Etiket arşivi: Marx

Tarihin çağrısı ve cezası

34 gündür hukuksuz olarak tutuklu..

Türkiye’de siyasal İslamcılığa karşı ideolojik bir mücadele yürütmediğiniz sürece, yalnızca ekonomik ve sendikal taleplerle yürütülen bir mücadeleyle kazanma şansınız neredeyse sıfıra yakındır.

Cumhuriyetin kazanımlarının ve insanlığın ilerici birikiminin savunmasız kaldığı; toplumda büyük ve yıkıcı bir sağa savrulmanın yaşandığı, cumhuriyetçi ve merkez solu da içine alarak gerçekleştiği bir siyasal ortamda gericiliğe karşı yürütülen mücadeleyi kazanma şansı çok düşüktü. Öyle ki, din düşmanlığı sanılır diye laikliğin neredeyse ağızlara alınmadığı bir seçim yarışının yenilgiyle sonuçlanması kaçınılmazdı.

Türkiye, ideolojik ve kültürel mücadelenin ihmal edilmesinin bedelini ödüyor. Geçen hafta, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, kurtuluşun yolu olarak sosyalistlerin öncülük edeceği, taşıyıcı gücünü devrimcilerin oluşturacağı bir ideolojik sınıf mücadelesi önerdiğini belirterek bu yaklaşımın önemine işaret etmiştim. Konuyu sürdüreceğim.

Nitekim adil olmayan koşullarda yapılmasına, yalan, iftira ve kara propagandaya dayanmasına karşın, seçim sonuçları yine de çıplak gerçeği bize gösterdi. İktidar blokunun oyları en kötü halde bile %40-45 bandının altına inmemişti. Sanıldığı gibi zamlar, hayat pahalılığı, artan yoksulluk, derinleşen gelir adaletsizliği, evde kaynamayan tencere her zaman ve her koşulda iktidarları düşürmüyordu.

  • Aklı ve vicdanı teslim alınan yığınlar, önlerine sandık konulunca, bütün sefaletlerinin sorumlusu olan efendilerini seçmeye devam ediyordu.

Bu nedenle; laiklik bir orta sınıf fantezisi değil, daha çok emekçiler ve yoksul halk için gerekli olan bir düzendi. Ortaçağdan çıkışın temel ölçütü, modernite ve Aydınlanmanın zeminiydi.

Marx, 1945’te Almanya’da “dinin eleştirisinin tamamlandığını” yazar. Daha önemlisi, dinin eleştirisinin tamamlanmasını, “bütün eleştirilerin başlangıcı” olarak nitelendirir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı makalesinde Marx’ın yaptığı bu değerlendirme yaşamsal bir önem taşır. Çünkü Marx dinin eleştirisi tamamlanmamışsa, kapitalizm eleştirisine başlayamazsınız, bu işe girişseniz bile sonuç alamazsınız demektedir. Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlığın ve dramın nedeni bu olgudur.
***
Marx 1845 Almanya’sında insanların dinsiz olduğunu söylemiyor. Onun kastettiği, dinin kamusal alandan çekilerek, yani siyasetten; eğitimden toplumsal yaşamı düzenleme iddiasından uzaklaşarak, özel alanda kaldığını belirtir. Din, dünya işlerinden çekilmiştir. Sözünü ettiği ya da tanımladığı laikliktir. Marx kendi kuramını, yani kapitalizmin eleştirisini de bu tespit üzerine kurar.

Dolayısıyla, Türkiye’de siyasal İslamcılığa ve dinci gericiliğe karşı ideolojik bir mücadele yürütmediğiniz, bu alanda ideolojik bir hegemonya oluşturmadığınız sürece, ekonomik ve sendikal taleplerle yürütülen bir mücadeleyle kazanma şansınız neredeyse sıfıra yakındır.

Durum böyle olduğu halde muhalefet 14-28 Mayıs seçimlerini neredeyse kazanıyordu. Eğer bazı taktik hatalar yapılmamış ve sandık güvenliği tam olarak sağlanmış olsaydı, sonuç farklı olabilirdi. Çünkü muhalefet alanının en büyük gücü olan CHP’ye rağmen, toplum büyük bir ”nefs-i müdafa” mücadelesine girişmişti. Alınan %48 oyun (aslında daha fazladır) anlamı buydu. Çok değerlidir.

Aslında tablo açıktı. Benim, seçimlerimden hemen önce (Mayıs başı) çıkan ve şu günlerde 3. baskısını yapan İslamo-Faşizm adlı kitabımın sonuç bölümünde şöyle yazmıştım:

  • “Bilinmelidir ki; Türkiye’nin ilerici demokratik, yurtsever ve sol güçleri, topluma ve ulusa güven verecek bir seçeneği geliştiremez ise; faşist bir karakter almış tarihsel gericiliğin bir kez daha kazanması kimseyi şaşırtmamalıdır.
  • “Toplumların tarihi böyle trajik deneyimlerle doludur. Çünkü çok boyutlu ve çok katlı kriz dönemeçleri her zaman ilerici ve demokratik çözümler üretmez, daha koyu bir gericilikle de sonuçlanabilir. (…)
  • “Eğer tarihin çağrısına uygun yanıtlar verilemez ve ilerici/demokratik bir çıkış yaşama geçirilemez ise, toplum gerici çözümlere razı olabilir. Gereğini yapmak tarihsel zorunluluktur, bu nedenle.
  • “Burada gereğini yapmak deyimiyle ifade edilen şey şudur: Kötülüğü örgütleyerek iktidara taşıyanlara karşı gerektiğinde kavgayı göze almak demektir. İslamo-faşizmi sokakta da durdurma cesaretine, siyasal kararlılığa ve önderlik bilincine sahip olmaktır.

***
“Nedeni açıktır; bir rejimin temelini tartışılmaz, eleştirilemez sorgulanamaz ve itiraz edilemez kutsal inançlar oluşturmaya başlamışsa, orda demokrasi ve özgürlüklerden söz edilemez. Siyasal İslamcılık ve faşist ideolojinin, yani dincilik ve aşırı ırkçı milliyetçilik ile şiddet kültürünün bir sentezi olarak tanımlanabilecek İslamo-faşizm, kutsallara dayalı bir siyaset kültürü oluşturur. Böylece halkın geniş kesimlerinin genel kabullerine dayalı, kutsal değerlerinin istismarı üzerinden, her türden siyasal itiraz bastırılır. (İslamo-Faşizm, 1. Baskı, Kırmızı Kedi Yay. Mayıs 2023, İst. s.165)

Böyle özelliklere ve siyaset tarzına sahip bir iktidara/harekete karşı mücadeleyi ideolojik-kültürel perspektiften kurmadan, salt ekonomik taleplerle yürütmek ve başarılı olmak zordur. Korkut Boratav hocanın, “ideolojik sınıf mücadelesi” yürütmek gerekliliğine işaret etmesinin anlamı budur. (BirGün, Pazar, 16 Temmuz 2023)

Tıpkı 1960’lar ve 70’lerde olduğu gibi, sosyalistlerin ve devrimcilerin önderliğinde ideolojik derinliği olan bir siyasal- toplumsal mücadeleyi örgütlemek aydınlığa çıkmanın ilk koşuludur.

Değilse, toplumun en geri kesimleri, alt sınıfları bütün yoksulluklarına ve olumsuz şartlara karşın “alnı secde görüyor” diye güçlü olana yönelir.

  • Bilinci kuşatılan ve teslim alınan yığınlar, çaresizliğe düştüğünde otoriteye ve egemen olana sığınmayı seçer.

Deprem illerindeki seçim sonuçlarının anlamı budur. Bu nedenle, ideolojik inisiyatifi ele geçirmek, iktidarın gücünü sahada dengelemek yaşamsal öneme sahiptir.

  • İnsanların aklını ve vicdanını yeniden özgürleştirmek gerekir.

Şartlar determinist değil, volantrist olmaya zorluyor.

Tarihin çağrısı budur.

Bu çağrıya doğru yanıt veremeyenler, onun cezasına razı olur.

Not: Silivri’de henüz spor buluşması yapamadık. Bu hafta Can Atalay, Osman Kavala; Tayfun Kahraman ve Hakan Altınay ile maç yapmayı umuyorum. Golleri Cem için atacağım. Umarım bir aksilik olmaz. Dilekçeyi verdik, bakalım.

 

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

Türkiye ve Doğan Özlem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Demokratik ülkelerde anormal olarak nitelendirilen olaylar, Türkiye’de normal hale gelmiş durumda. Ne kadar anormal durum varsa, Türkiye’nin normali ve rutini konumunda.

Hükümetin Aleviliği bir dinsel mezhep, cemevini bir ibadethane olarak tanımaması ve buna bağlı olarak cemevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya çalışması; muhalefetteki CHP yönetiminin, partinin Kurultay tarafından kabul edilen parti programındaki laiklik ilkesini, program ve tüzük ihlali yaparak, fiilen ortadan kaldırması ve başörtüsü, kara çarşaf gibi ortaçağ zihniyetini yansıtan açılımlar yapması; bir zamanlar CHP’de milletvekili olan birisinin, partisinde mücadele edeceğine veya bağımsız kalacağına, ilkesizlik ve fırıldaklık rekoru kırarak AKP’ye transfer olması; AKP hükümetinin, Nazi döneminde Almanya’daki uygulamalara benzeyen bir sansür yasasını devreye sokarak seçimlere fiili olağanüstü hal ve baskı ortamında girmeye çalışması ve seçimleri onurlu, namuslu, şerefli bir biçimde, özgür bir ortamda hak ederek kazanacağına, kurnazlıkla ve baskıyla kazanmaya çalışması; “cumhurbaşkanı”nın, Amasra’da meydana gelen maden faciasını yine kaderle ve fıtratla açıklaması; son haftaların anormalliklerinden sadece (yalnızca) bir demet.

Böyle bir ortamda, bu anormalliklerden uzaklaşarak daha derin konulara girmek, Türkiye’nin düşünce yaşamına büyük katkı yaptığı halde, görmezden gelinen insanları anmak ve hatırlamak, daha önemli ve anlamlı bir hale gelebiliyor.
***
Geçen ayın sonunda, Türkiye’nin en önemli ve değerli felsefecilerinden birisi olan Doğan Özlem, yaşamını yitirdi.

Doğan Özlem, mütevazı, insancıl ve sevgi dolu karakteriyle, mücadeleci kimliğiyle, analitik ve sistematik zekâsıyla, üretken yapısıyla, eserleriyle, Türkiye’de felsefenin ve kültürün gelişmesine büyük bir katkı sağladı.

“Tarih Felsefesi”, “Bilim Felsefesi”, “Dilthey Üzerine Yazılar”, “Kant Üzerine Yazılar”, “Mantık”, “Metinlerle Hermeneutik Dersleri”, “Hermeneutik ve Şiir”, “Evrensellik Mitosu”, “Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji”, “Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset”, “Anlamdan Geleneğe, Kimlikten Özgürlüğe”, “Kavramlar ve Tarihleri”, “Türkçede Felsefe”, “Tartışmalar”, “Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci”, “Söyleşiler”, “Kavram ve Düşünce Tarihi Çalışmaları”, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, “Persona”, “Etik”, “Felsefe ve Doğa Bilimleri”, “Bilim, Tarih ve Yorum”, “Felsefe Yazıları”, “Felsefe ve Tin Bilimleri” adlı kitapları yazan Doğan Özlem, popüler kültürün dayatmalarına karşı her zaman direndi, popüler olmak için kurnazlık peşinde koşan sahte felsefecilerin cirit attığı bir ortamda, bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini ortaya koydu.
***
Doğan Özlem aynı zamanda, “Felsefe zenginlerin işidir” efsanesini yıkan felsefecilerden birisi oldu.

Aslında tarihte bunun örneği çoktur. Sokrates, Spinoza, Hume, Rousseau, Kant, MarxNietzsche buna dair (ilişkin) örnekler arasında sayılabilirler. Söz konusu filozoflar yaşamları boyunca veya yaşamlarının belli dönemlerinde çok büyük ekonomik sıkıntılar çekmişlerdir ve birçoğu geçimini sağlayabilmek için felsefeyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Doğan Özlem de uzun yıllar, kunduracı kalfalığı, tezgâhtarlık, işçilik, memurluk, muhasebecilik, yöneticilik, sendikacılık gibi işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışmıştır; zor koşullarda mücadele ederek üniversitede öğretim üyeliğine ve profesörlüğe kadar yükselmiştir; binlerce öğrenci yetiştirmiştir; 2005 yılında, TÜBA-Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü almıştır.

Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin de üyesi olan, derneğin Assos’ta Felsefe, Zigana Zirvesi, Halikarnas Akademisi, Adalarda Felsefe ve Edebiyat gibi sempozyum etkinliklerinde sık sık konuşmacı olan Doğan Özlem, tezleriyle, antitezleriyle ve sentezleriyle, Türkiye’nin diyalektik düşünce yapısına çok önemli bir hareket kazandırmıştır.
***
Türkiye, tüm olumsuzluklarına rağmen (karşın), böyle güzel, özel ve değerli insanları da yetiştirmiştir. Belki de bu insanlar, Türkiye’nin olumsuzlukları sayesinde yetişmiştir. Kim bilir?

Onlar hiçbir zaman ölmeyeceklerdir; eserleriyle, yarattıklarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.

GÖRÜNÜŞE ALDANMAMAK

GÖRÜNÜŞE ALDANMAMAK

Prof. Dr. OĞUZ OYAN 
SOL PORTAL 2019-51, 24 Aralık

Görünüşe veya görüntüye aldanmamak bir bilimsel araştırmacının birinci önceliğidir.

Her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı” dememiş miydi Marx?

Görünüşe aldanmaya devam etseydik, güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanmaya devam ederdik. Aristoteles ve Ptolomeus (Batlamyus)’un dünya merkezli bir güneş / kosmos sistemi gerçi binlerce yıllık bir zihin tutulmasına yol açmıştı. Ama bu sistemin Kilise tarafından benimsenip dayatılması olmasaydı bu denli uzun süre hüküm sürmesi beklenemezdi. Tek tanrılı dinler tanrıyı yalnızca dünya ve insanlar (ve sınıflı toplumlar) için yaratmış olduklarından, dünya ve insan merkezli olmayan bir evren modeli, dinsel dogmaların temelden sarsılması anlamına gelirdi. Bu yüzden, dondurulmuş / değişmez bir dünya-güneş sistemi ilişkisini sorgulayanlar, yakılmaya müstahaktılar. (!)

Görünüşe aldanmaya devam etseydik örneğin, Osmanlı sultanlarının tımar beylerine “reayayı incitmeyin” diye fermanlarla sık sık seslenmesine bakarak Osmanlı devletinin köylüyü ağa-bey zulmüne karşı ne kadar koruduğu, köylüleri bağımsız küçük köylü sınıfı olarak muhafaza etmek istediği gibi olmadık sonuçlar çıkarabilirdik. Gerçi bu tuzağa düşmek için fermanlara körü körüne inanmak da gerekmezdi. Bunun mefhum-u muhalifini, yani raiyyet salmalar ve angaryalarla aşırı sömürüye tâbi tutulduğu için bu fermanların gerekli olduğunu varsaymak hiç de zor değildi. Kaldı ki, yüzyıllarca süren bir feodal sömürü düzeninde “özgür veya bağımsız köylü” tipolojisinin masalımsı bir evrene ait olduğunu gösteren yüzbinlerce belgeyi yok saymak hiç mümkün değildi. Peki ama, anlı-şanlı tarihçilerimiz bile kendilerini bu tuzağa bile isteye acaba neden kaptırıyorlardı? Çünkü, esas olarak, Osmanlı toplumunu tarih sahnesine çıktığı dönemde ve özellikle gücünün zirvesine çıktığı 15. ve 16. yüzyıllarda, artık devri geçmiş bir feodal üretim ilişkileri çerçevesinde tanımlamak, Osmanlıyı çağının gerisinde göstermekle eşanlamlı tutulmuş ve bundan kaçınılmıştı! Yani işin esası, bilimsel tarihi gerçeklerden ideolojik bir kaçıştı.

Bugünkü Türkiye’yi hiç bilmeyen birileri, yasama-yargı gibi organların nominal (isimce) varlıklarını sürdürdüklerine bakıp Türkiye’de güçler ayrılığına dayalı bir demokratik sistem olduğunu sanabilirler. Tamam, bunun bugünlerde belki artık pek alıcısı kalmamış olabilir ama AKP’nin 2003-2015 döneminde bu sahte imgeyi içe-dışa başarıyla pazarlayabilmiş olmasına ne demeli? Çünkü bu imgeyi satın alıp çoğaltanlar, çıkarları AKP düzeni ile çakışmakta olanlardı. Şimdi özetle, “öküz öldü, ortaklık bozuldu“.

Örnekler çoğaltılabilir. Sayıştay raporlarına ve ortalıktaki “iç denetçi”, “vergi müfettişi” bolluğuna bakıp, Türkiye’de etkin bir denetim sistemi olduğu sanılabilir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” pazarlamasına aldanıp Türkiye’de hala bir hükümet (bakanlar kurulu) olduğu sanılabilir. Plan-program bolluğuna bakıp, Türkiye’nin hiç plansız kalmadığı sonucuna varılabilir (bu konuyu 15 Aralık 2019 tarihli Birgün Pazar’da işlemiştim). Gelir Vergisi tarifesine yeni bir basamak eklenip son dilimin %35’lik marjinal oranının % 40’a çıkarılmasını, sermayeyi vergilendirmenin sonunda hatırlanması olarak kodlayanlar olabilir. Şimdi bu son örnekten devam edelim.

GELİR VERGİSİ TARİFESİ KİMDEN YANA?

Gelir Vergisi (GV) tarifesinin kimden yana olduğundan önce “kime karşı” olduğuna bakılırsa, kesinlikle ücretlilere / emekçilere karşı olduğu sonucuna çabucak varılabilir. Tam bir ay önce 21 Kasım 2019’da kabul edilen yeni vergi paketiyle GV tarifesiyle de oynanmış ve 4 basamaklı (yani 4 dilim ve 4 marjinal orana sahip) tarifenin dördüncü dilimi değiştirilmiş ve yeni bir dilim ve oran içeren bir 5. basamak eklenmişti. İşin bizce ilginç olmayan yanı, ilk üç dilime ve oranlarına dokunulmamış olmasıydı. Yani ücret gelirlerini esaslı bir vergi baskısı altında tutmaya yönelik olan yapı aynen korunmuştu. Tarife şu şekli almıştı:

GELİR VERGİSİ TARİFESİ

Yıllık gelir dilimleri (TL)                                                    Vergi oranları (yüzde)

< 18.000                                                                               15

18.000-   40.000                                                               20

40.000-   98.000                                                               27

(40.000-148.000) (Ücret geliri)                                ”

98.000-500.000                                                              35

(148.000-500.000) (Ücret geliri)                                ”

500.000<                                                       40

İlk 3 basamakta ne dilim aralıkları ne de marjinal vergi oranlarına ilişilmişti. Ücret gelirleri için 3. basamakta daha geniş aralıklı bir dilim tanımlaması da eski tarifeye aitti. Eski tarifede 4. basamakta, 98.000 TL üstü (ücret gelirleri için 148.000 TL üstü) için %35 oranı geçerliyken, yeni tarifede aynı orana sahip 4. dilim 500.000 TL yıllık gelir düzeyinde sonlanmaktaydı. 500.000 TL’nin üzerinde kalan gelirler içinse, tavan sınırlaması olmaksızın %40 marjinal oranı getirilmekteydi. (Başlangıçta bu oranın %45-50 düzeylerinde telaffuz edildiğini ve bizim “olanaksız” diye yazdığımızı anımsayalım).

Şu saptamaları yapabiliriz:

(i) Ücret gelirleri genelde yıllık 148.000 TL’nin altında kaldığı için, tarife ücretlilere hiçbir vergi hafiflemesi getirmemektedir. Kaldı ki, her yıl (yeniden değerleme oranı kadar olmasa bile) bir ölçüde genişletilen dilim aralıkları bu yıl sabit tutulduğu için, enflasyonist etkiyle yükselen nominal ücret gelirleri daha fazla üst dilimlerden / oranlardan vergilenecek, dolayısıyla bu kesimin gelir vergisi yükü ağırlaşacaktır. Dolayısıyla sendikal ve siyasal istemlerin başına, GV tarifesinin ilk üç diliminin genişletilmesi konulmak durumundadır. (0-75 bin, 75-150 bin ve 150-300 bin düzeyleri bir ilk istem çerçevesini oluşturabilir). Ücretliler için indirimli marjinal oranlar istemi de buna eklenebilir kuşkusuz.

(ii) Tarifenin ilk 3 basamağı aşırı basık iken (3. dilimin tavanı 98 bin veya 148 binde bitmektedir), 4. basamak aşırı şişkindir. Böyle bir tarife yapısının bir benzeri dünyada yoktur. Her şey GV’ni bir ücret vergisi olarak tutmak üzerine kurgulanmıştır. 4. dilime giren ücret geliri sahiplerinin sayınının bile sermaye geliri sahiplerinkini aşacağını öngörebiliriz. Tarifenin 4. basamağına da girebilen üst düzey ücretliler dikkate alınsaydı bile, ilk 500.000 TL’nin vergisi beyannameli mükellefler için 163.460 TL olurken, ücret geliri sahipleri için 159.460 TL olacaktı; yani ücret gelirleri lehine denilen avantaj yalnızca 4 bin TL’dir. Birincisinin ortalama GV oranı %32,69 iken, ikincisininki % 31,89 olacaktır!

(iii) Son marjinal oranın %40’a yükseltilmesinin büyük sermaye kazançları üzerinde bir etkisi olabilirdi belki, eğer üniter bir vergi yapısı yürürlükte olsa ve sermaye lehine istisna ve muafiyetler bu denli yaygın olmasa! Öyle olmadığı için, tüm vergi paketinin 2020’de sağlayacağı gelir toplamı 6 milyar TL düzeyinde kestirilmiştir. Oysa, yukarıdaki kayıtlar olmasaydı, yalnızca yeni GV tarifesi bile bundan çok fazlasını getirebilirdi. Kayıtlar nedir? Kâr, faiz, rant gibi sermaye gelirlerinin her biri kendi sedülünde genellikle artan oranlı olmayan bir GV kesintisi (stopaj) ile vergilendirilmektedir (sedüler vergileme). GV’nin artan oranlı tarifesine maruz kalanlar bile, ya önceden bir stopaja konu olmuşlardır ve/veya geniş istisnalar dolayısıyla vergi matrahlarını çok küçültebilmişlerdir (küçülen matraha isabet eden vergiden stopaj kesintilerini mahsup etme hakkına da sahiptirler).

Örnekleyelim: 10 milyon TL temettü (kâr payı) gelirine sahip bir şirket ortağı, eski tarife geçerliyken %17,4 düzeyinde ortalama GV öderken, yeni tarife altında %19,6 ödemekle yetinecektir. Yani %40 oranı aldatmacası, cahil avlama tuzağından başka bir şey değildir. Oysa 100 bin TL yıllık brüt geliri (aylık neti 5 bin TL’nin biraz üzerinde) olan bir ücretli, eski veya yeni tarifede % 23,3 oranında vergi ödemeye devam edecektir. Kaldı ki, bu ücretliden yapılan SGK primi, işsizlik fonu primi, damga resmi, zorunlu BES vb. kesintiler dikkate alındığında vergi + prim yükü daha yüksek oranlara çıkacaktır. Elde kalan 70 bin TL’nin altındaki net ücretinin vergi dışında kalacağı da sanılmamalıdır. Emlak vergisi ve MTV gibi mülkiyet vergilerini geçelim; tasarruf kapasitesi sıfıra yakın olan bu ücret geliri sahibi, net gelirinin tümünü tüketime harcayacağı için KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilere yüksek sermaye kazancı sahiplerine kıyasla daha fazla muhatap olacaktır. Üstelik, ödediği dolaylı vergilerin ticaret erbabınca vergi dairesine ödeneceği de -belgesiz bir düzende- çok kuşkulu olacaktır. Böylece kısır döngü tamamlanacaktır: Sermaye vergi ödemediği için, devlet adına tahsil ettiği dolaylıları bile yatırmadığı için, vurun abalıya devam edecektir. Örneğimize dönersek, tarifenin ilk üç basamağına dokunulamayacaktır.
***
Dolayısıyla görünüşe aldanmamak sanıldığından daha yaşamsaldır.

Bunun için, merak ve kuşkuyu elden bırakmamak; zihin tembelliğinden kurtulmak; bilgi yetersizliğini, araştırma araçları eksikliğini kapamak; önyargılara karşı mücadele etme kapasitesine / cesaretine sahip olmak; sınıfsal analiz araçlarıyla donanmak olmazsa olmazlardandır.

 

 

 

 

İSLAM POTASI İÇİNDE BİR POLİTİK KÜLTÜR ÇÖKÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ


Dostlar
,

Sn. Doğan Kuban‘ın bu çok değerli UYARI yazısını (pdf olarak da)
aşağıda sunuyoruz..

ISLAM_POTASI_ICINDE_BIR_POLITIK_KULTUR_COKUNTUSU_ICINDEYIZ

  • Türkiye elini çabuk tutarak,
    bu AKP gericiliği cenderesinden kurtulmak zorunda..

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

İSLAM POTASI İÇİNDE BİR POLİTİK KÜLTÜR ÇÖKÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ

Çağdaş Bilgi Yokolmaz, Fakat Öğretim Çökebilir 

  • Türkiye’de bilgi ve yeteneklerle ilgisi olmayan bir politik yazın ortamı var. Çerçevesini politik kavgalar ve cehalet saptıyor. Gelişmiş ülkelerde entelektüel söylem politik söylemi etkileyebilir. Türkiye’de bu olası değil. Politikacılara Heidegger ya da Wittgenstein’la, ya da varoluşçulukla başlayan bir söylem dinletemezsiniz. Böyle bir entelektüel hazırlıkları yok. Türkiye’de her düşünceyi, halkın ortak politik kültürü sınırlıyor ve yönlendiriyor.
    İslam potası içinde bir politik kültür çöküntüsü içindeyiz

DOĞAN KUBAN

portresi

Eşsiz bir tarihi, enerjisi, kentleşme iradesi ve istekleriyle
Türk toplumunun dünyanın entelektüel paryası olmayacak
bir kimliğe sahip olduğuna inanmak gerek

Bu gün eğitimin içinde bulunduğu kırılgan durum, Yirminci Yüzyıl uygarlığına Cumhuriyet ile açılan Türkiye’nin 1980’den sonra geçirdiği kültür şoklarının sonucudur. Çağdaşlaşmamızı engelleyen temel olgu yirminci yüzyıl kültürünün dünyayı içine yerleştirdiği entelektüel yapının dışında kalmaktır. Bugün bu izolasyonun aracı olarak ilk ve orta öğretim programlarını gelişmiş dünya standartlarından ayıran içeriksel zorlamalar var. Üniversite öğretiminin kalitesi zayıf olsa bile, dünya ile ilişkisini kesmek olası değildir. Fakat kalitesinin düştüğünü görmek için aptal olmamak yeterli. Örneğin Türkiye’de akademik tıp Alman Hocalar sayesinde çok ileriydi.

Sonra Hacettepe büyük bir atılım yaptı. Bugün de kenarda köşede kişisel çabalar var. Fakat genel tıp eğitiminin halini ünlü hocalara sorun. Aynı şeyleri başka alanlarda da dinleyebilirsiniz. Bu bağlamda uluslararası istatistikler de aydınlatıcıdır.
Fakat bu konuda hemen umutsuzluğa düşmek gereksiz.

Bugün insanları, bütün dünya ile ozmoz içinde olan uluslararası iletişim ve
fiziksel çevre eğitiyor.

Kimse okula hapis değil. Kaldı ki Türk toplumu 1980’den sonra geleceğe dönük pek çok düşünce üretmiş, milyonlarca genç yetiştirmiştir. Endişe 1980’e kadar Türkiye’nin eriştiği hızı yavaşlatmanın, bugün zorluklar içinde yaşayan bir dünyada, ülkeye
çok ağıra mal olmasıdır.

Tarih binlerce yıllık birikimlere sahip bir hazine olsa bile, bundan yüz yıl önce dünya nüfusunun çoğunluğu ortaçağdaki insanlar gibi yaşıyordu. Çocukluğumda ve gençliğimde elektrik, su, yol ve telefonu tanımamış, kağnıdan başka aracı olmayan
bir Anadolu’yu biliyorum. Bu geçmişi ve bu güne ulaşmanın aşamalarını doğru dürüst anlatmadan, cahil halka sadece bugünden ve 1500 yıl öncesinden söz edersek,
bu toplumsal bir zoraki bunama olur.

Sadece kendi geçmişini içeren bir öğretim programı toplumu dünyadan koparır.
Gerçi bu günkü iletişim dünyasında bu tam olarak gerçekleşemez. Fakat kısıtlı öğretim programları toplumu çağdaş dünyadan uzaklaştıracak, yani geride bırakacaktır. Bugünkü ilk ve orta öğretim programı bu nitelikte. Google’da kolayca bulunan dünya öğretim programlarıyla bizimkini bir karşılaştırmak durumu anlamağa yeter.

Tanzimat’ta Ali Paşa yeni açılan idadilere dünya tarihi yazacak bir Osmanlı bulamadığı için Fransızcadan bir çeviri yaptırmıştı. Osmanlı eğitimciler bunu Kitab-ı Enbiya’ya uymadığı için kabul etmemişlerdi. Sadece Harbiye’de dünya tarihi askerlere öğretildi. Vatanı kurtaranlar da ordudan çıktı.

BİLGİ ORTAKLIĞINDAN VAZGEÇEMEYİZ

Dünya ile bilgi ortaklığından vazgeçmek olası değildir. Çünkü bu her alandaki ortaklığın temel koşuludur. Müslüman toplumlar, dünyayı sallayan şeyin top tüfek noksanı değil, yeni düşünceler olduğunu hâlâ anlamadılar.

Modernizm, Yirminci Yüzyılda gelişmenin adıdır. 1. Dünya Savaşı’ndan önce ortaya çıktı, iki savaş arasında gelişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra akıl almaz bir teknolojik patlama ile geçmişin dünyasını sonlandırdı.

Cumhuriyetin ilk kuşakları Avrupa ne yaptıysa öğrenmeye çalıştılar. Bu bağlamda örgütlenme ve çaba, bütün olumsuz politik gelişmelere karşın, 1980’e kadar sürdü. Bugün Türkiye’de bilgi ve kültür adına ne varsa 1923 ile 1980 arasında
Türk halkının ürettikleridir. Bugünkü Türkiye’yi o yarım yüzyıl yarattı.

Fakat benim yaşadığım dünya çok hızlı değişti. 1990’dan sonra yetişen genç kuşaklar sadece yeni dünyayı biliyorlar. Ahşap evli bir İstanbul, elektriksiz bir köy, yolsuz, otomobilsiz ve telefonsuz bir Türkiye’yi hiç görmediler. Onlara daha çok Kuran okutsak ve başlarını örtsek de tutucu olamayacaklar. Babalarından çok daha fazla internet kullanacak, televizyon izleyecek ve telefonsuz yapamayacaklar. Onlar da çevreleri kadar hızlı değişiyor. Yakın geleceği onlar biçimlendirecek.

Türkiye’nin sorunu, gelişmiş ülkelere göre nerede olması gerektiğini saptamasıdır.
Bu statüyü toplumun bu bağlamdaki bilgi ve bilinci saptayacak. İthal ettiğimiz tüketim eşyalarını yarım yamalak kullanmanın dışında, yirminci yüzyılın entelektüel gelişmesine katılmadığımızı unutmayalım. ‘Marx’ı, Freud’u, Einstein’ı biliyoruz. Sartre’ı Heidegger’i, Wittgenstein’ı da işittik, bizde de Picasso gibi
ressam var’ demek, kendimizi aldatmak ve alay konusu olmaktır.

CUMHURİYET’E KARŞI İÇERİKSİZ AŞAĞILAMA

Sevgili Okuyucular,

Aşağıdaki 20 yüzyıl modernizm sorunlarını Cumhuriyet tarihi bağlamında irdeleyin.
Ve 1923’den 1980’e dek nereye geldiğimizi, sonra işlerin nerede sarpa sardığını saptamağa çalışın.

Modernizm bir historisizm çağı değildir.

Bizim ulusun tarih bilincini oluşturmak için yaptığımız çaba da bir historisizm değildi. Fakat amacına ulaşabildi mi?

Bugün halk katında uydurma bir Osmanlı hikayeciliği ve Cumhuriyeti kuran bir çağa karşı geliştirilen içeriksiz aşağılama, benim kuşağımın hayal edemeyeceği düzeyde ve bilim dışıdır.

Modernizm çok parçalı, uyumsuz bir dünya imgesi yarattı.

O çağdan sonra edebiyat, sanat ve felsefe parçalanmış bir dünya yansıtırlar.
Bir bütünün parçaları olamayan olgular, nesneler, sanat yapıtları hatta felsefi düşünceler neredeyse kişisel röportaj niteliği kazanmıştır. Referansları evrensel bir bütünden değil, kendilerinden kaynaklanır. Soyut sanat, fenomenoloji, İngiliz analitik felsefesi, pragmatizm okulları bu tavırların ifadesidir. 19. yüzyıl idealizminin yerini almıştır. Hegel yerine Heidegger ya da Wittgenstein. Bizde de bu akımların izleyicileri var. Fakat Türk toplumu için bütün bu düşünce ve arteifakt’lar bir ucube niteliği taşıyor.

20. Yüzyıl, bilim alanında da 19. Yüzyıl’ın genellemeciliği yerini mikro boyutlarda araştırmaya bırakmış, fizik ve biyoloji bu alanlarda gelişmiştir. Pek çok Türk bilim adamı bu alanlarda çalışıyor. Fakat toplumun bu gelişmelerden haberi yok.

Bir bütünsellik arayışından uzaklaşan dünyada gelişen teknoloji ve üretimi bir düzen içinde tutma gerekliliği, fonksiyonalizmi (işlevselcilik) bir temel disiplin olarak benimsetti. Fonksiyonalizm mimaride ve planlamada, sosyolojide, antropolojide, davranış bilimlerinde düşünce ve tasarımları yönlendirmiştir. Bu dönemde Freud’la başlayan psikanaliz giderek seks konusunda büyük bir açılım getirmiş, feminizm ve kadın hakları da bu kuramlardan yararlanmışlardır. Türkiye’de de Freud’u bilen çok. Ama bu düşüncelerin gelişmesinin seks konusunda getirdiği büyük açılımı
Türk politikacılarının anladığını söylemek olanaksız.

Kadının statüsü Atatürk’ten bu yana değişmedi.

Sanayi üretiminin çeşitliliği ve iletişim teknolojisi, bütün etik ve estetik değerleri yerinden oynatmıştır. Bu da işlevselciliğin de beslediği bir görecelilik kavramını
ortaya çıkarmıştır. Mutlak gerçekler, ideolojiler bu çağın ağırlık verdiği davranışlar değil. Türkiye üniversitelerinde bunlardan haberi olanlar kuşkusuz var.
Fakat toplum ve onu yönetenler bu bağlamda da henüz aydınlanmadı.

Bunalmış bir dünyada yaşıyoruz. Yüzyıl öncesinin modernizmini bile öğrenememiş
bir toplumda ilkel öğretim çalkantıları, 20. yüzyıl başına dönmek anlamına gelir.
Dünya ile aramız açılır.
Türkiye’deki gelişmeleri yaşamayan İslam ülkelerinin acıklı hali gözümüzün önünde.

  • Fakat eşsiz bir tarihi, enerjisi, kentleşme iradesi ve istekleriyle
    Türk toplumunun dünyanın entelektüel paryası olmayacak
    bir kimliğe sahip olduğuna inanmak gerek..

Cumhuriyet Bilim Teknik 04.10.2013

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

Tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin’den çok çğretici bir derlemeyi sunmak istiyoruz.
Yakın tarihin özlü bir irdelemesi.. Lütfen okuyalım ve oktalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

sina aksin

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?*

 

1. Atatürkçülüğün Yeniden Doğması                                  :

Türkiye’ye gelen yabancılar çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ün her yerde görünür olmasına şaşmaktadırlar. Her yerde O’nun heykelleri, büstleri, resimlerine rastlamaktadırlar. Sanırım bunu çoğunlukla bir kişi yüceltmesi olarak görüp olumsuz yönde yorumlamaktadırlar. Atatürk’ün böyle her yerde olmasının açıklaması şudur: O, Türk devrimini temsil eden kişidir. Çoğu devrimler birçok kişilerin yapıtıdır. Fransız Devrimi bir kişiyle özdeşleştirilemez. Sovyet Devriminde Lenin’in ağırlığını görüyoruz, fakat iktidar olduktan sonra
Devrimi ancak 7 yıl yönlendirilebildi. Stalin olmadan Sovyet Devrimi anlaşılamaz.
Belki Mao Zedong’un Çin Devrimindeki rolü Atatürk’ünkine benzetilebilir.
27 yıl Çin’i yönetti. Ne var ki ardılları onu neredeyse yadsımışlardır. Bir de değişik komünist önderlerin “tamamlayıcıları” sorunu var. Mao deyince Stalin, Lenin ve Marx’ın rol ve tamamlayıcılıkları görmezlikten gelinemez. Atatürk deyince böyle tamamlayıcı kişiler akla gelmiyor. Atatürk bağımsızlık mücadelesinin muzaffer önderidir, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, Türk Devriminin önderdir. Buna dört başı mamur bir başarı öyküsü diyebiliriz. Onun içindir ki kişiliği Cumhuriyetin ve Devrimin simgesidir. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik düsturu Fransız Devrimi için neyi temsil ediyorsa,
Türk Devrimi için Atatürk onu temsil ediyor, onun simgesidir. Türk devriminden yana olup da Atatürk’e karşı olamazsınız. Fakat Fransız Devriminden yana olup,
diyelim Robespierre, Rousseau, Danton ya da Voltaire’e karşı olabilirsiniz.

Atatürk’ün ölümünden sonra nice onyıllar, Türklerin büyük çoğunluğu O’na katıksız bir sevgi ve hayranlık beslemişlerdir. Açıktır ki böyle bir düşünce ortamı Atatürkçülüğün eleştirel bir değerlendirmesine uygun değildi. Atatürkçülük hayli yüzeysel biçimde daha sonra Anayasa’ya da giren resmi Altıokla (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) açıklanıyordu. Bu ilkelerin genellikle derinlemesine çözümlenmediği söylenebilir. İslam köktendincileri arasında Atatürk’e yönelik eleştiri, hatta nefret vardı, ama 1945’e değin bastırıldılar. Bu bastırma işi 1945’ten sonra da sürdü, ama çok daha gevşek olarak. Buna rağmen genellikle sıradışı, bir çeşit anormallik olarak değerlendiriliyordu. 1972’de dinci Milli Selamet Partisinin (MSP) kurulması ve 1973 seçimlerinde %12 oy almasıyla işler ciddileşti. Dinci parti ve ardıllarının desteği yıllar geçtikçe artacaktı. Hatta 12 Eylül 1980 darbesini yapan askeri cunta, bir yandan “Türk-İslam sentezi” diye gerici resmi bir ideoloji yaratmaya kalkışırken, Atatürkçüler dahil sola karşı sert bir bastırma siyaseti uygulayacaktı.
İşin tuhafı, bu siyaset güya Atatürkçülük adına yapıldı. (1)

1983’te çok partili siyasete dönülmesiyle birlikte, sol aydınlar cuntayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiri aynı zamanda cuntanın sözümona Atatürkçülüğüne de yöneliyordu. Bunlar kendilerini “sivil toplumcu” diye tanımlayan bir kesimdi. Aralarında kimileri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yıkılarak “ikinci cumhuriyetin” kurulmasını savunuyorlardı. Çok kez şiddetli olabilen bu Atatürkçülüğe yönelik eleştiriler İslamcıları, Atatürkçülük hakkındaki olumsuz görüşleriyle ortaya çıkmaya özendirdi. Böylece Atatürkçülüğün laik eleştirmenleriyle kimi İslamcılar arasında garip bir ittifak oluştu.(2)

Bütün bunlar, Atatürkçülük karşıtlarının görüşlerinin nasıl çürütülebileceğini düşünmek zorunda kalan Atatürkçüler için acı bir durumdu. Denilebilir ki, Atatürkçülük karşıtı eleştiriler Atatürkçülüğün daha iyi anlaşılması sürecini hızlandırmıştır. Hızlandırmıştır diyorum, çünkü genellikle toplumsal olayların zaman geçtikçe daha iyi yorumlanması ve anlaşılması doğaldır. Rönesans ve Aydınlanma gibi hareketler bir zaman sonra adlandırılır ve daha iyi anlaşılır. Türkiye Atatürkçülüğü 1919’dan 1938’de Atatürk’ün ölümüne, sonra da 1950’ye değin yaşadı. Bugün Türkiye Atatürkçülüğü daha iyi anlıyor ve bu anlayış Atatürkçülüğün yeniden doğmasına (rönesansına) yol açmıştır.

2. Atatürkçülüğün Felsefi Niteliği                                     :

Atatürkçülük bir aydınlanma hareketidir.
Tek bir örnek vermek gerekirse Atatürk öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmelerini istemektedir (3). Böylece Atatürk şair Tevfik Fikret’in bir şiirinde kendini tanımlamak için söylemiş olduğu ünlü sözünü benimsemiş oluyordu.
Suat Sinanoğlu Atatürkçülüğün felsefi görünümünü “zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tanımlıyor (4). Felsefe profesörleri Bedia Akarsu ve Macit Gökberk de Atatürkçülüğü
bir aydınlanma hareketi olarak betimlemişlerdir (5).

Atatürk hümanisttir. Bağımsızlık savaşının en tehlikeli anlarında bile cihat ilan etmedi. 1922’de tutsak düşen Yunan komutanı Trikupis’le nazik görüşmesi, önüne serilen
Yunan bayrağına basmayı reddetmesi, 1934’te Anzak ölüleri için söylediği sözler (6) hümanizminin kanıtıdır. Bir seferinde anayurdu savunmak için yapılmayan savaşı cinayet olarak betimlemiştir (7). Avrupa’nın çoğu yerlerinde bütüncül (totaliter) ve ırkçı diktatörlükler muzaffer olurken ve birçok Türkler bunların çekiciliğine kapılmışken Atatürk sıkı durdu. Yahudi ya da muhalif oldukları için Hitler düzenince 1933’te üniversitelerinden kovulan 142 Alman bilim adamını Türkiye’ye çağırıp
onları yüksek eğitim kurumlarında çalıştırması bu yönde anlamlı bir göstergedir.

3. Bir Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük                             :

Atatürkçü kalkınma modeli “bütünsel kalkınma” olarak açıklanabilir. Bu topyekûn kalkınma demektir. Batının makine, alet, fabrikalarını edinmek yetmez. Bu teknolojinin gerisinde Batının bilimi vardır. Onu da benimsemek durumundayız. Yoksa benimsediğimiz teknoloji elimizde iğreti ve yapay duracaktır. Fakat bilimin üst katmanları felsefenin alanına girmektedir. Onun için Batı felsefesini ve onun bir parçası olduğu insan bilimlerini de benimsememiz gerekmektedir. Tabii sosyal bilimlerin bilimin onsuz olmaz bir parçası olduğunu da unutmayacağız. Öte yandan felsefenin sanat ve genel olarak kültürle yakın ilişkisini gözardı etmemeliyiz. Böylece teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bunların gelişmesi için, düşünce özgürlüğü gereklidir. Bilim, kültür ve sanata ve bu işlerle uğraşan insanlara saygı ve değerbilirlik önemli bir gereksinimdir. Bu insanlar toplumsal, siyasal, dinsel dogmaların baskısı altında olmamalıdır. Atatürkçülüğün bütünsel kalkınma modelinde, bir üniversitenin kurulması, bir demiryolunun yapımı denli önemlidir; bir konservatuarın açılması, bir fabrikanın yapılması denli önemlidir.

Bütünsel kalkınma modelini anlamak için karşıtı olan maddi kalkınma modeliyle karşılaştırabiliriz. Bu modelin en iyi örneklerinden biri petrol zengini şeyhliklerdir.
Bu ülkeler en son teknolojiyi edinebilecek durumdadırlar. En modern otomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyunu arıtabiliyorlar, çölde tarım yapabiliyorlar. Buna karşın bunlar en son teknolojinin ürünlerinden yararlanırken, toplumsal ve kültürel koşullarıyla aşağı yukarı 9. yüzyılda yaşıyorlar. Türkiye’de 1950’den sonra bütünsel kalkınma modeli bir ölçüde terk edilerek maddi kalkınma modeline bir kayma olmuştur. Böylece yol, baraj, fabrika yapımı ön düzleme geldi ve toplumsal, kültürel kalkınma
ikincil duruma düştü.

4. Atatürkçülüğün İdeolojik Programı                                          :

Bu, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ilan etmiş olduğu “6 ilke” ya da “6 Ok” tur. İlk ilke Cumhuriyetçiliktir. Atatürkçülüğü eleştirenler, demokrasi ilkesinin yokluğuna dikkat çekmişlerdir. Hatta kimilerine göre cumhuriyetçilik, birçok diktacı, hatta bütüncül (totaliter) cumhuriyetler varken, anlamlı bir ilke değildir. Bu, tabii anlaşılır bir görüştür ama Atatürk’e uygulanamaz. 1929’da Afet İnan’ın yardımıyla bir Yurttaşlık Bilgisi ders kitabı yazdı. Kitap Afet İnan’ın imzasıyla yayımlandı. İnan, 1969’da kitabın yeni basımını yaptığında, kitabın büyük ölçüde Atatürk tarafından yazılmış olduğunu açıkladı ve O’nun el yazısıyla yazılmış sayfaların fotokopilerini yayımladı. Siyasal düzenlerle ilgili bölümler bunlar arasındaydı. O’na göre demokrasi en iyi düzendi. Demokrasilerden cumhuriyet türü meşrutiyet türünden daha mükemmeldi.

Yalnızca Atatürk’ün kuramsal görüşü değildi sözkonusu olan. O sıra birçok Avrupa ülkeleri şu ya da bu türden bütüncül diktatörlüğe doğru giderken Atatürkçü düzen görece demokratikti. Bir ülke düzeninin demokrasi derecesi onu çağdaş diğer düzenlerle karşılaştırarak saptanabilir. Eski Atina kölelerinin, yabancı ve kadınların hiçbir siyasal hakları olmamasına karşın, çağdaş öbür düzenlerden daha demokratik olduğu için demokrasi sayılmaktadır. Aynı biçimde Atatürkçü düzen, tek partili olmasına karşın, Avrupa’nın demokrasi derecesi ortalamasının üstünde bir demokrasi derecesine sahipti. Bu yüzdendir ki Hitler hükümetinin üniversitelerden tasfiye ettiği 142 Alman bilim insanı Türkiye’ye yerleşmeyi seçmişlerdir. Bu kişilerin, ki içlerinde birçok parlak kişiler vardı, bir diktatörlükten diğerine gidecek kadar saf ya da çaresiz olduklarına inanmak için neden yoktur. Bugün Türkiye belki Atatürk döneminden daha demokratiktir.
Bununla birlikte bu bizi mutlu kılmıyor, çünkü II. Dünya Savaşından sonra Avrupa bize yetişip daha da ileri gitmiştir.

Milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesi saldırgan olmayan, yayılmacı olmayan, barışçı nitelikteydi. Atatürk’ün düsturu “Yurtta sulh; cihanda sulh” idi. Bu milliyetçilik ırkçı değildi. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm diyene!” (8) demişti (“Ne mutlu Türk olana” değil), Türk Milletinin tanımı şöyleydi:

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” (1929) (9). Türkiye Cumhuriyeti’nin
her yurttaşı, etnik bakımdan Rum, Çerkez, Kürt, Ermeni, Yahudi olsalar da
Türk sayılıyordu. Bu milliyetçilik sağcı, tutucu değildi. Türkiye’yi bölgenin ya da
İslam dünyasının en güçlü ülkesi yapmak gibi sınırlı hedefler gütmüyordu. Her alanda Türkiye’yi dünyanın en ileri ülkelerinden biri yapmayı amaçlıyordu. Yalnız iktisadi ya da askeri anlamda değil, Türkiye sanat ve edebiyatta, insan hakları ve bilimde de en önde olmalıydı. Sağcı, tutucu milliyetçiler genellikle, iktisat, askeri güç ve siyaset alanları üzerinde dururlar, onunla yetinirler.

Devrimcilik (İnkılapçılık) aydınlanmayı her yere ve olanaklıysa herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşmak için canla başla
çaba göstermek demektir.

Bu amaçlara henüz ulaşılamamıştır ve görece uzun erimlidir, fakat bunlara olanaklı olduğu kadar önce ulaşmak gerekmektedir. O zaman değin devrimciliğin gündemde kalması zorunludur.

Halkçılık, halktan yana siyaset gütmektir.

Halk kavramı nüfusun bütün sınıf ve kesimlerini içerecek biçimde yorumlanabilir
(öyle yorumlanıyordu), fakat en çok köylü, işçi gibi düşük gelirli kesimleri amaçlıyordu. Böyle kesimlerin maddi ve kültürel gelişmesini hedefler. Yığınlara dalkavukluk yapmak anlamındaki popülizm ile karıştırılmamalıdır. Tabii, çok partili bir düzende popülizme direnmek çok kolay değildir. En azından kuramsal olarak denebilir ki, tek partili bir düzende yığınların hoşlanmadığı, fakat uzun erimde onlara yararlı olacak siyasalar yürütmek daha kolaydır. Atatürk düzeni, iki çok partili siyaset girişimi dışında tek partili bir düzendi. Eğer devrim halk arasında hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmışsa, çok partili bir dizgede de gelişmesini sürdürebilir. Bunun için, iktidarda olmasa bile en az bir büyük parti ilkeli bir Atatürkçülüğü savunmalı ve diğer büyük partiler de son çözümlemede Atatürkçü olmalıdır.

Devletçilik deneyimle oluşmuş bir ilkedir.

Türkiye’nin yeni doğan kapitalist sınıfı 1920’lerde hatırı sayılır bir sanayileşme düzeyi yaratamamıştı. Üstelik 1929 dünya bunalımı her yerde büyük sefalete yol açmış bulunuyordu. Devletçilik bu gereksinimlerden doğmuştu. Atatürkçü dönemde ve sonrasında bir sanayi temeli yaratılabilmiştir. Sanayi yaratmanın ve devlete ekonomiyi düzenleme olanağını sağlamanın ötesinde, devletçilik işçilere işletmelerde doğru dürüst barınma, okullar, sağlık hizmetleri, toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyordu. Başka bir deyişle halkçılığın, sosyal devletin gerekleri de karşılanmış oluyordu. 1980’e değin devletçilik yalnız Türkiye’de değil, kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de önemli işlevler gördü. Örneğin Fransa’da Renault otomobil firması yıllardan beri başarılı bir kamu iktisadi kuruluşudur. 1980’lerde kamu işletmelerine karşı dünya çapında bir kampanya açıldı. Sovyetler Birliğinde komünizmin çökmesi bu kampanyayı besledi.
Yalnız eski komünist ülkelerie değil, başka yerlerde de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Türkiye bakımından şu denebilir: Türk kapitalist sınıfı büyük ilerlemeler göstermiş olsa da, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaştığı söylenemez. Demek ki Türkiye’de devletçiliğin bir işlevi olmaya devam edecektir. Dahası kamu işletmeciliğinin verimsiz olduğuna inanmıyorum. Hükümetler, yani siyasal irade isterse, devlet işletmelerini kazançlı yapabilirler. Fakat bunları gereksiz işçilerle doldururlarsa, nitelikli yöneticiler görevlendirilmezse, demek ki, söz konusu hükümetler bu işletmelerin verimli olmasını, hatta yaşamasını istememektedirler. Bugün Tekel bütün ülkeye üç marka rakı sağlayabiliyor, fakat yeterince bira ve kibrit yapamıyorsa, bunun böyle olması istendiği içindir. Bira ve kibrit üretimi özel girişime açılmıştır. Özel kesim işletmelerinin daha çok satış yapabilmesi için devletin bu ürünleri az miktarda üretmesi, kaliteye dikkat etmemesi vb. gerekmektedir.

Başka bir nokta : Kamu işletmeciliğinin günahları konusunda kimi insanlar ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar, bunların istihdam sağladığının da farkındadırlar. Kamuoyu yoklamaları bunu belli ediyor. Böylece özelleştirmeye daha yatkın bir partinin daha az oy alacağı düşünülebilir. Bu da seçmenlerin uç partileri güçlendirecek protesto oyları vermelerine yol açabilir. Bu, herhangi bir çok partili düzen için sağlıksız bir durum olacaktır. En azından Türkiye bakımından, bu ülke Avrupa düzeyinde gelişmişliğe ulaşıncaya değin devletçiliği gündemde tutmak gerekir gibi görünüyor. Topyekûn bir özelleştirme siyasası demokratik bir çok-partili düzenle pek bağdaşmaz gibime geliyor.

Gelelim laiklik ilkesine                                                  :

Bu, dinle devlet işlerinin ayrı tutulması demektir. Hiçbir din, mezhep ya da dinsel küme devlet işlerine karışamaz, devletten ayrıcalıklar isteyemez. Devletin yasa ya da siyasaları herhangi bir din ya da dinsel küme tarafından etkilenemez. Devlet bütün dinsel kümeler karşısında yansız olmalıdır. Öte yandan, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Kural budur, fakat devlet bazen dinsel işlere karışmak durumunda olabilir. Örneğin, dinsel bir küme mensuplarının insan kurban etmesini ya da mensuplarının intihar etmesini isterse devlet müdahale etmelidir. ABD’de Hıristiyan Bilimciler (Christian Scientists) adındaki bir tarikat, inancın bütün hastalıkların üstesinden geleceğine inandığı için her türlü tıbbi yardımı reddetmektedir. Bana göre böyle bir cemaatten bir çocuk apandisit bunalımına girerse ve anne-babası tıbbi yardımı geri çevirirlerse, devlet müdahale ederek çocuğu kurtarmalıdır.

Türkiye’de Sünnilerin dinsel işlerine bakan bir Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü var.
Bu, devletin dine müdahalesidir, fakat gerekli olduğunu düşünüyorum. İki yararı var: Sünni çoğunluğu gözlem altında tutarak, onların arasında laiklik karşıtı hareketlerin çıkmasını önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri kaldırılacak olsa, Sünniliğin içindeki kümeler arasında camileri denetimleri altına almak için bir savaşım başlayacaktır.
Bunu başaramayan küme ya da kümeler kendi camilerini yapmaya zorlanacaklardır. Ulusal servetin büyük bir bölümü yeni camiler yapmaya ayrılacaktır. Oysa şimdi camiler Diyanetin gözetimi altında ve dolayısıyla bütün Sünni kümelere açıktır.

Kimi şeriatçılar laikliği İslamiyete karşı yapılmış bir kötülük olarak görmektedirler.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır. Şeriat, İslamiyeti Orta Çağa bağlayan, 9. Yüzyılda oluşturulmuş bir hukuk dizgesidir, bir zincirdir. Türkiye’de bu zincirin kırılması İslamiyet’e çağcıl (modern) dünyanın, ileri ülkelerinin bir dini olmak fırsatını vermiştir. Çağcıl insanlar için Orta Çağ İslamiyetinin bir çekiciliği pek olamaz. Ayrıca, şeriatın kaldırılması hem Türkiye, hem öbür Müslüman ülkeleri için bir kalkınma ve ilerleme sorunudur.
Şeriat ve yandaşları kadınların kapatılmasını isterler. Bu demektir ki nüfusun yarısı evrensel kalkınma ve ilerleme yarışının dışında tutulacaktır. Tek ayakla yarışmak olanaklı değildir. Kadınları kapatan ülkelerin dünyanın ileri ülkelerinden biri olmak umudu olamaz. Kadınların kapatılması sözkonusu ülkelerin kültür düzeylerinin gerilemesi anlamını taşır, çünkü erkek çocukları dili annelerinden öğrenirler, babalarından değil (ana dili). En önemli kültür aletimiz dilimizdir ve annelerin çocuklara dil öğretmesi
en temel eğitimdir. Annesi yalnızca 500 sözcük kullanabilen bir oğlanın temel eğitimi annesi 1500 sözcük bilen bir anneninkinden çok farklı olacaktır.

Demek ki kadınların kapatılması erkeklerin niteliğini de olumsuz etkileyecektir.

Laikliğin başka bir yararı da devletin bütün dinsel kümeler karşısında yansızlığını gerektirdiği için iç barışın da bir garantisidir. Türkiye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki geleneksel geçimsizlik ancak laiklik siyasalarıyla sonlandırılabilir. Öyle olmayınca, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1995’te İstanbul’da (Gazi olayları) olduğu gibi kanlı kavgalar ya da kırımlara tanık oluruz.

Türkiye’de kimileri, ki ne yazık ki aralarında devlet adamları da vardır, “devlet laik olabilir, bir kişi (örneğin bir Müslüman) laik olamaz” görüşündedirler. Bu görüşe katılmıyorum. Laikliği kabul eden bir kişi, laik bir insandır. Böyle bir kişi, dinli, hatta dindar da olabilir (Müslüman, Hıristiyan vb.). Devrim sayesinde Türkiye’de pek çok laik Müslümanlar, yani laikliği benimsemiş insan var. Birçokları da dinsel vecibelerini tam olarak yerine getirmektedirler. Aydınlanma yayıldıkça, laik Müslüman sayısının daha da artması beklenebilir.

İslamiyet dünyanın pek çok köşesine yayılmış bir dindir. Öbür büyük dinler gibi İslamiyet’in birçok mezhep, tarikat, anlayış içermesi beklenebilecek bir durumdur.
Hepsi de Müslümandırlar ama farklıdırlar da. Öyle olmasa ayrı kümeler olmazlardı. İslamiyette barış ve kardeşlik olması için başka kümelere saygı gerekir. Laik İslamiyet bugün bu kümelerden biridir. Öbür kümelerin laik İslamiyete saygı göstermeleri,
laik Müslümanların da onlara saygı göstermeleri gerekir.

5. Atatürk Devrimi’nin Zorunluluğu                                      :

Zaman zaman kimi gözlemcilerin Atatürk Devrimi’nin, kendisini felaketten kurtarmış muzaffer bir önderin isteksiz bir halka uyguladığı bir çeşit kişisel program olduğu görüşlerine rastlanıyor. Oysa böyle olsaydı Atatürk’ün ölümünden sonra Devrim uzun sürmezdi. Kısa zamanda son bulur ve Türkiye eski yoluna dönerdi. Oysa ölümünden bu yana 75 yıl oldu ve 1950’lerden sonra esaslı biçimde yavaşlatıldıysa da, Devrimin yapısı birçok bakımdan olduğu gibi duruyor. Böylece zorunlu olarak Devrimin bir diktatörün keyfi uygulaması olmayıp nesnel bir zorunluluk olduğu sonucuna varmamız gerekiyor.

Şimdi bu zorunluluğun ne olduğuna bakalım.

Türkler, Osmanlı Devleti çerçevesinde “Viyana kapılarına değin” Güneydoğu Avrupa’yı fethetmeyi başardılar. 1699 Karlofça antlaşmasıyla birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’dan çekilme süreci başladı. Ardı ardına gelen askeri yenilgilerin sonucu,
200 yıl sürdü. Balkan ulusçuluğu, başından itibaren son zamanlarda “etnik temizlik” denen siyasası uyguladığı için süreç Türkler için çok acıklı olmuştu. Çünkü Balkanlar
öz yurtlarıydı. Bütün bu sınav boyunca Türklerin bir tesellisi vardı: Son kertede, yüzlerce yıl önce yurtları olan Anadolu’ya yerleşip şerefli bir yaşam sürdürebilirlerdi. I. Dünya Savaşı arefesinde Osmanlı Devletinin hala Rumeli’de küçük bir ülke parçası vardı: Edirne dahil, doğu Trakya.

I. Dünya Savaşı Osmanlılar için yeni bir felaket oldu. Sevr’de Osmanlının 1920’de imzalamak zorunda kaldığı barış antlaşması bütün Türkler için dev boyutta bir travmaydı. Anladılar ki, nasıl Rumeli’den çıkarıldılarsa, şimdi de Anadolu’dan çıkarılıyorlardı. Osmanlı Doğu Trakya’yı, Ege Bölgesinin kuzeyini Yunanistan’a Kuzeydoğu Anadolu’yu Ermenistan’a verecekti. Bu bölgelerin etnik yapısını belirlemek söz konusu değildi. Yapılan düzenleme tümüyle “tarihsel hak” esasına dayanıyordu. Bin yıl önce buralarda Türk yoktu, bu yüzden muzaffer devletler o sıradaki etnik yapı ne olursa olsun,
buraları Yunanistan ve Ermenistan’a vermekte hiçbir tereddüt duymuyorlardı.
Sözümona devamına izin verilen gölge Osmanlı Devleti de maliyesi ve ordusu olmayan kurbanlık bir koyun durumuna getirilmişti. Böylece Türkler Anadolu’dan çıkarılıyor
ya da bir çeşit köleliğe mahkum ediliyorlardı. Birçok Türkler için apaçık ortadaydı ki,
süreç Sevr ile durmayacak ve Rumeli’de olduğu gibi kaçınılmaz sona doğru gidecekti.

Kurtuluş Savaşı sayesinde bu büyük felaket önlendi ve Lozan Antlaşması Sevr’in yerine geldi. Fakat ortaya çıkmıştı ki Lozan’ı sürekli kılmak için Türk toplumunun geri toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşullarının kökten, devrimci bir değişime uğraması gerekiyordu. Türkler Ortaçağdan çıkıp çağcıllaşmak zorundaydılar. İşte Atatürk Devrimi bunu gerçekleştirmek amacıyla yapıldı. Devrimin uzun zaman sürmüş olmasının nedeni de budur. Devrim yapılmasaydı Sevr Antlaşması ya da bir benzerinin ilk fırsatta yeniden bize dayatılması çok olasıydı. Devrimin amacı Türklere Avrupalılarınki kadar eğitim ve kültür vermek, onları Avrupalılar kadar üretken kılmak, başka deyişle Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi düzeyine yükselmekti.

6. Kısmi Karşıdevrim                                           :

Türkiye’de Atatürkçülüğün bugünkü durumunu anlayabilmek için 1950 Kısmi Karşıdevrimini açıklamak gerekiyor. Atatürk’ün zamanında bile Cumhuriyet Halk Partisinde karşıdevrimci unsurlar vardı. Dediğim gibi, sözkonusu karşıdevrim kısmiydi. Herhalde Atatürk’ün yandaşları arasında tam bir karşıdevrim isteyen hiç yoktu.
Sevr travması bu derece bir gericiliğe engeldi. Tutucuların istedikleri, Devrimin başlıca kazanımlarını muhafaza ederken Devrimi dondurmak ya da yavaşlatmaktı. II. Dünya Savaşının sonu bekledikleri fırsatı verdi. Savaşa katılmamanın sonucu olan Türkiye’nin yalnızlığı, Atatürk’ün ardılı olan İsmet İnönü’yü çok partili dizgeyi benimsemeye götürdü. Ama muhalefet partisinin Atatürk Devrimini sorgulamaması için CHP içindeki rakiplerini kısmen zorlayarak, kısmen ikna ederek Demokrat Partiyi kurdurdu.
Bu kişiler çoğunlukla sağcı, tutucu kimselerdi.

Bu sağcılık iki gelişmeyle pekişti. Sovyet Rusya’nın 1945’te 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshetmesi ve Boğazlarda denetim kurma ve Doğu Anadolu’da toprak kazanma girişimi şiddetle sol düşmanı, McCarthy’ci bir hareket için bahane oldu. İnönü sosyalist parti ve yayınları yasaklayarak bu hareketi güçlendirmiş oldu. Sağa doğru bu savrulma CHP’yi de etkiledi. Başarılı Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ki ünlü Köy Enstitülerinin ileri gelen mimarlarındandı, görevine devam ettirilmedi (1946). Yerine gelen bakan bu mucize kurumları bozmaya girişti. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu yönelişler genel bir harekete dönüştü. 1951’de kültür ve toplumsal yardım merkezleri olan Halkevleri (478 tanesi) ve daha küçük ölçekli Halkodaları (4322 tane) kapatıldılar. 1954’te Köy Enstitüleri aynı yazgıyı paylaştı.

Devrimin aydınlanma programı rafa kaldırılmış, karanlık bir dönem başlamıştı.
Bütünsel kalkınma modeli bu gelişmeyle ağır darbeler yedi.

Atatürk Devrimi donduruldu. Bunu gizlemek için tören Atatürkçülüğü büyük önem kazandı. Devrimin yıldönümleri gittikçe artan bir heyecanla kutlanır oldu. Atatürk’ün resim ve büstleri kamusal alanları doldurdu. Nasıl olduysa, CHP Atatürk Devrimine dönüşü isteyen bir muhalefet yürütemedi ya da bunu istemedi. Çok kez hayli sert olan muhalefeti daha çok siyasal özgürlük talebinde yoğunlaştı. Siyasal dizgeye yeni bir anayasa ve büyük ölçüde bir özgürlük getiren 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, aydınlar Atatürkçülükten çok sosyalizm ve sosyal demokrasiyle ilgilenmeye başladılar. Fakat Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi, Türkiye’de köktendinciliğin çoğalması, Atatürkçülüğe yöneltilen sert eleştiriler yukarıda sözünü ettiğim Atatürkçülüğün yeniden doğmasına yol açtı. (1998)

Dipnotları:

1. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları);
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi V: Bugünkü Türkiye, 1980-1995 (İstanbul, Cem Yayınevi).

2. Sina Akşin, Düşünce Tarihi, Bugünkü Türkiye, 1980-1995, s. 267-273.
3. 25 Ağustos 1924, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler
(İstanbul, Devlet Kitapları, 1986) s.82.

4. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.,1980).
5. Daha 1960’ta Bedia Akarsu Atatürk Devrimini Türk Aydınlanması diye tanımlamıştı. “Atatürk ve Aydınlanma”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İstanbuli İnkılap Kitapevi,1995) s. 93-97. Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İstanbul, Eczacıbaşı Y.,1983).
6. Uluğ İğdemir, Atatürk and the Anzacs (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.).
7. 16 Mart 1923, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. 
8. Cumhuriyetin 10. yıldönümü söylevi (1933).
9. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara, Türk Tarih Kurumu y,1988).

* Yazar tarafından İngilizceden çevrilmiştir: Sina Akşin,

The Nature of the Kemalist Revolution”, The Turkish Republic at Seventy – Five Years (D. Shankland, ed., Huntingdon, The Eothen Press, 1999).

Prof.Dr. Sina AKŞİN
ADD Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
11.2.13, http://www.add.org.tr/ataturk-devrimi-ataturkculuk-nedir-*.html