Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

‘Mış’ gibi yaparak siyaset olmaz

GÜNCEL09.09.2022, BİRGÜN

 

Türkiye’yi bugün artık yönetemediği ve başta kaldığı sürece daha da kötüye götüreceği kesin olan rejimin değişmesi şart. Değiştirmek için de, birden fazla ittifak temelinde biraraya gelen çok sayıda siyasi parti kolları sıvamış ve seçmeni bu “mevcut rejimden kurtuluş reçetesi”ne ikna etmeye çalışıyor.

İttifakların en iddialısı ve en çok konuşulanı da, “Millet İttifakı” ya da “Altılı Masa” olarak anılan oluşum. Bir yandan toplantı üstüne toplantı, buluşma üzerine buluşma, demeç üzerine demeçle, kamuoyuna ne yaptıklarına dair bilgi veriyorlar; bir yandan da sürekli olarak iktidar bloğunun “topçu ateşine” maruz kalıyorlar.

İşleri kolay değil. Hem “Aday kim olacak?” sıkıştırmasına maruz kalıyorlar; bir yandan da “HDP de sizinle değil mi?” muhabbeti ile iktidarın “malûm kafası” nın (sözde HDPKK klişesi – çirkinliği) tezahürü olan “terörle de ittifaka mütemayil bunlar” zihniyeti ile taciz ediliyorlar.

En son CHP’li Gürsel Tekin’in, bir programda “HDP’ye de Bakanlık verilebilir mi?” şeklindeki (bence ayıplı) soruya, samimi ve haklı olarak “Neden verilmesin? Herkese verilebilir” yanıtını vermesi ile kıyamet koptu.

Hafta başından beri iktidar beslemesi yandaş medyanın bombardımanı zirve yaptı. “Bakın!.. Biz demedik mi, bunlar HDPKK ile dirsek temasında? Demedik mi, ‘Masanın 7’nci ortağı onlar diye?” naraları gırla gidiyor.

CHP, ufak bir bocalamadan sonra “Gürsel Bey’in şahsi görüşü, partiyi bağlamaz” diye sıyrılmaya çalışsa da, İYİ Parti’den yükselen sert feryatlar, bunun öyle kolayca “geçiştirilebilecek bir konu omadığını” ortaya koydu.

Her iki partinin tavrı da anlaşılabilir.

İYİ Parti, doğal olarak (esas olarak) “Sağcı – Milliyetçi – Ülkücü damar”dan oluşan tabanı ürkütmemek için bu tepkiyi gösterirken, CHP de “İçindeki, tabanındaki, potansiyel seçmen kitlesindeki sol ve sağ unsurların zamansız bir çatışmasını körüklememek için” tartışmayı bastırmaya uğraşıyor.

Ama bu pragmatik tavır ve çabalar, bir gerçeğin üzerini örtmeye yetmez.
***
HDP, bu ülkenin hatırı sayılır sayıda seçmeninin oyunu “cebinde tutan”, meşru, TBMM’de sandalye sayısı 3’üncü sırada, Meclis’te başkanvekilliğine sahip parti olarak, üstelik bu (başkanvekilliği) seçiminde 400 küsur oy almış (kim verdi bu oyları?) (AS: TBMM İçtüzüğü md.11 uyarınca Meclis Başkanvekilliklerine seçilmek için 400+ oy gerekmiyor.. 2’si iktidar partisine, kalan 2’si de partilere oyları oranında dağıtılıyor..) bir siyasi kurum olarak “Devlette görev alabilecek bir veya birkaç Bakan çıkarmaya mezun bir unsur değil” şeklinde değerlendirilebilir mi? Bu HDP’nin oyunun, mesela gelecek seçimlerde senden daha yüksek çıkmayacağını nereden biliyorsun?

21’nci yüzyılın 22’nci senesini geride bırakmaya hazırlanırken, böylesine ayrıştırıcı ve gerici, faşizan bir yaklaşım olabilir mi?

Siz İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ve başka yerlerdeki yerel seçimlerde ve hatta genel seçimlerdeki yerel küçük küçük taktik ittifaklarda HDP’nin oy potansiyelinden yararlanacaksınız ama siz, (CHP dışındaki partileri kast ederek söylüyorum) kendi görece sınırlı oy potansiyeline bakmadan “HDP’yi adeta başka bir ülkenin partisi” gibi göreceksiniz. Sonra da kalkıp, bugünün faşizan, dar kafalı ve dışlayıcı, ayrıştırıcı, bölücü rejimini değiştirmeyi vaadedip, yönetime talip olacaksınız.

Öyle mi?

Siz, bugünün “Şahsım yargısı” kararları ile ve TBMM’de kalkan parmak üstünlüğü marifetiyle, önüne gelenin “terörist” diye damgalanabildiği bir ortamda, kendinize dahi bu silahın doğrultulabildiği bir iklimde, tüm HDP’lileri “Terör zanlısı, hattâ hükümlüsü” gibi gösteren zihniyete ortak ve angaje olacaksınız; sonra da “İkinci Yüzyılı Demokrasi ile Taçlandıracağız” sloganı ile meydanlarda marşlar söyleyeceksiniz.

Öyle mi?

Bunun tek bir izahı olabilir: İdeolojik oturmamışlık.

Rakip kamp, pekala kendi ideolojik temeli üzerinde, yukarıda zikrettiğim çarpıklıkları savunabilir. Ama “Altılı Masa”da buna alternatif olduğunu söyleyen siyasetçilerden farklı tavır beklenirdi.

“Cumhur İttifakı”ndan kopup gelmiş, gönlü-aklı-beyni-yüreği orada kalmış ya da hâlâ orada olanları hariç tutuyorum.
***
Ama, özellikle de CHP’nin bu konudaki “Sarsılma ve savrulma” görüntüsünü, “ideolojik bulanıklığa” (haydi daha da ileri götüreyim) ve “ne olduğuna, neyi temsil ettiğine, neye karşı çıkması gerektiğine henüz karar verememiş bir parti olmasına” bağlıyorum.

Siyaset, elbette dönemsel pragmatik açıklama ve tavırlar almayı becerebilme sanatıdır. Orada bir sorun yok. Ama siyaset, aynı zamanda seçmen nezdinde en azından temel meselelerde “Net, virajsız, görüş mesafesi açık, şeffaf ve ne idüğü belli” bir görüntü verebilme sanatıdır.

Bu becerilemezse, bugün masada, yarın sahada, öteki gün de sandıkta hata yapma ve bunun bedelini ödeme, dolayısıyla bu halka ödetme riski ortadadır.

Yol yakınken bu hesap, “iç bünyede” yapılmalıdır.

Siyasi partiler, kurultaylarında “Aday listesi, lider yarışı, liste kavgası”ndan kafaları kaldırıp bu meselelere odaklanabilirse, bu manzarayı belki aşarız.

Kimsin? Nesin? Ülkenin temel meselelerinde neyi temsil ediyorsun? İdeolojin ne? Niye kulağının üzerine yatıyorsun?

“Rejim çıplak”

GÜNCEL02.09.2022, BİRGÜN

Başlıktaki ifadeyi, yani memleketin geldiği noktayı tanımlamaya yarayacak bu tabiri doğrulayacak o kadar çok şey oluyor ki bugünlerde, her gün gazete birinci sayfalarını hazırlamaya çalışanlar, TV ve radyo haber bültenlerinde neyi öne çıkaracağına karar verenlerin işi çok zor.

Hani hep deriz ya:

“Bu ülkede gazetecilerin işi hem zor hem de çok kolay” diye…

Kolay, çünkü manşet sıkıntısı çekmiyoruz hiç. Bir gün içinde bazen 4 – 5, hatta daha fazla manşetlik haber var elimizde.

Zor, çünkü hangisini en tepeye koyarsak, diğerini “küçük ya da önemsiz göstermiş gibi olmaktan” çekiniyoruz.

20 yılını dolduran ama gidişinin de artık çok yakın olduğu anlaşılan, daha doğrusu kendi gidişini hızlandırmak için de elinden geleni yapan rejimin her icraatı, geçmişe (ve tabii ki bugüne) ait ortaya çıkan her türlü “yamuk-yumuk işleri”, bizlere neredeyse her dakika hatırlatıyor bu “ayıplı çıplaklığı”…

Bir yandan, her türlü hak arayışının, her türlü eleştirinin ve her dozda / her tonda muhalefetin karşısına tüm şiddetiyle dikilen, copunu, yumruğunu, gazını, tazyikli suyunu, ters kelepçesini, kötü muamelesini, işkencesini, mahkûmiyetini, zindanını esirgemeyen bir yönetim (daha doğrusu yönetememe) anlayışı ile karşı karşıyayız.

Diğer yandan, devasa bir enkaz haline getirdikleri ekonomik gerçeklerden kaynaklanan biçimde, halkın yaşamını dayanılmaz hale getiren bir sömürü ve pahalılık düzeni, her geçen gün “mengeneleri sıkıştırmakla” meşgul.

Bunlara paralel olarak, ağzımızı açmak ve en temel doğruları söylemek dahil, hemen tüm özgürlüklerin kullanımına yönelik yasak ve baskılar giderek artıyor. Basının gerçekleri söyleyecek cesareti bulan kesimi, yasak ve baskılarla adeta kepenk kapatmaya zorlanıyor. Rejim destekçisi yobazların ve özgürlük düşmanlarının iki satır dilekçesi ile yasaklanan konser, festival ve benzeri etkinlikler, insanların bir araya toplanmalarından nasıl ürktüklerini, nasıl korktuklarını da gözler önüne seriyor.

Korkuyorlar, çünkü özgürlüklerin kullanımının “önünü alamayacakları endişesi” ile yatıp kalkıyorlar. Ellerinden gelse, değil konser ya da festivali, neredeyse çocukların okullara gitmesini, insanların alışveriş için dahi sokağa çıkmasını engelleyecekler. Zira okula giden öğrenci rejimin tüm hukuksuz engellemeleri ve baskıları ile her dakika yüz yüze geliyor. Alışverişe, çarşıya pazara giden vatandaş boğazına kadar borcuna altına girdiği, faturalarına yetişemediği bir pahalılık yükü tarafından ezildiğini görüyor. Maça gidenlerin, konsere gidenlerin, bunlara karşı toplu şekilde haykırmasından ödleri patlıyor.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, gazeteyi eline alan, TV’nin kumanda düğmesine basan, radyosunu açan herkes, her sabah rejimin, sistemin bir başka kirliliği, bir başka kepazeliği, bir başka ayıbı ile tanışıyor. İnsanlara Serbest piyasa ekonomisidiye yutturulmaya çalışılan bir soygun ve hırsızlık düzeni“Borsa -Sermaye piyasası” diye tanıtılan bir “İzmir işi torba sistemi”, sözde “fırsat eşitliği” diye yutturulmaya çalışılan bir sömürü ve yoksullaştırma çarkı daha da ezici biçimde kendini gösteriyor.

İçinde, devlet insanından her düzeyde siyasetçi ve bürokratına, danışman kılıklı arabulucu hırsızlarından mafya babalarına, iş insanı kılıklı madrabazlarından, iktidar partisi mensubu “iş hokkabazlarına” kadar her türden oyuncunun bulunduğu bir ayıplı – kirli oyunun gizli kalmış senaryoları ortalığa saçılıyor. Bir arada gayet iyi geçinir ve milleti büyük ve arsızca bir iştahla soyarken, bir gün bir nedenle işi bozulan bu oyunun bazı aktörleri, diğerinden kazığı yediği anda, feryat etmeye ve (amiyane tabirle) “ötmeye” başlıyor.

İyi de oluyor.

Mafya babası “Beni kullandınız kenara attınız. Ben de size bunu ödetmez miyim ulan? Parça parça koparacağım etlerinizi” diye, elinde ne varsa fırlatıyor eski yol arkadaşlarının üstüne.

Hırsızlık düzeninin gönüllü aktörleri “Ne güzel yiyorduk, ama siz pastanın büyük dilimlerini önümden kaptınız, tabağımdan çaldınız. Bunu size yedirmem” diye basıyor feryadı.

Çarkına çomak sokulan, «Beni devre dışı bıraktınız. Trenden aşağı attınız. Yara bere içinde kaldım» diye intikam almaya soyunuyor.

Bütün bunlar aslında, bu ülkenin “bu kirli düzenin dışında kalan ve rejimin mağduru olan” on milyonlarca masum insanının işine yarıyor.

Olup biteni izleyip “Kral’ın da Rejim’in de çıplak” olduğunu daha yakından görmüş oluyoruz. Kapitalizmin ve faşizmin gerçek yüzünü görüyor yani insanlar. Alternatifin olduğunu, pekâlâ “Temiz ve adil bir dünyanın mümkün olduğunu” bunun da dayanışma içinde bir mücadele ile pekâlâ gerçekleşebileceğini kavramaya başlıyor.

Bıktıran “Gemi” Muhabbeti

GÜNCEL26.08.2022, BİRGÜN


İ
çten içe çürümenin, zayıflamanın, yıpranmanın da ötesinde, artık tamamen iflas etmiş ve bu ülke vatandaşlarına 1 gramlık bile ümit veremeyecek duruma gelmiş olan rejim, en tepedekİ yüce otoriteden başlayarak, en sıradan emir erlerine, trolüne kadar artık bilindik bayat klişelere başvuruyor.

Son günlerde, milleti (sözüm ona) tehdit etmek için peş peşe kullandıkları ifadeler, çaresizliğin ve “bitmişliğin” somut işaretleri anlamına geliyor. Ama bir yandan da, bu zihniyeti ve bu kafayı öteden beri doğru tahlil edenlerin hep vurguladığı o “acımasızlığı, nobranlığı, kindarlığı, intikamcılığı, kibir ve küstahlığı” yine – yeniden ortaya koyuyor. Bunun “en pervasızca” örneğini de en tepedekinden duyduk hafta başında:

Kabine toplantısından sonra konuşan, her zamanki gibi kendisinden ve yönettiği-yönlendirdiği kadrolardan başka (içte, dışta) herkesi ve her şeyi suçlayan Cumhurbaşkanı, “Hepimiz aynı gemideyiz. Gemi hızla yol alırsa, kazanan hepimiz olacağız. Su alarak batarsa, hepimiz boğulacağız” deyiverdi.

Yaptığı ettiği, daha doğrusu mahvettiği her şeyin sorumluluğunu hep başkalarına yükleme adetinden vazgeçmeyen “Reis”in, aslında ortada “batmakta olan bir gemi” olduğunun da ikrarı-itirafı anlamına gelir bu sözler.

Aynı konuşmasında anlattıklarına bakılırsa, ekonomi ile ilgili tüm aktörler suçlu(!) İş çevreleri, bankalar, esnaf, perakendeciler, piyasadaki tüm iç ve dış oyuncular, hatta bir kısım bürokrat ve tabii ki “muhalefet” bile suçludur. Ama bir tek, kendisi ve çevresinde kalmış bir avuç karar verici masumdur(!) Onlar “hızla su alan, batmaya yüz tutmuş gemiyi” kurtarmaya çabalamaktadır. Eğer destek verilmezse (bunu, seçimlerde bilmem kaçıncı kez oyunuzu yine bana verin diye okumak lazım tabii) batacağız. Hem de hep birlikte!..

Yersen.

Tabii ki kimse yemiyor artık.

Çünkü bu gemi dediği geminin tarifini, kendisi ve çevresindeki bir avuç insan haricinde hiç kimse aynı şekilde yapmıyor. Bambaşka bir gemideler kendileri. Eğer “gemi”den kasıt, muazzam bir enkaz haline getirdikleri Türkiye Cumhuriyeti’ nin ekonomisi, hazinesi, kaynakları, finansal çarkları filansa, zaten suyun dibine doğru hızla yol almakta bunlar. Tamtakır hale getirdikleri rezervler, olağanüstü boyutlara varmış dış borç, alınan “saç baş yoldurucu” kararlarla her geçen gün daha da eriyen paranın değeri ve roket gibi yükselen enflasyon ve buna bağlı yaşanan ağır yıkımsa, zaten “batacak bir şey bile” kalmamıştır ortada.

Yok, eğer kendi iktidarları ve tutunmaya çalıştıkları koltuk ise o “gemi” de bizi, yani 86 milyon vatandaşı hiç ilgilendirmiyor tabii. Çünkü, milletin açlığı ve sefaleti pahasına; refahtan, zenginlikten, bolluktan nasibini alan ve iktidar çeperine sıkı sıkı tutunmuş bir avuç rantiye, şişmekten artık patlayacak hale gelmiş bankacı, 5’li, 6’lı, bilmem kaçlı çetelerin mensupları, 20 senedir “semirirken” bu “gemi” muhabbetini yapan “kaptan” dahil, hiçbiri halkın nerede olduğunu, gemide mi, filikada mı yoksa daha yola çıkılırken ıssız bir adada sahilde terk edilmiş mi olduğunu düşünmüyordu.

O nedenle, “geminiz” de, “batıp batmayacağı” da bizi ilgilendirmiyor artık, muhteremler.

İstediğiniz kadar, küstah danışmanlarınıza-beslemelerinize Yok olacaksınızmealinde demeçler verdirin.

İstediğiniz kadar, trollerinize Asarız, keseriz, boğarız diye tehditler yağdırmaları emrini verin.

İstediğiniz kadar, ona terörist, buna hainötekine satılık vb. sıfatlar yakıştıran bakanlarınızı, bademcikleri görünene kadar yüksek sesle bağırtın.

İstediğiniz kadar, daha önce aşağılayarak yanınızdan kovduğunuz bazı palyaçolara TV ekranlarından ve sosyal medyadan jelibonlu, melibonlu, Abu Bakarlı filan şaklabanlıklar yaptırıp gündemi yumuşatmaya çalışın.

İstediğiniz kadar, size biat etmeyen basın yayın organlarını, ilan geliri, yasal baskılar, soruşturmalar, ekran karartmalar, mahkeme koridorlarıhapis cezaları gibi yöntemlerle sindirmeye çalışın.

Nafile!

O geminizin, 20 yıldır millete nanik yaparak, yalılarınızın iskelelerinden yola çıkıp Boğaz’da “Lale Devri” benzeri turlar attığınız geminizin batışını bizler büyük bir keyifle izleyeceğiz. Çünkü orada değiliz. Ne kaptan köşkünde, ne makina dairesinde, ne güvertesinde, ne kamarasında, ne de depolarında, bizden eser bile yoktu hiçbir zaman.

Kendiniz çalıp kendiniz oynayarak mavi sularda seyrettiniz.

86 milyon ekmek derdinde iken, adeta milletle alay ederek kadehlerinizi kaldırırken hiç bugünkü “batış” sahnesini hesap etmediniz.

Şimdi bize parmak sallayarakBirlikte batarız ha nutukları atarken utanmıyor olabilirsiniz. Ama o da sizin sorununuz.

Kol saati

GÜNCEL19.08.2022, BİRGÜN

Uzun yıllar önce, sanırım 1993’te zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ile Körfez ülkelerini ve Suudi Arabistan’ı kapsayan uzunca bir resmi ziyaretler turuna muhabir olarak katılmıştım. O zamanlar BBC Radyosu’nda çalışıyordum. Bugünlerde de aynı adet var mı, bilmiyorum. Bu tür üst düzey ziyaretlerde, başta konuk ülke lideri olmak üzere, maiyetindekilere ve ziyarete katılanlara (bürokrat, iş insanı, gazeteci, her düzeyde görevli eleman) muhtemelen konumlarına göre farklı, çeşitli, görece değerli armağanlar sunuluyordu.

Körfez emirliklerinden birinde, Bahreyn’de, oradan ayrılacağımız gün otel odalarımıza bırakılmış, şık kutular içinde kol saatleri bulduk. Dünyaca ünlü bir markanın ürünü olan saatlerin kadranında Emir’in logosu/imzası vardı.

Çok geçmeden kapım çalındı. Gelen bir otel görevlisi, saatleri odalara kendisinin dağıttığını, mümkünse benimkini satın almak istediğini söyledi. «Ne kadar para isterseniz öderim» diye adeta yalvarmasından, ülke “Reis”inin imzasını taşıyan saatlerin ne kadar önemli ve belki de “Kapıları açmaya yarayabilecek kıymetli bir anahtar” niteliğinde olduğunu anladım. Tabii ki satmadım. Hatta BBC’nin etik kuralları gereği bu hediyeyi “Kendim bile kabul edip etmemem konusunda” rehberlik aldım. Sonuçta bende durur hâlâ, bu saat.

Bu durumun benzerine başka ülkelerde de tanık olmuştum. “Tek Adam”da simgelenen rejimlerde bu tür şeylerin tipik olduğu bilinir.

Bu sabah medyada gördüğüm bir haber nedeniyle hatırladım olayı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin 21’inci kuruluş yıldönümü münasebetiyle kendi imzasını ve Cumhurbaşkanlığı forsunu ihtiva eden saatler yaptırmış. Partililere (hangi kademede bilmiyorum) dağıtılırmış bu armağanlar. Bir tür “Sadakat Nişanı” (giderayak gerekti sanıyorum) niteliğinde sanırım.

Parti yıldönümü ile Cumhurbaşkanlığı forsunun aynı bağlamda kullanılması çarpıklığını, bu iş için harcanan paranın kimin kesesinden (muhtemelen milletin) çıkacağı tartışmasını da bir yana koyuyorum.

Ama gerçekten de, yazıya “Bahreyn Emirliği”nde yaşadığım anekdotla girmemin vesilesi oldu bu haber.

Bu sabah gazetemiz BirGün’ün manşetine baktığımda gördüğüm “Seçime kadar ülke kalmaz!” başlığının içime doldurduğu tarifsiz acıyı da katmerledi bu haber. Türkiye’nin en büyük kentinin ikinci havalimanının, konuk bir devlet başkanının ziyareti sırasında satışının gündeme geldiği haberi ile üst üste oturdu yüreğimin üstüne.

Sadece benim de değil, 86 milyonun yüreklerinin üstüne oturan, ekonomik, siyasi ve vicdani yıkımın acısı ile aynı tavada kavruldu adeta.

Bir yanda, bir market zincirinde, sadece birkaç üründe yapıldığı rivayet edilen 1 (yazı ile bir) TL’lik bir indirim için bile neredeyse sevindirik olan bir halkın çektiği çile. Bir yanda (yine BirGün’ün birinci sayfasında) ana muhalefet liderinin duyurduğu “5’li Çete’nin, elde ettikleri muazzam serveti İngiltere ve ABD’ye kaçırmakta olduğu” haberi. Bir yanda “Akkuyu’ya, ortak – mortak ayaklarında Ruslar’ın nasıl çöktüğünün” öyküsü. Yine aynı birinci sayfadan Büyük Marmara Depremi’nin 23’ncü yıldönümünde, aradan geçen sürede neredeyse hiçbir şey yapılmamış olmasının yarattığı derin hayal kırıklığı, Suriye ile ve İsrail ile yeniden yakınlaşma haberlerinin yarattığı kafa karışıklığı ve sorular…

Güzel ülkemin son 20 yılda bu parti ve lideri ile getirildiği durumun, yaratılan devasa enkazın tablosunun üzerine bu “Kol Saati” görüntüsü hiç iyi gelmedi.

Pazar yerlerinde, akşam vakitleri kıyıda köşede çürük çarık sebze ayıklayan emeklinin, evine bir lokma ekmeği zor götüren emekçinin, hukuksuzluğun adaletsizliğin kol gezdiği mahkemelerde adalet arayan, cezaevlerinde tahliye bekleyen mahkûmların, en temel hakları olan eğitim ve sağlığa erişimde güçlük çeken on milyonlarca insanın, yarınından umutsuz on milyonlarca gencin, intiharın eşiğine sürüklenmiş yüzbinlerce kart ve kredi borçlusunun, tarihi boyutta baskılara direnmeye çalışan ve boğazlanmaya çalışılan bağımsız medyanın ve daha nicelerinin suratlarına karşı yapılmış bir “Kol saati hareketi” (sokak argosuna vakıf olanlar bilir) gibi geldi o “logolu-forslu-reis imzalı” saat fotoğrafı.

Öylece bakakaldım.

Bu hakareti hak etmediğimiz gerçeğini vurgulamak için…

Kayda geçsin.

Terör dalgası

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
02 Ağustos 2022, 15:00
TÜM MAKALELERİ

Kahraman evlatlarımız, vatan toprağının bir parçasını ya da sınır ötesinde yapılan operasyonlar sırasında, vatanı savunma hattını korurken, teröre kurban gitmiştir. Saygı ile anarız, rahmet okuruz, ailesine baş sağlığı dileriz, al bayrağa sarılı tabutuna şükran duyguları ile selam dururuz.

Peki, hiç durup düşündünüz mü?

Terör, sadece o kahraman Mehmetçiklere kurşun sıkan yasadışı örgüt mensuplarının mı işidir? Ya da “terörizm” bunların yaptıkları ile mi sınırlıdır?

Hayatını, insanların sağlığı için hasretmiş, 18-19 yaşından itibaren kendini bilime adamış, belki onbinlerce hasta tedavi etmiş, milyonlarca sayfa okumuş, araştırmış, gencecik yaşından itibaren uykusuz gecelerde, insan yaşamını korumak ve can kurtarmak için araştırmaya ve incelemeye harcamış ve bunları üstün başarı ile yapmış birini öldürmek için plan yapana ne diyeceğiz?

“Şüpheli, zanlı, ruh hastası, sakıncalı…” gibi görece masum kavramlarla geçiştirecek miyiz?

Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol’a yönelik bir cinayet planı hazırlayıp, bununla da kalmayıp, marifetmiş gibi bunu sosyal medyada bir “oyuna dönüştürüp” utanmadan reklamını yapmaya çalışan şahsa, ağız dolusu “Teröristin dik alası” demeyecek miyiz?

Pazartesi gecesinden itibaren Esin Hoca‘nın teşhir ettiği bu kanlı planın kınanması amacıyla bizlerin attığı tweet’lerin, kınama mesajlarının, hocaya destek mesajlarının altına, utanmadan sıkılmadan “Siz de aşı yalanının, pandemi yalanının medya ayağısınız” diye havlayan densizler de “Terör şakşakçısı ve yardakçısı” değiller mi?

Dünyayı kasıp kavuran bu pandemi belasının ilk günlerinden itibaren, böyle bir olguyu reddetmeye çalışarak insanların hastalanmasına ölümüne sessiz-ilgisiz kalınmasını talep eden ve maalesef aralarında hekimlerin de bulunduğu bu sorumsuz güruh da “Acımasız Teröristler” diye anılmayı hak etmiyor mu?

Aşıyı küçümseyen, hatta daha da ileri giderek, küresel çapta yapılan çalışmalarla elde edilmiş bilimsel verilerin aksine “Aşı öldürüyor” yalanını yaymaya çalışanlar da bu “Terör dalgasının” birer icracısı değiller mi?

Bunları eleştirdiğinizde de, en ağır hakaretlere maruz kalmıyor muyuz? Mesela dün bir tanesi, kalkıp da bu satırların yazarına Sen kimsin? Ben hekimim. Ben katma değer yaratıyorum. Sen muhalif gevezelik yapıyorsun diye hakaret etmeye kalkmadı mı? Kendi (üstelik kişi bazında tartışılabilecek) mesleğini benim pırıl pırıl mesleğimden ve onca yıllık kariyerimden üstün görmeye çalışarak, aslında bal gibi “terör estirmeye” çalışmıyor mu bu zevzekler?

Peki bu sabah kalktığımızda hepimizin tüylerini diken diken eden görüntüler, Çekmeköy’deki bir parkın “kepçelerle ele geçirilmesi” operasyonuna direnenlerin yaka paça götürülmesi görüntüleri de “terör” örneği değil mi? Görüntü alanların üzerine bile tekme ile yumrukla, küfürle giden devletin görevlilerinin estirdiğine, “terör rüzgarı” demek çok mu abartılı sizce?

Kardeş yayın organı Halk TV’ye verilen insafsız cezaları, milyonlarca insanın haber alma ve verme hakkına, basın özgürlüğüne tecavüz edilmesini “RTÜK terörüne destek vermeden” savunmak mümkün mü?

Üniversitelerin başına çöreklenmiş kayyum rektörlerin, çocuklarımızın en doğal ve yaşamlarındaki en tarihi dönüm noktalarında kullanmaları gereken hakkını çiğnemesi, mezuniyet törenlerini iptal etmesi, “Ağır terörist eylemler” değil midir? Orada burada komik ve çağdışı gerekçelerle konser ve etkinliklere getirilen yasaklar da “Terör eylemi” sayılmaz mı?

Hem suçlu hem güçlü Bakanların, başarısızlıklarını gizlemek için, milletin gözünün içine baka baka yalan söylemeleri ve kamuoyunu yanlış bilgilendirmeleri, üstüne üstlük TCMB Başkanı’nın sanayicelerle konuşurken yaptığı gibi “azarlama ve diklenme” terbiyesizliğine tevessül etmesi “Terör eylemi” sayılmaz mı?

Mahkeme kararlarını, yüksek mahkeme kararlarını AİHM hükümlerini ve anayasa maddelerini, milletin aklı ve zekası ile alay edercesine çiğneyen muktedir siyasetçilerin tavırları “Terörizm”le değil de ne ile izah edilebilir?

TBMM’de “Sağlıkta şiddetin önlenmesine yönelik” bir yasa teklifinin görüşülmesini önlemek için oturuma katılmamak, HDP’ye de “Fezlekelerinizi getiririm ha” diye şantaj yapmak, “Terörün daniskası” değil midir?

Akli melekelerini yitirme noktasına kadar, tutuklu ve hükümlüleri demir parmaklıklar ardında tutmak, “Terör eylemi” sayılmayacak da, ne sayılacaktır?

4-6 yaş arası bebelerin zorla Kur’an kurslarına gönderilmesi uygulamasını savunan bir Diyanet Başkanı’nı eleştirdim diye, bana sosyal medyada “Bulaşık süngeri beyinli. Kadük” diye saldıran bir zavallı hokkabazın kalkıştığı eylem aslında zavallı bir “Terör girişimi” değil midir?

Listeyi daha da uzatabilirim. bu yazı sabaha kadar bitmez.

O yüzden, ülkeyi yönetenler ve onların şakşakçılarına bir kez daha sesleniyorum:

Bundan sonra, işinize gelmeyen hoşunuza gitmeyen herkese ağız dolusu “Teröriiiiiz!” diye höykürürken, bir de kendiniz aynaya bakın.

Yaptıklarınız ve himaye ettiklerinizin yaptıkları, tam da bu “Teröriiiiiiz!..” sıfatını hak etmiyor mu?

Ankapark: Bir Türkiye modeli

Hem var olan hem de yaratılabilen kaynaklar açısından, dünyanın en zengin “kaynak potansiyeli”ne sahip ülkelerinden biri olduğumuzu söyler dururuz. İnsan kaynağı açısından da doğal zenginlikler açısından da bunlar üzerinden ve tabii ki çalışarak zenginleştirebileceğimiz kaynaklar açısından da geçen 100 yıl içinde hem nitelik hem de nicelik olarak muazzam bir kapasiteye ulaşabilirdik.

Hani şu “her renkten her cinsten” siyasetçilerimizin dillerinden düşürmedikleri “Yıldız ülke-Model ülke” olmamamız için hiçbir neden yoktu.

Ancak maalesef, iktidarı elinde tutanların “gaflet, dalalet ve hatta hıyanetleri” sonucu, şu anda “Kuzeybatı sınırından girecek Bulgar’ın 3-5 Leva’sına, Kuzeydoğu sınırından gelecek Gürcü’nün 3-5 Lari’sine, AVM’lere üşüşen Araplar’ın yeşil dolarlarına” muhtaç durumda, uluslararası mütekabiliyet (AS: karşılıklılık) ilkelerini bile kendi aleyhimize çiğneyerek ekonomimizi (en azından yerel çapta) ayakta tutabilmenin hesabı içindeyiz. Arap’ı, Bulgar’ı ve Gürcü’yü küçük görmek için yazdığım asla zannedilmesin, bizimle kıyaslandığında çok küçük ekonomileri ve çok daha sorunlu siyasi-sosyal geri planları olan ülkelerden söz ettiğimiz için bu örnekleri verdim.

Türkiye’nin geri kalanı ile aynı ekonomik zorluklarla boğuşmakta olan Edirneli, Kırklarelili, Ardahanlı, Artvinli, Karslı esnafın “günü kurtarması, günü çevirmesi” ve en azından onların yüzlerinin (bir süreliğine) gülmesi için bile hükümetin nelerin hesabını yaptığını hatırlatmak için yazıyorum.

Bir yandan da artık gidici olduğunun fena halde farkına varan iktidar sahiplerinin, her türlü akıl, izan ve mantık sınırlarını zorlayacak düzeyde saçmaladıkları bir döneme girildiğini not almamız lazım.

Düşünsenize, Türkiye tarihinin (Cumhuriyet dönemi de değil, belki de birkaç yüz yıllık tarihimizin) belki de en ahlâksız, en vicdansız, en utanmazca ve en yüz kızartıcı israf, soygun ve yolsuzluk projelerinden biri olan Ankara’daki Oyuncak Park (Ankapark) rezaletini bile muhalefete fatura etmeye çalışacak kadar “zıvanadan çıkmış” bir muktedir söylemle karşı karşıyayız.

Çevre Bakanı beyefendi, 800 milyon dolar (o paraya Ankara halkı için neler yapılabileceğini Mansur Yavaş anlattı) tutarındaki bir “kirli rezalet”i aslında kendisi de kınayacağına, “Ne  büyütüyorsunuz ya. Zaten tesisin çürümesinin sorumlusu bugünkü ABB yönetimi” diyecek kadar ne söylediğinin farkında olmayan (daha da kötüsü, belki de bile bile söyleyen) utanmazca bir ruh hali içinde.

Aslına bakarsanız, bu Ankapark rezaleti Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun, son 20 yılın har vurup harman savurma uygulamalarının, Cumhuriyet’in ilk 80 yılının varlıklarını satıp savmanın, “rüşvet-avanta-kayırma-peş keş-hırsızlık” ekseninde buharlaştırmanın bir “mikro” örneği değil mi? Orada 800 milyon, makro ölçekte kim bilir kaç trilyon (AS: milyar) dolar?

Ankapark’a ve sonrasında muktedirin tepkilerine bak, geçen 20 yılın özetini gör. Eğitimde, sağlık alanında, hukuk ve adalet sisteminde, ifade özgürlüğünde, dış politikada, muhtemelen on yıllar alabilecek bir tamirata ve tadilata ihtiyaç bırakacak ağır yıkımı saymıyorum bile. Sadece ekonomiye verdikleri hasarı bile, kendilerini eleştirenlere “ciro etmeye” çalışan insafsız ve vicdansız bir zihniyet ile karşı karşıyayız.

Yıkıp döktüklerini, yakıp yıktıklarını, çalıp çaldırdıklarını, hortumlayıp hortumlattıklarını unutturmak istercesine, her başarısızlıkta (ki, dakikada neredeyse en az 60 örneği yaşanmakta) başkalarını suçlayan bir utanmazlık tiyatrosu oynanıyor.

  • Ekonomik iflası bile “Cenab-ı Allah katına” havale eden bir aymazlık ve terbiyesizlikle, millete karşı derin bir küstahlıkla karşı karşıyayız.

Bu ülke, buna daha ne kadar tahammül edebilir bilemiyorum. Ama bu toprakların bir insanı olarak, halkın tahammül gücüne de bir yandan şapka çıkarıyor, bir yandan da hayret etmekten kendimi alamıyorum.

En temel ihtiyaçlarını (peynir, zeytin ekmek, kira, enerji, iletişim, ulaştırma, sağlık, eğitim) bile artık karşılayamaz duruma gelmiş, borç batağına saplanmış, işsizlik ve yetersiz emek karşılığı ile hayatı zindan olmuş, çocuğunu okula gönderememe riski taşıyan, hastanede en temel hizmeti almak için aylarca beklemek durumunda olan on milyonlarca insanın, nasıl olup da anketlerde hâlâ “Yüzde 25-30 bandında bile” muktedire teveccüh gösterebildiğinin ortaya çıkması beni ciddi endişelendiriyor.

Bunun “Dinle, imanla, cehaletle, tevekkülle” filan izah edilebileceğine inanmıyorum. Dileğim, 20 yıldır aşılamayan bu kısır döngünün, kırılamayan bu kahpe zincirin, yenilemeyen bu makûs talihin, bir an önce görkemli bir “silkiniş” ile aşılması. Son virajı almak, son çıkıştan kendinizi kurtarmak için tarihi bir fırsat var önümüzde.

O fırsatı iyi kullanmak ve bugünün viran manzarasına tepkilerimizi daha yüksek sesle dile getirmek için, muhalefetin çıkaracağı seslere daha büyük katılımla destek vermek gerekiyor. Unutmayın, zulmün, istibdadın ve karanlığın yüzüne ne kadar yüksek sesle haykırırsak, meydanları ne kadar hıncahınç doldurursak, zalimlerin gidişi o kadar hızlanacaktır.

Evimizde oturup, TV başından, telefon ve bilgisayar ekranından izleyerek kurtulamayız bu zifiri karanlıktan. Demokrasiden yana herkesin, hançerelerini yırtarcasına meydanlara muhalif siyasi güçlerin bayrağı altına toplanması tek çaredir. Meydanları doldurmak şarttır. Anayasal haklarımızı sonuna kadar kurtarıp “hürriyet ve eşitlik” istemek son çaredir.

Artık, sefaletten, açlıktan, çaresizlikten başka yitirecek bir şeyimizin olmadığı bir noktadayız. Avazımız çıktığı kadar “Yettiniz Artık!..” diye bağırmak için bugün en uygun gün değilse, ne gündür?

İç savaşın “şüyuu”

authorZAFER ARAPKİRLİ

SİYASET22.07.2022, BİRGÜN

En özlü deyimlerimizden biridir:

“Şüyuu vukuundan beterdir”

Yani, “Bazen, bir şeyin söylentisi ya da dedikodusu, gerçekleşmesinden bile daha kötüdür, daha arzu edilmezdir” anlamında kullanılır.

Son günlerde (kim bilir kaçıncı kez yine, yeniden) sık sık dillendirilmeye başlanan şu “İç savaş” mevzuuna getireceğim sözü.

Zaten, bugünkü iktidarla ilgili olarak “Bunlar seçimi kaybetseler de gitmememin bir yolunu arar ve maraza çıkarmayı denerler mi acaba?” kaygısının zaman zaman dillendirildiği bir ülkede yaşadığımız için, iktidarın inisiyatifi ile ya da onların iradesi dışında birtakım çevrelerin girişimi ile çıkarılabilecek bir kargaşa, zaten “ileri derecede arızalı ve her tarafı yara bere içindeki demokrasimize” büyük bir darbe indirme riski taşımaktadır.
***
Son günlerin en çok konuşulan hadiselerinden biri olan İsmailağa’nın Popüler Cüppelisi Ahmetin demeçlerine inanırsanız, birileri (Selefi – Vehhabi oluşumlar) “Bir yerlerde silah depolamışlar ve bir aşamada bunlarla bir iç savaş çıkarmaya teşebbüs edebilirler…”miş.

Cüppeli Ahmet (Ahmet Mahmut Ünlü) Habertürk’te katıldığı ve çok ses getiren programda, Fatih Altaylı’ya daha önce de dillendirdiği bu iddialarını yinelerken, “Bunların evlerini, binalarını filan bassalar, bulamazlar silahları. Depoları var oralarda saklıyorlar” diyordu.

Daha önce de başka birileri (mealen) “Bizi zorlamasınlar, ağaç altındaki silahlarımızı gömdüğümüz yerlerden çıkarırız ha!..” diye tehditlerde bulunmamış mıydı bu ülkede?

Hattâ, iktidara yakın cenahtan bir hanımefendi, yandaş bir TV kanalına çıkıp (15 Temmuz’u kastederek) “Bir dahaki sefere böyle bir şey olursa 50 kişiyi götürürüz” diye konuşurken “Listelerimiz hazır” bile diyerek katliam tehdidi savurmadı mı?

Zaman zaman, internet ortamında hatta bir ara gazetelerin ilan sayfalarında “Pompalı tüfeklerin ve av fişeklerinin nasıl kolayca temin edilebildiğine, ruhsatsız kullanılabilen ölüm makinelerinin adeta peynir etmek gibi satıldığına” dair haberleri hep okumuyor muyuz?

Sosyal medyada, bu tür bir örgütlenmenin ipuçlarını oluşturabilecek şekilde birtakım “Rambo kılıklı Koçeroların” donanmış – kuşanmış fotoğraflarla sağa sola caka sattıklarına tanık olmuyor muyuz?

Düşünsenize, iktidara yakın görüşte değil de, örneğin “Sol – Sosyalist – Marksist” düşünceye sahip örgütlenmeler ya da dernekler arasında bu tür “sergilemeler” yapan, hattâ bırakın sergilemeyi, böbürlenmeyi, “hakkında böyle en ufak bir ihbar” bile olan birilerinin “İlk şafak vakti, yedi sülalesinin evlerinden yurtlarından toplanması” söz konusu olabileceği gerçeği ortada iken, yukarıda saydıklarımıza ilişkin ne yapıldığını bilen var mı?

Hepsinden daha elîm ve daha vahim olmak suretiyle, önceki gün bu ülkenin bir eski başbakanı, üstelik de “üç vakit öncesine kadar” AKP içinde siyaset yapmış Gelecek Partisi lideri Prof. Ahmet Davutoğlu çıkıp, “Kış aylarından endişeliyim” dediyse, ciddi biçimde endişe duymamız için, sizce yeterli gerekçemiz yok mu?
***
T24’e konuşan Davutoğlu,

  • “İktidarda kalmak için kullanamayacakları şey yok” diyerek

bir nevi “iç karışıklık” imasında bulunurken, yukarıda anlattıklarımızdan biraz daha farklı olarak, (mealen) “Ekonomik ve sosyal sıkıntıların yol açabileceği yaygın hoşnutsuzluk protestolarının bastırılmaya şiddetle çalışılması olasılığından” söz ediyordu aslında.

Davutoğlu biraz da “Oyuna gelmemeli, sokağa çıkılmamalı” mesajı da veriyor gibiydi.

Bütün bunları alt alta koyduğumuzda, önümüzdeki seçimlerde (hem parlamento hem de cumhurbaşkanlığı) bugünkü iktidar ve “Şahsım İradesi”nden kurtulmayı amaçlayarak sandığa gitmeye hazırlanan geniş ve son derece hoşnutsuz kitlelerin önünde ciddi bir sınav var demektir.

Yazının başından beri hatırlattığım ciddi tehlikeye karşı müteyakkız olmanın ve bu “Şayia”dan asla ürkmeden, korkmadan örgütlü demokrasi mücadelesini yükseltmenin hazırlıklarını yapmanın gerekliliği ortadadır.

Evrensel bir ilke olarak, demokrasi ve genel anlamda lâyık olduğumuz tüm hakların kazanımı için “bedel ödemek gerektiğinde” bunu çekinmeden ödememiz gerektiğini hatırlamalıyız.

İtin – kopuğun, talimatlı ya da başıbozuk demokrasi düşmanlarının tehditlerine ve hattâ provokatif girişimlerine taviz vermeden, seçim öncesinde ezilen – mağdur emekçi kitlelerin demokratik örgütlü mücadelesi yolunda, herkesin üzerine düşen görevi yerine getirmesi hayati önem taşımaktadır.

Meşru zeminde ve provokasyona gelmeden, halkın gücünün her türlü eşkıyadan “orantısız biçimde daha fazla” olduğunu unutmadan, bu tehditlere ve belki de fiili tehlikelere karşı koyabiliriz.

Unutmayın.

  • Tarih, örgütlü bir halkı kimsenin mağlup edemeyeceği gerçeğinin, yüzlerce kez kanıtlandığı örneklerle doludur.

Kisvesi ve rengi ne olursa olsun, halkın, emekçi kitlelerin karşısına bu tür pis, kanlı senaryolarla çıkmaya çalışacak olanlar, ağır bir yenilgiyi tadacaklarını ve o kanlı elleriyle birlikte tarihe gömüleceklerini bilmelidirler.

Demokrasi ve sosyal adalet ideali, barışçıl – kitlesel mücadelenin gücü, her türlü zorbalığın üstesinden gelmeyi becerecektir.

Silahlı – külahlı faşistler ve onların “kuklacıları” bunu bir an önce kavrasa, iyi olur.

Sizden korkan sizin gibi olsun!

15 Temmuz : Açık dosya

authorZAFER ARAPKİRLİ

SİYASET15.07.2022, BİRGÜN

Bugün ülkenin dört bir yanında (muhtemelen, aralarında darbenin baş faillerinden birinin kardeşinin de bulunduğu büyükelçiliğimiz de dahil yurtdışı temsilciliklerimizde) anma etkinlikleri yapılacak. Ülkenin tüm cami minarelerinden, “2016’nın o meş’um günlerinde tüyleri diken diken eden” o ünlü salâlar yankılanacak.

Kısacası 15 Temmuz Fetullahçı Darbe Girişimi’ni, millet ve devlet olarak yine “anacak ve kınayacağız”

Ama, bir ülkenin tarihinde böylesine önemli bir dönemeci simgeleyen bir askeri darbe girişiminin, mağdurları tarafından “Allah’ın lûtfu” diye nitelendirilmiş olması nedeniyle, bu tarih o “lûtfa” mazhar olanlar tarafından belki de “anılmaktan” ziyade, “kutlansa” daha uygun kaçmaz mı?

15 Temmuz’u gerçekleştiren ve arkasında ABD ile başka güçlerin de bulunduğundan kuşku duymadığımız “demokrasi ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanı FETÖ’cü yapının”, böyle bir harekete kalkışmasına giden yolda kimlerle kol kola yürüdüğünü bilenler için bu önerme hiç de abartılı sayılmamalı.

Arkasında henüz yanıtlanmamış ve demokrasi düşmanı bugünkü rejimden kurtulmadığımız müddetçe yanıtsız kalacağı anlaşılan pek çok soru dururken, bu yıldönümünü “açık ve net değerlendirmelerle” anmak mümkün değildir.

1997 senesinin 28 Şubat’ında FETÖ ve onun temsil ettiği Cumhuriyet ve demokrasi düşmanı dinci – gerici zihniyete karşı uyarıları yapan güçleri “Darbeci” diye niteleyip, o tarihten başlayarak sistematik bir mücadele ile 2002’de iktidara gelip o kesimi tasfiye edenlerin, bizatihi FETÖ-AKP koalisyonu olduğunu unutarak ve unutturarak da bu süreci izah etmek gerçekleri tahrif etmek olur.

Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. kumpas davalarını açan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkımı projesinin başlıca aygıtı “FETÖ-AKP Yargısını” dabu oluşuma destek veren her türlü gerici, liberal, liboş, yetmez ama evetçi gücü unutarak da bu meseleyi analiz etmek, aklımızla alay etmek anlamına gelmez mi?

Biz bunları konuşurken, ABD’nin 1999 yılından beri “himayesi altında” tuttuğu Fetullah Gülen isimli demokrasi ve Cumhuriyet düşmanı gerici vaizin, hayatının son günlerini yaşadığı haberleri geliyor. Aynı ABD’nin Donald Trump dönemindeki Ulusal Güvenlik Danışmanlarından (2018-2019) John Bolton’ın, “Bazı yabancı ülkelerdeki darbe planlarına yardımcı olmuş biri olarak” şeklindeki sözleri de bu zamanlamaya tesadüfen de olsa “cuk” diye oturmuyor mu?

Bu tarihsel ve siyasi geri planda değerlendirilmesi gereken 15 Temmuz darbe girişiminin icra aşamasında, aralarında Genelkurmay Başkanı ve MİT Başkanı’nın da bulunduğu pek çok önemli figürün, o gün ve o gece yaptıkları ve yap(a)madıklarının, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı da dahil pek çok önemli siyasi figürün o günkü hareket ve açıklamalarının birbiri ile çelişen unsurlarının da bu “muamma manzarası”na katkıda bulunduğu inkar edilemez. Unutmayın ki, adı geçen şahıslar (demokratik herhangi bir ülkede olması gerektiği gibi) bağımsız üyelerden oluşan bir “milli irade komisyonu” önünde kamuya açık ifade vermemişlerdir.

Sonradan oluşturulan TBMM Soruşturma Komisyonu raporunun açıklanmayıp gizlenmesine karar verilmesi bile 15 Temmuz’un “Açık Dosya” olarak tanımlamasını gerektirecek önemli bir unsurdur.

Daha da ötesinde, bu darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen Olağanüstü Hal dönemine sıkışıtırılan 2 kritik genel seçim ve 1 referandumun sonuçları üzerine düşen gölge, bu baskıcı OHAL ortamı kullanılarak, özgürlüklerin askıya alınması, KHK rejimi ile (FETÖ’cülerle aynı torbalara doldurularak) akademi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerde acımasız bir demokrat, aydın, Cumhuriyetçi, solcu tasfiyesi yapılması da, bir darbe girişiminden daha ziyade “15 Temmuz lûtfu” olarak anılabilecek bir olayın, bal gibi “doya doya değerlendirildiğini” göstermiyor mu?

Ezcümle…

Bu “Açık Dosya”daki yüzlerce, belki de binlerce sorunun yanıtlarını almadan, 15 Temmuz 2016 Fetullahçı Darbe Girişimi ile ilgili bir hüküm vermek o kadar kolay değildir. Darbe müteşebbisleri ile ilgili olarak açılan tüm davalar sonuçlanmış, pek çoğu hak ettikleri ağır cezalara çarptırılmış olsa da “mesele”nin bunlarla sınırlı olmadığı gerçeği ortada durmaktadır.

Darbeye kalkışan tüm üst ve orta rütbede askeri personelin, (1997’de haksız olarak darbeci diye nitelenen) 28 Şubat temsilcisi zihniyet tarafından yapılan güçlü itirazlara rağmen “Zamanın FETÖ ortağı” 20 yıllık (bugünkü) siyasi otorite tarafından atanmış olması bile, bu dosyanın “açık kapağının” hâlâ ardına kadar açık olduğunun bir kanıtıdır.

Siz yine törenlerinizi yapın, nutuklarınızı atın, salâlarınızı okuyun, saçma sapan salak tiplere TV’lerde “F-16’lara kafa atma, tank egzosuna atlet tıkama öyküleri” anlattırın ama…

Bunları gizleyemezsiniz.

Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi “harika” bir huyu vardır.

Halkın iktidarında mutlaka ortaya çıkacaktır.

Kuşkunuz olmasın.

Şiddet sarmalı

BİRGÜN, GÜNCEL08.07.2022

Şiddetin tanımını, sözlüklerdekinden değişik şekilde yapmaya kalkışırsak, “Olağan ve barışcıl yollardan yapamadığını ve beceremediğini ya da yapmayı tercih etmediğini gerçekleştirmek için başvurulan yol-yöntem” diyebiliriz.

Biraz da kişilerin ve toplumların eğitim ve olgunluk düzeyleri ile bağlantılı, doğru orantılı şekilde yaygınlık gösterir. Çarşamba günü Konya’da bir saldırganın silahından çıkan kurşunlara hedef olan bir hekim ve sekreteri ile İstanbul’da ayrı ayrı mekanlarda yine silahlı şiddete kurban giden bir avukat ve müvekkili, bu toplumun maalesef damarlarına ve iliklerine kadar nüfuz etmiş “şiddet eğiliminin” bedelini ödemişlerdir. Kendileri gibi yüzlerce, binlerce başka insan gibi.

Sadece siyasi amaçlı şiddetin değil, aynı zamanda toplumsal boyutta, sokakta, çarşıda pazarda, trafikte, işyerinde ve evlerde yaşananlardan bağımsız değil, “hastane koridorunda, poliklinikte, acil serviste, avukat yazıhanesinde” işlenen cinayetler.

  • Doktora ve sağlık çalışanına yönelik şiddeti, tabii ki ayrı ve özel bir başlıkta konuşuyor ve tartışıyoruz. Neticede, hepimizin canını korumak ve gözetmek, hayatımızı kurtarmak, kritik bir durumda hayata döndürmek gibi kutsal bir görevi olan insanların korunması özel bir önem taşıyor.

Üstelik de belki de hekimliğin tarihi kadar eski bir “Yakınımın ölümünden sorumludur” düşüncesiyle işlenen intikam kokulu cinayetler, uygar bir toplumda asla kabul edilmemesi gereken tepkilerdir. Hiçbir hekim “yüzde yüz yaşam garantisi” ile tedavi hizmeti veremez. Velev ki, hekim ya da başka sağlık personeli hata yapmış olsun, tıp alanında malpractice(sağlık hizmetinde hata sonucu ölüm veya sakatlığa yol açma) diye bilinen ihmal ya da kazaların bedeli “cinayet” olamaz.

Ancak, şunu da unutmayalım, daha küçücük çocuklarına evde parmak sallarken “Öldürürüm seni!..” sözcüklerini cömert biçimde kullanan, kadınlarına ve kız çocuklarına yönelik şiddeti “sıradan ve doğal bir hak” gibi gören bir toplumdan söz ediyoruz. Evden başlayarak okulda, işyerinde, kışlada, karakolda ve hatta parlamento çatısı altında, tekmeyi yumruğu, sopayı veya “eline ne geçerse onunla” şiddeti “olağan biçimde kabullenmiş” bir toplumuz.

Bu arada, çok ilginç bir detayı da atlamamak için hatırlatmak zorundayım.

Çarşamba günü Konya’da işlenen cinayetten sadece 24 saat önce, İstanbul’da bir özel hastanede, bir mağdur hasta yakınının haklı ve anlaşılabilir tepkisini ulusal çapta alkışlayan pek çok insan “Vallahi ben olsam…” diye şiddeti savunan muhabbetler yapmamış mıydı?

Anlatımlara bakarsak, 56 yaşındaki babasının “Anjiyografiye geç alınması, çeşitli aşamalarda ihmal sonucu geç müdahale edilmesini ve belki de bu ihmaller zinciri sonucu hayatını yitirmesini” haklı bir feryatla protesto eden aile, görünümlerine bakılırsa “görece medeni sınırlarda” tepki gösteriyorlardı. Ama pek çok insan, öyle bir durumda “Eline ne geçirirse, gidip doktor odası basmayı” aklından geçirmiyor mu bu ülkede?

Anlatmak istediğim şey, bu işin (yine haklı olarak hepimizin dillendirdiği üzere) sadece Sağlık Bakanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın, genelde devletin hâlâ ciddiye almadığı ve yeterli önlem almama aymazlığı içinde olmasının çok ötesinde bir geri planı var. Dün öğle saatlerinde İstanbul’da hekimlerin yapmaya çalıştığı yürüyüşü şiddetle bastırmaya çalışan da aynı devlettir. Copla vurarak, kalkanlarla itip kakarak, biber gazı sıkarak protestoyu engelleyen devlet, poliklinikteki silahlı zorbaya bir şey yapamayan devletle aynı devlet.

Haklı taleplerinin yerine getirilmemesini protesto edip “başını alıp başka diyarlara göç etmek isteyene” hitaben “Giderlerse gitsinler be!..” diye sıkılmadan – utanmadan kapıyı gösteren de aynı devlet. Benzer her konuda olduğu gibi bu konuda da ilaç, yani bu zehrin karşılığı olan “panzehir” belli. Toplumun tüm bireylerini ve kesimlerini, bugünkünden çok daha ileri bir eğitim ve bilinç düzeyine getirecek politikalar.

Yukarıda da ayrıntılı biçimde dikkat çektiğim gibi, aileden yani çocukluktan başlayarak, “meselelerini şiddetle değil, konuşarak-tartışarak çözme odaklı” bir toplum yaratabilmek. En ufak bir yol verme, “sen geçtin, ben geçtim” tartışmasında, sopaya silaha davranan bir toplum olduğumuz ve en basit bir siyasi münazarada küfür etmeden konuşamadığımız, TV’lerde her gece “Aslında şuna bir uçan tekme atmak geçiyor içimden” üslubu ile tartışamadığımız gerçeğini, aynaya baktığımızda hepimiz görüyoruz değil mi?

Bu sarmaldan çıkamadığımız müddetçe, yani “şiddet genini değişime uğratamadığımız, damarlarımızdaki kanın şiddet içeren alaşımını dönüştüremediğimiz, Kurtlar Vadisi, Eşkıya bilmem nesi filmlerine özenmediğimiz” müddetçe, bu tür cinayetleri ve cenazeleri daha çok yaşayacağımızdan emin olabilirsiniz. Bu acı gerçeği hatırlamaz ve hatırlatmazsak, dün yaşananlar gibi kısır bir “Deja vu” döngüsünde debelenip duracağız.

İtiraf edin, yaklaşık bir yıldır bir mafya liderinin kullandığı “Ulan hepinize kan kusturacağım lan!..” üslubunu alkışlayıp, bazı siyasetçilerin “lütfen’li, sayın’lı, rica ederim’li” üslubunu ‘fazla ince bulup’ küçümseyen bir toplum değil miyiz?

İtiraf edin… Bu sarmaldan çıkmamız lazım.

Jelibon zaferler…

authorZAFER ARAPKİRLİ

Milletçe en vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdan, biridir “çabuk gaza gelmek”. Tam da bu yüzdendir ki, siyasetçilerin hamasi tavırları ve nutuklarında bu özellik ustaca istismar ve bir çırpıda günlük politik ranta tahvil ediliverir.

“Şahsım Rejimi”nin başı da, Cumhuriyet tarihinin belki de bunu en iyi bilen ve (hakkını teslim etmem lazım) en iyi becereni (!) olduğu için, sık sık bu tür “rant devşirmelere” zemin hazırlayacak çıkışları ile ünlüdür.

“One minute!” diye bağırınca herkes tırsıp her istediğimizi kabul edecek zanneder çünkü.
***
Sonradan, kim bilir kaç yüz kez, yola çıkış noktasından 180 derece çark etmesine, daha doğrusu çark etmek zorunda kalmasına rağmen o “kolay ve ucuz rant”tan bir türlü vazgeçemediği için de, hiç ders almadan, aynı alışkanlığını sürdürüyor.

Artık, gayet iyi tanıdığımız için ve meselelere “yandaş – besleme gözlüklerle” bakmadığımız, üstüne üstlük dış politikayı naçizane on yıllardır yakından izlediğimiz için, Madrid Zirvesi’nin haftalar öncesinde defalarca söyledik.

“Son derece haklı olduğumuz ve makul gerekçelerle, akıllıca bir pazarlık kozu olarak da kullanabileceğimiz, sonuçta da bir şeyler elde edebileceğimiz bir konuda, yine ve yeniden aynı hamaset ve yüksek volümlü siyasi propaganda aymazlığına başvurduğumuz için, yine mahcup olacağımız bir sonuca doğru sürükleniyoruz. Görürsünüz son anda çark edip kolayca ikna edecekler (masada ütüleceğiz) dedik.

Kâhin filan değiliz. Olayları soğukkanlı ve objektif analiz edebiliyoruz da, ondan.

Madrid’e giderken, olayı “Şu listeyi masaya koyuyorum. Bu teröristleri iade etmezseniz İsveç ve Finlandiya’nın önündeki barikatı kaldırmam” diye sunarak pazarlık edemezsiniz. Üstelik de bunun olmayacağını bile bile. Elin oğlu, elin ülkesi, senin gibi “Açarım bir telefon istediğim mahkemeden istediğim mahkûmiyet veya sınırdışı-iade kararını çıkartırım rejimi” ile yönetilmiyor ki.
***
Zirve sonrasında hem Stockholm hem de Helsinki yöneticilerinin yaptıkları açıklamalara bakarsanız buru görürsünüz. Özetle (mealen) “Evet, ilke olarak mutabıkız. Evet, memorandum imzaladık ama. Bizim parlamentomuz ve bağımsız yargımız var. Onlar ne derse o olur. Bize bu konuda kimse talimat verir gibi konuşmasın.” anlamına gelecek lâflar ettiler.

Bu süreçte dönen yoğun pazarlıkların bir parçası olan “ABD’nin Türkiye’ye F-16 satışı” konusunda da, Joe Biden (mealen) benzer bir şey söylüyor:

“Evet. Bu satış için gereken tüm çabayı göstereceğim ama… Bizdeki başkanlık sistemi, Türk usulü Reislik sistemi değil. Sonunda Senato’nun dediği olur” diye de ekliyor.

Yani? Yanisi şu: Memoranduma imza atan 3 ülkeden 2’si, kendi ülkelerinin istediğini “çatır çatır almış olma” sevinci ile ülkelerine dönerken, biz “10 maddelik vaat ve temenniler dizini”nden başka bir şey alamamış olduk. Ve dikkatinizi çekerim; Süreçte “moderatör” rolü oynamasına rağmen, o memorandumda imzası olmayan NATO Genel Sekreteri ile ABD Başkanı hiçbir sorumluluk üstlenmiş de olmuyorlar.
***
Sonuca baktığımızda, Ankara’da yüksek perdeden efelenen “Şahsım”, Madrid’de birkaç saat içinde, “Bir Biden selfie’si, bir Boris Johnson şakalaşması, bir Niinistö tokalaşması” dışında hiçbir somut kazanım elde etmeden “Soft bir zafer kazanmış sözde muzaffer komutan” edası ile evine dönmüş oluyor.

Güncel bir simge ile tarif edersek, bir nevi “Jelibon Zafer” yani.

Kolayca dişe gelip parçalanmayan… Sevimli… Tatlı… Ama neticede ağızda birkaç dakikada eriyip bitiveren günlük bir “Sanal Zafer”… Aynı, 1980 Darbe rejiminin “Alicenaplık edip Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşünü kabullendik” diye içeriye sunduğu yenilgi benzeri.

Aynı, Serbest dolaşım ve gümrük birliği vaadi ile kandırılan ama sonuçta “Onlar ortak biz pazar” formülüne razı edilen son 30 yılın iktidarlarının kandırıldığı gibi.

Aynı, 2004 Kıbrıs referandumunda “Siz Türklere Annan Planı’nı onaylatın. Her şey istediğiniz gibi olacak” diye kumpasa getirilen Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC gibi, sonuçta “Rum Kesimi’nin AB’ye jet hızı ile tam üye olmasını” şaşkın şaşkın izleyen zamanın (bugünün) iktidarı gibi. Aynı, “Vize serbestisi” yalanı ile uyutulup, milyonlarca sığınmacının yükünü sırtına aldığımız o “gaflet süreci” gibi.

Daha sayalım mı? Yerimiz yetmez. Ama bu tür “Dik durduk, masaya yumruğu vurduk. Aldık geldik” mealinde yalanlarla kamuoyunu kandırma örneklerinden gına geldi artık.
***
Ekonomisinin 70 değil 7 cent’e bile muhtaç ve buhran boyutlarında bir felaketle karşı karşıya olduğu, demokrasinizin “siyasi itibar” anlamında küme üzerine küme düştüğü, adaletin a’sının bile ortalarda dolaşmaya utandığı bir ülke olursanız masalarda böyle kolayca “ütülürsünüz” işte. Bundan bir zevk aldığımız filan yok. Sizden daha çok kahroluyoruz.

Bakın, yarın o (yukarıda zikrettiğimiz) Kıbrıslı Rumlar da NATO’ya başvursa, bu tablo karşısında aynı “Jelibon” dış politika ile diklenir, aynı şekilde “ikna” olur, dönüverirsiniz. Ehil insanları “monşer” diye aşağılayıp, Marwa Hanım’ın kızından gayrı resmi tercüman üreten sistemle, hiçbir ciddi sorunu çözemeyeceğinizi anlayın artık.