, 22 Kasım 2020

Bugünlerde MacDonald’ın, Truth (Gerçek) adlı kitabıyla ilgileniyorum. Hangi gerçekler ve farklı gerçekler konusu tartışılıyor.

Bu kitapta kimi yalanların nasıl doğru ve kimi doğruların nasıl yalanlaştırıldığı üzerinde duruluyor.

Yazar, “kısmi doğrular”, “öznel doğrular”, “yapay doğrular” ve “bilinmeyen doğrular” üzerinde duruyor.

Ayrıca Yalın Alpay’ın “Yalanın Siyaseti/ Post-Truth, Truth” kitabı var… Yalanın meşrulaştırılması, gerçeklerin önemsizleştirilmesi ve hileli akıl yürütme üzerinde duruluyor…

Değişik düşünceler, değişik kökenler, değişik inançlar, daima farklı bakış açıları yaratacaktır. Değişik bakış açılarına ve değişik görüşlere saygı duymak, uygar bir toplumun temel ilkesidir.

Siyasal iktidarlar çoğu zaman daima kendi görüşlerinin doğru olduğunu ileriye sürerler. Bu yargı, kuşkusuz ülkemiz için de geçerlidir.

Bir başka gerçek şudur:

Siyasal iktidarlar zayıflayıp kamuoyunda destekleri azaldıkça hırçınlaşırlar.

Böylesi durumlarda, siyasal liderler hep kendilerinin söylediklerinin ve düşündüklerinin doğru olduğunu ileriye sürer. “Ya benim gibi düşünürsün ya da karşısın, düşmansın” ayrımcılığı ortaya çıkar.

ALGI OPERASYONU

Siyasal iktidarlar, koltuklarında kalabilmek için çoğu zaman algı operasyonlarını kullanmıştır.

1930’larda İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler’in yaptıkları unutulmamalıdır. Hitler’in propaganda Bakanı Goebbels’in yalanları nasıl doğru gibi takdim ettiği tarihe geçmiştir.

Faşist ve Nazi dönemlerinde yalanlar bir devlet doğrusu gibi takdim edilmişlerdir.

Çoğu zaman liderlerin söylediği, “devlet projesi” olarak sunulmuştur.

Geçen hafta ülkemizde de “devlet projesi” görüşü ortaya atıldı. Buna göre, Kanal İstanbul devlet projesidir ve buna karşı çıkmak lidere karşı çıkmaktır, devlete karşı çıkmaktır.

Kanal İstanbul, Milli Güvenlik Kurulu’nda konuşuldu ve devletin resmi strateji belgesine girdi de haberimiz mi yok?

YALANLAR VE İSTATİSTİKLER

Yalanlarla ilgili olarak genel kabul görmüş bir sloganı unutmayalım. Şöyle ki; “Yalanlar, çok büyük yalanlar ve istatistikler.” Bu slogan, bugünlerde ülkemizde yoğun bir biçimde uygulanıyor.

Hele sonuncusu, TÜİK’in Türkiye ekonomisi ile ilgili istatistiklerine, gelir dağılımı ve işsizlikle ilgili rakamlarına ne demeli? TÜİK’e göre ekonomi çok güzel ve yerinde, Sağlık Bakanlığı’na göre Covid-19’un sayıları çok düşük.

Hangisine inanacağız, gerçek nerede?

KOLTUĞA YAPIŞMAK

Bir konu daha var ki epeyce güncel. Politikacılar ister iktidarda ister muhalefette elde ettikleri makamları, oturdukları koltukları terk etmek istemiyorlar. İşte ABD Başkanı Trump, koltuğu için dört bir yana saldırıyor. Seçim sonuçlarını kabul etmek istemiyor. Eğer Amerikan siyasal sisteminin, 200 yılı aşkın geçmişi ve oturmuş kurumları olmasa, Seçimler hilelidir, bu nedenle başkanlığı terk etmiyorum, sürdürüyorum” diyecek.

Ülkemizde de bunun örnekleri yaşanmadı mı? Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde anayasa ve seçim yasası bir yana itilerek mühürsüz oy pusulaları geçerli sayılmadı mı?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde, “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” gibi tarihe geçecek ilginç bir açıklamayla, seçim iptal edilip yenilenmedi mi? Ancak 16 bin olan fark 800 bine çıkınca söyleyecek bir şeyleri kalmadı. Açık fark karşısında sonuçları kabul ettiler.

1950 UNUTULMASIN

İşte bu noktada, 14 Mayıs 1950 seçimlerini hatırlatmak istiyorum. 1950’de, bundan 70 yıl önce, iktidarın barış içinde, yeni kurulmuş ve seçimi kazanmış olan DP’ye devredilmesi çok önemlidir. Adeta bir sınır taşıdır.

“Canım, seçim yapılmış ve DP kazanmış, devretmeyecekti de ne yapacaktı?” Bu soru sorulabilir. Ancak olay bu kadar basit değil… DP Genel Başkanı Bayar’ın, “iki jandarma ile bizi tutuklayabilirlerdi” dediği söylenir.

Günün koşulları unutulmamalı… Bir imparatorluk yıkılmış. Bağımsızlık savaşı kazanılmış. Bir ihtilal olmuş, yeni bir idare ve Cumhuriyet kurulmuş.

İsyanlar çıkmış (Şeyh Sait, Dersim gibi) bastırılmış, kan dökülmüş.

Çağdaşlaşma hareketleri olmuş, devrimler yapılmış… Birçok kişi tutuklanmış, cezalandırılmış. Ve tek parti, 27 yıldır iktidarda.

O nedenle barış içinde, kimsenin burnu kanamadan devir-teslim çok önemli.

21. yüzyılın 20. yılında, 2020’de, ABD’de başkan koltuğu bırakmamak için türlü yollara başvururken; 20. asrın ortalarında, 1950’de, daha önce pek de etkin bir siyasal deneyimi olmayan bir ülkede, tek partinin iktidarının hiç itiraz etmeden, barış içinde siyasi iktidarı devretmesi çok önemlidir…

BEYAZ İHTİLAL

Saygın siyasetbilimci Prof. Maurice Duverger, ünlü kitabı Siyasal Partiler’de işte bunun için şöyle diyor:

“…Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (s.360)

Duverger, kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde, Atatürk Türkiyesi’ne önemli bir yer ayırmıştır. Duverger şöyle diyor: “1923 sonrası Türk Devrimidir. Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.” Duverger’e göre, “basiretle uygulanan bir tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak…” çalışmalar yapmıştır. (s.364)

Batı dünyasının tüm siyasetbilimcileri, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini “beyaz ihtilal” olarak niteliyor.

Demokrasi, bir erdem rejimidir. Muhalefete ve karşı düşünceye saygı duyacaksın. Demokrasinin evrensel ilkelerini kabul edeceksin. Halkın oyuna inanacaksın.

Tek parti, tek parti diye her gün itibarsızlaştırmaya çalıştıkları parti, işte bu demokratik hareketi yapmıştır.

Diktatör, diktatör dedikleri Cumhurbaşkanı İnönü, tarihe geçen bu demokratik hareketi gerçekleştirmiştir.

İki ayyaş diye itibarsızlaştırmak istedikleri İnönü, işte böyle demokrasiye inanmış bir liderdi.

Yalanlar, algılar, koltuğa yapışmalar ayrı, gerçekler ayrıdır…

Ümmet değil Cumhuriyet, kulluk değil bilgelik!

Ümmet değil Cumhuriyet,
kulluk değil bilgelik!

Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV

Cumhuriyet, 13 Ağustos 2019

Dinlerdeki hak ve ahlak öğretileriyle bir derdimiz yok. Ancak, küçücük çocuğun başına takke ya da türban geçiren, başka dilden ayet ezberleten, din eğitimi yerine masallarla vakit harcayan ve rastgele yorumlarla beynini ele geçiren ile düşüncesi bu yollardan tutsak edilenden ne hayır beklenir? Küçük çocuk eğitim kitapları onların o yaşlarda oyuna, doğa sevgisine, öteki canlılarla etkileşime ve kendi dillerini iyi öğrenmeye gereksinimleri olduğunu belirtir. Birçok Arap ülkesiyle kimi Hıristiyan toplumlarda olan budur. Neden böyle? Önce, ilkel eğitimin geçmişi yüz binlerce yıl geriye gider, bilimin tarihiyse ancak 300 yıldır. Bruno ve Vanini yakılmış, Galilei tutuklanmış, Hallacı Mansur’un derisi yüzülmüş, (AS: Derisi yüzülen Nesimi’dir..) ama Darwin’in “Evrim Kuramı”nı derste anlatmış olan öğretmen Scopes’u mahkemede savunmuş olan hukukçunun heykeli şimdi tam o yapının karşısına dikilmiştir. 
Ancak, birkaç yüz yıllık bilim, boş inançlı çocuksu masallara ve büyü-muska benzeri safsataya ağır darbeler indirmiştir. Dinlerde ahlak dersleri de vardır ama bilim geçmişin kurumuş tahtalarına özlemci değil, onarımına sürekli gereksinim duyulan tutarlı bir yapıdır. Akılcı, deneyimci, yanlışlardan da öğrenen ve ileriye doğru değişimden yanadır. 
Bağnaz Hıristiyanlık Haçlı Seferlerini başlatırken “Tanrı bunu istiyor” parolasıyla tetiklemişti. Papa X. Pius, Descartes’ı yasaklatmıştı, ama Vatikan Hitler’i aforoz bile etmedi. Şimdiki sözcüleri de İsa’nın dünyaya gene gelip Tanrı’nın ordusunun başkomutanlığını üstleneceğini, son büyük savaşın Ortadoğu’da olacağını, zaferi Evangelist ve yandaşlarının kazanacağını, sonra da bu tür Hıristiyanlığın her yerde egemen olacağını yazıyorlar. Bu türlü kitapların her biri ABD’de 60 milyonun üstünde satıyor.

Atatürk Türkiyesi 
Küresel ısınmanın yaşamı tehdit ettiği ilk söylendiğinde “iklime yalnız Tanrı karar verir” diyen aymazlar vardı. Bu konuya ABD’de on yıl önce değindiğimde, biri bana da buna benzer bir tepki göstermişti. Bizde de yağmur duası için “denenmiş yollardan geri dönülmez” diyen sorumlular çıktı. “Kadın başörtüsüyle özgürleşti” diyen kişi yapabilirse dünyada ve ülkemizde kadın hakları atılımlarını incelesin. “Mekke ve Medine’yi izlemeliymişiz” de diyorsa, Suudi, Körfez şeyhlikleri ve Afganistan gibi toplumlarda kızların cehennem yaşamı üstüne basılmış kitapları görsünler. Afgan kızı babasının dükkânına gitmek için bile giysileri ve traşıyla erkek gibi görünmelidir. Kırkaltı Suudi kadın erkeksiz otomobil kullanınca, minaredeki imam şöyle bağırmıştı: “Öldürülmeleri gerekir.” Bugün “Tanrı’ya itaat” sözü kölelik olmamalı.

  • Müslüman toplumlar içinde yalnız Atatürk Türkiyesi’nde aydınlanma süreci yaşandı.

Dünyanın her yerindeki bağnaz çevre yobazlıklarını tartışmaya bile yanaşmıyorsa ve kemikleşmiş çıkarlarına dost elle sarılmışsa, öteki gezegenlere ulaşma yarışında yeri nerede olabilir? Bilimsel doğrularla uyumlu eğitime kapalı yurttaş “kula-kul” olmuş, körinancın kapattığı beyni ve daralan olanaklarla uzun ve karanlık bir yoldadır. “Ah, Mekke ve Medine” derken tüm Arap ülkelerinde bilim adamı yetişmemesinin nedeni budur. Kişi varlıklı olsa da tembel beyinlidir. Petrol gelirini aralarında bölüşen prensler ancak hızlı yatları ve Avrupalı kapatmalarıyla Akdeniz limanlarını dolaşır, arada muhalifleri yok ederler. Körfez ülkelerinde resmi görüş “din kitabı olduğuna göre anayasaya gerek yoktur” diyor, ama din başka, anayasa başka! 
Yahudilerde on buyruk, islamda beş şart ve Hindistan’da sekiz yol gibi ilkeler ve başka benzerliklere karşın, ufak farklılıklardan mezhepler çıkmış, savaşlarda kanlar akmıştır. J. Swift “Gülliver’in Yolculukları” adlı yapıtında iki komşu ülke savaşını şu saçma nedene dayandırır: “Yumurta sivri ucundan mı, yuvarlak gerisinden mi kırılmalı?”

Ilımlı İslam 
Oğul Bush’un bakanları memurlara öğle arasında İncil okuyorlardı. ABD’de Evangelistlerle birtakım tarikatlar ve cemaatler iktidarı ele geçirme yarışındaydılar. Ortak düşmanları laiklik, bilime dayalı eğitim, halk yararına düşünce ve kapkaç düzene muhalifler. Küresel çaptaki tekelci sermayenin sözcüsü olan azınlık “ılımlı” sıfatını da yapıştırdığı FETÖ kıvamındaki siyasal İslama bir bağlaşık kemendi sarıp kendine bağlamıştır.

  • Emperyalizm yakıp yıkmada, öldürmede, altyapıları çökertmede ve yoksul çoğunluğu cehennem ezincinde yaşatmada Nazi Gestaposuyla yarıştadır.

Orwell’in “1984”te anlattığı zebani kuruluşlarıyla bir anlama karşı karşıyayız. Oysa, değişim bir doğa kuralıdır. Kendine dinci diyenler bilgi yerine masa ile kasa peşindeler, ama Sünni dünyası 7.5 milyonluk İsrail’de bilimsel çalışmaların sayısının 22 Arap ülkesindeki toplam çalışmaların iki katından çok olduğunu bilsin.
Bilimin çekip gideceği yok, daha da hızlanıp gelişeceği biline. Ok atma değil, ışık hızı çağındayız. Toynbee diyor ki: “Fatih İstanbul’u teknolojik üstünlükle aldı.” Ümmet çağı da çok geride kaldı. Suudi Kralı adına yılın büyük ödülü, dünyanın yerinde durduğunu ve güneşin onun çevresinde döndüğünü yazan Sünni Arap rektöre verilmişti. Mars’a yollanan yapay uydu fotoğraf çekip gönderiyor, robotlar hizmete giriyor. “İstikbal göklerdedir” diyen Atatürk’tü; aydın veziri boğduran Abdülhamit ya da “halk bir sürüdür” deyip yabancı zırhlısıyla kaçan sözde halife Vahdettin değil. 
Ümmet kavramı geçerliyken, 279 çalışması olan El-Kindi kırbaçlanmış. 184 araştırmalı El- Razi kör edilmiş, tıp kitabı yüzlerce yıl başvuru kaynağı olan İbni Sina kentten kente kaçıp durmuş, İbn Rüşd’ün yazdıkları yakılmış, insanbiliminin kurucusu İbni Haldun’un değeri bilinmemişti. 

  • Çözüm ümmette değil Cumhuriyette, kullukta değil bilgeliktedir.

Bu yolda sorumlu aydınlar ve sessiz gibi duran çoğunluğun hareketlenmesi çağ atlatır. İkinci seçenek ise beyin ve yaşam kapılarının özgür düşünceye kapanması demektir.

ACINACAK İNSANLAR

ACINACAK İNSANLAR

Rifat Serdaroğlu

Türk toplumu, çok farklı sosyokültürel düzeyde insanlardan oluşur ve bizler bu vatanda birlikte yaşarız.
Zengini-fakiri, işçisi-köylüsü, okumuşu-okumaması, akıllısı-delisi!
Bunlar Türk Milletinin, birbirine hem çok benzeyen hem de birbirinden çok farklı doğruları, farklı inanışları, farklı dünya görüşleri, farklı alışkanlıkları olan insanlarıdır.

Tabii ki hoşgörü, farklı fikirlere saygı duymak demokrasinin ve birlikte yaşamanın ilk koşuludur.
Fakat, kimi insanları anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum.
Eminim ki bu tiplerin kişilikleri, sevgisiz- ilgisiz- dayak yemek-aşağılanmak ile geçen çocukluk yıllarının eseridir.

Düşünebiliyor musunuz?
Bir çocuk babasından çok korkuyor ve babası eve geldiğinde korkudan ayakkabısını öperek karşılıyorsa, ufak bir yaramazlık ettiğinde babası onu evin damında asmaya kalkıyorsa, o çocuk ileride elbette ki toplumla uyum sağlayamayan, saldırgan biri olur çıkar.
Dünya tarihini incelediğinizde, diktatörlerin tamamının çocukluklarının acı ve eziyet içinde geçtiğini görürsünüz. Bunlar ellerine güç geçirdiklerinde, insanlık tarihinin en büyük işkencecileri olurlar…

T.C. Devletinin bir Diyanet İşleri Başkanı var.
Bu kişi, bizlerin vergileriyle oluşan bütçeden maaş alan, 7-8 Bakanlık bütçesi kadar bütçeyi kullanan ve Anayasamızın emirlerine göre hareket etmesi gereken biridir.
Anayasamızın emirlerine yalnızca kendisinin uyması yetmez!
Üstlendiği görev gereği, emrindeki kadroların da şartsız-şurtsuz Anayasa emirlerine uymaları gerekir.
Bir kurumdaki “Anayasa İhlallerinden” başta o kurumun yetkilisi sorumludur.

Hatırlarsanız, Fesli Deli Kadir diye biri vardı;
“Ne kendi etti rahat ne millete verdi huzur, defolup gitti cihandan dayansın ehli kubur” deyişine tam uyan bir zavallı idi. Öldü, gitti. Akıllardan hiç çıkmayacak sözü; Kurtuluş Savaşını keşke Yunan kazansaydı sözüdür.
Kezlerce de Büyük Atatürk’e hakaret etmiş idi.
Diyanet İşler Başkanı denen kişi, bu meczubu evinde ziyaret etti!
En son Gaziantep-Şahinbey İlçesi İyinacar Camisi İmamı da Fesli Deli Kadir gibi konuştu!

“Keşke Kurtuluş Savaşını Yunan kazansaydı, o zaman hilafet geri gelirdi” diyerek sap yedi, saman çıkardı!
T.C. Devletinden maaş alan bir memuru Bayram namazı vaazında, ülkemizin Kurtuluş Savaşına, Cumhuriyetimizin kurucularına, uymak zorunda olduğumuz Anayasamıza binlerce insanın gözü önünde hakaret ediyor ve o toplumdan tek ses çıkmıyor!

Bir kişi bile “Ey Hoca, O kadar meraklıysan işte Yunanistan, oraya git. Hilafete meraklıysan aha Suudi Arabistan git orada yaşa. Burası Atatürk Türkiye’si, burada böyle konuşamazsın” diyemedi!

Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Şahinbey’in adını alan ilçenin çocukları bu kadar mı duyarsız oldular? O Şahinbey ki, 8 bin kişilik toplu-ağır makineli sahibi Fransız ordusuna 25 kadar yiğitle çarpışıp şehit olan kahraman!

Değerli Okurlar;
İşte toplumlar böyle böyle bozulur, çöker gider!
İnandığı fikri söylemekten ve savunmaktan korkan zavallılar kadar tehlikelisi yoktur.
Doğrusu şu değil midir?
Madem ki, Kurtuluş Savaşını Yunan kazansaydı diyen adamla aynı düşünüyorsunuz, çıkın Türk Milletine bunu söyleyin. Hem Yunan’ı, Türk’e tercih eden adamı yücelteceksiniz hem de sıkışınca Gazi Mustafa Kemal Atatürk kurucumuzdur diyeceksiniz ve huzurunda sap gibi duracaksınız!
Yazık, çok yazık!

Sayın İstanbullular;

  • 23 Haziran’daki seçim, Atatürk düşmanı acınacak insanlarla, Türkiye’yi ortak vatan kabul eden ve herkesi kucaklamaya hazır olan vatanseverlerin arasındaki seçimdir.
  • Herkes sandığa gidecek, oyunu kullanacak ve gidemeyenleri sandığa götürecek…

Benim her yazımı satır satır inceleyen Sayın Cumhuriyet Savcıları;
Bu açık beyanlar sonucu oluşan Anayasayı İhlal suçunu görebiliyor musunuz?
Yoksa bir gözünüz Anayasa’da diğeri Saray da mı? Tahmin etmiştim…

Not;
Çoban Ateşi Hareketi programında, “Diyanet İşleri ve TRT Kuruluşları” Anayasal Kurum” olmaktan çıkarılacaktır. Böylelikle bu kurumlar anayasal zırhtan arındırılacak ve Türk Milletinin kurumları haline getirileceklerdir…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 05 Haziran 2019

MİLLİ MÜCADELENİN 100. YILINDA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 30 YAŞINDA

MİLLİ MÜCADELENİN 100. YILINDA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 30 YAŞINDA

Prof. Dr. ANIL  ÇEÇEN 
ADD Kurucu Genel Sekreteri
25 Nisan 2019, Ankara

(AS: Yazı çok uzun -14 sayfa- olduğundan, giriş, gelişme sonuçtan birkaç paragraf veriyoruz aşağıda. Bizim kısa katkımız yazının altındadır. Yazının tümü için tıklayınız.)

1- GİRİŞ 

2019   yılı, hem Milli Mücadelenin  yüzüncü yıldönümü hem de bu  doğrultuda Milli Mücadelenin devamı olarak  20. Yüzyılın  sonlarında kurulmuş olan  Atatürkçü Düşünce Derneği’nin de  30. yılını tamamladığı bir aşamadır. I989 yılında resmi işlemleri tamamlanarak çalışmalarına başlayan ADD, kurucu kadronun Atatürk’ten günümüze gelen siyasal birikimini toplumsal alana taşıyarak 21. Yüzyılın Atatürkçülüğüne yönelmiştir. Yirminci yüzyıl geride bırakılırken, yeni bir yüzyılın getirdiği  geleceğe yönelik çalışmalar, ADD genel merkezince başlatılmış ve Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Hatay’a dek yurdu bir çiçek demeti gibi sarmış olan yüzlerce il ve ilçe şubeleri aracılığı ile ülkenin her köşesine kurucu önderimiz Atatürk’ün uygarlık ışığı taşınmıştır. Her türlü saldırıya karşın bugün hala, Türkiye Cumhuriyeti tabelaları yön göstermeğe devam ediyorsa, burada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin  çeyrek yüzyılı geride bırakan yoğun çalışmalarının payı bulunmaktadır .

Atatürk’ün cumhuriyet devletinin çatısı altında bir Atatürkçü derneğe gereksinim bulunmadığı  ve bu nedenle ADD adlı bir örgütün kurulmaması gerektiğini savunanlar, Derneğin kuruluşuna baştan karşı çıkmışlar ama daha sonraki yıllarda yaşanan olumsuz  gelişmeler, yeni bir yüzyıla girerken Atatürk’ten gelen siyasal uygarlık birikiminin örgütlenerek geleceğe dönük kurumlaştırılması girişiminin ne derece haklı olduğunu bir kez daha ortaya koyunca, daha sonraki aşamada dernek kuruluşuna karşı çıkan kesimler de ADD üyesi olmuşlardır. Dünya çağ değiştirirken, Türkiye’de bu duruma koşut bir değişim sürecine ister istemez girmek zorunda kalmıştır. Atatürk adına herkes konuşurken ve her ağızdan birbirinden çok farklı sesler çıkarken,bütün emperyal merkezler ve bunlara bağlı olarak hareket eden çevreler, Atatürkçülük adına her türlü spekülasyona yönelerek kafa karışıklığına  ve siyasal kaos oluşumuna yol açmışlardır. Bu durumda Atatürk Türkiye’sinin ciddi bir gelişme çizgisine oturabilmesi için , Türkiye Cumhuriyetini ortaya koyan siyasal birikimin, devletin ötesine gidilerek toplum içinde de örgütlenmesi ve bir düşünce derneği yapılanması çerçevesinde geleceğe dönük olarak kurumlaştırılması gerekiyordu. Ancak böylesine ciddi bir oluşum, Türkiye’de Atatürk üzerinden geliştirilmek istenen kaosu önleyerek, Cumhuriyet rejiminin kurucu irade doğrultusunda kurumlaşmasını sağlayabilirdi. ADD işte bunu yaparak boşluğu doldurdu .

Atatürk  ve Atatürkçülük adına daha önce kurulan çeşitli dernekler olmuş ama bunlar ciddi çalışma düzenleri oluşturamadıkları ve amatörlükten çıkamadıkları için zaman içinde yitip gitmişlerdir. Her Türk vatandaşında var olan Atatürk sevgisi, Atatürkçülük adına bir şeyler yapma girişimlerini zaman zaman ortaya çıkarmış ama duygusal Atatürkçülük’ten ileri gidemeyen bu tür çabalar amatör çalışmalar olarak geride kalmıştır. Duygusal Atatürkçülük yapan çeşitli dernekler gibi, Atatürk ve cumhuriyet karşıtlığı ile yola çıkan kimi örgütlenmelerde ciddi yapılanmalara yönelemedikleri için zaman içinde toplumsal alandan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına yaklaşırken, Atatürkçülük alanındaki duygusal girişimler ile birlikte amatör yapılanmalar da geride kalmakta ve Atatürkçü Düşünce Derneği bu alandaki geçmişin bütün birikimini en üst düzeyde bir örgütlenme olarak bugüne ve geleceğe taşımaktadır. Kuruluşundan bu yana çeyrek yüzyılı aşan bir süreyi geride bırakan ADD, 30 yıllık zaman diliminde önemli olaylar ve sorunlarla karşı karşıya kalmış ama bütün bu zorlukları cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ten aldığı güçle aşarak bugünlere gelme başarısını göstermiştir.
****
……………
……………….
…………..
*****

ADD’nin 30. yıldönümünde Atatürkçülerin günümüz koşullarının gerekli kıldığı Atatürkçü etkinliklerinin daha çok öne çıkması için üzerinde durmaları gereken konular şu şekilde
ele alınmalıdır.

1-Atatürkçülüğün çeşitli siyasal senaryolara alet olmasının önlenebilmesi için Atatürk Yüksek Kurumu ile birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği ilgili uzmanları bir araya getirerek, Atatürkçülüğün bugünkü anlamını belirlemek üzere üst düzeyde bir bilimsel çalışma yaptırılmalıdır.

2-Türk halkının Atatürk’ten uzaklaşmasına yol açan her türlü darbe ve müdahale gibi girişimlere hem Atatürk adının karıştırılmaması hem de Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte Atatürkçülerin de alet edilmemesi için, bu tür olumsuz gelişmeleri önlemek üzere bütün Atatürkçüler gereken çalışmaları yaparak önlem almalıdırlar, Darbe ve müdahale kararlarının batılı ülkelerin merkezi bölgedeki çıkarları için batılı merkezlerde alındığı artık herkes tarafından bilinmektedir.

3 -Türkiye’nin ulusal birikimini temsil eden Atatürkçülüğün, gene batılı emperyal merkezlerde geliştirilmeye çalışılan Neo-Kemalizm ve Post-Kemalizm projelerine alet edilmesini önleyecek bilimsel çalışmaların, Atatürk Yüksek Kurumu ile birlikte Türkiye’deki üniversitelerde yapılması bir an önce tamamlanmalıdır, Atatürkçülüğün düşünce sistemi olan Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyen emperyalist merkezler, ya Neo-Kemalizm adı altında Atatürkçülüğe ters düşen ve tamamen karşıt bazı yaklaşımları geliştirmekteler ya da Post –Kemalizm diye yeni bir yaklaşımı Post-modernizm anlayışı çizgisinde kamu oyuna benimseterek kafaları karıştırmaya çalışmaktadırlar. Atatürkçüler bu durumu yakından izleyerek, Kemalizmin neo’suna da post’una da karşı çıkarak gerçek anlamdaki Kemalizm’i bugünün gerçekleri doğrultusunda güncellemelidirler.

4- Atatürk ve Türkiye cumhuriyeti ile ilgili olarak eskiden yayınlanmış kitap, makale ve araştırmaların bugünün koşullarında yeniden yayınlanması sağlanarak bu bilimsel birikimin günümüzün genç kuşaklarının eline geçmesi sağlanmalıdır. Ayrıca bu doğrultuda hem Atatürk Yüksek Kurumu hem ADD genç araştırmacılara burs sağlayarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’ün devlet modeli üzerine yeni bilimsel çalışma ve araştırmaların ve tezlerin yapılmasını ve yayınlanmasını sağlamalıdırlar. O zaman batının ileri ülkeleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimliği ile daha sıkı bir bilimsel yarışmaya girme şansını Türk devleti elde edebilir.

5- Küresel büyük şirketlerin tekelcilik üzerinden dünya ekonomisini ele geçirme girişimlerine karşılık uluslararası alanda bütün devletlerin eşit koşullarda katılacağı yeni düzenlemelerin öne çıkabilmesi için Asya ve Afrika ülkeleri ile yakın ilişkilere girilmesi ve bu çizgide mazlum uluslar dayanışmasının geliştirilerek, yeni bölgesel işbirliği düzenlerinin süper kapitalizmi devre dışı bırakacak biçimde yapılması bir an önce gerçekleştirilmelidir. Sermaye tekellerine karşı dayanışmacı ve işbirlikçi bir yeni ekonomik düzen, dünya ülkelerinin katılımı ile acil bir biçimde örgütlenmelidir.

6-Küresel şirketlerin saldırıları ve terörü finanse etmeleriyle birlikte dünya haritasında yer alan bütün ulus devletlerin geleceği tehdit altına girmektedir. İmparatorluklardan ulus devlet çıkaranlar, bugünkü aşamada ulus devletlerden eyalet devletleri çıkarmaya öncelik vererek geleceğin şehir devletlerinin öncülüğünü yapmaktadırlar. 20 imparatorluktan 200 ulus devlet çıkartanlar, şimdi de 200 ulus devletten 2000 eyalet devlet çıkartabilmek için uğraşmaktadırlar. Böylece geleceğin 5000 şehir devletinin ortaya çıkartılabileceği bir yeni dünya düzenine, ulus devletleri eyaletler üzerinden parçalayarak ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, bugünün Atatürkçülerinin emperyalist amaçlı eyaletçiliğe karşı çıkarak, var olan ulus devletleri desteklemeleri ülke ve bölge güvenlikleri açısından zorunlu görünmektedir. Atatürkçülerin önde gelen görevlerinden birisi Atatürk’ün devlet modeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini hem korumak hem de savunmaktır.

7-Atatürkçüler her türlü ikinci cumhuriyetçi akımlardan ve girişimlerden uzak durarak bunlara planlı ve bilinçli bir biçimde ulusal bir karşı çıkışı örgütlemelidirler. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra son sosyalist devleti de yıktık diyerek Atatürk devleti karşıtlığını örgütleyenlerin, emperyalist güçlerin satın alınmış ajanları olduğu, yabancı gizli servisler ile ortak çalıştıkları, cemaat ve tarikat görünümünde istihbaratçılık ile yabancılar için operasyonlara kalkıştıkları artık belli olmuştur.

8-Millete doğru yeni bir açılım gerçekleştirilerek Millet Atatürkçülüğü geliştirilmelidir. Atatürk devletin ve kamu kuruluşlarının tekelinden kurtarılmalı ve halk kitleleri üzerinden millete daha yakın bir konuma getirilmelidir. Bu doğrultuda Atatürkçü Düşünce Derneği öncülük yaparak şubeleri aracılığı ile halkın içinde daha katılımcı çalışmalara yönelmeli ve özel hazırlanmış programlar aracılığı ile devlet ve millet kaynaşmasına giden yol açılmalıdır. Atatürk’ün salt devletin kurucusu olmadığı aynı zamanda milletin kurtarıcısı olduğu ve emperyalizme karşı direnen Türklerin atası olduğunun her zaman için halk kitlelerine anlatılmasında Atatürkçüler
önde gelen misyonlar üstlenmelidir.

9- Türkiye’nin geleceği için yeni başlatılacak bir cumhuriyetçi hareket için Atatürkçüler hazır olmalıdırlar. Küresel emperyalizmin demokrasi kavramını yozlaştırarak demokrasi görünümünde cumhuriyet devletlerini tasfiyeye yönelmesi dikkate alınarak işe başlamalı ve ulus devletleri dağıtan demokratikleşme programlarına karşı, merkezi devlet gücünü artıran yeni cumhuriyet programları hazırlanarak devreye sokulmalıdır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağı ya da sonsuza dek yaşayacağı yeni yapılanmaların önü daha rahat bir biçimde açılabilecektir. Bugün Cumhuriyetçi güçlerin yıldırılamadığını Atatürkçüler bütün dünyaya göstermek zorundadırlar.

10- Bugünün koşullarında Atatürkçü dış politikaya bir an önce dönülmesi sağlanmalıdır. Atatürk’ün Rusya ile dostluk, İran ile ortaklık ama emperyalist ülkeler ile mesafeli ilişkiler gibi üç ana temele dayanan ulusal dış politikasının devreye girmesiyle birlikte, bugünkü dünya konjonktürünün kilitlendiği Orta Doğu’daki düğümün çözülmesinde, Atatürkçü dış politika geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi alternatif bir dış politika ile sorunlara çözüm ve bölgeye de barış getirebilecektir. Türkiye yeni bir Birleşmiş Milletler hareketi başlatarak bu teşkilata üye olan bütün devletleri, dünya barışı ve geleceğin eşitlikçi dünya düzeni için bir araya getirerek emperyal devletlerin savaş maceralarına karşı çıkan bir insanlık seddinin uluslararası alanda bir an önce oluşturulmasına öncülük etmelidir. Ayrıca emperyal güçlerin merkezi alana yönelik enerji saldırılarına karşı bölge ülkelerinin bir araya gelmesiyle bir bölgesel güvenlik örgütlenmesi, tıpkı Avrupa Birliğinde olduğu gibi Orta Doğu alanında da gerçekleştirilmesi düşünülebilmelidir.

Milli Mücadelenin 100. yıldönümünde ulusal kurtuluşumuzu yeniden anımsarken, bugün Türkiye’nin içine sürüklendiği çıkmazdan kurtulabilmesi için 2. bir Milli Mücadele girişimine gerek bulunmaktadır. Birinci ulusal kurtuluş savaşı silahlar ile yapılmıştı. Bugünün gelişmiş teknolojileri-nin yarattığı silahların kullanılması çok büyük insan kaybına yol açacağı için, yeni dönemin Milli Mücadelesi topla silahla değil ama kalemle, akıl ile ve düşünce ile olacaktır. Savaş senaryoları peşinde koşan emperyal güçlere karşı silahla değil ama direnme ile karşı çıkacak bir insanlık birikiminin sonuç alabilmesi için her yolun denenmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Atatürk’ün dile getirdiği gibi, eğer bir yaşam zorunluluğu yoksa savaş cinayet demektir. Kişisel çıkarları için bütün insanlığı bir dünya savaşına sürükleyen para babalarının hırslarına alet olunmasının önlenmesi doğrultusunda barış, dayanışma ve işbirliğine öncelik verecek girişimlere bu gün geçmişten daha çok gereksinme olduğu görülmektedir.

Birinci Milli Mücadelenin birikimi ile örgütlenerek ortaya çıkmış olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, 2. Milli Mücadele aşamasında geçmişin birikimi ile ön plana çıkarak, insanlığın bir 3. Dünya Savaşı belasından kurtulmasında ülkenin ulusal ve cumhuriyetçi potansiyelini harekete geçirilmesinde ulusal çıkarlar açısından kamu yararı olduğu açıktır. Bu nedenle

  • Atatürkçüler Türk ulusu ile kaynaşarak ulusal direniş ve mücadelenin öncüsü olmalıdırlar.

==================================================
Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. Anıl Çeçen, Mayıs 1989’dan bu yana ADD’nin içindedir. Gelişmelere 1. elden tanıktır. Biz de 1996’da Edirne’de ADD Şube Başkanlığı görevini üstlenmiş, birkaç kez Genel Yönetim Kurulu Üyeliği, Yüksek Disiplin Kurulu Üyeliği, Marmara Bölge Sorumluluğu, Genel Başkan Başdanışmanlığı, Bilim-Danışma Kurulu Yazmanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı- Genel Başkan Vekilliği (2004-2006) görevlerini onur ve sorumlulukla yürüttük. Sn. Çeçen ile aynı Genel Yönetim Kurulunda çalıştık. Pek çok ADD etkinliğinde birlikte olduk.

ADD’ye daha çooook görevler düşmekte…

Sevgi ve saygı ile. 28 Nisan 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Genel Başkan Yardımcısı (2004-2006)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

 

Kadın ve yargıç bir Danıştay Başkanı!

Kadın ve yargıç bir Danıştay Başkanı!

Emre Kongar
Cumhuriyet, 12.5.17

***
Bütün akademik yaşamımı ve yazarlık kariyerimi “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti”nin gelişmesine adadım.
Bu açıdan, ailemden aldığım terbiyeyle de tam bir uyuşma halinde, hukukçulara, özellikle de yargıçlara büyük bir saygı besledim. Onların daima benim gibi ortalama vatandaşlardan daha yüksek bir meslek ahlakına, dolayısıyla daha üstün bir hak, hukuk ve adalet duygusuna sahip olduklarına inandım ve bunu savundum.
Zerrin Güngör, bir hukukçu ve bir yargıçtır.
Sadece bu niteliği bile kendisine büyük bir saygı ve güven beslenmesinin nedenidir.
***
Danıştay, ülkeyi yönetenlerin bütün yaptıklarının hukuka uygunluğunu denetleyen, insanları iktidarlara karşı koruyan, ayrıca Anayasa’nın “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” ilkesini kollayan en üst idare mahkemesidir.
Öğretim üyesi olarak, Danıştay’daki kültür ve sanatla ilgili davalarda defalarca “Bilirkişi” görevi yaptım. Ne denli titiz ve hukuka uygun çalıştıklarına bizzat tanık oldum. Müsteşarlık yaptığım dönemde, Bakanlıkta alınan bütün kararların hukuka uygun olmasına özen gösterdim; “Danıştay ne der?” sorusunu hep aklımda tuttum.
Zerrin Güngör Danıştay Başkanı’dır.
Bu niteliği ile de benim toplumsal hiyerarşik değerler sistemimin en üst sıralarında yer almaktadır.
***
Cumhuriyet gazetesinin haberine göre Danıştay Başkanı Zerrin Güngör,
Danıştay’ın 149. Kuruluş Yıl Dönümünde, (bence tarihe geçecek) bir konuşma yapmış:

Tüm yetkileri tek elde toplayan, Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini, Hâkimler Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını atama hakkına sahip kılınan Cumhurbaşkanı’na, tüm adalet mekanizmasını belirleme, ülkeyi KHK’lerle ve seçilmemiş yöneticilerle idare etme olanağı veren…
Böylece kuvvetler ayrımını ortadan kaldıran Halkoylamasını hatırlatıp:
“16 Nisan 2017 tarihinde halkoylamasına sunulan ve kabul edilen değişiklikle Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir” diyebilmiş.
Yüz bini aşkın kişinin işten atıldığı, binlerce yargı mensubunun, sivil ve asker bürokratın, medya mensubunun hapsedildiği, şirketlere, yayın organlarına el konduğu, Halkoylaması koşullarının baskı altında zehirlendiği
OHAL dönemi ve OHAL’de çıkarılan KHK’ler konusunda da:
“Olağanüstü halin ilanı ve bu süreçte kabul edilen KHK’lerin amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine, amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir biçiminde konuşabilmiş.
***
Danıştay Başkanı Sayın Zerrin Güngör bu konuşmasıyla, Anayasasında “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nde artık hiç kimsenin idare (iktidar) karşısında güvencesi kalmadığını ilan etmiş…
Ayrıca benim yaşamım boyunca inandığım ve savunduğum bütün toplumsal, siyasal ve akademik değerleri de sıfırlamış bulunmaktadır!
BEN BU DEĞERLERİM İÇİN DİRENMEYİ SÜRDÜRECEĞİM!
====================================
Dostlar,

Sayın Kongar’ın bir başka makalesini irdelerken önceki gün (11.5.17) sitemizde biz de konuya değindik (http://ahmetsaltik.net/2017/05/11/emre-j-kongar-16-4-17-buda-ve-gbu-43-moab/) :
*****
… “Danıştay başkanı dün, akıl almaz biçimde 15 Temmuz sonrası görevden atılmaların – tutuklamaların hukuk dışı olmadığın söyleyebildi! Aynı başkan, 16 Nisan halkoylaması sonucuna katılan hile sonrasında Türkiye’de güçler ayrılığının iyice yerine oturduğunu da buyurdu!
Tam iktidar ağzı.. Hızını almayıp, apaçık TAM KANUNSUZLUK yapan YSK yargıçlarını haklı olarak sert eleştiren CHP Genel Başkanı Sn. Kılıçdaroğlu‘na laf yetiştirdi!

Ne yapsak, ne etsek de bu kadıncağıza iktidar olarak teşekkür etsek? Ne görev ve paye versek Danıştay başkanlığından daha yüksek? Gerçekten hukuk eğitimi almış, hukuk etiği okumuş, hukukun üstünlüğünü içselleştirmiş hangi hukukçu bu sözleri söyler ya da onaylar??
Zerrin hanım, Türk – Dünya hukuk ve uygarlık tarihinde hak ettiği mümtaz yeri bulacaktır. Çoook yazık Türkiye’ye çooook yazık.. Danıştay Başkanı açıkça “ihsas-ı rey” yaptı!
*****
“Evet, tek adam rejimi getiriyoruz” 
sözleri bizzat, artık yeniden AKP’li Erdoğan ve Başbakan’ın ağzından dökülür ve saklanamayan gerçek itiraf edilirken; Danıştay başkanı yüksek yargıç Zerrin Göngör’ün tam da tersine güçler ayrılığının pekiştirildiğini söyleyebilmesi gerçekten akıllara seza bir durumdur. Bir bölümü AKP’li sokaktaki milyonlarca yurttaş bile bunca yetki bir adama verilmez.. gerekçesiyle halkoylamasında “hayır” oyu kullanırken, en yüksek idari yargı organı 149 yıllık Danıştay’ın başkanının bu yalın gerçeği görmemesi, görememesi anlaşılır şey değildir, kabul edilmesi olanaksızdır. Hukuk Fakültesi 1. sınıfında Anayasa Hukuku dersi alan öğrenciler bile, Türkiye’ye dayatılan “Cumhurbaşkanlığı” sisteminin siyasetbilimi yazınında (literatüründe) yer olmadığını, dünyada benzerinin bulunmadığını (neverland!), ucube bir despotik rejim olduğunu anlayabilir.. Taa 1789’da Fransız Yurttaş Hakları Bildirisinde “güçler ayrılığı olmayan ülkede anayasa yoktur!” yazılmış iken (md. 16), Yüce Atatürk’ün devrimleri sayesinde o yüce makama gelen kadın Danıştay başkanı Zerrin hanım bilim dışı söylemi nasıl dillendirebilmiştir?

Danıştay Başkanı yüksek yargıç Zerrin hanım da korkmakta mıdır AKP – RTE’den?
Niçin korkmaktadır? Ya da bir beklentisi mi vardır?

Belki de her şeyden önemlisi / ürkünç olanı, yargıç tarafsızlığını yitirmiştir. Üstelik adli değil idari yargıçtır ve Anayasa’nın 125. maddesi gereği İdarenin her türlü işlem ve eyleminin, önlerine getirildiğinde hukuka uygun olup – olmadığının kararını vermek için yargı denetimi yapacaktır.

  • Zerrin hanım görevinden istifa etmek zorundadır..

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 14 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kimler, niçin, nasıl yaptılar?

Kimler, niçin, nasıl yaptılar?

portresi

Prof. Dr. Erol MANİSALI
Cumhuriyet, 23.08.2016

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’nin içine sürüklendiği kaos ortamını anlayabilmemiz için üç ‘soru’nun yanıtını iyi görebilmemiz gerekir:

1- Türkiye (ve bölge) için yapılmak istenenler nelerdir?
2- Yapmak isteyenler kimlerdir?
3- Amaçlarına ulaşmak için kullandıkları araçlar nelerdir?

Türkiye’de yapmak istedikleri :

1) Kürdistan’ın büyük bir ayağının Türkiye’nin güneydoğusunda oluşmasını istiyorlar. Irak tamamlandı. Suriye tamamlanmak üzere, Türkiye’nin eli kolu bağlandı; Güneydoğu’da terörist örgütler legalleştirilerek belirli bir noktaya getirildiler.
PKK ve YPG, ABD ve Avrupa’dan her türlü desteği aldı ve almakta. Siyasi, askeri ve mali öğeler dahil.

2) Lozan’ın çözülmesini istiyorlar. Zaten Kürdistan kurulursa, Lozan ortadan kalkmış olur.

3) Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de çok stratejik bir konumda bulunan Kıbrıs’tan (ve KKTC’den) tasfiyesini istiyorlar.


4) İyice küçülmüş ve ulusal askeri, siyasi ve iktisadi çıkarlarını koruyamayan,“Batı’ya bağımlı” bir Türkiye haline dönüştürülmesini istiyorlar. Körfez ülkelerinde olduğu gibi. Bu nedenle dinci örgütleri kullanıyorlar.

Yapmak isteyenler kimler?

Kürdistan projelerini daha önceki yazılarımda BOP’nin amiral gemisi olarak nitelemiştim. Siyasi, askeri, diplomatik ve mali olarak Kürdistan projesine 1984’ten beri destek verenlerin hepsi; ABD, AB büyükleri, İsrail belgelerle ve kendi uygulamaları ile kanıtlanmış isimler. En büyük yardımcıları “dinci örgütler”.


FETÖ de Kürdistan projesinin bir parçası haline sokuldu
. 1980’li yıllarda “devlet”in görememesi yüzünden bugüne kadar geldik ve 15 Temmuz’da, sanki gözümüz yeni açılabildi. Siyasal partiler, Ordu, Meclis herkes aptalı oynadı, günlük konjonktürün içinde bizi boğdular.

En kritik soru; kullandıkları araçlar neler?

Zurnanın zırt dediği yer burası: Türkiye’de Avrupa benzeri demokratik toplumsal örgütlenmeler yerine dinci örgütlenmeleri siyasetin, ekonominin, güvenliğin, adli sistemin odak yerine oturtursanız; Atatürk Türkiye’si ile dünyaya örnek olmuş ve uygarlık yolunda ilerleyen Cumhuriyeti bölüp parçalar ve Afganistan’a çevirebilirsiniz.

Cumhuriyet Türkiye’si, yüz yıllardır karanlık labirentlerden çıkamayan “İslam dünyasının” tek parlayan yıldızı olmuştur. Atatürk Türkiye’sine düşmanlıkları bundan.

  • Uygarlaşma ve çağdaşlaşma gidişini ancak dinci örgütlenmeleri, tarikatları, cemaatleri, mezhepçiliği sistemin odak noktasına oturtursanız engeller, Türkiye’yi parçalayabilirsiniz.

Batı’nın, Cumhuriyet ve Atatürk Türkiye’si yerine “dinci Türkiye’yi oturtması”gerekiyordu. Ve bunu, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri ile “uyumlu İslama”getirip ülkemizi 15 Temmuz ortamına soktular.
Avrupa tarzı toplumsal örgütlenmeler yerine cemaat, tarikat, mezhepçi akımlar ülkeyi yönetmeye başlarsa, Türkiye üzerinde hesap yapanlar amaçlarına ulaşırlar.

  • AKP’nin, Erdoğan’ın, CHP’nin, MHP’nin büyük resmin bir parçası olarak asgari müştereklerde birleşmeleri artık kaçınılmazdır. Nedir bunlar:

– Dinci örgütlenmeler siyasetin dışına itilmelidir.
– Laiklik ve Avrupa uygarlığı esas alınmalı, laiklik korunmalıdır.
– Dış ilişkilerde ABD, AB ve Rusya ile karşılıklı ulusal çıkarlara dayalı, “dengeli” bir ilişki kurulmalıdır.
– Bütün bunlar TBMM’de “demokratik bir biçimde tartışılabilmeli” ve asgari müşterekler oluşturulmalıdır.

Bunu yapamayanlar FETÖ’ye ve arkasındaki odaklara en büyük hizmeti sağlamış olurlar, FETÖ’den farkları kalmaz. Emperyalizm ve “FETÖ’ler” kazanan taraf olurlar.
(http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/589038/Kimler__nicin__nasil_yaptilar_.html)

===================================

Evet dostlar,

Üstad Prof. Erol Manisalı ne denli özlü ve net yazmış! AKP – RTE bunları yapabilir mi, yapar mı dersiniz?? Bize göre çok zor.. Çünkü hala dinci dayatmalar ülkemizin her bir yanında kör kör gözüm parmağına sürüyor.. Taksim’e cami ve kışla, köprülere hep Osmalı – Sünni adlar, özellikle milyonlarca Alevi yurttaşı derinden inciten Yavuz Sultan Selim köprüsü.. Ve geri adım atmayış! FETÖ bağlantılı AKP kodamanlarına, damatlarına dokunamayış.. ama cadı avı devam!

Örn. Tekirdağ Barbaros’ta Burcu sitesi önündeki camide 5 vakit salt ezan değil, uzun uzun ezan öncesi birşeyler okunuyor.. Olağanüstü yüksek hoparlör çıktıları var.. Gece yarısı, sabaha karşı, gök gürlercesine ezan, sela okumaları oluyor.. 100 DbA’yı aşıyor dersek hiç abartı yok.. Belli bir nota da söz konusu değil.. Tutturan tutturduğu gibi okuyor, uzatıyor, detone oluyor.. Hoparlörlerin çıkış gücünü biraz düşürseler de çevrede çok rahat duyulur. Ezan dinlemiyor adeta muazzam bir gürültüyle terbiye ediliyor, azarlanıyor, eziyet görüyoruz. Modern çağda bu gürültü terörü niyedir?? Müslüman insan çevresini rahatsız ederek bunca abartılı, gösterişle mi ibadet eder?? Çevrede hastalar, çocuklar, bebekler, uyku bozukluğu olanlar.. neden dikkate alınmaz? Diyanet İşleri Başkanlığı neden güleryüzlü – çağın koşullarına uyum sağlayan bir İslam anlayışı sergilemez? Ceberrut ve dayatmacı – baskılayıcı tutumda neden ısrar edilir?? İslam Ortaçağı!?

Bu tablo iktidarda AKP – RTE’nin bulunmasından bağımsız değerlendirilebilir mi?? Tekilden kalkarak genele ya da tersi, tümden gelerek tekile… Bunca büyük – vahim stratejik hatalar yapan bir siyasal iktidardan yarattığı sorunları çözmesini beklemek ne denli bilimsel ve gerçekçidir? Siyasetbilimi bu soruya olumlu yanıt veremiyor ne yazık ki..

Bu durumda bir ULUSAL HÜKÜMET formülü akla geliyor.. AKP’nin buna da yanaşacağını hiç sanmıyoruz. Öte yandan ülkeyi yıkıma (felakete) götüren konularda inanılmaz bir sorumsuzluk ve akılsızlıkla, utanmazlıkla “kandırıldık” deniliyor.. Bırak git o zaman, istifa et!

Herkesin derhal aklını başına alması gerek.. Bu 5 taş oyunu değil! 80 milyonluk ülkenin yazgısı rastlantılara ve ehil olmayanlara, hele hele Cumhuriyeti din devletine dönüştürme hedefi olanlara emanet edilemez. Bu durumda AKP – RTE’nin TBMM’de öbür partilerle uzlaşma hatta ortak çalışma yükümü var. TBMM etkin olarak çalışmalı. Fakat bakıyoruz, ülke OHAL koşullarında olmasına karşın, TBMM İçtüzüğünde yeralan OHAL Kararnamelerinin 1 ay içinde görüşülme koşuluna karşın (md. 128), hiçbirini görüşmeden TBMM 1 Ekim’e dek tatilde! Akıl alacak şey değil!

CB Başkanlığında toplanan 27 kişilik Bakanlar Kurulu’nun, daha doğrusu TEK ADAM’ın 2 dudağı arasında çıkan her şey OHAL Kararnamesi oluyor.. Tam bir otoriter totalitarizm!

Anayasa açıkça çiğnenerek Ülkenin yapısı – işleyişi DNA’sına dek değiştirildi 5 OHAL Kararnamesi ile.. 110 vekil ya da anamuhalefet CHP Meclis grubu Anayasa Mahkemesine götürmedi bu OHAL Kararnamelerini!?

TSK, açıkça hınç alınırcasına yerle bir edildi. Bu vahşi coğrafyada güçlü Ordu olmadan ayakta kalınabilir mi??

Bu kritik yanlışlardan hemen dönülmeli! TBMM tatil yapmayıp etkili çalışmalı. AKP, muhalefetin verdiği 15 Temmuz darbe girişiminin TBMM tarafından kapsamlı incelenmesi önergesini neden reddettiğini kamuoyuna mutlaka açıklamalı.. Darbe girişiminin siyasal ayağını karanlıkta mı bırakmak istiyor AKP bu toptancı red kararı ile??

Böyle giderse Türkiye çok daha ciddi açmazlarla karşılaşacak..
Diyalektik çıkarım böyle ne yapalım ki..
3 gün önce Hayrabolu’daki genç, çok mütevazi esnafın sözleri kulaklarımızdan çıkmıyor :

  • Tayyip kendi çalıp kendi oynuyor...

    Sevgi ve saygı ile.
    24 Ağustos 2016, Tekirdağ

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

Aziz Sancar, Nobel, Atatürk ve Türkiyesi

MURAT YETKİN
MURAT YETKİN

RADİKAL, 12.12.05

Aziz Sancar, Nobel, Atatürk ve Türkiyesi

Aziz Sancar burada kalsa o’na DNA araştırmalarıyla Nobel yolunu açan çalışma imkânı bulur muydu,
yoksa YÖK’ün bilim değil bürokrasi ve ideoloji üretmeye odaklı labirentlerinde mi kaybolurdu?
Prof. Aziz Sancar 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü 10 Aralık akşamı Stockholm’de düzenlenen ödül töreniyle (öbür iki meslektaşıyla paylaşarak) İsveç Kralı 16’ıncı Gustaf’ın elinden aldı.

Sonra da

“Bu ödül Ata’mız sayesinde alınmıştır.”

dedi;

“Ödülü 19 Mayıs’ta Türkiye’ye gelerek Anıtkabir’de
Atatürk’e bırakacağım.”

Bunu neden mi söylemiş? Çünkü Mardin’in Savur İlçesi’nden sekiz çocuklu okuma-yazması olmayan “ama eğitimin önemini bilen” bir anababanın 7. çocuğu olarak kendisine sağlanan eğitim olanaklarını Atatürk Türkiyesi‘ne bağlıyor.

***

Ailesinden general de çıkmış HDP milletvekili de.
O’na “Arap kökenli” olup olmadığını soran BBC muhabirine Türküm, o kadar
cevabını vermiş. Üniversiteden sonra fikir hürriyetinin, akademik hürriyetin daha geniş olduğu diyarlara göç etmiş, ABD’ye yerleşmiş, bir “Turkish-American” yani Amerikalı Türk olmuş.
***

Burada kalsa O’na DNA araştırmalarıyla Nobel yolunu açan çalışma olanağı bulur muydu,
yoksa YÖK’ün bilim değil bürokrasi ve ideoloji üretmeye odaklı labirentlerinde mi kaybolurdu?Zaten farkına varıp kıymetini bilmemiz de Amerikalılardan sonra olmuş. Sancar’ın Amerikan Bilimler Akademisi üyeliği 2005’te, Türkiye Bilimler Akademisi üyeliği 2006’da verilmiş.
***

Sancar siyasal görüşleri olan, bunu saklamayan bir bilim insanı… Gençliğinde
Ülkü Ocakları’nda da bulunmuş; Koray Aydın, Beşiktaş günlerini Twitter’da paylaştı.
Milliyetçiliğinde İslami değil laik ve Atatürkçü yön ağır basıyor;
bu bakımdan ulusalcı da denebilir.
Atatürk ve 19 Mayıs demeci, Türkiye’nin laik cumhuriyet ilkelerine vurgu yapmayı amaçlıyor.
***

Tabii Türkiye’nin Müslüman nüfusuyla laik, demokratik ve serbest ekonomiye sahip bir ülke oluşu bundan daha birkaç yıl öncesine dek parmakla gösterilen özelliğiydi.

ABD Başkanı Barack Obama, seçildikten sonra ilk deniz aşırı gezisini bu yüzden Türkiye’ye yapmış, Nisan 2009’da Meclis’te yaptığı konuşmasında Türkiye’yi öbür Müslüman ülkelere örnek göstermişti. Acaba Obama bugün de aynı konuşmayı yapar mı, ne dersiniz?
***

Benim kuşkularım var. Çünkü Türkiye’nin yalnızca Müslüman ülkeler arasında değil,
genel olarak dünyadaki algısı ciddi şekilde değişmeye başladı. Nereden mi anlıyoruz bunu?
***

Aziz Sancar’ın Kimya Ödülü’ne ortak olduğu 2015 Nobellerinde Barış Ödülü,
Norveç’in başkenti Oslo’daki törende Tunus’a gitti.
Nobel Komitesi, Sendikacı Hassine Hassine Abassi, avukat Mohamed Fadhel Mahfoudh,
insan hakları savunucusu Abdessatar Ben Moussa ve iş dünyasından Ouided Bouchamaoui’dan oluşan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün “İslami ve laik grupların ülke çıkarları için bir arada yaşayıp diyalog kurabildiklerini” gösteren çalışmalarından ötürü ödüle layık bulmuş.

İşte Türkiye’nin çok değil, birkaç yıl öncesine dek örnek gösterilmesine vesile olan özellikleri arasında bunlar da vardı.
***

Atatürk’ün temellerini attığı Cumhuriyet, “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinin parlak dönemlerinden birini yaşıyordu 2008-2009’da. Bunun temelinde özellikle Ortadoğu’daki ihtilaflara taraf olmamak vardı; müttefik ABD’nin Irak işgaline bile taraf olunmamıştı.

Sonra, 2010 sonlarında Tunus’ta Arap Baharı patladı.
Türkiye, önce Libya, sonra Mısır derken, sonunda Suriye’de giderek siyasi niteliğin yanı sıra mezhep ayrılıklarının öne çıktığı bu bataklığa saplanmaya başladı.
***

Suriye ve Irak’ta bugün yaşanan sorunlar, Rusya ile yaşanmakta olan kriz,
İran boyutu filan hep ortada.. Ayrıntılarına girmeyeceğim, sürekli yazıp duruyoruz zaten.
Ama Tunuslu sendikacı ne dedi biliyor musunuz, Nobel Ödülü nedeniyle CNN tarafından
canlı yayınlanan görüşmede ?

Ortadoğu’da yaşanan kargaşada Türkiye’nin de sorumluluğu olduğunu söyledi.
Hatta daha ileri giderek

IŞİD’e Türkiye ve Katar’ın destek olduğunu herkesin bildiğini iddia etti.

***
Deneyimli CNN muhabiri durumu hemen toparladı, bu iddiaların her iki ülke tarafından da yalanlanmakta olduğunu söyleyerek konuyu değiştirdi. Tabii Türkiye de Katar gibi
ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı koalisyonun üyesi. IŞİD, 2013 Eylül’ünden bu yana
terörist örgüt sayılıyor. Hükümet stratejik İncirlik üssünü (Rus uçağının düşürülmesinden
bu yana, kendi uçaklarıyla katılamasa da) Suriye’deki IŞİD hedeflerine karşı kullandırıyor.

Öte yandan eğer siyaset yaşanan gerçeklikten çok algılanan gerçeklikle ilgiliyse,
Tunuslu sendikacı Abbasi’nin Türkiye algısının böyle olması gerçekten üzüntü vericidir.
***

Türkiye’nin Arap dünyasındaki Müslüman ve Batı dünyasındaki algısı birkaç yıl içinde
laik, demokratik sistemin işlediği, komşularıyla sorunlarını çatışmalara taraf olmadan,
diyalogla çözmeye çalışan, hatta onların aralarındaki sorunları çözmeye çalışan bir ülkeden, ortalığı karıştıran, teröristlere destek veren bir algıya kaymış olması, gerçekten üzüntü vericidir. (Bu işler çıkmadan Türkiye’nin İsrail ve Suriye’yi barıştırmak için devrede olduğuna inanmak şimdi ne kadar uzak geliyor, değil mi?)

Herhalde bu algının yaygınlaşması Aziz hocayı da üzüyor ki,
bir ömür verdiği Nobel’ini Profesör Sancar Atatürk’e ithaf ediyor.

====================================

Evet dostlar,

RADİKAL‘den Murat Yetkin önceki gün köşesinde bunları yazdı.
Atatürk Türkiye’sinin AKP – RTE ile nereden nereye savrulduğunu izlemek
gerçekten çok acı verici.
Üstelik bu akıldışı iç ve dış politikanın son derece ağır faturası var; ödeniyor, ödenecek :

Bay RTE İslam alemine Türkiye’nin sözde sorumluluğunu vurgularken (bilinç altı  Halifelik hayali ne denli çıplak değil mi?!), tam tersine onyılların emeğiyle kazanılan saygınlık
yerle bir oldu; hatta nefrete dönüştü.

– Yalnızca sayısı 60’a yaklaşan İslam ülkeleriyle diplomatik düzeyde değil yaşanan ağır sorun;
değiştirilemez coğrafyayı paylaştığımız 3 Müslüman komşumuz İran, Irak ve Suriye ile
düşman edildik.

– Ülkemiz, Büyük ATATÜRK’ün tam bağımsızlıkçı dış politikasını terk ederek NATO üyesi olmuştu 1952’de ama (DP, Menderes dönemi) AKP – RTE döneminde olduğu ölçüde
asla uydu politikalar izlememiş, Batı Emperyalizminin taşeronu olmamıştı.

– Artık dünya alem biliyor ki RTE, komşu Suriye’nin Başkanı Esad ile dün can ciğer iken,
bir ABD talimatıyla, –BOP eşbaşkanlığı diyeti olarak-,180 derece dönerek 1 numaralı düşman olmuştur!.. RTE, dinci terör örgütü IŞİD’e ısrarla “IŞİD unsurları” demiş, son zamanlarda
pusula dönünce zorunlu olarak O da söylem değiştirmiştir.

Türkiye Suriye’de iç savaşı kışkırtmış, rejim karşıtlarına her türlü desteği vermiştir.
MİT TIR’ları ile silah ve cephane yollamıştır Esad’a karşı isyan edenlere ve bu durum
suçüstü yakalanarak Cumhuriyet‘te fotoğraflarıyla yayımlanınca da Can Dündar ve
Erdem Gül‘ün başına “imal edilmiş” epey suç gelmiştir. Suçlamalardan başlıcası “devlet sırrını açıklamak”.. Yani apaçık “..biz MİT TIR’larıyla silah vs. yollamadık..” denemiyor ama örtük bir kabulle, “..evet.. doğru.. biz MİT TIR’larıyla silah vs. yolladık ama bu Devlet sırrı idi,
siz onu açıkladınız..” denmektedir an Dündar ve Erdem Gül‘e..

– Rusya ile de uçak düşürek / düşürtülerek bozulan / bozdurulan ilişkiler yüksek çok maliyetlidir.

TÜRKİYE YALNIZLAŞTIRILARAK ATLANTİK EKSENİNDE BOĞULMAKTADIR!
Oysa kurtuluş, Batı Asya Birliğinde!  

  • Ülke içinde de mezhep ve dinsel inanç temelinde, etnik temelde, politik temelde insanlarımız ayrıştırılmış ve birbirine düşmanlaştırılmıştır. Tayyip bey ağzını açtığında “..bunlaaaarr..” diye başlamakta ve apaçık ayrımcılık yaparak AKP propagandasını sürdürmektedir. Hatta karşıtlarına hakaretler yağdırmakta, onları sürekli aşağılamaktadır bilinçli bir sosyal psikolojik savaşla.
    Sonra da TCK’nın AYM kararıyla ilga edilmiş, gerçekte olmayan 299. maddesine dayalı
    yüzlerce hakaret davalarıyla muhalefeti yıldırarak teslim almak istemektedir; kendi bilinçli tahrikini örterek, tarafsızlığını yitirdiği halde, gerçekte olmayan özel yasal korumadan yararlanmaya çalışarak. (Bkz. Altıparmak K ve Akdeniz Y. TCK 299 : Olmayan Hükmün
    Gazabı mı? Güncel Hukuk Dergisi, Ekim 2015, syf. 42-44)
  • AÇILIM saçmalığı ile, ülkemizin bilinen bölgeleri başta olmak üzere silah – cephane deposuna dönüştürülmüş, ilçeler hatta iller içeriden teslim alınarak, AKP- RTE’nin göz yummasıyla
    Devlet tasfiye edilmiş, alan egemenliği hendekler, barikatlar, tunellerle.. terör örgütüne bırakılmıştır. Gelinen uçurum eşiği çok geç de olsa farkedildiğinde, sorun askere – polise – korucuya havale edilmiş, çok sayıda şehit – gazi – halktan ölüm ve yaralanmalarla
    çok kanlı biçimde geriletilmeye çalışılmaktadır.
  • Hiçbir iktidar döneminde bunca çok insanımız öldürülmemiş, yaralanmamıştır.
    AKP – RTE yönetimleri, 1 numaralı görevleri olan yurttaşın CAN GÜVENLİĞİNİ sağlayamamıştır! Bunca ağır maddi – manevi yitiğin politik sorumlusu RTE – AKP’dir!Ülkenin ve tüm yurttaşların devlet başkanı olamamıştır, olmaya da niyeti yoktur. Bu haliyle Tayyip Bey bir de NOBEL Barış ödülünü eleştirmiş ve dolaylı olarak kendini adreslemiştir!. Akıllara seza.. Oysa Nobel Kurulu, sözde “Arap Baharı” ile kan gölüne dönüştürülen
    Laik Tunus’ta, yaraları sarmak üzere olağanüstü çaba gösteren Sendikacı Hassine Hassine Abassi, Av. Mohamed Fadhel Mahfoudh, insan hakları savunucusu Abdessatar Ben Moussa
    ve iş dünyasından Ouided Bouchamaoui’dan oluşan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün
    İslami ve laik grupların ülke çıkarları için bir arada yaşayıp diyalog kurabildiklerini” gösteren çalışmalarından dolayı ödüle yaraşır buldu..

    RTE ise tersini yapıyor Türkiye’de.
    “Hem Laik hem Müslüman olunmaaazzz..” diye haykırarak kurulu düzeni değiştirmeye
    çalışıyor. Anayasa Mahkemesi, RTE başkanlığındaki iktidar partisi AKP’yi, “Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmuş bir parti” olarak suçluyor ve her nedense kapatmayıp
    para cezası veriyor!?..Ne diyelim.. Allah feraset versin özellikle buna çooook gereksinimi olan ülke yöneticilerine..

    NOBEL ödüllü yüz akımız Prof. Sancar‘ın iletisi alınabiliyor mu acaba?
    Hiç sanmıyoruz.. Yarın (15.12.15) Erdoğan Prof. Sancar ile görüşecek..
    Sancar hoca, bu buluşmanın ucuz politik şova, yoz oy avcılığına dönüşmesine izin vermemeli..
    O yüksek zekasının küçücük bir bölümüyle bu liezonu yönetebilir, yönetmeli. Bir kez daha;

  • ATATÜRK TÜRKİYE’sine DÖNÜLMESİ ZORUNLUĞUNU VURGULAMALI!
    Sevgi ve saygı ile.
    14 Aralık 2015, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

    Yazımızın pdf biçimi : NOBEL_Odullu_Prof._Aziz_Sancar_ile_R.T._Erdogan_Bulusmasi

ATATÜRK HEYKELİNİ YAKMAYA ÇALIŞMAK NASIL BİR RUH HALİ?


Dostlar
,

Ülkemizde işler giderek yolundan çıkmakta.
Gelişmeler kaygı vericidir.
Kuşkusuz bu olumsuz tablodan siyasal iktidar sorumludur.
Halen iktidarda olan kadrolar, en azından bu konumlarını da Atatürk Türkiyesine
borçlu olduklarını unutmamalıdırlar. Tersi vefasızlık değil midir?

Hükümetten bu bağlamda bir açıklama duymadık. Oysa derhal yüksek düzeyde bir kınama açıklaması yapılmalıdır. İçişleri Bakanı Efgan Ala‘nin ilk işi bu çirkin saldırının sorumlularını hızla bularak yargı önüne çıkarmak olmalıdır.

Br ölçüde zarar gören Atatürk yontusu hemen onarılmalı, gerekirse daha da görkemlisi yapılmalıdır. Kaideye Atatürk’ün halka dönük anlamlı sözleri yerleştirilmelidir.

Atatürk Heykelini Benzin Döküp Yaktılar!!

“Saldırının önceden bilindiği” savları dehşet vericidir.

Türkiye’nin güvenlik güçleri – istihbarat birimleri son derece güçlüdür.
Benzer olaylar mutlaka önlenmekidir. Bunun için Başbakan R.T. Erdoğan‘ın
birkaç tümcesi bile yeterli olabilir. Erdoğan bu sorumluluktan kaçmamalıdır.

Bu tür olaylar sıradanlaştırılmamalıdır. Çünkü gerçekten basit olaylar değillerdir.
Örneğin ABD’de, kurucu önder General Washington‘un yontularına herhangi bir saldırı günümüze dek, 200 yılı aşan bir süredir (Dünyanın ilk Aanayasası, 1787’den
bu yana..) gözlenmiş midir? Olursa ABD’de sıradan bir olay sayılabilir mi? ABD ne tür önlemler almıştır bu bağlamda? Paralarda hala bu komutanın fotoğrafı vardır.. Ülkenin başkentinin adı da bu saygı komutanın adını taşımaktadır ve kimsecikerl bu tarihsel vefa örneği davranış ve uygulamalardan, yasalardan, Anayasadan rahatsız değildir.

AKP iktidarının el altından çanak tutucu hiçbir girişimi kesinlikle olmamalıdır.

Türkiye’yi germenin, kısa erim bir yana, orta-uzun erimde kimseye bir yarar sağlamaz.

AKP içinde sağlıklı kadroların bu tür olumsuz gidişleri engellemeleri gereklidir.

Aşağıdaki yazısı içinde Prof. Kemal Arı 2 yerde çaresizlikten ve acıdan kıvranarak mide spazmı (bereket koroner spazm değil!) geçirdiğini belirtmektedir.
Siyasal iktidarın buna hiç hakkı yoktur.

İktidar, ülke aydınlarının, insanlarının acıdan kıvranması için mi görevdedir?

Tam tersine, tüm yurttaşlarına güvenlik içinde sağlıklı – onurlu – gönençli – demokrartik – hukuka bağlı bir yaşam sağlamaktır siyasal iktidarların görevi. Bu yolu benimsemek, ülkemizde toplumsal huzur ve barış için temel olacaktır.

Türkiye iklimi haddinden fazla geilmiştir ve Başbakan R.T. Erdoğan bilerek
gerilim siyaseti izlemektedir
.

Ne yazık ki, Ülkeyi saflara ayırarak insanımızı ötekileştirmekte ve bu yolla
oydaşlarını pekiştime peşindedir.

Bu politikayı sürgit götürme olanağı yoktur.

Ülkemiz ve insanımız, bu çok tehlikeli ve çok yanlış politikalar durdurulmazsa
büyük bedeller ödeyebilir..

Lütfen sağduyu, lütfen sağduyu, lütfen sağduyu..
Duyuyor musunuz AKP yetkilileri ve AKP’li yurttaşlar??

Sevgi ve saygı ile.
24 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

ATATÜRK HEYKELİNİ YAKMAYA ÇALIŞMAK NASIL BİR RUH HALİ?

(-Aldırma Gönül Aldırma)…

Prof. Dr. Kemal ARI  

Yer Ankara, Gölbaşı…
Zaman; 22 Nisan’ı 23 Nisan 2014 tarihine bağlayan gece…
Kimliği belirsizmiş; kimi kişiler ellerinde benzin bidonları ile geliyor ve ayakta, elinde şapkası bulunan, alimünyum alaşımlı sarıya boyalı heykeli yakmaya çalışmışlar…

Heykelin yandığını görenler, polise ve itfaiyeye haber vermiş. Polis ekipleri, yanan heykeler ulaşınca, yangın tüpleri ile heykeli daha fazla yanmadan söndürmüşler…

Bak hele, hele!

Sonra da heykelin ayaklarında erimeler tespit edilmiş… Kapkara olmuş, dumanlar içinde yanan heykelin, bacak kısımlarında kimi yerlerde erime görülmüş…
Polis heykelin niye yakıldığı araştırmaya koyulmuş…

Bak hele, bak hele…
Laf ola beri gele…
Nedenini araştırıyormuş hee?

Gelinen nokta şu:

-Yuh…
Geçelim…
Birazdan geleceğiz de, şimdilik…
Bugün bir ilköğretim okulunda 23 Nisan izlemeye gittim. Güya orası,
Bornova’da seçilmiş merkezi kutlama yeriymiş.
Ne yalan, okul iyi hazırlık yapmış.
Çok beğendim…
Hele kim çocukların ellerinde pankartlar;

– “Çocuk Yaşta Evliliğe Hayır!”,
– “Çocuk İstismarına Hayır”,
– “Çocuk Yaşta Çalıştırılmaya Hayır!”

gibi yazılar içeren dövizler taşımaları çok hoşuma gitti…

Ama o da ne?
Tören başladı.
Resmi erkan yerini almış…
Kalabalık; eh, idare eder, derken;
Programın yarısından sonra ne protokolde doğru dürüst kimse kaldı; ne izleyiciler arasında… gelen en başta kaç kişiyse, yarısı bu aşamada geçip gitmişti…
Ve…
İlçenin resmi töreninde; garnizon komutanı değil, bir astsubay protokolde askeri erkanı temsil etti, iyi mi?
Ne diyeyim şimdi?
Askere “yuh” diyemeyeceğime göre; eh ben de mide kaslarıma yüklenirim;
sinirden her yanım diken diken olur, olur biter…

Hadi, bunu da geçelim…

Gelelim gene heykeler:
Ne oldu da o heykel orada yakıldı?
Ne istiyorlar Atatürk’ten, Atatürk heykellerinden?

Birilerine niçin batıyor, niçin böylesine antipati geliştiriyorlar ruh dünyasında Atatürk için, bu insan diyemeyeceğim yaratıklar?
Dertleri ne?
Hiç, Atatürk olmasaydıyı düşünmüyor mu bu cahil cühela…
Sanıyorlar ki galiba; her şey daha iyi olurdu;
Atatürk geldi, daha iyi olacak her ne ise onları engelledi, öyle mi?
Hay ben böyle aklın diyeceğim; kaba olacak;
Yine susuyorum ve mideme yükleniyorum…

Yine gelelim öteki törene:
Orada bir fotoğraf vardı…
Fötr şapkayla Atatürk…
İlerlerken öne doğru, yürüyüş halindeyken yani, dönmüş geriye doğru bakmış…
İçim acıdı.
Yüreğim yandı…
Bir hüzün hissettim yüzünde…
Ve baktım;
Ben de hüzünlüydüm…
Çok, çok hüzünlüydüm hem de…

Atatürk, bunu hak etmiyor.

Bunu biliyorum ve bu sorunun net yanıtı olduğu için, bu soruda bir sorun yok…
Pekâlâ, bizim sorunumuz ne?
Özgürlükler vermiş bize; yurt vermiş; varlığını bizler için harcamış; gelecek için uyarmış; akıl ve bilimden sapmayın, bağımsız olun, adam olun; dince kutsal değerleri gündelik siyasetin içine sokup yıpratmayın, aydınlanın; çağdaşlaşın; yoksa bu gericilik sizi yutar demiş…

Kötü mü etmiş?
Pekala bizim derdimiz ne ki; içimizde bu denli öfkeli, garip, anlaşılmaz yoğunluklar içinde kötü duygular geliştiriyoruz?
Ruh hastası mıyız?
Aklımızı mı yedik?
İçimizde bu öfkeyi nasıl yaşatabiliyoruz?
Bunların yanıtı var mı?
Yanıt:

Yok…

Yoksa demek ki bu düşünceyi içinde taşıyanların da bir değeri yok.

Zaten “yok” olanı; “yok” hükmünde sayıyorum ve hüzünlü iç dünyama bakıyorum ve kendi kendime mırıldanıyorum:

Dışarıda deli dalgalar;

Gelip duvarları yalar…

Seni bu dertler oyalar;

Aldırma gönül aldırma…