Etiket arşivi: Yurtta Sulh Cihanda Sulh

ADD Genel Merkezi : UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

BASINA VE KAMUOYUNA 

UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

30. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda emperyalizm ve hain işbirlikçilerinin aramızdan aldığı Devrim Şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.

31 Ocak 1990 akşam saatlerinde evinin önünde iki kahpe kurşunla katledilen Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy‘un ve 24 Ocak 1993 sabahı otomobiline tuzaklanan bomba ile paramparça edilen Kalpaksız Kuvvacımız Uğur Mumcu‘nun yok edilmeleri, emperyalizmin ilk halka seri (ardışık) siyasal cinayetler tuzağının 2. halkasının başat kilometre taşlarıdır.

İlk halka cinayetlerle demokrasiyi katledip özgürlükçü 1961 Anayasası yerine getirdiği yasakçı 1982 Anayasası ve antidemokratik darbe yasaları ile örgütlü toplumu, özerk üniversiteyi, özgür kültür ve sanat iklimini dinamitleyen, ABD’nin “Bizim oğlanlar yaptı” dediği 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi‘ne zemin oluşturulup toplumsal meşruluk sağlanmış, 2. halka ile de ülkemiz 2000’li yılların emperyal güdümlü Siyasal İslam çıkmazına sokulmuştur.

Bu nedenle her yıl düzenlenen 24 – 31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası‘nda çeşitli etkinliklerle andığımız aziz şehitlerimizin kanlarını yerde bırakmama kararlılığımızı yinelerken hem bu emperyal tuzakların perde arkasını halkımıza gösterme çabamızı sürdürüyor, hem nedenlerini ve sonuçlarını irdeliyor, hem de Laik Cumhuriyetimiz’i ilelebet payidar kılma (sonsuza dek yaşatma) yolunda dersler çıkarıyoruz.

Muammer Aksoy, Cumhuriyetimiz’in kuruluş felsefesinden koparak Laik Hukuk Devleti olma niteliğini yitirip karanlık bir geleceğe sürüklenmesi tehlikesinin farkında olan 49 Cumhuriyet Aydını yol arkadaşıyla 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği‘ni kurdu. Derneğimizin kuruluş bildirgesi, Kurucu Genel Başkanımızın çalışma ve demeçleri emperyalistleri çok rahatsız etti ve Muammer Aksoy 8 ay sonra katledildi.

Hâlâ aydınlatıl(a)mamış olan bu cinayetin Ulusumuzu derinden yaraladığı ne denli gerçekse, Laik Cumhuriyet düşmanlarını, çok uluslu petrol tekellerini, 1961 Anayasası karşıtlarını, kadın haklarını ayaklar altına alanları, aklın özgürleşmesinden, özgür bireyden ve Uluslaşma bilincinden korkan Karşı Devrimcileri, emek, gençlik ve öğretmen örgütlenmeleri başta örgütlü toplumu tehdit olarak görenleri, üniversite özerkliğini hazmedemeyenleri ve Türkiye’yi Kemalizm’in Yurtta Sulh Cihanda Sulh rotasından saptırıp Yeni Osmanlıcılık ham hayali ile Orta Doğu bataklığına sokmak isteyenleri çok sevindirdiği de bir o denli gerçektir.

31 Ocak 1990 akşamı başlayan bu ikinci halka emperyal tertipler, üzerine kararlılıkla gidilmediği için sürdü. Kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter cinayetlerinin ardından 24 Ocak 1993 Uğur Mumcu suikastı ile yeni bir boyut kazandı.

Uğur Mumcu’nun katli her kesimden halkımızda büyük infial yarattı. Devletin bütün kademeleri failleri ve azmettiricilerini bulmaya söz verdiler, ama çözüm için atılan her adım engellendi, “duvardaki o tuğla” bir türlü çekil(e)medi!

Uğur Mumcu da Muammer Aksoy gibi emperyal güçleri ve uşaklarını öylesine ürkütmüş, o denli çok hain odağın ipliğini pazara çıkarmıştı ki; O’nu bu odakların her biri öldür(t)müş, hatta cinayeti birlikte işle(t)miş bile olabilirlerdi. Örneğin bölücü terör örgütü PKK gibi, Abdi İpekçi’yi öldürtüp Papa’yı vurduranlar gibi, silah ve uyuşturucu kaçakçıları, kamu ihale vurguncuları, Kemalizm karşıtları gibi, imamların aylıklarını ödeyen ARAMCO’cular (AS: Rabıta örgütü), 12 Eylül faşizminin kucağında yaşam bulan teokratik devlet özlemcileri, tekerlerine çomak soktuğu yabancı gizli istihbarat servisleri gibi…

  • Atatürk laikliği; yalnız uygarlığın, demokrasinin ve özgürlüğün değil,
    aynı zamanda iç barışın ve ulusal birliğin de yolu ve güvencesidir.
  • Laikliğe karşı propagandaya, şeriat propagandasına müsaade etmek,
    Türkiye’nin geleceğinin yok edilmesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
    intihar etmesini benimsemektir.

diyen Muammer Aksoy da,

  • “Ben Atatürkçüyüm. Ben cumhuriyetçiyim. Ben lâikim. Ben antiemperyalistim.
    Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben insan hakları savunucusuyum.
    Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların,
    çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın beni.
    Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır.”

diyen öğrencisi, düşün yoldaşı Uğur Mumcu da cesur (yürekli) Kemalistler, kararlı Devrimciler, ödünsüz Cumhuriyetçiler ve son derecede saygın, sözlerine sonuna dek güvenilen Toplum Önderleri oldukları için hedef seçildiler.

Yılda bir gün evlerinin önüne, gömütlerine karanfiller bırakıp övgü dolu nutuklar (söylevler) atan kimilerinin söylediklerini benimsememeleri, savundukları fikir ve düşünceleri, uğruna can verdikleri değer ve idealleri unutmuş görünmeleri ne acı! Dediği gibi Mumcu’nun:

  • “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil.”

İkinci halka siyasal cinayetler Uğur Mumcu’dan sonra da devam etti. Eşref Bitlis, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, üyemiz Necip Hablemitoğlu ve yine bir 24 Ocak günü (AS: 2001) Diyarbakır halkının sevgilisi Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan aynı karanlık güçlerce katledildiler.

Emperyalizm ve işbirlikçileri bu seri siyasal cinayetlerle eşanlı olarak istihbarat kurumları eliyle bir başka yapıyı da örgütlediler. Önce “Cemaat” yaveleri ve “Hocaefendi” güzellemeleriyle el üstünde tutulan, ardından “Hizmet Hareketi” kılıfıyla semirtilerek “ne istedilerse verilen”, amacı emperyalizmin 100 yıllık hedefi doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ni Din Devletine dönüştürmek olan, neden sonra FETÖ diye anılıp PDY (Paralel Devlet Yapılanması) adıyla tanımlanan bu hain örgüt, ortak olduğu iktidarın sağladığı olanaklarla devlette kadrolaştı. Mülki idare, yargı ve emniyeti neredeyse ele geçirdi. Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davaları ile mıntıka temizliği yapıp adamlarının önünü açtı. Sonunda Orduya yerleştirdiği müritleriyle 15 Temmuz 2016 günü darbeye kalkıştı (AS: ABD maşası olarak). Bastırıldıktan sonra birilerinin “Allah’ın lütfu” saydığı bu hain kalkışmanın Anayasal düzene sadık Kemalist subaylar, namuslu emniyet mensupları ve milletimizce önlendiğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı biçimde; bunca vahim (ürkünç) yaşanmışlıklara karşın, kimi siyasilerin hâlâ tarikat – cemaat adı altında örgütlenmiş emperyalizm taşeronu bu çağ dışı yapılardan medet ummakta olmalarının anlaşılabilir, bağışlanabilir yanı olmadığını da görmeliyiz.

Türk Ulusu siyasal cinayetlere kurban giden yiğit evlatlarını da, katillerini, işbirlikçilerini ve azmettiricilerini de unutmayacak, unutturmayacak, bir gün mutlaka hesabını soracaktır.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuz semalarına asma azim ve kararımızla başta Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu olmak üzere yitirdiğimiz bütün vatanseverlerimizi minnet ve şükranla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, sesimizi ve sözümüzü yükselterek “ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ diyoruz.

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ

Kazanımlar, kayıplar…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Son Yazısı / 
Tüm Yazıları 
Cumhuriyeet, 13 Ekim 2021

 

Millet için tünelin ucu, muktedirler için çıkış kapısının dışı görünmeye başladığından beri, 20 yıllık destekçileri, yancıları, yardakçıları, şakşakçıları, beslemeleri aldı bir telaş.

Bir yandan, muhalefet partilerinin geçmişten çok farklı bir tavırla, çözülemeyen sorunlar üzerine peş peşe yaptıkları “çözüm formülü açıklamaları”, bir yandan giderek hıncahınç dolu meydanlara hitaben konuşmalar yapan muhalif liderlerin görüntüleri, bir yandan da kamuoyu yoklamalarında hızla tersine dönen rüzgârın grafik anlatımları, “muktedir için gidiş marşının” notaları anlamına geliyor.

İşte tam da bu yüzden, sadece “mührün sahipleri” ve onların “mühürdarları” değil, sistemden yararlanan, nemalanan, muktedir sayesinde rahata eren, istediklerini yaptıran ve çoğunluğun ıstırabı pahasına refah ve güven içinde yaşayanları, büyük bir telaş almış görünüyor.

Geçmiş iktidar değişikliklerinde, genelde böyle durumlarda, sadece sessiz ama belirgin bir panik içinde “Gemiden nasıl atlarım?” ya da “En yakın filika nerede?” derdine düşen muktedir yancıları, bu kez ilginç bir şey daha yapmaya başladılar. O da “Kazanımlarımız ne olacak? Bizden sonra gelenler, ya onları elimizden almaya kalkışırlarsa?” söylemini dillendiriyorlar.

Neden? Çünkü, geçmiş iktidarlarda sadece bir tür basit anlamda “kadro” değişiminden söz edilirken, bu kez bir “ihtilal”in kazanımlarıdır kastettikleri. Daha 2002 yılının 3 Kasımı’nda seçimi kazandıkları an başlayan ve aradan geçen 19 yıllık sürede her gün kendisine bir başka mevzi ve kazanım elde eden ihtilalci bir rejimden söz ediyoruz çünkü.

O yüzden, geçen günlerde besleme medyada bazı kalemlerin giriştikleri “Evdeki bulgur, kurtlu bulgur, pirinç” muhabbetini ilgiyle izlemekteyiz. Tabii ki bunların “kazanımdan” kastettikleri şey, başlıca iki konu başlığı altında incelenebilir.

Birincisi, “gerici ve anti-laik düzenlemeler”. Yani, dinin ve hurafelerin, çağdaş uygarlık ve bilimsel düşünceden uzaklaşarak, ülkeyi neredeyse çağlar boyu gerilere taşımış olmaları. Hayatın her alanında sarıklı, cüppeli, takkeli birilerinin katıldıkları törenler, vaazlar ve fetvalarla düzenlenmeye çalışılan günlük yaşam. Bir yandan eğitim sistemini neredeyse anaokulu düzeyinden üniversite düzeyine kadar, fiilen ve zihniyet olarak “imam hatipleştirmeye” tabi tutmaları, bir yandan “Velev ki siyasi simge” diye itiraf ettikleri bir şekilde, başörtüsünü “kişisel bir tercih olmaktan çıkarıp sosyal ve siyasal bir bayrak olarak” ülkenin tüm burçlarına dikme uygulaması ile, bu dediğim “geriye doğru değişimin doruklarına” çıktılar.

İkincisi de geldiklerinde zaten var olan bütün rant kapılarına konup, çöküp, yenilerini yaratıp, bunların üzerinden (iç ve dış) yandaşlarına döşedikleri hortumlarla devasa yeni rant havuzları yaratmak da en önemli kazanımlarından biriydi. Yabancı sermayeyi, yatırım amaçlı değil ülke para piyasalarının yağmalanması amacı ile bütün kaynaklarımızın üzerine atmaca gibi davet etmek, ortaklaşa yürütülen bir soygun düzeni ile “iliğimizin kemiğimizin sömürülmesine” aracılık etmek de başlıca “kazanım”dı onlar için.

İyi de…

Kazananların yanı sıra bir de kaybeden olmalı, bu “gerici ihtilal” sürecinde, değil mi?

Kaybeden taraftaki muazzam insan kitlesi açısından bakınca da o kesimin de “Ya bizim kayıplarımız?” deme hakkı doğmuyor mu?

Cumhuriyet tarihi boyunca, (yani 2002’yi dönüm noktası alınca 79 yılda) elde edilmiş görece demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmaktan kaynaklanan kazanımların elimizden uçup gitmesine ne diyeceğiz?

Kurucu önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının, ömürlerini hasrettikleri devrimlerle elde ettiklerimizin hesabını kimden soracağız? Şapka devriminden Harf devrimine, medeni hukuktan laikliğin en temel kazanımlarına “en hakiki mürşit” ilimin rehberliğinden dış politikadaki yurtta sulh cihanda sulh ilkesi ile görece “kazasız belasız” yaşanan bir hayatın “berhava” edilmiş olmasını nasıl telafi edeceğiz?

20 yıl öncesi ile kıyaslanamayacak düzeyde yoksullaşmanın, paramızın pul olmasının (dün öğleden sonra 9 TL’yi geçmiş ABD Doları kurunun) enerjiden başlayarak her türlü temel sektörde dışa bağımlılığının bilmem kaç kat artmış olmasının faturasını kim ödeyecek?

Sen başörtüsü, imam hatipler, gerici düzinelerle rektör ve dekana emanet edilmiş pırıl pırıl eğitim kurumlarının, Orduya, polise FETÖ’cü hainler başta olmak üzere bin türlü cemaat, tarikat zehrinin bulaştırılmış olmasının getirdiği avantajları yitirmenin hesabını yaparken, öteki tarafta, üstelik de (yukarıda saydıklarımın) bir tanesi bile kişisel kayıplar sayılmayacağı gerçeği ortada iken, bu muazzam “kayıplar yığını” ne olacak?

O yüzden…

Ülkeyi değil kendi “kazanımlarınızı” düşünerek ele geçirdiğiniz “mührü” usulca masanın üzerine bırakıp gideceğiniz o günü, yani seçim gününün gecesini büyük bir iştahla bekliyoruz. “İştah” derken yanlış anlaşılmasın. Obur ve bir türlü doymak bilmeyen muktedirlerden farklı bir iştah bu. Bugünün “kaybedenleri” olarak, bir şeyleri “yemek” değil, demokratik kazanımlarımızı geri almak gibi bir kaygıdan söz ediyoruz.

Kayıp – kazanç derken, hesap tam da budur.

İyimser-kötümser

İyimser-kötümser

Hüsnü MAHALLİ
KORKUSUZ, 8 Mayıs 2019 

YSK’nın kararını sorgulamanın hiçbir anlamı yok çünkü karar kesindir.
16 Nisan 2017’de 2.5 milyon mühürsüz oyun kabul edilmesiyle YSK’ya ‘çete’ diyen ve hesap sormak için hiçbir şey yapmayan ve yapamayan CHP şimdi o stratejik hatasının bedelini ödüyor.
Öyle bir YSK’dan başka türlü karar bekleyenler abesle iştigal etmiş oldular ve olurlar.
23 Haziran’da ya Kılıçdaroğlu’nun dün de ‘çete’ dediği YSK seçimleri yeniden iptal eder ya da AKP aklınıza gelmeyecek yol ve yöntemlere baş vurarak İmamoğlu’nun zaferini engellemeye çalışacak.
Örneğin herhangi bir bahaneyle son anda seçimleri ertelemek ya da toptan iptal etmek.
Bahane bulmak da çok kolay: Kıbrıs, Suriye, terör…
‘Bu kadarı da olmaz’ diyebilirsiniz ama unutmayın bu sistemde her şey olur.
Bu ‘Kara bulut Hüsnü’nün karamsar yaklaşımı. Peki kavgacı Hüsnü ne der?
O da ‘Birileri her şey yapabilir ama geç de olsa her zaman doğrular kazanır’ der.
Sürekli yanlış yapanlar, insanların gönlünü kıranlar ve sonuçta sürekli beddua edilenler er ya da geç hesap verir ve bedelini öder.
İyi niyetle yola çıkanlar ise her zaman insanlar gönlünde taht kurar. İmamoğlu gibi.
Özellikle gençler ve kadınlar İmamoğlu’nu seviyorsa, ki seviyor, bu iş bitmiştir.
31 Mart seçimleri sonrasında da yazmıştım:
İmamoğlu bundan böyle yalnız İstanbul ya da Türkiye’nin değil dünyanın gündeminde.
Olağanüstü bir hata yapmazsa 23 Haziran sonrasında sonuç ne olursa olsun İmamoğlu siyasetin en önemli figürüdür.
Daha açık bir ifadeyle İmamoğlu ne zaman yapılırsa yapılsın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına çıkacak ve olağanüstü bir gelişme yaşanmazsa kesin kazanacaktır. Nabzını iyi tuttuğum sokaktaki hava bunu kanıtlıyor.
Bölgesel ve uluslararası veriler de bu yönde.
Yine olağanüstü bir olay yaşanmazsa İmamoğlu 23 Haziran seçimlerinde en az %52 oy alacaktır.
Geçmiş seçimlerde AKP’ye oy vermiş çok sayıda İstanbullu bu kez Ekrem İmamoğlu’na oy verecektir.
TKP, Saadet, BTP, DP, DSP ve Vatan Partisi ya da bağımsız adaylara oy veren yaklaşık 215 bin İstanbullu İmamoğlu’nu destekleyecek ya da desteklemek zorundadır.

  • Çünkü bu seçim İstanbul’un değil Türkiye’nin kader seçimidir.

Türkiye’de demokrasi, özgürlük ve vicdan kazanırsa ‘Yurtta Sulh Cihan’da Sulh’ olacaktır.
Bu coğrafyada her şeyi yakından izleyen ve bilen biri olarak ben çok ciddiyim.
Dünyanın ama öncesinde coğrafyamızın gözü, kulağı, hesabı ve kitabı İstanbul’da.
Atatürk Cumhuriyeti’nin tarihi yeniden yazılacaksa bu tarih 23 Haziran’dır.
Bu tarihe tanık olmak yetmez bu tarihe katkı vermek önemlidir.
Önceki gece birçok sanatçının tavrını çok önemsiyorum.
Sanatçısı ses çıkaran toplumlar direnme gücü kazanır.
Sanatçılar, aydınlar, akademisyenler ve Fatih’in İstanbul’unu yeniden fethetmek isteyen herkes sesini çıkarmalıdır. Bu kenti seven herkes İstanbul’a olan aşkını kanıtlamalıdır.
Bedavadan aşk olmaz. Unutmayın emek en yüce değerdir ve uğruna emek harcanan duygular yücedir. Barolar, hukukçular, hukuk fakültelerinin hocaları siz uyumaya devam edin.
Tarih sizi de yazacaktır. YSK üyelerini yazacağı gibi.
Ama boşuna çünkü haksızlığa uğramış bir İmamoğlu’nun önünü hiç kimse kesemeyecektir.
Herkes bu zaferin ortağı olmalıdır.
Bedavadan değil alın teriyle, sevgiyle, vicdanla, özveriyle, fedakarlıklarla ve en önemlisi ödenmesi gereken bedellerle… Hiçbir zafer beleşten kazanılmamıştır.
Hiçbir Cumhuriyet halkın kahramanlıkları olmadan kurulmamıştır.
Özellikle Mustafa Kemal’in demokratik, laik ve çağdaş CUMHURİYETİ..

  • Bedeli kahramanlıklarla ödenen bu Cumhuriyet YSK’da 7 kişinin oyuyla asla yıkılmayacaktır.

Bu da benim iyimser ama gerçekçi tarafım. Karanlığın daha da karanlığına direnmek için.

Aziz Sancar, Nobel, Atatürk ve Türkiyesi

MURAT YETKİN
MURAT YETKİN

RADİKAL, 12.12.05

Aziz Sancar, Nobel, Atatürk ve Türkiyesi

Aziz Sancar burada kalsa o’na DNA araştırmalarıyla Nobel yolunu açan çalışma imkânı bulur muydu,
yoksa YÖK’ün bilim değil bürokrasi ve ideoloji üretmeye odaklı labirentlerinde mi kaybolurdu?
Prof. Aziz Sancar 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü 10 Aralık akşamı Stockholm’de düzenlenen ödül töreniyle (öbür iki meslektaşıyla paylaşarak) İsveç Kralı 16’ıncı Gustaf’ın elinden aldı.

Sonra da

“Bu ödül Ata’mız sayesinde alınmıştır.”

dedi;

“Ödülü 19 Mayıs’ta Türkiye’ye gelerek Anıtkabir’de
Atatürk’e bırakacağım.”

Bunu neden mi söylemiş? Çünkü Mardin’in Savur İlçesi’nden sekiz çocuklu okuma-yazması olmayan “ama eğitimin önemini bilen” bir anababanın 7. çocuğu olarak kendisine sağlanan eğitim olanaklarını Atatürk Türkiyesi‘ne bağlıyor.

***

Ailesinden general de çıkmış HDP milletvekili de.
O’na “Arap kökenli” olup olmadığını soran BBC muhabirine Türküm, o kadar
cevabını vermiş. Üniversiteden sonra fikir hürriyetinin, akademik hürriyetin daha geniş olduğu diyarlara göç etmiş, ABD’ye yerleşmiş, bir “Turkish-American” yani Amerikalı Türk olmuş.
***

Burada kalsa O’na DNA araştırmalarıyla Nobel yolunu açan çalışma olanağı bulur muydu,
yoksa YÖK’ün bilim değil bürokrasi ve ideoloji üretmeye odaklı labirentlerinde mi kaybolurdu?Zaten farkına varıp kıymetini bilmemiz de Amerikalılardan sonra olmuş. Sancar’ın Amerikan Bilimler Akademisi üyeliği 2005’te, Türkiye Bilimler Akademisi üyeliği 2006’da verilmiş.
***

Sancar siyasal görüşleri olan, bunu saklamayan bir bilim insanı… Gençliğinde
Ülkü Ocakları’nda da bulunmuş; Koray Aydın, Beşiktaş günlerini Twitter’da paylaştı.
Milliyetçiliğinde İslami değil laik ve Atatürkçü yön ağır basıyor;
bu bakımdan ulusalcı da denebilir.
Atatürk ve 19 Mayıs demeci, Türkiye’nin laik cumhuriyet ilkelerine vurgu yapmayı amaçlıyor.
***

Tabii Türkiye’nin Müslüman nüfusuyla laik, demokratik ve serbest ekonomiye sahip bir ülke oluşu bundan daha birkaç yıl öncesine dek parmakla gösterilen özelliğiydi.

ABD Başkanı Barack Obama, seçildikten sonra ilk deniz aşırı gezisini bu yüzden Türkiye’ye yapmış, Nisan 2009’da Meclis’te yaptığı konuşmasında Türkiye’yi öbür Müslüman ülkelere örnek göstermişti. Acaba Obama bugün de aynı konuşmayı yapar mı, ne dersiniz?
***

Benim kuşkularım var. Çünkü Türkiye’nin yalnızca Müslüman ülkeler arasında değil,
genel olarak dünyadaki algısı ciddi şekilde değişmeye başladı. Nereden mi anlıyoruz bunu?
***

Aziz Sancar’ın Kimya Ödülü’ne ortak olduğu 2015 Nobellerinde Barış Ödülü,
Norveç’in başkenti Oslo’daki törende Tunus’a gitti.
Nobel Komitesi, Sendikacı Hassine Hassine Abassi, avukat Mohamed Fadhel Mahfoudh,
insan hakları savunucusu Abdessatar Ben Moussa ve iş dünyasından Ouided Bouchamaoui’dan oluşan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün “İslami ve laik grupların ülke çıkarları için bir arada yaşayıp diyalog kurabildiklerini” gösteren çalışmalarından ötürü ödüle layık bulmuş.

İşte Türkiye’nin çok değil, birkaç yıl öncesine dek örnek gösterilmesine vesile olan özellikleri arasında bunlar da vardı.
***

Atatürk’ün temellerini attığı Cumhuriyet, “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinin parlak dönemlerinden birini yaşıyordu 2008-2009’da. Bunun temelinde özellikle Ortadoğu’daki ihtilaflara taraf olmamak vardı; müttefik ABD’nin Irak işgaline bile taraf olunmamıştı.

Sonra, 2010 sonlarında Tunus’ta Arap Baharı patladı.
Türkiye, önce Libya, sonra Mısır derken, sonunda Suriye’de giderek siyasi niteliğin yanı sıra mezhep ayrılıklarının öne çıktığı bu bataklığa saplanmaya başladı.
***

Suriye ve Irak’ta bugün yaşanan sorunlar, Rusya ile yaşanmakta olan kriz,
İran boyutu filan hep ortada.. Ayrıntılarına girmeyeceğim, sürekli yazıp duruyoruz zaten.
Ama Tunuslu sendikacı ne dedi biliyor musunuz, Nobel Ödülü nedeniyle CNN tarafından
canlı yayınlanan görüşmede ?

Ortadoğu’da yaşanan kargaşada Türkiye’nin de sorumluluğu olduğunu söyledi.
Hatta daha ileri giderek

IŞİD’e Türkiye ve Katar’ın destek olduğunu herkesin bildiğini iddia etti.

***
Deneyimli CNN muhabiri durumu hemen toparladı, bu iddiaların her iki ülke tarafından da yalanlanmakta olduğunu söyleyerek konuyu değiştirdi. Tabii Türkiye de Katar gibi
ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı koalisyonun üyesi. IŞİD, 2013 Eylül’ünden bu yana
terörist örgüt sayılıyor. Hükümet stratejik İncirlik üssünü (Rus uçağının düşürülmesinden
bu yana, kendi uçaklarıyla katılamasa da) Suriye’deki IŞİD hedeflerine karşı kullandırıyor.

Öte yandan eğer siyaset yaşanan gerçeklikten çok algılanan gerçeklikle ilgiliyse,
Tunuslu sendikacı Abbasi’nin Türkiye algısının böyle olması gerçekten üzüntü vericidir.
***

Türkiye’nin Arap dünyasındaki Müslüman ve Batı dünyasındaki algısı birkaç yıl içinde
laik, demokratik sistemin işlediği, komşularıyla sorunlarını çatışmalara taraf olmadan,
diyalogla çözmeye çalışan, hatta onların aralarındaki sorunları çözmeye çalışan bir ülkeden, ortalığı karıştıran, teröristlere destek veren bir algıya kaymış olması, gerçekten üzüntü vericidir. (Bu işler çıkmadan Türkiye’nin İsrail ve Suriye’yi barıştırmak için devrede olduğuna inanmak şimdi ne kadar uzak geliyor, değil mi?)

Herhalde bu algının yaygınlaşması Aziz hocayı da üzüyor ki,
bir ömür verdiği Nobel’ini Profesör Sancar Atatürk’e ithaf ediyor.

====================================

Evet dostlar,

RADİKAL‘den Murat Yetkin önceki gün köşesinde bunları yazdı.
Atatürk Türkiye’sinin AKP – RTE ile nereden nereye savrulduğunu izlemek
gerçekten çok acı verici.
Üstelik bu akıldışı iç ve dış politikanın son derece ağır faturası var; ödeniyor, ödenecek :

Bay RTE İslam alemine Türkiye’nin sözde sorumluluğunu vurgularken (bilinç altı  Halifelik hayali ne denli çıplak değil mi?!), tam tersine onyılların emeğiyle kazanılan saygınlık
yerle bir oldu; hatta nefrete dönüştü.

– Yalnızca sayısı 60’a yaklaşan İslam ülkeleriyle diplomatik düzeyde değil yaşanan ağır sorun;
değiştirilemez coğrafyayı paylaştığımız 3 Müslüman komşumuz İran, Irak ve Suriye ile
düşman edildik.

– Ülkemiz, Büyük ATATÜRK’ün tam bağımsızlıkçı dış politikasını terk ederek NATO üyesi olmuştu 1952’de ama (DP, Menderes dönemi) AKP – RTE döneminde olduğu ölçüde
asla uydu politikalar izlememiş, Batı Emperyalizminin taşeronu olmamıştı.

– Artık dünya alem biliyor ki RTE, komşu Suriye’nin Başkanı Esad ile dün can ciğer iken,
bir ABD talimatıyla, –BOP eşbaşkanlığı diyeti olarak-,180 derece dönerek 1 numaralı düşman olmuştur!.. RTE, dinci terör örgütü IŞİD’e ısrarla “IŞİD unsurları” demiş, son zamanlarda
pusula dönünce zorunlu olarak O da söylem değiştirmiştir.

Türkiye Suriye’de iç savaşı kışkırtmış, rejim karşıtlarına her türlü desteği vermiştir.
MİT TIR’ları ile silah ve cephane yollamıştır Esad’a karşı isyan edenlere ve bu durum
suçüstü yakalanarak Cumhuriyet‘te fotoğraflarıyla yayımlanınca da Can Dündar ve
Erdem Gül‘ün başına “imal edilmiş” epey suç gelmiştir. Suçlamalardan başlıcası “devlet sırrını açıklamak”.. Yani apaçık “..biz MİT TIR’larıyla silah vs. yollamadık..” denemiyor ama örtük bir kabulle, “..evet.. doğru.. biz MİT TIR’larıyla silah vs. yolladık ama bu Devlet sırrı idi,
siz onu açıkladınız..” denmektedir an Dündar ve Erdem Gül‘e..

– Rusya ile de uçak düşürek / düşürtülerek bozulan / bozdurulan ilişkiler yüksek çok maliyetlidir.

TÜRKİYE YALNIZLAŞTIRILARAK ATLANTİK EKSENİNDE BOĞULMAKTADIR!
Oysa kurtuluş, Batı Asya Birliğinde!  

  • Ülke içinde de mezhep ve dinsel inanç temelinde, etnik temelde, politik temelde insanlarımız ayrıştırılmış ve birbirine düşmanlaştırılmıştır. Tayyip bey ağzını açtığında “..bunlaaaarr..” diye başlamakta ve apaçık ayrımcılık yaparak AKP propagandasını sürdürmektedir. Hatta karşıtlarına hakaretler yağdırmakta, onları sürekli aşağılamaktadır bilinçli bir sosyal psikolojik savaşla.
    Sonra da TCK’nın AYM kararıyla ilga edilmiş, gerçekte olmayan 299. maddesine dayalı
    yüzlerce hakaret davalarıyla muhalefeti yıldırarak teslim almak istemektedir; kendi bilinçli tahrikini örterek, tarafsızlığını yitirdiği halde, gerçekte olmayan özel yasal korumadan yararlanmaya çalışarak. (Bkz. Altıparmak K ve Akdeniz Y. TCK 299 : Olmayan Hükmün
    Gazabı mı? Güncel Hukuk Dergisi, Ekim 2015, syf. 42-44)
  • AÇILIM saçmalığı ile, ülkemizin bilinen bölgeleri başta olmak üzere silah – cephane deposuna dönüştürülmüş, ilçeler hatta iller içeriden teslim alınarak, AKP- RTE’nin göz yummasıyla
    Devlet tasfiye edilmiş, alan egemenliği hendekler, barikatlar, tunellerle.. terör örgütüne bırakılmıştır. Gelinen uçurum eşiği çok geç de olsa farkedildiğinde, sorun askere – polise – korucuya havale edilmiş, çok sayıda şehit – gazi – halktan ölüm ve yaralanmalarla
    çok kanlı biçimde geriletilmeye çalışılmaktadır.
  • Hiçbir iktidar döneminde bunca çok insanımız öldürülmemiş, yaralanmamıştır.
    AKP – RTE yönetimleri, 1 numaralı görevleri olan yurttaşın CAN GÜVENLİĞİNİ sağlayamamıştır! Bunca ağır maddi – manevi yitiğin politik sorumlusu RTE – AKP’dir!Ülkenin ve tüm yurttaşların devlet başkanı olamamıştır, olmaya da niyeti yoktur. Bu haliyle Tayyip Bey bir de NOBEL Barış ödülünü eleştirmiş ve dolaylı olarak kendini adreslemiştir!. Akıllara seza.. Oysa Nobel Kurulu, sözde “Arap Baharı” ile kan gölüne dönüştürülen
    Laik Tunus’ta, yaraları sarmak üzere olağanüstü çaba gösteren Sendikacı Hassine Hassine Abassi, Av. Mohamed Fadhel Mahfoudh, insan hakları savunucusu Abdessatar Ben Moussa
    ve iş dünyasından Ouided Bouchamaoui’dan oluşan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün
    İslami ve laik grupların ülke çıkarları için bir arada yaşayıp diyalog kurabildiklerini” gösteren çalışmalarından dolayı ödüle yaraşır buldu..

    RTE ise tersini yapıyor Türkiye’de.
    “Hem Laik hem Müslüman olunmaaazzz..” diye haykırarak kurulu düzeni değiştirmeye
    çalışıyor. Anayasa Mahkemesi, RTE başkanlığındaki iktidar partisi AKP’yi, “Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmuş bir parti” olarak suçluyor ve her nedense kapatmayıp
    para cezası veriyor!?..Ne diyelim.. Allah feraset versin özellikle buna çooook gereksinimi olan ülke yöneticilerine..

    NOBEL ödüllü yüz akımız Prof. Sancar‘ın iletisi alınabiliyor mu acaba?
    Hiç sanmıyoruz.. Yarın (15.12.15) Erdoğan Prof. Sancar ile görüşecek..
    Sancar hoca, bu buluşmanın ucuz politik şova, yoz oy avcılığına dönüşmesine izin vermemeli..
    O yüksek zekasının küçücük bir bölümüyle bu liezonu yönetebilir, yönetmeli. Bir kez daha;

  • ATATÜRK TÜRKİYE’sine DÖNÜLMESİ ZORUNLUĞUNU VURGULAMALI!
    Sevgi ve saygı ile.
    14 Aralık 2015, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

    Yazımızın pdf biçimi : NOBEL_Odullu_Prof._Aziz_Sancar_ile_R.T._Erdogan_Bulusmasi

Katliamın sorumlusu siyasilerdir!

 

Geçtiğimiz cumartesi günü (AS: 10 Ekim 2015Ankara’da Sıhhiye Meydanı’nda düzenlenen, “Emek, Barış ve Demokrasi” mitinginde, katılacakların, alana gitmek üzere toplanacağı Ankara Garı önünde, katılımcıların toplanmaya başladığı sırada, yirmi saniye arayla iki büyük patlama sonucu bir katliam yaşandı.

Bu yazının yazıldığı ana dek yitirilen can sayısı, artması endişesiyle beraber 97 kişiydi.
Katliamın yaşanmasından sonra,
Terörü hep beraber lanetleyelim”,
”Birlik beraberlik sergileyelim”,
” Güzel ülkemize yazık oluyor”,
”Bütün siyasal partiler ortak hareket edelim”, 
”Sağduyulu olalım”,
”Şimdi dayanışma zamanı”gibi söylemler elbette kulağa hoş geliyor.
Ama bu gibi sözlerin söylenmesinin hiçbir yararı olmadığını yaşayarak gördük.
Elbette halkı birbirine karşı kışkırtmaktan kaçınalım, kaçınalım ki bu kanlı oyunu
sahneye koyan iç ve dış güçlerin ekmeğine yağ sürmeyelim.
Bu katliamı kimin, hangi terör örgütünün veya örgütlerinin yaptığının üstünde durmanın bir anlamı yoktur. Aksine, öyle davranmak dikkatin gerçek sorumlular üzerinde odaklanmasını engeller.

– AKP’nin de olaydan hemen sonra bölücü terör örgütünü, sonradan da İŞİD’i işaret etmesinin nedeni,
gerçek sorumlu olan kendisini saklama çabasıdır.

Bu gibi katliamlar yürütülen yanlış iç ve dış politikaların sonucudur.
Katliamı yapanlar yalnızca tetikçidir.
Bu tetikçiler, bir başka terör örgütü tarafından da elde edilmiş olabilecekleri gibi,
yabancı bir ülkenin istihbarat teşkilatlarının paralı uşakları da olabilirler.
Bu noktaya gelinirken AKP iktidarı tarafından ve bir bölüm muhalefet partileri tarafından da desteklenen vahim iç politika yanlışları yapılmıştır.

Çok önemli tutarsızlıklar, çelişkiler, belirsizlikler içeren, tehlikeli tuzaklar barındıran bir açılım politikası uygulanmıştır

Ucu açık bu açılım politikası               :

Etnik ayırımcılığı teşvik eden
, toplumda etnik sorgulamayı tahrik eden,
insanların yaftalanmasına yol açan, ayrıştırıcı, sakıncalı bir politikadır.
Açılım politikası ile terör örgütü muhatap haline getirilerek,
bölgedeki etkisini ve gücünü artırmasına neden olmuştur.
Yurdun dört bir köşesinde çevresiyle uyum içinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızı huzursuz etmeye başlamıştır.
Bu politika, etnik ayrımcılığı milli eğitime taşıyarak çok tehlikeli bir süreci harekete geçirmiştir.
Bütün bunların çağdaş demokrasi anlayışı ile de bir ilgisi yoktur.
Bu politikalar, terör örgütünün ayrımcı politikalarına doğru değil,

Kürt kökenli vatandaşlarımızın gerçek gündemine yönelik; işsizliğe, eğitimsizliğe, dışlanmışlığa, bölgenin kanayan yarası feodal düzene karşı bir açılım olmalıydı.
Böyle olmadığı gibi, bu açılım politikası ile milli kimliğimizi, ulusal bütünlüğümüzü tartışmaya açan, Anayasanın ilk 3 maddesinin değiştirilmesini istemeyi makul karşılayan
bir siyasal zemin oluşturulmuştur.
AKP’nin bu yanlış, ayrıştırıcı açılım politikalarına maalesef 2011’den sonra başka siyasal partiler de, içeriğini bilmedikleri halde kredi açmışlar ve etnik bölücüleri partilerine alarak, kısa vadeli siyasal çıkarlarını, ülke çıkarlarının üstünde tutmuşlardır.
Bu iç politika yanlışlarının yanında, dış politikada da yine vahim yanlışlar yapıldı.
Dört yıldır AKP iktidarının, ABD ve AB’nin kuyruğunda sürüklendiği yanlış,
Suriye politikalarını, ülke gündeminin üst sıralarına taşıması gereken muhalefet,
Suriye olayları daha yeni başlamışken, geleneksel Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkemizden ayrılarak ABD’nin ve AB’nin kuyruğuna takılarak yaptıkları, “Esad’ın gitmesi bir hedeftir. CHP buna katılmaktadır” açıklaması ile, AKP’nin önüne açık çek koydular
ve bölgeyi kan gölüne çevirmesinde ona yardımcı oldular.
Yaşanan katliamda bombayı patlatanın kim olduğu önemli değildir.
Onlar aşağılık birer katildirler.

Bu katliamın gerçek sorumluları, Türkiye’yi, Batılı çağdaş bir ülke olmaktan çıkarıp, her gün bombalar patlayan bir Ortadoğu ülkesi haline getiren siyasilerdir.

=================================

Teşekkürler Değerli Av. (eski CHP milletvekili) Şahin Mengü..
Kimi adımlar için tren kaçtıysa da, CHP bu uyarıları dikkate alarak
1 Kasım 2015 genel seçimlerinde yelkenlerini hala önemli ölçüde doldurabilir..

Belli bakımlardan hala çok geç değil..

Sevgi ve saygı ile.
16 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

‘Mustafa Kemal’in partisi olacağız’

 

‘Mustafa Kemal’in partisi olacağız’

Strazburg’a çıkarma yapan yüzlerce öncü, tarihsel duruşmanın ardından bir araya geldi. Önümüzdeki dönemde yapılacaklar değerlendirildi.
Doğu Perinçek, milli hükümet için örgütlenme çağrısı yaptı.

mustafa_kemalin_partisi_olacagiz_30.1.15

 

TALAT Paşa Komitesi (TPK), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi’nde görülen tarihsel davanın ardından Strazburg’da bulunan “Kongre Sarayı”nda büyük bir etkinlik düzenledi. Aralarında siyasal parti vekilleri, demokratik kitle örgütleri önderleri ve yurttaşların da bulunduğu etkinliği Eskişehir Bağımsız Milletvekili Prof. Süheyl Batum yönetti.
Etkinlikte yapılan konuşmalar sık sık

“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” ve

“Birleşe birleşe kazanacağız” sloganlarıyla kesildi.

‘MİLLİ HÜKÜMETİ KURACAĞIZ’

Etkinlikteki konuşmasına “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla başlayan
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek,

“Mustafa Kemal’in askerleriyiz ne demek?
Mustafa Kemal’in askeri demek, Mustafa Kemal’in teşkilatında olmak demek.
Burada biz, masada oturanlar, onların temsil ettiği Türkiye’nin halkçı, milliyetçi, devrimci geleneğinden gelen önderler, öncüler 4 Eylül 1919’da Sivas’ta kurulan Mustafa Kemal’in partisi olacağız ve O’nun

– Cumhuriyetçi,
– Milliyetçi,
– Halkçı,
– Devletçi,
– Laik,
– Devrimci

Türkiye’nin milli hükümetini kuracağız.” ifadelerini kullandı.

‘AVRUPA’NIN İKLİMİNİ DEĞİŞTİRDİK’

Perinçek konuşmasına şöyle devam etti:

“Avrupa’da özgürlüğü biz savunuyoruz. Avrupa’nın iklimini değiştirdik. Özgürce konuşmayı bütün Avrupalılar için savunduk. Çünkü siz bir yerden başlarsınız ‘Dünya öküzün boynuzunda değil’ diyenleri cezalandırırsınız. Bunun ucu açıktır. Bugün Galilei gibi ‘dünya dönüyor.’ dedik. Avrupa’ya bugün dünyanın döndüğü gerçeğini gösterdik ve Avrupa’yı da öküzün boynuzundan kurtarıyoruz. Türkiye’nin bağımsızlık, demokrasi, özgürlük geleneğinin bütün temsilcilerinin burada bulunduğunu gördük. Bugün Strazburg’da buluşmanın en önemli yönü budur.”

CHP Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz da etkinlikte yaptığı konuşmada, emperyalistlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletini birbirine düşüremeyeceğini belirterek,

Emperyalist oyununa dahil olan Ermeni diasporasına ve Ermeni devletine buradan bir uyarıda bulunuyoruz, biz ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ diyen bir liderin ülkesinden geliyoruz.” dedi.

‘DIŞ POLİTİKA BAŞARISI’

“Biz bugün tarih yazmadık, tarih yaptık” diyen Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD)
Genel Başkanı Dr. Canan Arıtman
da şunları söyledi:

“Perinçek vatanının ve milletinin onurunu kurtarabilmek için fedakarlıkla hareket etti.
Bugün burada tarihe altın harflerle yazılacak bir tarih yaptık.
Avrupa’ya çok önemli bir insan hakları dersi verildi.”

Eski DSP Edirne Milletvekili Dr. Ahmet Ertürk de

“Gerçek bir Atatürk Cumhuriyeti’nin kalmadığı bu dönemde Perinçek gibi bir önderin başlattığı bu mücadele, Türkiye’nin son yıllardaki en önemli dış politika başarısı oldu. Kurtuluşu ateşlediler. Lozan’dan sonra en önemli siyasi başarıyı kazandık.” açıklamasını yaptı.

‘TEK YUMRUK OLURUZ’

Hükümet yetkililerinin vermesi gereken mücadeleyi Perinçek ve TPK’nın verdiğini  vurgulayan AKUT Başkanı Nasuh Mahruki de bundan sonraki süreçte Türkiye’nin kazanacağını,
Ermeni diasporasının ise kaybedeceğini ifade etti.

TPK Üyesi Haluk Dural da 1915 yılında soykırım diye bir kavramın olmadığını belirtti.

DSP Genel Başkanı Masum Türker de bütün siyasal parti liderlerinin vatan için Perinçek’le birlikte olması gerektiğini ifade etti.

Eski Bakan Yaşar Okuyan da şunları söyledi:

“Farklı partilerde olabiliriz, farklı inançları paylaşabiliriz. Ama Türk milletinin nasırına basıldığı anda tüm bunlar ortadan kalkar, tek yumruk oluruz. Türk milleti olarak yumruğumuzu vururuz.”

==================================

Dostlar,

Strazburg Akıncıları” na hoşgeldiniz diyor, emeklerini –  özverilerini şükran ve saygı ile selamlıyoruz..

Minik bir katkı yapalım istiyoruz…
Her şey bir yana,

1915’te “soykırım suçu” diye bir “suç” ceza yasalarında
(ulusal / uluslararası) yoktu..

Ceza hukukunun evrensel ilkelerinden biridir :

  • “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz..

Bu kural halen Anayasamızın 38. maddesinde de yazılıdır..
Ve neredeyse taa Roma döneminden bu yana evrensel kabul gören yerleşik ve
tartışılmayan bir evrensel temel hukuk kuralıdır..

Dolayısıyla soykırım amaçlı kırım (etnik temizliki jenosit) yapılmış bile olsa -ki yapmadığımızın binlerce, kilolarca (90kg!) özgün arşiv belgesi kanıtı var-
hukuksal olarak bir yaptırım uygulama  olanağı yok-tur..

AİHM’nin de, Uluslararası Ceza Mahkemesinin de .. hepsinin eli kolu bu anlamda bağlıdır…

Herkes rahat olsun ve Ermeni kardeşlerimizle onları yönlendiren ve aslında kendi suçlarını
itiraf eden / örtmeye çalışan emperyalistler artık bu nafile oyuna bir son versinler dileriz..

Sevgi ve saygı ile,
30.01.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

 

Prof. Dr. M. Kerem Doksat : MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?


Dostlar
,

Dostluğundan güç aldığımız kardeşimiz, meslektaşımız sevgili
Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, son derece yetkin bir Psikiyatri uzmanıdır.

Bizden birkaç yaş daha gençtir; gene de önceki yıllarda, çalışma ortamının kendisini endişelendiren ciddi yozlaşması nedeniyle gerçekten “erken” emekli olmuştur.
Yaşamını, meslektaşı olan eşiyle birlikte muayenehanesinde çalışarak kazanmaya çabalamaktadır.

2002 Haziran’ında (11-14) Malatya’da 9. Ulusal Sosyal Psikiyatri Kongresi’nde birlikte olmuştuk. Kendileri bir panelde konuşmacı idiler. Bizim de bir konferansımız olmuştu

  • Yeni Dünya Düzeni ve Cumhuriyetin Sağlığı..

Sonrasında kendisi ve yine Cerrahpaşa Psikiyatri’den Prof. İbrahim Balcıoğlu
(Hacettepe tıptan arkadaşımız) ile “Türkiye’yi” konuşmuştuk.

Ne acı ki öngörülerimiz gerçek oldu; son15-20 yıl özellikle gözümüzün önünden adeta canlı anılar gibi aktı..

Fakat Türkiye’miz bu örselenmişliği – teslim alınma kuşatmasını da yaracak.

Kerem hoca aşağıdaki yazısında tek sözcükle “görkemli” bir “sosyal psikolojik – psikiyatrik” çözümleme yapıyor. Mut-la-ka ve yavaş yavaş, üzerinde düşünerek okunmalı, tartışılmalı..

İzin verirlerse, bir “Toplum Hekimliği Uzmanlığı öğrencisi” olarak, toplumların
kitlesel (kolektif) davranışları üzerinde birkaç söz etmek bize de boyun borcudur.

Halkımız, az eğitimli bırakıldığından, ancak deneme-yanılma ile öğrenebilmektedir.
Öngörü (projeksiyon, prediksiyon vb.) yeteneği doğallıkla sınırlıdır.

Kurtuluş Savaşı öncesinde de onu ayağa kaldıracak devasa travma İzmir’in işgali
(15 Mayıs 1919) ve harem-i ismete dönük somut Sevr (10.8.1920) işgalleri oldu.

Mondros soyut kalmıştı (30 Ekim 1918)!

Damat Ferit Paşa kabinesi de halkı (tebaayı!) duyarsızlaştırma (de-sensitizasyon) için “heyet-i nasiha” lar görevlendirmişti; Mondros, tebaa-i Osmani’nin hayrına olacaktı!

Özetle, ülkemiz ve kadim halkı önce dibe vuracaktır çare yok ve o geri tepmeyle de
-boynunu kırmadan- zincirlerinden bir kez daha kurtulacaktır.

Büyük Atatürk‘ün hangi öngörüsü yanlış çıktı?
(Aydın limanı – sığınağı olarak kullanma suçlamasından üzülürüz..)

Beni inkâr edeceksiniz. Hatta bühtanla yad edeceksiniz. 
  Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.

Ve son ve kalıcı ok hedefe atılmıştır, dönüşü olanaksızdır, tarih böyle akacaktır :

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
    ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

Bu vb. mottoların eleştirilmesi için kimi “zorlamalar” da yersiz ve haksızdır.
Hatta psikokojik savaş kapsamında bir saldırı sayılmalıdır..
Geçelim kısa erimi, orta ve uzun erimde tarihin diyalektik akışı da buna koşuttur.

Sevgili kardeşimiz Dr. Doksat’ı sevgi – saygı ve umut ile selamlıyoruz.

“Aydın” ın “umutsuzluk” hakkı olmadığını, bu olgunun kortikal değil ancak limbik sisteme ilişkin bir alt kategorik dürtü olduğunu, -dolayısıyla ilkelliğini- hoşgörüsüyle paylaşmak isteriz.

Hatta daha ileriye giderek, felsefeci  Prof. Ahmet İnam‘a yollama ile
salt benzetme (teşbih) bağlamında “Umutsuzluk ahlaksızlıktır!” bile demek isteriz!

Bu son sözümüz Doksat hocaya değildir elbette..
Ama ola ki, kimi “aydınlar” (!?) gibi üstelik de bir psikiyatrist olarak yeltenirse??

Sevgi ve saygı ile.
5.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

====================================

Prof. Dr. M. Kerem Doksat

portresi

MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?

Bu yazıda millet ve ulus kelimelerini tümüyle aynı anlamda kullanacağım;
bu konudaki bâzı tarafgirliklere saygım var ama bu ayrım, aslında bizi bölmek için uydurulmuş yapay bir “ötekileştirmedir” düşüncesindeyim.

İlk Hominidoidler (insanımsı insanımsılar) ve Hominidler (insanımsılar) Doğu Afrika Kıt’asında evrimleşti. Homo Neanderthalenis, Homo Erectus ve cro-Magnon adamları da birbirlerine yakın zamanlarda dünyada yerlerini aldılar.

Homo Sapiens, yaklaşık 200.000-250.000 yıl önce aynı bölgede evrimleşti ve son 100.000 senede de beyni şimdiki hâlini aldı, Homo sapiens sapiens oldu. Bunun anlamı “farkında olduğunun farkında olan adam” demektir. Bu insanlar kabaca 40 ile 60 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar. Hint’e, Çin’e, Kuzey Avrupa’ya, Anadolu’ya doğru yürüdüler ve bu arada mozaik adaptasyonlarla cilt renkleri, boyları, kemik yapıları değişime uğrasa da, bütün insan türü tek bir ırktır. Meselâ çok yakın akraba olan
atla eşek çiftleştiğinde ortaya güçlü ama kısır bir hayvan olan katır çıkar; yâni üremesi mümkün değildir. Hâlbuki Afrika’daki Buşmanlar’la kutuplardaki Eskimolar aynı şeyi yaparlarsa dahi, nur topu gibi çocukları olur.

  • Yâni hepimiz kardeşiz!
  • Irkçılık ve etnik bölücülük doğrudan en büyük insanlık düşmanlığıdır.

Son büyük Buz Çağı’nda Amerika’ya, ardından Avustralya’ya kadar yayıldı insanoğlu…

Önceleri avcı-toplayıcıydık ve sürekli olarak yer değiştiriyorduk. Son derecede sosyal bir hayvan olduğumuz için, atalarımız hemen aileler kurup bir arada yaşamaya başladılar. Zamanla bunlar çok genişledi, büyük (250-300) kişilik gruplar hâline geldi. Bu kadar büyük grubu alfa-dominant erkekler denetleyemeyince, ortaya bir grup bölücü çıktı; bir miktar kavga gürültüyle de olsa, ayrılıp kendi yerleşkelerini kurdular. Bu sâyede de genetik kirlenmenin önüne geçildi, memetik (kültürel) alışveriş de
ufaktan ufaktan başladı…

Dağlar ve sarp kayalardan ovalara inen Homo sapiens sapiensler burada ziraatla
yâni kültürle tanıştılar. Tohum ektiler, hasadı beklediler ve düşünecek çok uzun zamanları oldu. Güneşin doğuşu, batışı, mehtabın uyanması, mevsimler… Bütün bu doğa olaylarından çok etkilendiler ve onlara perestiş ettiler, zamanla da tapmaya başladılar. Günümüzde de hâlâ güneşe, aya tapanlar var. İlk büyük dinler de o zamanlar ortaya çıktı. Animizm ve Animalizm’de her şey canlıydı, her şey bir bütünün parçasıydı ve avlarına büyük saygı duyuyorlar, atalarının ruhlarına dua ediyorlar, adaklar ve sunaklarda kurbanlar veriyorlardı. Şamanizm denen inançlar bütününde de aynı özellikler mevcuttu. O zamanlar, eskiden zannedildiğinden çok daha az kavga, dövüş vardı.

Zamanla daha büyük dinler doğdu ve on binler, yüz binler, milyonlarca kişi bunlara  girdi. İnsanların bilgileri arttıkça, tümüyle evrimsel kökenli olan mülkiyet hisleri de uyandı. Mülkiyet demek şiddet demekti ve on binlerce sene filânca tanrı, falanca ilâhı bahane eden bilgi sâhipleri, avamı köleleştirerek “kutsal” diye diye hârplere yolladılar.
Bütün Ortaçağ bu bataklık içinde geçti. Bizler üç beş tanesinden haberdarız ama hâlen dünyada 5000’den fazla din var!

Daha sonra yazı icat edildi ve büyük bir medeniyet sıçramasıyla, özellikle Sümer’lerden başlayarak, kent yaşamına geçildi. Artık, bilgiyi yâni nüfuzu yâni gücü elinde bulunduran, diğerlerine tahakküm etmeye ve soykırımlar yapmaya başladı.

Derebeylikleri birleşip federalleştiler, sonra devlet oldular. Bazıları federe devlet, kantonlar gibi idarî bölümlerle doğsa da, uluslararası arenada yerlerini aldılar.

Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle beraber pozitif bilim, eleştirel düşünce ve büyük ideolojiler dönemi başladı.

  • Dinler de ideolojiler de aslında insan icadı sosyal kurumlar oldukları ve birinciler cenneti bu âlemde, ikinciler öbür âlemde vaat ettikleri için,
    her ikisinin de mensupları hâlâ ortalıkta cirit atmakta, dünyamız kanla dolmaktadır.

Hâlbuki Batı Âlemi’nin Avrupa ve Britanya denen kısmının kendi yarattıkları dinlerden çektiklerini fark edip, tarih, kader, keder ve ülküsü içinde yakınlaşmaları yakın zamanlarda oldu. Aynı Jesus (İsa) adına, ideolojiler (Diyalektik Materyalizm, Nasyonal Sosyalizm vs., Faşizm, genellikle sanıldığının aksine bir ideoloji bile değildir) adına binlerce harpte milyonlarca hemcinsini katleden merhamet yoksunu zihniyet, bal gibi de  
insancıl (humanitarian) yaklaşımlarla beraber dinler de, ideolojiler de ıslah edilebilirdi. Gene bizden birileri buna müsaade etmedi: Homo hominis lupus est (Plautus MÖ 184)!

Batı Âlemi’nin ruhunda istilâ, soykırım, emperyalizm vardır!

Meselâ evrimin soyağacını mizahî şekilde ele alan yukarıdaki şekli ilk fark eden
C. Darwin bile Türk’leri aşağılık ve düşük bir ırk olarak görmüştür.

Keza, buralarda olup bitenleri teorisine uygulamakta zorlanan K. Marx,
Asya Tipi Üretim Tarzı diye geçiştirmiş ve Türklüğü de aşağılamıştır.

Batı tarihinde İnsan Türk’ü tanımaya, onunla empati kurup sevmeye de başlayan
tek büyük adam Mozart’tır.

İşte, Arap’ın Vehhabîlik namına yaptığı ayıp!

Bunun 2013’te ulaşılabilen en güzel örneği millet olabilmekti.

Millet olmak kaderde, kederde, tarihte ve ülküde (mefkûre) birlik demektir.

Zâten paylaşılan paylaşılmış, İtalyanlar İtalyan, Portekizliler Portekizli… olup çıkmışlardı. Bu arada Osmanlı da her medeniyet gibi doğmuş, büyümüş, duraklamış, yaşlanmış ve ölmüştü.

Onun küllerinden doğan, dünyanın en haklı İstiklâl Hârbi’ni kendisine
“eşek” – ”etrak-ı bî-idrak” denen Türk Milleti yaparak,
tarihteki 17. Türk Devleti’ni kurdu.

Başkomutan da Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’tü.

Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk

Hasan Âli Yücel

O dönemde başlatılan köy enstitüleri hareketi eğer İnönü döneminde oy kaygısıyla durdurulup, Adnan Menderes tarafından da ortadan kaldırılmasaydı, bugün tam bir dünya deviydik. Nitekim bu model Çin gibi ülkelerde uygulanmaktadır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ne Amerikalılar gibi müstevlî, ne de Portekizliler gibi emperyalistti…

En son olarak büyük bir diplomasi başarısıyla son bağımsız Türk Devleti’ni kurdular. Amaçlarını da açıkça ortaya koydular: Yurtta sulh, cihanda sulh! Bu anlatım basitçe barıştan öte bir mânâ taşır; güçlü ve muktedir olacaksın ki, kimseler kolay kolay sana bulaşamasın, sen de kimselere saldırma…

Günümüzde bu dünyada ayakta durabilmenin tek ve olmazsa olmaz yolu
millet olmaktır ve Türk Milleti buna ziyadesiyle lâyıktır.

Bu memlekette atmışın üzerinde etnik, daha da fazla dinî unsur var ve bu aziz memleketi omuz omuza savaşarak kurduk. Kimliğimiz de belliydi: Türklük.

  • Türkiye bilimsel bir deyişle bir eriyiktir; mozaik değil! 

Mozaiğe vurdun mu darmadağın olur; hâlbuki eriyik aynen kalır.
Daha da hoş bir ifadeyle, çağdaş anlamıyla Türklük aşure gibidir;
en ufak parçası eksilirse tadı bozulur.

  • Başka ülkeler için makûl ve mantıklı olan federal devletler ve konfederasyon, bizim için yıkım demektir!

İşte, yeniden Ortaçağ batağına düşmemek için lâiklik (Amerikan modeli sekülarizm değil) bu ülkenin tek dayanağıdır.

Çünkü büyüsel düşünce ruhsal aygıtımızın en temelinde durur ve onu en net olarak besleyebilecek tek şey hâlâ dindir. Meselâ ben hayatım boyunca Allah’a inanmışımdır ama dindarlığımın derecesi sâdece bu kültür iklimine olan alışkanlığımdan, mensubiyetimden kaynaklanan sosyal bir âidiyetten daha fazla değildir. Tamamen kişisel hermenütiğimi (yorumsamamı) dile getirmek isterim: Ben Vahdet-i Vücûd (Diyalektik Teizm veya Panenteizm) inancıyla rûhânî huzuru yakaladım. Başkası başka şeyle yakalayabilir. Bu kişisel bir ruhâni tatmindir.

  • Bilhassa artan bölücü hareketlere karşı da en önemli kalkanımız Türkçe’dir; başka anadil olmaz ve olursa da bölünürüz.

Hâlâ bölücülerin önde gelenlerinin dahi Türkçe konuştuğunu unutmayalım.

ASİMETRİK – GAYRINİZAMÎ PSİKOLOJİK HARP (kısaca GNPH)

-Nizamî harpte iki ülke veya taraf arasında askerî çatışma vardır. Hedefler ve taraflar bellidir. TSK bu şekilde savaşmak için eğitilmektedir. Asimetrik-Gayrinizamî Psikolojik Harpte ise kimin düşman, kimin dost olduğu karışıktır. Tıpkı Kürt mes’elesinde olduğu gibi… Burada Türkiye’nin hasmı DDD’dir (ABD + AB + Destekleyici Diğer Güçler).

1. Tezkere ile (1 Mart 2013 TBMM Tezkeresi, A.Saltık) Türkiye’nin 70.000 birinci sınıf Amerikan askerince işgâline millî refleksle karşı çıkılınca, cezası iki yönden kesilmiştir:

1) Peşmergeler’le birlikte Türk Karakolu’nu basan Amerikan askerleri, büyük bir basiretle direnmeyen (!) Türk askerlerinin kafasına çuval geçirerek halkın gözünde ulu yeri olan TSK’yı küçük düşürmüştür.

2) Dinbazlık (dindar yobazlık) ve cemaatçilik yoluyla sürekli olarak
TSK küçük düşürülmeye devam edilmiştir.

-Hemen hepsi yasadışı sol örgüt militanlarıyla ayrılıkçı Kürtçü terör savunucuları el ele vererek kitlesel eylemler yapmaktadır (son IMF toplantısında İstanbul’da yaşanan rezalet gibi). Başbakan“ dışarıdakilerin seslerine kulak verin” demiş, ertesi gün de “ben mazlumu, garibanı kastediyordum.” şeklinde konuşmuştur. Tipik bir çifte açmaz örneği çünkü mazlum ve garibanın zâten sesi çıkamamaktadır ama Mazlum-Der gibi bölücülük yapan örgütler çağrıştırılarak, eşik altı uyaranla beyin yıkama gerçekleştirilir.
Bu arada çoğu F-tipi örgütlenme içinde olan polis hem orantısız güç uygulamakta,
hem de gereksiz yere daha kolayca halledilebilecek olayların tırmanmasında
rol oynamaktadır. Akabinde İstanbul Vâlisi benzeri bir açıklama yapmış ve “Biz onlara bunları yapmaları için 13 yer göstermiştik.” demiştir, Başbakan da tekrarlamıştır;
tipik bir çifte açmaz!
Çünkü “Oralarda yapılırsa haktır, buralarda yapılırsa haksızlıktır.” mesajı verilmektedir.

-GNPH’de düşmanı yıpratmak için gerilla tarzı eylemler ve medya üzerinden misenformasyon (hatalı ve yalan bilgilendirme) ve dezenformasyon (bilgiyi gizleme) yapılır.

-Ayrıca, çamur ve iftira atarak, sürekli olarak çifte açmaz (double-bind) ile dolu mesajlar vererek halkı şaşkın hâle getirme, Pavloviyen ve Seligmaniyen şartlandırma yoluyla inançların kaybettirilmesi, âidiyet ve mensubiyet duygusunun kaybettirilmesi ve biçârelik duygusu aşılanır.

-Bir yandan da sürekli olarak hasmın propagandası yapılır. Atatürk’ün Kürt’lere verdiği sözlerden ve omuz omuza harp ettiğimizden bahsedilir (misenformasyon), sonra sözüm ona “Kürt aydınları ve Said-i Kürdî’siz Türkiye olamaz” lâfları edilip, doğduğu yere esasen Ermenice olan ama Kürtçe diye yutturulan ismi geri verilir ama bunların adalet ve barış için yapıldığı söylenerek sistematik duyarsızlaştırma yapılır (dezenformasyon). Bunda düşmanla ittifak içinde, AB’den ve ABG’den maddî yardım alan, hâttâ maaşa bağlanmış hâinler kullanılır; bunlar zâten medyanın çeşitli, kısımlarında köşe başlarına yerleştirilmiştir. Onlar istediklerini yazarlar çizerler ama kıllarına dahi dokunulmaz ama Atatürkçüyüm diyeni içeri tıkarlar (terörizasyon ve Pavloviyen şartlı refleks kırılması).

-“Kanları yerde kalmayacak” dendiği gün 8 şehit verilir (çifte açmaz), bu da anomiyi ve kaosu pekiştirir. Polisle, askerle çatışmak üzere çocuklar bilinçli olarak öne sürülür ve mukabele edildiğinde “polis ve asker çocuklara fena muamele yapıyor” denir; özel olarak yapılmış çekimler tekrar tekrar yandaş TV’lerde gösterilerek mağdurlaştırma
(victimization) yapılır (daha dün, 9 Ekim’de Diyarbakır’da aynı şeyi yaptılar). Sâf halkımız
o çocuklara acırken, onları öne itip militanlaştıran büyükleri olduğunu hiç düşünmez ve devletin vatandaşına düşman olduğu mesajı zımnen verilerek temel güvenlik ve âidiyet duyguları iyice kaybettirilir. Dolayısıyla “ötekileştirme” yapılırken, bir yandan da saldırganla özdeşleşip onu benimseme (identification with the aggressor)
Ego savunmaları yoluyla, Türkler Kürtleşmeye başlar.

-Sonuçta da, bizim örneğimizde olduğu gibi, Türk halkı Kürt’lere hak vermeye dahi başlar. Devamı da Kürtleşme olacaktır.

Psikolojik hârp istihbaratı “bir devletin diğer devlet üzerinde millî menfaatlerini gerçekleştirmek üzere uyguladığı psikolojik hârpte kullanacağı her alandaki (siyasî, askerî, ekonomik, sosyal, ideolojik, teknolojik vs.) zâfiyetlerinin ve hassasiyetlerinin sistematik bir tarzda tesbiti, tasnifi, yorumlanması ve istihbarat hâline getirilmesi” şeklinde târif edebiliriz.

-GNPH’e karşı muvaffak olmanın tek yolu, düşmanı aynı silâhla vurmaktır.
Güçlü bir istihbarat, karşı GNPH taktiklerinin uygulanması icap eder.

-Bunu ancak hakikaten millî bilince sâhip, Atatürk ilke ve inkılâplarına yürekten bağlı kadroların teşkil ettiği bir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin cesurca kararlarıyla
bu uluslararası satrancı iyi oynayarak, sivilin sivilce, askerin askerce, ama
ne gerekiyorsa yapması suretiyle bu badire aşılır. Bu kadroların ciddi bir kısmı Silivri’de, diğerleri de şimdilik dışarıda, emre âmâde beklemektedir.

-Bu hiç de kolay bir süreç olmayacaktır ve muhtemeldir ki çok kan dökülecek,
çok iktisadî sıkıntı çekilecektir. Ama durum zaten böyledir ve

  • Türkiye tamamen elden gitmektedir.

– Marcus Tullius Cicero’nun söylediği rivayet edilen “en onursuzca barış, en haklı savaştan iyidir” gibi ahmakça lâfları pankartlar hâlinde oraya buraya asılmasına
engel olunur.

-Sarsılmakta olan kapitalist düzenin ardından kurulacak olan Yeni Dünya Düzeni’nde de Türkiye haysiyetle ayakta durur!

***

PAVLOV’DAN SONRA SELIGMAN’IN DA KÖPEKLERİ

Önce, Pavlov’un köpekleri deneyini bir hatırlayalım:

Hayvana et gösterildiğinde salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks).

Hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks, arada eklenen şartlı uyaran). Bu yeterince tekrarlanır.

Sonra hayvana et verilmeksizin zil çalındığında salyası akar (şartlı uyarana verilen şartlı refleks).

Eğer tekrar tekrar hayvana et verilmeksizin zil çalınırsa hayvan ilgisiz kalmaya başlar (şartlı refleksin sönmesi).

Bunun önlenmesi için arada hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (pekiştirme).

En iyi şekilde şartlandırılmış köpekler dahi terörize olduklarında şartlı refleksler tümüyle söner ve hayvan en tabiî hâline rücû eder (terörün şartlı refleksleri silme gücü).

Bütün dinî, millî ve şair inançlarımız, âidiyet ve mensubiyetlerimiz şartlı reflekslerdir ve törenlerle, bayramlarla vs. pekiştirilmeleri gerekir.
Terör ise bunları sür’atle söndürür ve belirsizlik, aidiyetsizlik zuhur eder.

Bundan istifade eden şer odakları kendi arzu ettikleri inançları (yeni şartlı refleksleri) bütün medyada ve gösterilerle pompalayarak, yabancılaşmaya yol açarak,
tam aksi inanç ve tercihlerin filizlenmesini sağlarlar.***

Şimdi bir de 1965 başlarında Martin E. P. Seligman ve arkadaşlarının deneylerine
göz atalım.

Martin E. P. Seligman

Pavlov’un tecrübelerini çok iyi bilen Seligman, biraz farklı bir deney plânlar.
Herhangi bir deneye tâbi tutulmamış 24 tâne köpek alır ve onları üç gruba ayırır.

Birinci gruptaki köpeklere “kaçış grubu” adını verir, beyaz bir kabine yerleştirilmiş bir hamağa sarmalanmış bir hâlde yatarlarken, arka ayaklarından 500 voltluk zararsız bir elektrik şoku uygular. Bu gruptaki köpekler kabinde kafalarının bir yanındaki paneldeki bir düğmeye basarak şoku kesme imkânına sâhiptirler. Eğer 30 saniye içinde düğmeye basılamazsa şok kendiliğinden kesilmektedir. Bu köpekler düğmeye basmayı hızla öğrenirler ve gittikçe daha az sürede düğmeye basmayı başarırlar.

İkinci gruba “boyunduruk grubu” adını verir ve bunlar “kaçış grubu” ile aynı şartlar altında şoka mâruz bırakılırlar. Ancak bu köpekler düğmeye bassalar bile şok kesilmemektedir. Bu köpeklere uygulanan şok süresi kaçış grubundaki bir köpeğe uygulanan kadardır. Böylece kaçış ve boyunduruk grubu aynı sürelerde şoka mâruz kalmaktadır. Ancak, boyunduruk grubu panele bassa bile şok kesilmediği için,
30 denemeden sonra paneldeki düğmeye basmaktan vazgeçer.

Üçüncü gruptaki köpekler ise “kontrol grubudur” ve herhangi bir şoka mâruz bırakılmazlar.

24 saat sonra bütün köpekleri kısa bir çitle iki bölmeye ayrılmış kapalı bir alana götürürler. Köpeklere 10 kez şok verilir ve köpeklerin bu 10 denemenin birinde duvarın üstünden karşı tarafa atlayarak şoktan kurtulacakları umulur. Öyle ya, köpeğin kaçması en beklenen şeydir. Hâlbuki köpekler öyle dururlar!

“Kaçış grubu” ve “kontrol grubu” kurtulmada hemen hemen aynı başarıyı gösterirken, “boyunduruk grubu” diğer gruplardan önemli ölçüde farklılık gösterir. Bu gruptaki 8 köpeğin 6’sı 10 denemeden sonra bile duvarın üzerinden atlayıp şoktan kurtulmayı akıl edemez. Bir hafta sonra ise bu 8 köpeğin 5’i hâlâ 10 denemenin herhangi birinde karşıya atlamayı beceremez. Bu gruptaki köpeklerin %75’i neredeyse karşıya hiç atlayamaz, %62.5’i ise yedi gün geçmesine rağmen hâlâ başarısızlıklarını sürdürürler.

Yâni, deneyin sonuçları, tuhaf biçimde 2. gruptaki köpeklerin çâresiz kalmayı,
daha doğrusu “biçâre kalmayı” öğrendiklerine işaret etmektedir!

Seligman, bu davranışa, atalet ve hiçbir şey yap(a)mama hâline Öğrenilmiş Çaresizlik (Learned Helplessness) adını takar (pek çok yayında Türkçe karşılık Öğrenilmiş Çâresizlik diye geçiyor ama helplessness karşılığı biçârelik terimini ben tercih ediyorum).

Öğrenilmiş Biçârelik teorisi daha sonra duygu azalması, körelmesinin de görüldüğü depresyonu açıklayan bir model için insan davranışlarını da içine alacak şekilde genişletilir. Buna göre, depresyondaki insanlar biçâreliği öğrendikleri için o hâle gelmektedir. Depresyondaki insanlar ne yaparlarsa yapsınlar boşuna olacağını,
hayatları boyunca hiçbir şeyi kontrol edemediklerini öğrenmişlerdir.

Öğrenilmiş Biçârelik pek çok şeyi açıklıyordu, fakat ardından araştırmacılar birçok kötü hayat olayından sonra bile depresyona girmeyen insanlar gibi Öğrenilmiş Biçâreliğin de açıklayamadığı istisnalar bulmaya başladılar. Seligman, depresyondaki insanların
kötü olaylar hakkında depresif olmayanlardan daha kötümser olduklarını keşfeder,
bunu “attribution theory” (atıf teorisinden) ödünç aldığı “açıklayıcı tarz” olarak adlandırır. Aslında bu keşfi Aaron Beck’in Bilişsel Üçlüsü’nden (Cognitive Triad) farklı değildir:

Depresyondaki insanlar hâllerini, mâzilerini ve istikbâllerini hep olumsuz yorumlarlar! Hem iyimser hem de kötümser açıklayıcı tarzların avantajları vardır.
Meselâ bir buluş yapabilmek için veya pazarlama gibi bâzı işlerde iyimser bir
bakış açısına ihtiyaç vardır. Muhasebecilik veya kalite kontrolü gibi işlerde ise
kötümser bakış açısı gereklidir.

Bâzı kişilerde ise Öğrenilmiş Biçâreliğin tam aksine, Öğrenilmiş İyimserlik de
bir savunma mekanizması olarak kullanılabilir.

Seligman “Öğrenilmiş İyimserlik” adlı kitabında, insanların yeni açıklama tarzlarını öğrenerek depresyonlarının üstesinden gelebileceklerini ileri sürer.
Ahmakça, âdeta otistik bir iyimserliktir bu!

Öğrenilmiş Biçârelik hepimizin içinde az veya çok vardır. Hepimiz bir şeyleri kezlerce dener, yanılır ve başaramayız. Sonra bir daha yanılmamak için, bir daha denememeyi öğreniriz. Bu sırada koşullar değişir. Eğer denersek başarılı olabileceğimiz bir hâle gelir ama biz ezberlediğimiz gibi yaşamaya devam ederiz. Ortam değişir ama bizim
zihin haritamız değişmez. Böylece başarısızlığı öğrenmiş oluruz.

Öğrenilmiş Biçârelik ve Öğrenilmiş İyimserlik atalet,

– insanın potansiyelini kendinden çalar.
– Hayâllerimizi yok eder.
– Özgüvenimizi eritir, cesaretimizi kırar.
– Aslanı kediye çevirir.
– Kazanmayı değil, kaybetmeye katlanmayı öğretir.
– Başarısızlık bölgesini vatanımız, zirveleri gurbetimiz gibi görmeye başlarız.
– İçimizdekini söylemeyi değil, kendi kendimize söylenmeyi öğreniriz.
– Sorumluluk almak yerine suçlamaya çalışırız.
– Başarısızlıklarımızın sorumluluğunu dışımızda ararız.
– Kendi ayakları üzerinde durmayı ve kendi kendine yetebilmeyi beceremeyiz.

Hayatımızda bâzen mâruz kaldığımız gerçek biçârelikler ile öğrenilmiş biçârelik durumu aynı şey değildir. Gerçekten çâresiz olmadığımız hâlde, biçâre olduğumuzu sanarak, çözebileceğimiz bir sorunumuzu çözmek için hiçbir şey yapmadığımızda
“Öğrenilmiş Biçârelik ve/veya Öğrenilmiş İyimserlik” yaşıyoruz demektir.

  • Korkunun kendisi; korkulan şeyden daha fazla zarar verir.

Öğrenilmiş Biçârelik üç şeyi zayıflatır: Akıl, istekler ve duygular!

Öğrenilmiş Biçârelik insanlarda üç önemli yetersizliğe (veya bozukluğa) sebep olur:

Motivasyonel zayıflama, entellektüel zayıflama ve duygusal zayıflama:

1) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanlar önce tutkularını kaybederler.

İstediğini elde etmenin kendi ellerinde olmadığını gören insanlar, kendi isteklerine karşı ilgisizleşirler. İsteyerek yaptıkları davranışlar azalır, mecburî oldukları için yaptıkları davranışlar artar.

2) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanların akılları ve düşünme yetenekleri de zayıflar.

Basiretleri bağlanır. Bunun nedeni olaylar karşısında akıllarını kullanmanın sonucu değiştirmeyeceğine inanmalarından dolayı, sorunlarını çözmek için beyinlerini fazla kullanmamalarıdır. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarına karşı özensizleşirler.
Bu kişiler kendi iradî seçimlerine değer vermezler. Müebbetten hapis yatanların kendilerine “kader kurbanı” demelerinin de nedeni seçimlerinin sonuçlarını görememektir.

3) Öğrenilmiş Biçârelik durumunda yaşayanların duyguları da zayıflar.

Uzun süre acı çeken, ondan kurtulmak için çabaladığı hâlde başaramayan insan,
o acıyı kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Yaşama sevincini kaybeder.

4) Öğrenilmiş Biçârelik canlıları sâdece psikolojik olarak değil, biyolojik olarak da çökertmektedir. 

Bir araştırmada birer dakika arayla kafesine 5 saniyelik elektrik şoku verilen bir kobay farenin, başlarda panik olurken, sekseninci defadan sonra hiç hareketsiz şoku aldığı görülmüştür. “Acıların faresi” (A. Saltık : Acıların kadını Bergen) acılardan kurtulmak için çabalamak yerine acıyla yaşamayı öğrenmiştir. Bu deneyde 80. elektrik şokundan sonra farenin biyolojik savunma mekanizmasının bile çalışmamaya başladığı, sâdece psikolojik değil, biyolojik olarak bile tepkisizleştiği gözlenmiştir.”

“Kanları yerde kalmayacak” deyip, Kürt Açılımı diye dayatılırken arka arkaya şehit haberlerinin gelmesi bizlere verilen elektrik şoklarıdır ve ekserimiz Öğrenilmiş Biçârelik içine, bir kısmımız da Öğrenilmiş İyimserlik içinde atalet ve umutsuzluğa yâhut
“nasıl olsa büyüklerimiz doğruyu bilir” türünden ahmakça bir tevekküle düşürülmekteyiz! Hâttâ Pavloviyen şartlanmayla da bu pekişerek, “acıların faresi” hâline getiriliyoruz!

Bu açıkça bir beyin yıkama yöntemi olarak, asimetrik psikolojik hârpte
gâyet plânlı olarak uygulanmaktadır.

***

Bir de Abraham Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatayım:

  • En temel psikolojik ihtiyaç güvenliktir, kendini emniyette hissetmektir.

Bunu ortadan kaldırırsanız; onu üzerine inşa edilebilecek sevme ve sevilme,
sayma ve sayılma, âidiyet ve mensubiyet, kendini aşma asla gerçekleşemez.

Bu zâten çoktan “başarılmıştır” ve toplumumuzun bütün bu üst kurumları çökertilmiştir. Ekonomik terör de bunu yeterince pekiştirmiştir.

***

Bir başka psikolojik kavram da çifte açmazdır (double bind):
Birbiriyle zıt anlam taşıyan mesajların aynı anda verilmesi demektir
 ve
bireysel temelde şizofreni nedeni olarak kabûl edenler vardır. Klâsik örneği suratında
soğuk, hâttâ itici bir ifâdeyle çocuğuna “seni çok seviyorum” diyen anne prototipidir.

Aynı şey sosyal alanda da yapılmaktadır: Bir yandan halka tepeden bakan,
hâttâ aşağılayan bâzı devlet veya Hükûmet mensuplarının, bir yandan da
onları sâhiplenme ve koruyup kollama hamâsetleri eklenmiştir.

Halkın devlete, sisteme, rejime ve insanların birbirine bağlılığı alt üst edilmiş,
herkes herkese şizo-paranoid bir tavırla bakar olmuştur!

***

Sonuçta Türk halkı;

– Öğrenilmiş Âcizlik ve Öğrenilmiş İyimserlik içine itilmiş,
– toplumu birbirine bağlayan bütün zamklar eritilmiş,
– bırakın yarınına, şimdisine güveni kalmamış,
– şaşkın ve âtıl bir hâlde ne yapacağını, kime inanacağını bilemez duruma
düşürülmüştür.

Seviyesizce, hâttâ iğrenç diziler ve yarışma programlarıyla bütün ahlâkî kodları berhava edilmiş, antisosyallik ve müptezellik empoze edilerek herkes potansiyel câni hâline getirilmiştir.

Tam aksine, tümüyle irrasyonel dinbazlık telkinleri de “öbür medyada” sürekli olarak yapılmakta, insanlar bilime değil, safsataya itilmektedir. Kerametleri kendilerinden menkul birtakım sözüm ona hocalar, “Mehdîler”, meczuplar en büyük kanallarda câhil bırakılmış halkımıza yutturulmaya başlanmıştır.

  • Eğer müstevlilerin hâince tuzaklarına düşmezsek
  • Ve millî / ulusal değerlerimizi, anadilimizi, ülkü beraberliğimizi korursak,
    hiç kimse bize bir şey yapamaz.

Belki çok sıkıntı çektik, çekmekteyiz ve çekeceğiz ama bu millet en kötü ahvâl ve şerâitte dahi kendi küllerinden gene doğar, 18. devletini kurar.

Atatürk’ün öldüğü yaştayım.

Mahcubum O’na karşı, yeterince bu vatana hizmet edemedim diye.
Bu ülkeden başka bir şey beklediğim yok…

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
(İlk Kurşun, 27 Mart 2013)

Tüm yazıyı pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız..

MILLET_OLMAK_NE_DEMEKTIR_yazısı_ve_yorumumuz

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

Tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin’den çok çğretici bir derlemeyi sunmak istiyoruz.
Yakın tarihin özlü bir irdelemesi.. Lütfen okuyalım ve oktalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

sina aksin

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?*

 

1. Atatürkçülüğün Yeniden Doğması                                  :

Türkiye’ye gelen yabancılar çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ün her yerde görünür olmasına şaşmaktadırlar. Her yerde O’nun heykelleri, büstleri, resimlerine rastlamaktadırlar. Sanırım bunu çoğunlukla bir kişi yüceltmesi olarak görüp olumsuz yönde yorumlamaktadırlar. Atatürk’ün böyle her yerde olmasının açıklaması şudur: O, Türk devrimini temsil eden kişidir. Çoğu devrimler birçok kişilerin yapıtıdır. Fransız Devrimi bir kişiyle özdeşleştirilemez. Sovyet Devriminde Lenin’in ağırlığını görüyoruz, fakat iktidar olduktan sonra
Devrimi ancak 7 yıl yönlendirilebildi. Stalin olmadan Sovyet Devrimi anlaşılamaz.
Belki Mao Zedong’un Çin Devrimindeki rolü Atatürk’ünkine benzetilebilir.
27 yıl Çin’i yönetti. Ne var ki ardılları onu neredeyse yadsımışlardır. Bir de değişik komünist önderlerin “tamamlayıcıları” sorunu var. Mao deyince Stalin, Lenin ve Marx’ın rol ve tamamlayıcılıkları görmezlikten gelinemez. Atatürk deyince böyle tamamlayıcı kişiler akla gelmiyor. Atatürk bağımsızlık mücadelesinin muzaffer önderidir, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, Türk Devriminin önderdir. Buna dört başı mamur bir başarı öyküsü diyebiliriz. Onun içindir ki kişiliği Cumhuriyetin ve Devrimin simgesidir. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik düsturu Fransız Devrimi için neyi temsil ediyorsa,
Türk Devrimi için Atatürk onu temsil ediyor, onun simgesidir. Türk devriminden yana olup da Atatürk’e karşı olamazsınız. Fakat Fransız Devriminden yana olup,
diyelim Robespierre, Rousseau, Danton ya da Voltaire’e karşı olabilirsiniz.

Atatürk’ün ölümünden sonra nice onyıllar, Türklerin büyük çoğunluğu O’na katıksız bir sevgi ve hayranlık beslemişlerdir. Açıktır ki böyle bir düşünce ortamı Atatürkçülüğün eleştirel bir değerlendirmesine uygun değildi. Atatürkçülük hayli yüzeysel biçimde daha sonra Anayasa’ya da giren resmi Altıokla (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) açıklanıyordu. Bu ilkelerin genellikle derinlemesine çözümlenmediği söylenebilir. İslam köktendincileri arasında Atatürk’e yönelik eleştiri, hatta nefret vardı, ama 1945’e değin bastırıldılar. Bu bastırma işi 1945’ten sonra da sürdü, ama çok daha gevşek olarak. Buna rağmen genellikle sıradışı, bir çeşit anormallik olarak değerlendiriliyordu. 1972’de dinci Milli Selamet Partisinin (MSP) kurulması ve 1973 seçimlerinde %12 oy almasıyla işler ciddileşti. Dinci parti ve ardıllarının desteği yıllar geçtikçe artacaktı. Hatta 12 Eylül 1980 darbesini yapan askeri cunta, bir yandan “Türk-İslam sentezi” diye gerici resmi bir ideoloji yaratmaya kalkışırken, Atatürkçüler dahil sola karşı sert bir bastırma siyaseti uygulayacaktı.
İşin tuhafı, bu siyaset güya Atatürkçülük adına yapıldı. (1)

1983’te çok partili siyasete dönülmesiyle birlikte, sol aydınlar cuntayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiri aynı zamanda cuntanın sözümona Atatürkçülüğüne de yöneliyordu. Bunlar kendilerini “sivil toplumcu” diye tanımlayan bir kesimdi. Aralarında kimileri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yıkılarak “ikinci cumhuriyetin” kurulmasını savunuyorlardı. Çok kez şiddetli olabilen bu Atatürkçülüğe yönelik eleştiriler İslamcıları, Atatürkçülük hakkındaki olumsuz görüşleriyle ortaya çıkmaya özendirdi. Böylece Atatürkçülüğün laik eleştirmenleriyle kimi İslamcılar arasında garip bir ittifak oluştu.(2)

Bütün bunlar, Atatürkçülük karşıtlarının görüşlerinin nasıl çürütülebileceğini düşünmek zorunda kalan Atatürkçüler için acı bir durumdu. Denilebilir ki, Atatürkçülük karşıtı eleştiriler Atatürkçülüğün daha iyi anlaşılması sürecini hızlandırmıştır. Hızlandırmıştır diyorum, çünkü genellikle toplumsal olayların zaman geçtikçe daha iyi yorumlanması ve anlaşılması doğaldır. Rönesans ve Aydınlanma gibi hareketler bir zaman sonra adlandırılır ve daha iyi anlaşılır. Türkiye Atatürkçülüğü 1919’dan 1938’de Atatürk’ün ölümüne, sonra da 1950’ye değin yaşadı. Bugün Türkiye Atatürkçülüğü daha iyi anlıyor ve bu anlayış Atatürkçülüğün yeniden doğmasına (rönesansına) yol açmıştır.

2. Atatürkçülüğün Felsefi Niteliği                                     :

Atatürkçülük bir aydınlanma hareketidir.
Tek bir örnek vermek gerekirse Atatürk öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmelerini istemektedir (3). Böylece Atatürk şair Tevfik Fikret’in bir şiirinde kendini tanımlamak için söylemiş olduğu ünlü sözünü benimsemiş oluyordu.
Suat Sinanoğlu Atatürkçülüğün felsefi görünümünü “zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tanımlıyor (4). Felsefe profesörleri Bedia Akarsu ve Macit Gökberk de Atatürkçülüğü
bir aydınlanma hareketi olarak betimlemişlerdir (5).

Atatürk hümanisttir. Bağımsızlık savaşının en tehlikeli anlarında bile cihat ilan etmedi. 1922’de tutsak düşen Yunan komutanı Trikupis’le nazik görüşmesi, önüne serilen
Yunan bayrağına basmayı reddetmesi, 1934’te Anzak ölüleri için söylediği sözler (6) hümanizminin kanıtıdır. Bir seferinde anayurdu savunmak için yapılmayan savaşı cinayet olarak betimlemiştir (7). Avrupa’nın çoğu yerlerinde bütüncül (totaliter) ve ırkçı diktatörlükler muzaffer olurken ve birçok Türkler bunların çekiciliğine kapılmışken Atatürk sıkı durdu. Yahudi ya da muhalif oldukları için Hitler düzenince 1933’te üniversitelerinden kovulan 142 Alman bilim adamını Türkiye’ye çağırıp
onları yüksek eğitim kurumlarında çalıştırması bu yönde anlamlı bir göstergedir.

3. Bir Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük                             :

Atatürkçü kalkınma modeli “bütünsel kalkınma” olarak açıklanabilir. Bu topyekûn kalkınma demektir. Batının makine, alet, fabrikalarını edinmek yetmez. Bu teknolojinin gerisinde Batının bilimi vardır. Onu da benimsemek durumundayız. Yoksa benimsediğimiz teknoloji elimizde iğreti ve yapay duracaktır. Fakat bilimin üst katmanları felsefenin alanına girmektedir. Onun için Batı felsefesini ve onun bir parçası olduğu insan bilimlerini de benimsememiz gerekmektedir. Tabii sosyal bilimlerin bilimin onsuz olmaz bir parçası olduğunu da unutmayacağız. Öte yandan felsefenin sanat ve genel olarak kültürle yakın ilişkisini gözardı etmemeliyiz. Böylece teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bunların gelişmesi için, düşünce özgürlüğü gereklidir. Bilim, kültür ve sanata ve bu işlerle uğraşan insanlara saygı ve değerbilirlik önemli bir gereksinimdir. Bu insanlar toplumsal, siyasal, dinsel dogmaların baskısı altında olmamalıdır. Atatürkçülüğün bütünsel kalkınma modelinde, bir üniversitenin kurulması, bir demiryolunun yapımı denli önemlidir; bir konservatuarın açılması, bir fabrikanın yapılması denli önemlidir.

Bütünsel kalkınma modelini anlamak için karşıtı olan maddi kalkınma modeliyle karşılaştırabiliriz. Bu modelin en iyi örneklerinden biri petrol zengini şeyhliklerdir.
Bu ülkeler en son teknolojiyi edinebilecek durumdadırlar. En modern otomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyunu arıtabiliyorlar, çölde tarım yapabiliyorlar. Buna karşın bunlar en son teknolojinin ürünlerinden yararlanırken, toplumsal ve kültürel koşullarıyla aşağı yukarı 9. yüzyılda yaşıyorlar. Türkiye’de 1950’den sonra bütünsel kalkınma modeli bir ölçüde terk edilerek maddi kalkınma modeline bir kayma olmuştur. Böylece yol, baraj, fabrika yapımı ön düzleme geldi ve toplumsal, kültürel kalkınma
ikincil duruma düştü.

4. Atatürkçülüğün İdeolojik Programı                                          :

Bu, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ilan etmiş olduğu “6 ilke” ya da “6 Ok” tur. İlk ilke Cumhuriyetçiliktir. Atatürkçülüğü eleştirenler, demokrasi ilkesinin yokluğuna dikkat çekmişlerdir. Hatta kimilerine göre cumhuriyetçilik, birçok diktacı, hatta bütüncül (totaliter) cumhuriyetler varken, anlamlı bir ilke değildir. Bu, tabii anlaşılır bir görüştür ama Atatürk’e uygulanamaz. 1929’da Afet İnan’ın yardımıyla bir Yurttaşlık Bilgisi ders kitabı yazdı. Kitap Afet İnan’ın imzasıyla yayımlandı. İnan, 1969’da kitabın yeni basımını yaptığında, kitabın büyük ölçüde Atatürk tarafından yazılmış olduğunu açıkladı ve O’nun el yazısıyla yazılmış sayfaların fotokopilerini yayımladı. Siyasal düzenlerle ilgili bölümler bunlar arasındaydı. O’na göre demokrasi en iyi düzendi. Demokrasilerden cumhuriyet türü meşrutiyet türünden daha mükemmeldi.

Yalnızca Atatürk’ün kuramsal görüşü değildi sözkonusu olan. O sıra birçok Avrupa ülkeleri şu ya da bu türden bütüncül diktatörlüğe doğru giderken Atatürkçü düzen görece demokratikti. Bir ülke düzeninin demokrasi derecesi onu çağdaş diğer düzenlerle karşılaştırarak saptanabilir. Eski Atina kölelerinin, yabancı ve kadınların hiçbir siyasal hakları olmamasına karşın, çağdaş öbür düzenlerden daha demokratik olduğu için demokrasi sayılmaktadır. Aynı biçimde Atatürkçü düzen, tek partili olmasına karşın, Avrupa’nın demokrasi derecesi ortalamasının üstünde bir demokrasi derecesine sahipti. Bu yüzdendir ki Hitler hükümetinin üniversitelerden tasfiye ettiği 142 Alman bilim insanı Türkiye’ye yerleşmeyi seçmişlerdir. Bu kişilerin, ki içlerinde birçok parlak kişiler vardı, bir diktatörlükten diğerine gidecek kadar saf ya da çaresiz olduklarına inanmak için neden yoktur. Bugün Türkiye belki Atatürk döneminden daha demokratiktir.
Bununla birlikte bu bizi mutlu kılmıyor, çünkü II. Dünya Savaşından sonra Avrupa bize yetişip daha da ileri gitmiştir.

Milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesi saldırgan olmayan, yayılmacı olmayan, barışçı nitelikteydi. Atatürk’ün düsturu “Yurtta sulh; cihanda sulh” idi. Bu milliyetçilik ırkçı değildi. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm diyene!” (8) demişti (“Ne mutlu Türk olana” değil), Türk Milletinin tanımı şöyleydi:

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” (1929) (9). Türkiye Cumhuriyeti’nin
her yurttaşı, etnik bakımdan Rum, Çerkez, Kürt, Ermeni, Yahudi olsalar da
Türk sayılıyordu. Bu milliyetçilik sağcı, tutucu değildi. Türkiye’yi bölgenin ya da
İslam dünyasının en güçlü ülkesi yapmak gibi sınırlı hedefler gütmüyordu. Her alanda Türkiye’yi dünyanın en ileri ülkelerinden biri yapmayı amaçlıyordu. Yalnız iktisadi ya da askeri anlamda değil, Türkiye sanat ve edebiyatta, insan hakları ve bilimde de en önde olmalıydı. Sağcı, tutucu milliyetçiler genellikle, iktisat, askeri güç ve siyaset alanları üzerinde dururlar, onunla yetinirler.

Devrimcilik (İnkılapçılık) aydınlanmayı her yere ve olanaklıysa herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşmak için canla başla
çaba göstermek demektir.

Bu amaçlara henüz ulaşılamamıştır ve görece uzun erimlidir, fakat bunlara olanaklı olduğu kadar önce ulaşmak gerekmektedir. O zaman değin devrimciliğin gündemde kalması zorunludur.

Halkçılık, halktan yana siyaset gütmektir.

Halk kavramı nüfusun bütün sınıf ve kesimlerini içerecek biçimde yorumlanabilir
(öyle yorumlanıyordu), fakat en çok köylü, işçi gibi düşük gelirli kesimleri amaçlıyordu. Böyle kesimlerin maddi ve kültürel gelişmesini hedefler. Yığınlara dalkavukluk yapmak anlamındaki popülizm ile karıştırılmamalıdır. Tabii, çok partili bir düzende popülizme direnmek çok kolay değildir. En azından kuramsal olarak denebilir ki, tek partili bir düzende yığınların hoşlanmadığı, fakat uzun erimde onlara yararlı olacak siyasalar yürütmek daha kolaydır. Atatürk düzeni, iki çok partili siyaset girişimi dışında tek partili bir düzendi. Eğer devrim halk arasında hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmışsa, çok partili bir dizgede de gelişmesini sürdürebilir. Bunun için, iktidarda olmasa bile en az bir büyük parti ilkeli bir Atatürkçülüğü savunmalı ve diğer büyük partiler de son çözümlemede Atatürkçü olmalıdır.

Devletçilik deneyimle oluşmuş bir ilkedir.

Türkiye’nin yeni doğan kapitalist sınıfı 1920’lerde hatırı sayılır bir sanayileşme düzeyi yaratamamıştı. Üstelik 1929 dünya bunalımı her yerde büyük sefalete yol açmış bulunuyordu. Devletçilik bu gereksinimlerden doğmuştu. Atatürkçü dönemde ve sonrasında bir sanayi temeli yaratılabilmiştir. Sanayi yaratmanın ve devlete ekonomiyi düzenleme olanağını sağlamanın ötesinde, devletçilik işçilere işletmelerde doğru dürüst barınma, okullar, sağlık hizmetleri, toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyordu. Başka bir deyişle halkçılığın, sosyal devletin gerekleri de karşılanmış oluyordu. 1980’e değin devletçilik yalnız Türkiye’de değil, kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de önemli işlevler gördü. Örneğin Fransa’da Renault otomobil firması yıllardan beri başarılı bir kamu iktisadi kuruluşudur. 1980’lerde kamu işletmelerine karşı dünya çapında bir kampanya açıldı. Sovyetler Birliğinde komünizmin çökmesi bu kampanyayı besledi.
Yalnız eski komünist ülkelerie değil, başka yerlerde de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Türkiye bakımından şu denebilir: Türk kapitalist sınıfı büyük ilerlemeler göstermiş olsa da, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaştığı söylenemez. Demek ki Türkiye’de devletçiliğin bir işlevi olmaya devam edecektir. Dahası kamu işletmeciliğinin verimsiz olduğuna inanmıyorum. Hükümetler, yani siyasal irade isterse, devlet işletmelerini kazançlı yapabilirler. Fakat bunları gereksiz işçilerle doldururlarsa, nitelikli yöneticiler görevlendirilmezse, demek ki, söz konusu hükümetler bu işletmelerin verimli olmasını, hatta yaşamasını istememektedirler. Bugün Tekel bütün ülkeye üç marka rakı sağlayabiliyor, fakat yeterince bira ve kibrit yapamıyorsa, bunun böyle olması istendiği içindir. Bira ve kibrit üretimi özel girişime açılmıştır. Özel kesim işletmelerinin daha çok satış yapabilmesi için devletin bu ürünleri az miktarda üretmesi, kaliteye dikkat etmemesi vb. gerekmektedir.

Başka bir nokta : Kamu işletmeciliğinin günahları konusunda kimi insanlar ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar, bunların istihdam sağladığının da farkındadırlar. Kamuoyu yoklamaları bunu belli ediyor. Böylece özelleştirmeye daha yatkın bir partinin daha az oy alacağı düşünülebilir. Bu da seçmenlerin uç partileri güçlendirecek protesto oyları vermelerine yol açabilir. Bu, herhangi bir çok partili düzen için sağlıksız bir durum olacaktır. En azından Türkiye bakımından, bu ülke Avrupa düzeyinde gelişmişliğe ulaşıncaya değin devletçiliği gündemde tutmak gerekir gibi görünüyor. Topyekûn bir özelleştirme siyasası demokratik bir çok-partili düzenle pek bağdaşmaz gibime geliyor.

Gelelim laiklik ilkesine                                                  :

Bu, dinle devlet işlerinin ayrı tutulması demektir. Hiçbir din, mezhep ya da dinsel küme devlet işlerine karışamaz, devletten ayrıcalıklar isteyemez. Devletin yasa ya da siyasaları herhangi bir din ya da dinsel küme tarafından etkilenemez. Devlet bütün dinsel kümeler karşısında yansız olmalıdır. Öte yandan, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Kural budur, fakat devlet bazen dinsel işlere karışmak durumunda olabilir. Örneğin, dinsel bir küme mensuplarının insan kurban etmesini ya da mensuplarının intihar etmesini isterse devlet müdahale etmelidir. ABD’de Hıristiyan Bilimciler (Christian Scientists) adındaki bir tarikat, inancın bütün hastalıkların üstesinden geleceğine inandığı için her türlü tıbbi yardımı reddetmektedir. Bana göre böyle bir cemaatten bir çocuk apandisit bunalımına girerse ve anne-babası tıbbi yardımı geri çevirirlerse, devlet müdahale ederek çocuğu kurtarmalıdır.

Türkiye’de Sünnilerin dinsel işlerine bakan bir Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü var.
Bu, devletin dine müdahalesidir, fakat gerekli olduğunu düşünüyorum. İki yararı var: Sünni çoğunluğu gözlem altında tutarak, onların arasında laiklik karşıtı hareketlerin çıkmasını önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri kaldırılacak olsa, Sünniliğin içindeki kümeler arasında camileri denetimleri altına almak için bir savaşım başlayacaktır.
Bunu başaramayan küme ya da kümeler kendi camilerini yapmaya zorlanacaklardır. Ulusal servetin büyük bir bölümü yeni camiler yapmaya ayrılacaktır. Oysa şimdi camiler Diyanetin gözetimi altında ve dolayısıyla bütün Sünni kümelere açıktır.

Kimi şeriatçılar laikliği İslamiyete karşı yapılmış bir kötülük olarak görmektedirler.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır. Şeriat, İslamiyeti Orta Çağa bağlayan, 9. Yüzyılda oluşturulmuş bir hukuk dizgesidir, bir zincirdir. Türkiye’de bu zincirin kırılması İslamiyet’e çağcıl (modern) dünyanın, ileri ülkelerinin bir dini olmak fırsatını vermiştir. Çağcıl insanlar için Orta Çağ İslamiyetinin bir çekiciliği pek olamaz. Ayrıca, şeriatın kaldırılması hem Türkiye, hem öbür Müslüman ülkeleri için bir kalkınma ve ilerleme sorunudur.
Şeriat ve yandaşları kadınların kapatılmasını isterler. Bu demektir ki nüfusun yarısı evrensel kalkınma ve ilerleme yarışının dışında tutulacaktır. Tek ayakla yarışmak olanaklı değildir. Kadınları kapatan ülkelerin dünyanın ileri ülkelerinden biri olmak umudu olamaz. Kadınların kapatılması sözkonusu ülkelerin kültür düzeylerinin gerilemesi anlamını taşır, çünkü erkek çocukları dili annelerinden öğrenirler, babalarından değil (ana dili). En önemli kültür aletimiz dilimizdir ve annelerin çocuklara dil öğretmesi
en temel eğitimdir. Annesi yalnızca 500 sözcük kullanabilen bir oğlanın temel eğitimi annesi 1500 sözcük bilen bir anneninkinden çok farklı olacaktır.

Demek ki kadınların kapatılması erkeklerin niteliğini de olumsuz etkileyecektir.

Laikliğin başka bir yararı da devletin bütün dinsel kümeler karşısında yansızlığını gerektirdiği için iç barışın da bir garantisidir. Türkiye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki geleneksel geçimsizlik ancak laiklik siyasalarıyla sonlandırılabilir. Öyle olmayınca, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1995’te İstanbul’da (Gazi olayları) olduğu gibi kanlı kavgalar ya da kırımlara tanık oluruz.

Türkiye’de kimileri, ki ne yazık ki aralarında devlet adamları da vardır, “devlet laik olabilir, bir kişi (örneğin bir Müslüman) laik olamaz” görüşündedirler. Bu görüşe katılmıyorum. Laikliği kabul eden bir kişi, laik bir insandır. Böyle bir kişi, dinli, hatta dindar da olabilir (Müslüman, Hıristiyan vb.). Devrim sayesinde Türkiye’de pek çok laik Müslümanlar, yani laikliği benimsemiş insan var. Birçokları da dinsel vecibelerini tam olarak yerine getirmektedirler. Aydınlanma yayıldıkça, laik Müslüman sayısının daha da artması beklenebilir.

İslamiyet dünyanın pek çok köşesine yayılmış bir dindir. Öbür büyük dinler gibi İslamiyet’in birçok mezhep, tarikat, anlayış içermesi beklenebilecek bir durumdur.
Hepsi de Müslümandırlar ama farklıdırlar da. Öyle olmasa ayrı kümeler olmazlardı. İslamiyette barış ve kardeşlik olması için başka kümelere saygı gerekir. Laik İslamiyet bugün bu kümelerden biridir. Öbür kümelerin laik İslamiyete saygı göstermeleri,
laik Müslümanların da onlara saygı göstermeleri gerekir.

5. Atatürk Devrimi’nin Zorunluluğu                                      :

Zaman zaman kimi gözlemcilerin Atatürk Devrimi’nin, kendisini felaketten kurtarmış muzaffer bir önderin isteksiz bir halka uyguladığı bir çeşit kişisel program olduğu görüşlerine rastlanıyor. Oysa böyle olsaydı Atatürk’ün ölümünden sonra Devrim uzun sürmezdi. Kısa zamanda son bulur ve Türkiye eski yoluna dönerdi. Oysa ölümünden bu yana 75 yıl oldu ve 1950’lerden sonra esaslı biçimde yavaşlatıldıysa da, Devrimin yapısı birçok bakımdan olduğu gibi duruyor. Böylece zorunlu olarak Devrimin bir diktatörün keyfi uygulaması olmayıp nesnel bir zorunluluk olduğu sonucuna varmamız gerekiyor.

Şimdi bu zorunluluğun ne olduğuna bakalım.

Türkler, Osmanlı Devleti çerçevesinde “Viyana kapılarına değin” Güneydoğu Avrupa’yı fethetmeyi başardılar. 1699 Karlofça antlaşmasıyla birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’dan çekilme süreci başladı. Ardı ardına gelen askeri yenilgilerin sonucu,
200 yıl sürdü. Balkan ulusçuluğu, başından itibaren son zamanlarda “etnik temizlik” denen siyasası uyguladığı için süreç Türkler için çok acıklı olmuştu. Çünkü Balkanlar
öz yurtlarıydı. Bütün bu sınav boyunca Türklerin bir tesellisi vardı: Son kertede, yüzlerce yıl önce yurtları olan Anadolu’ya yerleşip şerefli bir yaşam sürdürebilirlerdi. I. Dünya Savaşı arefesinde Osmanlı Devletinin hala Rumeli’de küçük bir ülke parçası vardı: Edirne dahil, doğu Trakya.

I. Dünya Savaşı Osmanlılar için yeni bir felaket oldu. Sevr’de Osmanlının 1920’de imzalamak zorunda kaldığı barış antlaşması bütün Türkler için dev boyutta bir travmaydı. Anladılar ki, nasıl Rumeli’den çıkarıldılarsa, şimdi de Anadolu’dan çıkarılıyorlardı. Osmanlı Doğu Trakya’yı, Ege Bölgesinin kuzeyini Yunanistan’a Kuzeydoğu Anadolu’yu Ermenistan’a verecekti. Bu bölgelerin etnik yapısını belirlemek söz konusu değildi. Yapılan düzenleme tümüyle “tarihsel hak” esasına dayanıyordu. Bin yıl önce buralarda Türk yoktu, bu yüzden muzaffer devletler o sıradaki etnik yapı ne olursa olsun,
buraları Yunanistan ve Ermenistan’a vermekte hiçbir tereddüt duymuyorlardı.
Sözümona devamına izin verilen gölge Osmanlı Devleti de maliyesi ve ordusu olmayan kurbanlık bir koyun durumuna getirilmişti. Böylece Türkler Anadolu’dan çıkarılıyor
ya da bir çeşit köleliğe mahkum ediliyorlardı. Birçok Türkler için apaçık ortadaydı ki,
süreç Sevr ile durmayacak ve Rumeli’de olduğu gibi kaçınılmaz sona doğru gidecekti.

Kurtuluş Savaşı sayesinde bu büyük felaket önlendi ve Lozan Antlaşması Sevr’in yerine geldi. Fakat ortaya çıkmıştı ki Lozan’ı sürekli kılmak için Türk toplumunun geri toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşullarının kökten, devrimci bir değişime uğraması gerekiyordu. Türkler Ortaçağdan çıkıp çağcıllaşmak zorundaydılar. İşte Atatürk Devrimi bunu gerçekleştirmek amacıyla yapıldı. Devrimin uzun zaman sürmüş olmasının nedeni de budur. Devrim yapılmasaydı Sevr Antlaşması ya da bir benzerinin ilk fırsatta yeniden bize dayatılması çok olasıydı. Devrimin amacı Türklere Avrupalılarınki kadar eğitim ve kültür vermek, onları Avrupalılar kadar üretken kılmak, başka deyişle Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi düzeyine yükselmekti.

6. Kısmi Karşıdevrim                                           :

Türkiye’de Atatürkçülüğün bugünkü durumunu anlayabilmek için 1950 Kısmi Karşıdevrimini açıklamak gerekiyor. Atatürk’ün zamanında bile Cumhuriyet Halk Partisinde karşıdevrimci unsurlar vardı. Dediğim gibi, sözkonusu karşıdevrim kısmiydi. Herhalde Atatürk’ün yandaşları arasında tam bir karşıdevrim isteyen hiç yoktu.
Sevr travması bu derece bir gericiliğe engeldi. Tutucuların istedikleri, Devrimin başlıca kazanımlarını muhafaza ederken Devrimi dondurmak ya da yavaşlatmaktı. II. Dünya Savaşının sonu bekledikleri fırsatı verdi. Savaşa katılmamanın sonucu olan Türkiye’nin yalnızlığı, Atatürk’ün ardılı olan İsmet İnönü’yü çok partili dizgeyi benimsemeye götürdü. Ama muhalefet partisinin Atatürk Devrimini sorgulamaması için CHP içindeki rakiplerini kısmen zorlayarak, kısmen ikna ederek Demokrat Partiyi kurdurdu.
Bu kişiler çoğunlukla sağcı, tutucu kimselerdi.

Bu sağcılık iki gelişmeyle pekişti. Sovyet Rusya’nın 1945’te 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshetmesi ve Boğazlarda denetim kurma ve Doğu Anadolu’da toprak kazanma girişimi şiddetle sol düşmanı, McCarthy’ci bir hareket için bahane oldu. İnönü sosyalist parti ve yayınları yasaklayarak bu hareketi güçlendirmiş oldu. Sağa doğru bu savrulma CHP’yi de etkiledi. Başarılı Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ki ünlü Köy Enstitülerinin ileri gelen mimarlarındandı, görevine devam ettirilmedi (1946). Yerine gelen bakan bu mucize kurumları bozmaya girişti. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu yönelişler genel bir harekete dönüştü. 1951’de kültür ve toplumsal yardım merkezleri olan Halkevleri (478 tanesi) ve daha küçük ölçekli Halkodaları (4322 tane) kapatıldılar. 1954’te Köy Enstitüleri aynı yazgıyı paylaştı.

Devrimin aydınlanma programı rafa kaldırılmış, karanlık bir dönem başlamıştı.
Bütünsel kalkınma modeli bu gelişmeyle ağır darbeler yedi.

Atatürk Devrimi donduruldu. Bunu gizlemek için tören Atatürkçülüğü büyük önem kazandı. Devrimin yıldönümleri gittikçe artan bir heyecanla kutlanır oldu. Atatürk’ün resim ve büstleri kamusal alanları doldurdu. Nasıl olduysa, CHP Atatürk Devrimine dönüşü isteyen bir muhalefet yürütemedi ya da bunu istemedi. Çok kez hayli sert olan muhalefeti daha çok siyasal özgürlük talebinde yoğunlaştı. Siyasal dizgeye yeni bir anayasa ve büyük ölçüde bir özgürlük getiren 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, aydınlar Atatürkçülükten çok sosyalizm ve sosyal demokrasiyle ilgilenmeye başladılar. Fakat Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi, Türkiye’de köktendinciliğin çoğalması, Atatürkçülüğe yöneltilen sert eleştiriler yukarıda sözünü ettiğim Atatürkçülüğün yeniden doğmasına yol açtı. (1998)

Dipnotları:

1. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları);
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi V: Bugünkü Türkiye, 1980-1995 (İstanbul, Cem Yayınevi).

2. Sina Akşin, Düşünce Tarihi, Bugünkü Türkiye, 1980-1995, s. 267-273.
3. 25 Ağustos 1924, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler
(İstanbul, Devlet Kitapları, 1986) s.82.

4. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.,1980).
5. Daha 1960’ta Bedia Akarsu Atatürk Devrimini Türk Aydınlanması diye tanımlamıştı. “Atatürk ve Aydınlanma”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İstanbuli İnkılap Kitapevi,1995) s. 93-97. Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İstanbul, Eczacıbaşı Y.,1983).
6. Uluğ İğdemir, Atatürk and the Anzacs (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.).
7. 16 Mart 1923, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. 
8. Cumhuriyetin 10. yıldönümü söylevi (1933).
9. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara, Türk Tarih Kurumu y,1988).

* Yazar tarafından İngilizceden çevrilmiştir: Sina Akşin,

The Nature of the Kemalist Revolution”, The Turkish Republic at Seventy – Five Years (D. Shankland, ed., Huntingdon, The Eothen Press, 1999).

Prof.Dr. Sina AKŞİN
ADD Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
11.2.13, http://www.add.org.tr/ataturk-devrimi-ataturkculuk-nedir-*.html

Prof. Şerif Mardin’e yanıt : “KEMALİZM KURU BİR İDEOLOJİDİR” midir (!?!) / Answer to Prof. Sherif Mardin : Is Kemalism a stuffed ideology?

Şerif Mardin’e yanıt, KEMALİZM KURU BİR İDEOLOJİDİR, 25.05.08