Etiket arşivi: Halkodaları

Cumhuriyetin 100 Yaşında, Yaşa Mustafa Kemal Paşa!

Dostlar,

Bu gün, ADD web TV’de (Youtube ortamında yayın yapan), ADD Bilim Kurulu Başkanı Sn. Prof. Dr. D. Ali ERCAN ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşimizin başlığı ya da konusu,

Cumhuriyetin 100 Yaşında; Yaşa Mustafa Kemal Paşa!

idi.. 1 saat 12 dakika süreyle Prof. Ercan ile karşılıklı söyleşimizde;

Mustafa Kemal Paşa‘nın Türkiye Cumhuriyeti’ni hangi olağanüstü zor koşullarda kurduğunu,
– 15 yıl gibi çok kısa sürede inanılmaz Devrimleri nasıl bir azim ve kararlılıkla yaşama geçirdiğini
– Osmanlı’dan devralınan enkazı, örneğin belimizi büken borçları (ödenmesi 1954’te bitti!)
– Devrimleri kurumlaştırmak için atılan somut adımları : Halkevleri, Halkodaları, THK, TDK, TTK, MTA, Köy Enstitüleri, Etibank, İş Bankası, Ankara Hukuk Mektebi, İstanbul Üniversitesi, Şeker Fabrikaları, Osmanlı’nın sattığı 4 bin km Demiryollarının millileştirilip devletleştirilmesini ve kol gücüyle binlerce km eklenmesini, 15 yılda ortalama %6,6 ekonomik büyümeyi, dışarıdan hiç borç alınmamasını, bütçe denkliğini, güzel sanatlara ve ulusal eğitime yapılan yatırımları, dünyanın Türk devrimini örnek almasını…..

  • Günümüzdeki Cumhuriyet karşıtı siyasal kadroların ülkeyi sürüklediği ağır bunalımı
  • Bu kuşatmadan nasıl çıkılabileceğini..
  • Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk seçimde AKP ayracını (parantezini) kapatarak çağdaş uygarlık yolunda sonsuza de ilerleyeceğini, şan – şeref – onurla – başı dik yaşatılacağını.. konuştuk..

Cumhuriyetin 100 Yaşında; Yaşa Mustafa Kemal Paşa!

diye bağladık.

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereklerinin yapılmasını diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 10 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

24 KASIM “ÖĞRETMENLER GÜNÜ” KUTLU OLSUN

BAŞ ÖĞRETMENİMİZ BÜYÜK ATATÜRK’ÜN VE ONUN BİLİM YOLUNDAN ASLA ŞAŞMAYAN – VATANSEVER ÖĞRETMENLERİNİN 24 KASIM “ÖĞRETMENLER GÜNÜ” KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
Milli Bilinç Sahibi Vatansever Dostlar,

Bir çocuğa, anne – baba ve yakın büyükleri  (büyükbabalar – büyükanneler – teyzeler – dayılar – halalar, amcalar vs…)  tarafından verilecek olan ilk eğitim ve terbiyeden hemen sonra, o çocuğun karakterini biçimlendirecek olan; ona en doğru yolu gösterecek yararlı bilgileri, düşünceleri, ilkeleri ve yaşamı boyunca unutamayacağı güzel öğütleri verecek olan kişiler, elbette onun öğretmenleri olacaktır.

Bunun içindir ki, bir ulusun geleceği olan çocukların  ve gençlerin milli ve doğru eğitilmeleri, o millet için yaşamsal derecede büyük önem taşır.

Şöyle ki;  her çocuğa “ulusunu,  vatanını, Türk Büyüklerini  – Atalarını tanıtacak, saydıracak  ve sevdirecek olan; her çocuğun aklını çalıştırması, düşünmesi, araştırması – okuması, sorgulaması, salt gerçekleri öğrenmesi ve bu gerçekleri cesurca dile getirmesi için teşvik edecek olan; her çocuğun dilini, dinini, tarihini ve kültürünü çok iyi bilmesini  ve bunları titizlikle korumasını,  böylece her çocuğun ailesine – çevresine ve vatanına faydalı bireyler olmalarını  sağlayacak olan kişiler elbette öğretmenler olacaktır.

Bu vesileyle Baş Öğretmenimiz Büyük Atatürk’ün “Eğitim ve Öğretim ile ilgili yol gösterici  – son derece değerli sözlerine dikkat çekmek isterim:

  • EĞİTİM, bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatan veya bir milleti esaret ve sefalete terk eden terbiyedir.” 

(Unutmayalım ki Osmanlı devrinde Türk çocuklarına ve gençlerine dayatılan sözde eğitim, Türk Milletini maalesef tutsaklığa ve sefalete terk etmiştir: Çünkü bu eğitim, Türklere tümüyle yabancı bir dil ezberleriyle – Arapçayla – körpe beyinleri uyuşturan – körelten, düşünmeyi – sorgulamayı yasaklayan, yalnızca padişahlara, devşirme yöneticilere ve ne söylediğini kendi bile anlamayan, çocuklara şiddet ve korku salmayı marifet sayan molla kılıklı hocalara biat etmeyi öğretmekten öteye gidememiştir! Hele Türk kız çocukları,  okumak – aydınlanmak, toplumda yararlı meslekleri yürütmek hakkından tümden yoksun bırakılmışlardır! Kanımca Koskoca Osmanlı İmparatorluğunu zamanla çökmeye götüren en baş sorun da, işte bu Arap diline, yasakçı geleneğine ve biat kültürüne dayanan kara zihniyet olmuştur… )

  • “Bir millet, irfan / bilim ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan / bilim ordusuna bağlıdır.”
  • Milli Eğitim Işığının, memleketin en derin – ücra köşelerine kadar ulaşmasına ve yayılmasına özellikle dikkat ediyoruz.”
  • Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak Milli Eğitimle olur ve bu eğitimin sosyal hayatımızın ihtiyaçlarına ve çağın gereklerine uygun olması gerekir.”
  • HÜKÜMETİN EN VERİMLİ VE EN ÖNEMLİ GÖREVİ, MİLLİ EĞİTİMLE İLGİLİ İŞLERİDİR.”
  • “MİLLİ  EĞİTİMİN GAYESİ, YANLIZ HÜKÜMETE MEMUR YETİŞTİRMEK DEĞİLDİR, DAHA ÇOK
  • MEMLEKETE AHLÂKLI, KARAKTERLİ, CUMHURİYETÇİ, DEVRİMCİ, OLUMLU, ATILGAN, BAŞLADIĞI İŞLERİ BAŞARABİLECEK KABİLİYETTE, DÜRÜST, DÜŞÜNCELİ, İRADELİ, HAYATTA KARŞILAŞACAĞI ENGELLERİ AŞMAYA KUDRETLİ, KARAKTER SAHİP GÜÇLÜ GENÇLER YETİŞTİRMEKTİR.  BUNU İÇİN,  ÖĞRETİM PROGRAMLARI VE SİSTEMLERİ BU GAYEYE GÖRE DÜZENLENMELDİR.”  
  • “OKUL GENÇ BEYİNLERE, İNSANLIĞA HÜRMETİ, MİLLETE VE VATANA SEVGİYİ, ŞEREFİ, BAĞIMSIZLIĞI ÖĞRETİR.  BAĞIMSZIK TEHLİKEYE DÜŞTÜĞÜ ZAMAN, ONU KURTARMAK İÇİN TAKİP EDİLMESİ GEREKEN GÜVENLİ YOLU BELLETİR…”
  • “ÖĞRETMENLER, ORDULARIMIZIN KAZANDIĞI ZAFER, SİZLER VE SİZİN EĞİTİM ORDULARINIZ İÇİN YANLIZ ZEMİN HAZIRLADI…  ÖĞRETMENLER, GERÇEK ZAFERİ SİZLER KAZANACAK VE DEVAM ETTİRECEKSİNİZ VE MUTLAKA BAŞARILI OLACAKSINIZ. BEN VE ARKADAŞLARIM DA SARSILMAZ BİR İMANLA, SİZLERİ TAKİP EDECEĞİZ VE SİZİN KARŞILAŞACAĞINIZ ENGELLERİ ORTADAN KALDIRACAĞIZ.” 

    MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

(Kaynak: ATATÜRKÇÜLÜK: ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞ VE DİREKTİFLERİ, CİLT 1, Milli Eğitim Bakanlığı  Yayınları – Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 2001, s. 291 – 305.)

Çok üzülerek ifade etmek isterim ki, Büyük Atatürk‘ün rehber niteliğinde – bizler için yaşam kurtarıcı – bu değerli sözleri ve vasiyeti 1938 sonrası maalesef dikkate alınmamıştır; hatta daha da vahimi, Milli Eğitimimiz, ABD’nin istemiyle kurulan, başında Amerikan Elçisinin bulunduğu, dört Türk, dört Amerikalı üyeden oluşan “EĞİTİM KOMİSYONU’NUN” ellerine terk edilerek, “MİLLİ olmaktan” çıkarılmıştır! Bir başka deyişle Büyük Atatürk’ün büyük bir duyarlıkla önem verdiği ve öngördüğü, “Türk Milletinin tam bağımsız, aydınlık, refah ve güvenli geleceğinin temel güvencesi” olan Milli  Eğitim Sistemimize son verilmiştir.  

Böylece Binlerce Yıllık Köklü Türk Tarihimiz başta olmak üzere Türk  Milleti için yararlı ve mutlaka gerekli olan tüm dersler ve kitaplar tahribata uğratılmış, üniversiteler özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmeye başlamış, ülke çapında aydınlanma seferberliğinin ışıkları olan Köy Enstitüleri, Halk Evleri ve Halk Odaları bir bir kapatılmışlardır!

Bu öğretmenler gününde, tüm öğretmenlerin bu yaşamsal hususları yeniden anımsamaları, öğrencilerine de anımsatmaları ve

  • “Tek Kurtuluş Reçetemiz  Olan Büyük Atatürk’ün Rehberliğinden – Aydınlık Yolundan 

ayrılmamaları  dileğiyle…

Saygılarımla…
================================
Saygın okurumuz ve sitemiz yazarlarından Güzide Filiz Tuzcu hanımefendinin bu önemli yazısını yayınlamakta geciktiğimiz için özür dileriz.. (A. Saltık)

‘Madame Bütçe Açığı!’

‘Madame Bütçe Açığı!’

Özgen Acar
Cumhuriyet, 19.6.18
(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Fransa tarihinde önemli iz bırakmış olan “Madame Deficit (Madam Bütçe Açığı)” Marie Antoinette kimdir?

Avusturya Kraliçesi Maria Teresa’nın, 1770’te, Viyana Sarayı’ndan Fransa Sarayı’na, henüz “14 yaşında” iken “gelin” gönderdiği Kraliçe Antoinette’in, Katoliklerin “Büyük Ölüler Günü” 2 Kasım 1755’te doğduğu için tam adı Marie Antoina Josepha Joanna idi… 
16 yaşındaki Fransız Kralı 16. Louis ile evlenince, adı Marie Antoinette oldu. Halkın “ekmek sıkıntısı” anımsatıldığında, “Qu’ils mangent de la brioche (Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!)” tepkisi ile, adı yalnız Fransa’nın değil tüm dünya tarihine geçti. 
“La brioche” sözcüğü Türkçeye “pasta” olarak hatalı çevrildi. “Brioche” bolca yumurta ve tereyağı kullanılarak yapılan, zengin işi bir tür “kektir!” 
Ülkeyi iktisadi bunalımına sürükleyen Kral 16. Louis, Fransız Devrimi’nde” 21 Ocak 1793’te giyotinle öldürüldü. 16 Ekim 1793’te idam edilen Kraliçe Marie Antoinette’ten geriye “birkaç keten iç gömleği, korse, iç çamaşırı, iki çift siyah çorap, keten bir başlık, birkaç patiska mendil ve çorap lastikleri ile bir kutu pudra, büyük ince bir sünger, küçük bir kutu pomat” kaldı!
***
Maliye Bakanlığı, 2018’in ilk beş ayındaki “bütçe açığını” 20.5 milyar lira olarak dün açıkladı. 
Yine dün Türkiye İstatistik Kurumu, bu yılın ilk dört ayında 15 yaşından yukarı işsiz sayısının 3 milyon 210 bin kişi olduğunu duyurdu. 
(Dünya Futbol Kupası’nda 2002’de 3. olan Türk Ulusal Takımı, futbolcu AKP Reisi iktidara geldikten sonra elenerek 4 kupaya katılamadı. Ama 330 bin nüfuslu İzlanda kupada, Messi’li Arjantin karşısında tarih yazdı. Demek ki Türkiye’de, 10 İzlanda nüfusu kadar “işsiz” var!) 
CHP’nin hazırladığı, OHAL’in yarattığı iktisadi bunalım raporunda, “OHAL, milletin sofrasındaki her 5 ekmekten birini yuttu” deniliyor… Marie Antoniette’in ekonomik sıkıntı tepkisinin bir benzeri AKP Reisi’nden geldi! 
Hatay’da “Millet kıraathanesi de kuracağız! Kitaplar, çay, kahvelerden, ‘keklerden’ gençlerimiz ücretsiz bir şekilde faydalanacak!” dedi. 
Kayseri’de “Millet Kıraathanesi’ndeki ‘kekler’, ücretsiz olacak. Gençlerimiz ‘kekini’ alacak, çayını, kahvesini alacak, interneti olacak. Oturup dersini çalışacak!” diye yineledi!
***
“Kıraathane (okumaevi) olayını gençler bilmez… 2. Dünya Savaşı yıllarında, gazeteler İstanbul dışında basılmadığı için öteki kentlerde, “gazete müvezzileri” öğleden sonra, sokaklarda, “Gazeteler geldi… Taze havadisler geldi!” diye bağırarak satış yaparlardı. 
Erkeklerin gittikleri “kahvehanelerin” sahipleri çeşitli gazeteler alarak, masaların üzerine dağıtırlardı. Emekliler ve işten yeni çıkanlar da kahvehanelere gittiklerinde, bu ücretsiz gazeteleri okudukları için, buralara “kıraathane (okuma evi)” denilirdi. 
Saat 19.00 oldu mu, kahvehanedeki radyo açılarak “ajans (haber)” dinlenir, Hitler ne yapmış, Churchill en son ne yapmış öğrenilirdi… Çünkü pahalı oldukları için “lüks” sayılan radyolar evlerde bulunmazdı. 
Babam İzmir -Eşrefpaşa’da PTT Müdürü idi. Eve 3 gazete alırdı ve annemin ördüğü danteleyle üzeri örtülmüş küçük bir radyomuz, duvarda asılı dururdu. Komşu erkekler “kıraathane (okuma evi)” denilen bu yerlere gittikleri için, bazı kadınlar da akşam olunca bizim eve “ajans” dinlemeye gelirlerdi. 
Karataş Ortaokulu’nda öğrenci iken arkadaşlarla Halkevine” gider, tiyatro ve öteki etkinlikleri izlerdik. Yalnız gençler değil, aileler de 1932’de Atatürk’ün  kurduğu  halkevlerinin”  etkinliklerinden yararlanırlardı. Ayrıca kimi semtlerde, daha küçük Halkodaları” vardı. Aileler geceleri bu odalardaki konserleri, tiyatroları izlerlerdi. Örneğin Kadifekale yolu üzerindeki “halk odasında” Gönül Yazar ve eşi Necdet Yazar’ın konserleri çocukluğumun anıları arasındadır. Ne yazık ki bunlar DP döneminde kapatıldılar!
***
Marie Antoinette’in işsizlere, “ekmek” yerine “kek” önermesi gibi AKP Reisi de günümüzde “iş bulmak” yerine “kek” vaat ediyor! Bununla da yetinmiyor seçimler için bol vaatlerde bulunuyor. 
Aylardır “bedelli askerliğe” hayır demesine karşılık, desteğinin azaldığını görünce, seçime 10 gün kala “Bedelli gündemimizde var!” dedi. Böylece “bedelli” vaadiyle bazı gençlere ve ailelerine eşeğe uzatılan havuç gibi bir başka “kek” önerdi!
====================================
Dostlar,

Çıplak ayaklı – yoksullaştırılmış Fransız köylüsü ile Fransız aristokrasisinin dışladığı yeni yetme merkantilizm zengini Fransız burjuvazisinin tarihte örneği görülmeyen, hiç ama hiç hesapta olmayan, şaşılası ittifakı ile başlattıkları ayaklanma, 1789’da eşşsiz Fransız Devrimi ile sonuçlanmıştı..

Bastille zindanlarına tıkılan binlerce Kraliyet karşıtı, çılgın halk yığınlarınca bu zindanlar basılarak salıverilmişti..

Champs Elysees Boulevard’ı boyunca Kraliyet Sarayı’na yürüyen çıldırmış isyancı onbinlerin kulakları sağır eden çığlıkları – uğultuları Kraliçe Antoinette’nin kulaklarına erişmişti çoook geç de olsa.. Dadıya korku içinde sorulan soru :

  • “Kuzum bunlar ne istiyor??!” olmuştu.

Dadının yanıtı dillere pelesenk olmuştur :

  • Açlarmış efendim..
  • Kraliçe : Eee “pasta” yesinler ekmek bulamıyorlarsa…

İşte böyle yaşamın gerçeklerinden – halkın dertlerinden kopar ve ağır bir şizofrenik tablo içinde kendi kurguladığınız sanal bir aleme hastalıklı biçimde saplanırsanız; tarih o zaman tekerrür eder.. Yani tarihten ders al(a)mayanlar = aptallar için yinelenir; hükmünü yürütür..

Not : Fransız – Amerikan – Çin – Rus devrimleri tarihin en kanlı devrimlerdir ve her biri yüzbinlerce ölüme neden olmuştur. Oysa Mustafa Kemal ATATÜRK öncülüğünde Türk Devrimi yeryüzünün en kansız – eli temiz devrimlerindendir. İstiklal Mahkemeleri 2500 dolayında idam kararı verirken, ihanete düşen Osmanlı hanedanı yalnızca sürgün edilmiştir..

Sevgi ve saygı ile. 20 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

 

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

Tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin’den çok çğretici bir derlemeyi sunmak istiyoruz.
Yakın tarihin özlü bir irdelemesi.. Lütfen okuyalım ve oktalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

sina aksin

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?*

 

1. Atatürkçülüğün Yeniden Doğması                                  :

Türkiye’ye gelen yabancılar çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ün her yerde görünür olmasına şaşmaktadırlar. Her yerde O’nun heykelleri, büstleri, resimlerine rastlamaktadırlar. Sanırım bunu çoğunlukla bir kişi yüceltmesi olarak görüp olumsuz yönde yorumlamaktadırlar. Atatürk’ün böyle her yerde olmasının açıklaması şudur: O, Türk devrimini temsil eden kişidir. Çoğu devrimler birçok kişilerin yapıtıdır. Fransız Devrimi bir kişiyle özdeşleştirilemez. Sovyet Devriminde Lenin’in ağırlığını görüyoruz, fakat iktidar olduktan sonra
Devrimi ancak 7 yıl yönlendirilebildi. Stalin olmadan Sovyet Devrimi anlaşılamaz.
Belki Mao Zedong’un Çin Devrimindeki rolü Atatürk’ünkine benzetilebilir.
27 yıl Çin’i yönetti. Ne var ki ardılları onu neredeyse yadsımışlardır. Bir de değişik komünist önderlerin “tamamlayıcıları” sorunu var. Mao deyince Stalin, Lenin ve Marx’ın rol ve tamamlayıcılıkları görmezlikten gelinemez. Atatürk deyince böyle tamamlayıcı kişiler akla gelmiyor. Atatürk bağımsızlık mücadelesinin muzaffer önderidir, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, Türk Devriminin önderdir. Buna dört başı mamur bir başarı öyküsü diyebiliriz. Onun içindir ki kişiliği Cumhuriyetin ve Devrimin simgesidir. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik düsturu Fransız Devrimi için neyi temsil ediyorsa,
Türk Devrimi için Atatürk onu temsil ediyor, onun simgesidir. Türk devriminden yana olup da Atatürk’e karşı olamazsınız. Fakat Fransız Devriminden yana olup,
diyelim Robespierre, Rousseau, Danton ya da Voltaire’e karşı olabilirsiniz.

Atatürk’ün ölümünden sonra nice onyıllar, Türklerin büyük çoğunluğu O’na katıksız bir sevgi ve hayranlık beslemişlerdir. Açıktır ki böyle bir düşünce ortamı Atatürkçülüğün eleştirel bir değerlendirmesine uygun değildi. Atatürkçülük hayli yüzeysel biçimde daha sonra Anayasa’ya da giren resmi Altıokla (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) açıklanıyordu. Bu ilkelerin genellikle derinlemesine çözümlenmediği söylenebilir. İslam köktendincileri arasında Atatürk’e yönelik eleştiri, hatta nefret vardı, ama 1945’e değin bastırıldılar. Bu bastırma işi 1945’ten sonra da sürdü, ama çok daha gevşek olarak. Buna rağmen genellikle sıradışı, bir çeşit anormallik olarak değerlendiriliyordu. 1972’de dinci Milli Selamet Partisinin (MSP) kurulması ve 1973 seçimlerinde %12 oy almasıyla işler ciddileşti. Dinci parti ve ardıllarının desteği yıllar geçtikçe artacaktı. Hatta 12 Eylül 1980 darbesini yapan askeri cunta, bir yandan “Türk-İslam sentezi” diye gerici resmi bir ideoloji yaratmaya kalkışırken, Atatürkçüler dahil sola karşı sert bir bastırma siyaseti uygulayacaktı.
İşin tuhafı, bu siyaset güya Atatürkçülük adına yapıldı. (1)

1983’te çok partili siyasete dönülmesiyle birlikte, sol aydınlar cuntayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiri aynı zamanda cuntanın sözümona Atatürkçülüğüne de yöneliyordu. Bunlar kendilerini “sivil toplumcu” diye tanımlayan bir kesimdi. Aralarında kimileri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yıkılarak “ikinci cumhuriyetin” kurulmasını savunuyorlardı. Çok kez şiddetli olabilen bu Atatürkçülüğe yönelik eleştiriler İslamcıları, Atatürkçülük hakkındaki olumsuz görüşleriyle ortaya çıkmaya özendirdi. Böylece Atatürkçülüğün laik eleştirmenleriyle kimi İslamcılar arasında garip bir ittifak oluştu.(2)

Bütün bunlar, Atatürkçülük karşıtlarının görüşlerinin nasıl çürütülebileceğini düşünmek zorunda kalan Atatürkçüler için acı bir durumdu. Denilebilir ki, Atatürkçülük karşıtı eleştiriler Atatürkçülüğün daha iyi anlaşılması sürecini hızlandırmıştır. Hızlandırmıştır diyorum, çünkü genellikle toplumsal olayların zaman geçtikçe daha iyi yorumlanması ve anlaşılması doğaldır. Rönesans ve Aydınlanma gibi hareketler bir zaman sonra adlandırılır ve daha iyi anlaşılır. Türkiye Atatürkçülüğü 1919’dan 1938’de Atatürk’ün ölümüne, sonra da 1950’ye değin yaşadı. Bugün Türkiye Atatürkçülüğü daha iyi anlıyor ve bu anlayış Atatürkçülüğün yeniden doğmasına (rönesansına) yol açmıştır.

2. Atatürkçülüğün Felsefi Niteliği                                     :

Atatürkçülük bir aydınlanma hareketidir.
Tek bir örnek vermek gerekirse Atatürk öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmelerini istemektedir (3). Böylece Atatürk şair Tevfik Fikret’in bir şiirinde kendini tanımlamak için söylemiş olduğu ünlü sözünü benimsemiş oluyordu.
Suat Sinanoğlu Atatürkçülüğün felsefi görünümünü “zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tanımlıyor (4). Felsefe profesörleri Bedia Akarsu ve Macit Gökberk de Atatürkçülüğü
bir aydınlanma hareketi olarak betimlemişlerdir (5).

Atatürk hümanisttir. Bağımsızlık savaşının en tehlikeli anlarında bile cihat ilan etmedi. 1922’de tutsak düşen Yunan komutanı Trikupis’le nazik görüşmesi, önüne serilen
Yunan bayrağına basmayı reddetmesi, 1934’te Anzak ölüleri için söylediği sözler (6) hümanizminin kanıtıdır. Bir seferinde anayurdu savunmak için yapılmayan savaşı cinayet olarak betimlemiştir (7). Avrupa’nın çoğu yerlerinde bütüncül (totaliter) ve ırkçı diktatörlükler muzaffer olurken ve birçok Türkler bunların çekiciliğine kapılmışken Atatürk sıkı durdu. Yahudi ya da muhalif oldukları için Hitler düzenince 1933’te üniversitelerinden kovulan 142 Alman bilim adamını Türkiye’ye çağırıp
onları yüksek eğitim kurumlarında çalıştırması bu yönde anlamlı bir göstergedir.

3. Bir Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük                             :

Atatürkçü kalkınma modeli “bütünsel kalkınma” olarak açıklanabilir. Bu topyekûn kalkınma demektir. Batının makine, alet, fabrikalarını edinmek yetmez. Bu teknolojinin gerisinde Batının bilimi vardır. Onu da benimsemek durumundayız. Yoksa benimsediğimiz teknoloji elimizde iğreti ve yapay duracaktır. Fakat bilimin üst katmanları felsefenin alanına girmektedir. Onun için Batı felsefesini ve onun bir parçası olduğu insan bilimlerini de benimsememiz gerekmektedir. Tabii sosyal bilimlerin bilimin onsuz olmaz bir parçası olduğunu da unutmayacağız. Öte yandan felsefenin sanat ve genel olarak kültürle yakın ilişkisini gözardı etmemeliyiz. Böylece teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bunların gelişmesi için, düşünce özgürlüğü gereklidir. Bilim, kültür ve sanata ve bu işlerle uğraşan insanlara saygı ve değerbilirlik önemli bir gereksinimdir. Bu insanlar toplumsal, siyasal, dinsel dogmaların baskısı altında olmamalıdır. Atatürkçülüğün bütünsel kalkınma modelinde, bir üniversitenin kurulması, bir demiryolunun yapımı denli önemlidir; bir konservatuarın açılması, bir fabrikanın yapılması denli önemlidir.

Bütünsel kalkınma modelini anlamak için karşıtı olan maddi kalkınma modeliyle karşılaştırabiliriz. Bu modelin en iyi örneklerinden biri petrol zengini şeyhliklerdir.
Bu ülkeler en son teknolojiyi edinebilecek durumdadırlar. En modern otomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyunu arıtabiliyorlar, çölde tarım yapabiliyorlar. Buna karşın bunlar en son teknolojinin ürünlerinden yararlanırken, toplumsal ve kültürel koşullarıyla aşağı yukarı 9. yüzyılda yaşıyorlar. Türkiye’de 1950’den sonra bütünsel kalkınma modeli bir ölçüde terk edilerek maddi kalkınma modeline bir kayma olmuştur. Böylece yol, baraj, fabrika yapımı ön düzleme geldi ve toplumsal, kültürel kalkınma
ikincil duruma düştü.

4. Atatürkçülüğün İdeolojik Programı                                          :

Bu, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ilan etmiş olduğu “6 ilke” ya da “6 Ok” tur. İlk ilke Cumhuriyetçiliktir. Atatürkçülüğü eleştirenler, demokrasi ilkesinin yokluğuna dikkat çekmişlerdir. Hatta kimilerine göre cumhuriyetçilik, birçok diktacı, hatta bütüncül (totaliter) cumhuriyetler varken, anlamlı bir ilke değildir. Bu, tabii anlaşılır bir görüştür ama Atatürk’e uygulanamaz. 1929’da Afet İnan’ın yardımıyla bir Yurttaşlık Bilgisi ders kitabı yazdı. Kitap Afet İnan’ın imzasıyla yayımlandı. İnan, 1969’da kitabın yeni basımını yaptığında, kitabın büyük ölçüde Atatürk tarafından yazılmış olduğunu açıkladı ve O’nun el yazısıyla yazılmış sayfaların fotokopilerini yayımladı. Siyasal düzenlerle ilgili bölümler bunlar arasındaydı. O’na göre demokrasi en iyi düzendi. Demokrasilerden cumhuriyet türü meşrutiyet türünden daha mükemmeldi.

Yalnızca Atatürk’ün kuramsal görüşü değildi sözkonusu olan. O sıra birçok Avrupa ülkeleri şu ya da bu türden bütüncül diktatörlüğe doğru giderken Atatürkçü düzen görece demokratikti. Bir ülke düzeninin demokrasi derecesi onu çağdaş diğer düzenlerle karşılaştırarak saptanabilir. Eski Atina kölelerinin, yabancı ve kadınların hiçbir siyasal hakları olmamasına karşın, çağdaş öbür düzenlerden daha demokratik olduğu için demokrasi sayılmaktadır. Aynı biçimde Atatürkçü düzen, tek partili olmasına karşın, Avrupa’nın demokrasi derecesi ortalamasının üstünde bir demokrasi derecesine sahipti. Bu yüzdendir ki Hitler hükümetinin üniversitelerden tasfiye ettiği 142 Alman bilim insanı Türkiye’ye yerleşmeyi seçmişlerdir. Bu kişilerin, ki içlerinde birçok parlak kişiler vardı, bir diktatörlükten diğerine gidecek kadar saf ya da çaresiz olduklarına inanmak için neden yoktur. Bugün Türkiye belki Atatürk döneminden daha demokratiktir.
Bununla birlikte bu bizi mutlu kılmıyor, çünkü II. Dünya Savaşından sonra Avrupa bize yetişip daha da ileri gitmiştir.

Milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesi saldırgan olmayan, yayılmacı olmayan, barışçı nitelikteydi. Atatürk’ün düsturu “Yurtta sulh; cihanda sulh” idi. Bu milliyetçilik ırkçı değildi. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm diyene!” (8) demişti (“Ne mutlu Türk olana” değil), Türk Milletinin tanımı şöyleydi:

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” (1929) (9). Türkiye Cumhuriyeti’nin
her yurttaşı, etnik bakımdan Rum, Çerkez, Kürt, Ermeni, Yahudi olsalar da
Türk sayılıyordu. Bu milliyetçilik sağcı, tutucu değildi. Türkiye’yi bölgenin ya da
İslam dünyasının en güçlü ülkesi yapmak gibi sınırlı hedefler gütmüyordu. Her alanda Türkiye’yi dünyanın en ileri ülkelerinden biri yapmayı amaçlıyordu. Yalnız iktisadi ya da askeri anlamda değil, Türkiye sanat ve edebiyatta, insan hakları ve bilimde de en önde olmalıydı. Sağcı, tutucu milliyetçiler genellikle, iktisat, askeri güç ve siyaset alanları üzerinde dururlar, onunla yetinirler.

Devrimcilik (İnkılapçılık) aydınlanmayı her yere ve olanaklıysa herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşmak için canla başla
çaba göstermek demektir.

Bu amaçlara henüz ulaşılamamıştır ve görece uzun erimlidir, fakat bunlara olanaklı olduğu kadar önce ulaşmak gerekmektedir. O zaman değin devrimciliğin gündemde kalması zorunludur.

Halkçılık, halktan yana siyaset gütmektir.

Halk kavramı nüfusun bütün sınıf ve kesimlerini içerecek biçimde yorumlanabilir
(öyle yorumlanıyordu), fakat en çok köylü, işçi gibi düşük gelirli kesimleri amaçlıyordu. Böyle kesimlerin maddi ve kültürel gelişmesini hedefler. Yığınlara dalkavukluk yapmak anlamındaki popülizm ile karıştırılmamalıdır. Tabii, çok partili bir düzende popülizme direnmek çok kolay değildir. En azından kuramsal olarak denebilir ki, tek partili bir düzende yığınların hoşlanmadığı, fakat uzun erimde onlara yararlı olacak siyasalar yürütmek daha kolaydır. Atatürk düzeni, iki çok partili siyaset girişimi dışında tek partili bir düzendi. Eğer devrim halk arasında hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmışsa, çok partili bir dizgede de gelişmesini sürdürebilir. Bunun için, iktidarda olmasa bile en az bir büyük parti ilkeli bir Atatürkçülüğü savunmalı ve diğer büyük partiler de son çözümlemede Atatürkçü olmalıdır.

Devletçilik deneyimle oluşmuş bir ilkedir.

Türkiye’nin yeni doğan kapitalist sınıfı 1920’lerde hatırı sayılır bir sanayileşme düzeyi yaratamamıştı. Üstelik 1929 dünya bunalımı her yerde büyük sefalete yol açmış bulunuyordu. Devletçilik bu gereksinimlerden doğmuştu. Atatürkçü dönemde ve sonrasında bir sanayi temeli yaratılabilmiştir. Sanayi yaratmanın ve devlete ekonomiyi düzenleme olanağını sağlamanın ötesinde, devletçilik işçilere işletmelerde doğru dürüst barınma, okullar, sağlık hizmetleri, toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyordu. Başka bir deyişle halkçılığın, sosyal devletin gerekleri de karşılanmış oluyordu. 1980’e değin devletçilik yalnız Türkiye’de değil, kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de önemli işlevler gördü. Örneğin Fransa’da Renault otomobil firması yıllardan beri başarılı bir kamu iktisadi kuruluşudur. 1980’lerde kamu işletmelerine karşı dünya çapında bir kampanya açıldı. Sovyetler Birliğinde komünizmin çökmesi bu kampanyayı besledi.
Yalnız eski komünist ülkelerie değil, başka yerlerde de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Türkiye bakımından şu denebilir: Türk kapitalist sınıfı büyük ilerlemeler göstermiş olsa da, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaştığı söylenemez. Demek ki Türkiye’de devletçiliğin bir işlevi olmaya devam edecektir. Dahası kamu işletmeciliğinin verimsiz olduğuna inanmıyorum. Hükümetler, yani siyasal irade isterse, devlet işletmelerini kazançlı yapabilirler. Fakat bunları gereksiz işçilerle doldururlarsa, nitelikli yöneticiler görevlendirilmezse, demek ki, söz konusu hükümetler bu işletmelerin verimli olmasını, hatta yaşamasını istememektedirler. Bugün Tekel bütün ülkeye üç marka rakı sağlayabiliyor, fakat yeterince bira ve kibrit yapamıyorsa, bunun böyle olması istendiği içindir. Bira ve kibrit üretimi özel girişime açılmıştır. Özel kesim işletmelerinin daha çok satış yapabilmesi için devletin bu ürünleri az miktarda üretmesi, kaliteye dikkat etmemesi vb. gerekmektedir.

Başka bir nokta : Kamu işletmeciliğinin günahları konusunda kimi insanlar ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar, bunların istihdam sağladığının da farkındadırlar. Kamuoyu yoklamaları bunu belli ediyor. Böylece özelleştirmeye daha yatkın bir partinin daha az oy alacağı düşünülebilir. Bu da seçmenlerin uç partileri güçlendirecek protesto oyları vermelerine yol açabilir. Bu, herhangi bir çok partili düzen için sağlıksız bir durum olacaktır. En azından Türkiye bakımından, bu ülke Avrupa düzeyinde gelişmişliğe ulaşıncaya değin devletçiliği gündemde tutmak gerekir gibi görünüyor. Topyekûn bir özelleştirme siyasası demokratik bir çok-partili düzenle pek bağdaşmaz gibime geliyor.

Gelelim laiklik ilkesine                                                  :

Bu, dinle devlet işlerinin ayrı tutulması demektir. Hiçbir din, mezhep ya da dinsel küme devlet işlerine karışamaz, devletten ayrıcalıklar isteyemez. Devletin yasa ya da siyasaları herhangi bir din ya da dinsel küme tarafından etkilenemez. Devlet bütün dinsel kümeler karşısında yansız olmalıdır. Öte yandan, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Kural budur, fakat devlet bazen dinsel işlere karışmak durumunda olabilir. Örneğin, dinsel bir küme mensuplarının insan kurban etmesini ya da mensuplarının intihar etmesini isterse devlet müdahale etmelidir. ABD’de Hıristiyan Bilimciler (Christian Scientists) adındaki bir tarikat, inancın bütün hastalıkların üstesinden geleceğine inandığı için her türlü tıbbi yardımı reddetmektedir. Bana göre böyle bir cemaatten bir çocuk apandisit bunalımına girerse ve anne-babası tıbbi yardımı geri çevirirlerse, devlet müdahale ederek çocuğu kurtarmalıdır.

Türkiye’de Sünnilerin dinsel işlerine bakan bir Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü var.
Bu, devletin dine müdahalesidir, fakat gerekli olduğunu düşünüyorum. İki yararı var: Sünni çoğunluğu gözlem altında tutarak, onların arasında laiklik karşıtı hareketlerin çıkmasını önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri kaldırılacak olsa, Sünniliğin içindeki kümeler arasında camileri denetimleri altına almak için bir savaşım başlayacaktır.
Bunu başaramayan küme ya da kümeler kendi camilerini yapmaya zorlanacaklardır. Ulusal servetin büyük bir bölümü yeni camiler yapmaya ayrılacaktır. Oysa şimdi camiler Diyanetin gözetimi altında ve dolayısıyla bütün Sünni kümelere açıktır.

Kimi şeriatçılar laikliği İslamiyete karşı yapılmış bir kötülük olarak görmektedirler.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır. Şeriat, İslamiyeti Orta Çağa bağlayan, 9. Yüzyılda oluşturulmuş bir hukuk dizgesidir, bir zincirdir. Türkiye’de bu zincirin kırılması İslamiyet’e çağcıl (modern) dünyanın, ileri ülkelerinin bir dini olmak fırsatını vermiştir. Çağcıl insanlar için Orta Çağ İslamiyetinin bir çekiciliği pek olamaz. Ayrıca, şeriatın kaldırılması hem Türkiye, hem öbür Müslüman ülkeleri için bir kalkınma ve ilerleme sorunudur.
Şeriat ve yandaşları kadınların kapatılmasını isterler. Bu demektir ki nüfusun yarısı evrensel kalkınma ve ilerleme yarışının dışında tutulacaktır. Tek ayakla yarışmak olanaklı değildir. Kadınları kapatan ülkelerin dünyanın ileri ülkelerinden biri olmak umudu olamaz. Kadınların kapatılması sözkonusu ülkelerin kültür düzeylerinin gerilemesi anlamını taşır, çünkü erkek çocukları dili annelerinden öğrenirler, babalarından değil (ana dili). En önemli kültür aletimiz dilimizdir ve annelerin çocuklara dil öğretmesi
en temel eğitimdir. Annesi yalnızca 500 sözcük kullanabilen bir oğlanın temel eğitimi annesi 1500 sözcük bilen bir anneninkinden çok farklı olacaktır.

Demek ki kadınların kapatılması erkeklerin niteliğini de olumsuz etkileyecektir.

Laikliğin başka bir yararı da devletin bütün dinsel kümeler karşısında yansızlığını gerektirdiği için iç barışın da bir garantisidir. Türkiye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki geleneksel geçimsizlik ancak laiklik siyasalarıyla sonlandırılabilir. Öyle olmayınca, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1995’te İstanbul’da (Gazi olayları) olduğu gibi kanlı kavgalar ya da kırımlara tanık oluruz.

Türkiye’de kimileri, ki ne yazık ki aralarında devlet adamları da vardır, “devlet laik olabilir, bir kişi (örneğin bir Müslüman) laik olamaz” görüşündedirler. Bu görüşe katılmıyorum. Laikliği kabul eden bir kişi, laik bir insandır. Böyle bir kişi, dinli, hatta dindar da olabilir (Müslüman, Hıristiyan vb.). Devrim sayesinde Türkiye’de pek çok laik Müslümanlar, yani laikliği benimsemiş insan var. Birçokları da dinsel vecibelerini tam olarak yerine getirmektedirler. Aydınlanma yayıldıkça, laik Müslüman sayısının daha da artması beklenebilir.

İslamiyet dünyanın pek çok köşesine yayılmış bir dindir. Öbür büyük dinler gibi İslamiyet’in birçok mezhep, tarikat, anlayış içermesi beklenebilecek bir durumdur.
Hepsi de Müslümandırlar ama farklıdırlar da. Öyle olmasa ayrı kümeler olmazlardı. İslamiyette barış ve kardeşlik olması için başka kümelere saygı gerekir. Laik İslamiyet bugün bu kümelerden biridir. Öbür kümelerin laik İslamiyete saygı göstermeleri,
laik Müslümanların da onlara saygı göstermeleri gerekir.

5. Atatürk Devrimi’nin Zorunluluğu                                      :

Zaman zaman kimi gözlemcilerin Atatürk Devrimi’nin, kendisini felaketten kurtarmış muzaffer bir önderin isteksiz bir halka uyguladığı bir çeşit kişisel program olduğu görüşlerine rastlanıyor. Oysa böyle olsaydı Atatürk’ün ölümünden sonra Devrim uzun sürmezdi. Kısa zamanda son bulur ve Türkiye eski yoluna dönerdi. Oysa ölümünden bu yana 75 yıl oldu ve 1950’lerden sonra esaslı biçimde yavaşlatıldıysa da, Devrimin yapısı birçok bakımdan olduğu gibi duruyor. Böylece zorunlu olarak Devrimin bir diktatörün keyfi uygulaması olmayıp nesnel bir zorunluluk olduğu sonucuna varmamız gerekiyor.

Şimdi bu zorunluluğun ne olduğuna bakalım.

Türkler, Osmanlı Devleti çerçevesinde “Viyana kapılarına değin” Güneydoğu Avrupa’yı fethetmeyi başardılar. 1699 Karlofça antlaşmasıyla birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’dan çekilme süreci başladı. Ardı ardına gelen askeri yenilgilerin sonucu,
200 yıl sürdü. Balkan ulusçuluğu, başından itibaren son zamanlarda “etnik temizlik” denen siyasası uyguladığı için süreç Türkler için çok acıklı olmuştu. Çünkü Balkanlar
öz yurtlarıydı. Bütün bu sınav boyunca Türklerin bir tesellisi vardı: Son kertede, yüzlerce yıl önce yurtları olan Anadolu’ya yerleşip şerefli bir yaşam sürdürebilirlerdi. I. Dünya Savaşı arefesinde Osmanlı Devletinin hala Rumeli’de küçük bir ülke parçası vardı: Edirne dahil, doğu Trakya.

I. Dünya Savaşı Osmanlılar için yeni bir felaket oldu. Sevr’de Osmanlının 1920’de imzalamak zorunda kaldığı barış antlaşması bütün Türkler için dev boyutta bir travmaydı. Anladılar ki, nasıl Rumeli’den çıkarıldılarsa, şimdi de Anadolu’dan çıkarılıyorlardı. Osmanlı Doğu Trakya’yı, Ege Bölgesinin kuzeyini Yunanistan’a Kuzeydoğu Anadolu’yu Ermenistan’a verecekti. Bu bölgelerin etnik yapısını belirlemek söz konusu değildi. Yapılan düzenleme tümüyle “tarihsel hak” esasına dayanıyordu. Bin yıl önce buralarda Türk yoktu, bu yüzden muzaffer devletler o sıradaki etnik yapı ne olursa olsun,
buraları Yunanistan ve Ermenistan’a vermekte hiçbir tereddüt duymuyorlardı.
Sözümona devamına izin verilen gölge Osmanlı Devleti de maliyesi ve ordusu olmayan kurbanlık bir koyun durumuna getirilmişti. Böylece Türkler Anadolu’dan çıkarılıyor
ya da bir çeşit köleliğe mahkum ediliyorlardı. Birçok Türkler için apaçık ortadaydı ki,
süreç Sevr ile durmayacak ve Rumeli’de olduğu gibi kaçınılmaz sona doğru gidecekti.

Kurtuluş Savaşı sayesinde bu büyük felaket önlendi ve Lozan Antlaşması Sevr’in yerine geldi. Fakat ortaya çıkmıştı ki Lozan’ı sürekli kılmak için Türk toplumunun geri toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşullarının kökten, devrimci bir değişime uğraması gerekiyordu. Türkler Ortaçağdan çıkıp çağcıllaşmak zorundaydılar. İşte Atatürk Devrimi bunu gerçekleştirmek amacıyla yapıldı. Devrimin uzun zaman sürmüş olmasının nedeni de budur. Devrim yapılmasaydı Sevr Antlaşması ya da bir benzerinin ilk fırsatta yeniden bize dayatılması çok olasıydı. Devrimin amacı Türklere Avrupalılarınki kadar eğitim ve kültür vermek, onları Avrupalılar kadar üretken kılmak, başka deyişle Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi düzeyine yükselmekti.

6. Kısmi Karşıdevrim                                           :

Türkiye’de Atatürkçülüğün bugünkü durumunu anlayabilmek için 1950 Kısmi Karşıdevrimini açıklamak gerekiyor. Atatürk’ün zamanında bile Cumhuriyet Halk Partisinde karşıdevrimci unsurlar vardı. Dediğim gibi, sözkonusu karşıdevrim kısmiydi. Herhalde Atatürk’ün yandaşları arasında tam bir karşıdevrim isteyen hiç yoktu.
Sevr travması bu derece bir gericiliğe engeldi. Tutucuların istedikleri, Devrimin başlıca kazanımlarını muhafaza ederken Devrimi dondurmak ya da yavaşlatmaktı. II. Dünya Savaşının sonu bekledikleri fırsatı verdi. Savaşa katılmamanın sonucu olan Türkiye’nin yalnızlığı, Atatürk’ün ardılı olan İsmet İnönü’yü çok partili dizgeyi benimsemeye götürdü. Ama muhalefet partisinin Atatürk Devrimini sorgulamaması için CHP içindeki rakiplerini kısmen zorlayarak, kısmen ikna ederek Demokrat Partiyi kurdurdu.
Bu kişiler çoğunlukla sağcı, tutucu kimselerdi.

Bu sağcılık iki gelişmeyle pekişti. Sovyet Rusya’nın 1945’te 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshetmesi ve Boğazlarda denetim kurma ve Doğu Anadolu’da toprak kazanma girişimi şiddetle sol düşmanı, McCarthy’ci bir hareket için bahane oldu. İnönü sosyalist parti ve yayınları yasaklayarak bu hareketi güçlendirmiş oldu. Sağa doğru bu savrulma CHP’yi de etkiledi. Başarılı Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ki ünlü Köy Enstitülerinin ileri gelen mimarlarındandı, görevine devam ettirilmedi (1946). Yerine gelen bakan bu mucize kurumları bozmaya girişti. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu yönelişler genel bir harekete dönüştü. 1951’de kültür ve toplumsal yardım merkezleri olan Halkevleri (478 tanesi) ve daha küçük ölçekli Halkodaları (4322 tane) kapatıldılar. 1954’te Köy Enstitüleri aynı yazgıyı paylaştı.

Devrimin aydınlanma programı rafa kaldırılmış, karanlık bir dönem başlamıştı.
Bütünsel kalkınma modeli bu gelişmeyle ağır darbeler yedi.

Atatürk Devrimi donduruldu. Bunu gizlemek için tören Atatürkçülüğü büyük önem kazandı. Devrimin yıldönümleri gittikçe artan bir heyecanla kutlanır oldu. Atatürk’ün resim ve büstleri kamusal alanları doldurdu. Nasıl olduysa, CHP Atatürk Devrimine dönüşü isteyen bir muhalefet yürütemedi ya da bunu istemedi. Çok kez hayli sert olan muhalefeti daha çok siyasal özgürlük talebinde yoğunlaştı. Siyasal dizgeye yeni bir anayasa ve büyük ölçüde bir özgürlük getiren 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, aydınlar Atatürkçülükten çok sosyalizm ve sosyal demokrasiyle ilgilenmeye başladılar. Fakat Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi, Türkiye’de köktendinciliğin çoğalması, Atatürkçülüğe yöneltilen sert eleştiriler yukarıda sözünü ettiğim Atatürkçülüğün yeniden doğmasına yol açtı. (1998)

Dipnotları:

1. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları);
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi V: Bugünkü Türkiye, 1980-1995 (İstanbul, Cem Yayınevi).

2. Sina Akşin, Düşünce Tarihi, Bugünkü Türkiye, 1980-1995, s. 267-273.
3. 25 Ağustos 1924, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler
(İstanbul, Devlet Kitapları, 1986) s.82.

4. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.,1980).
5. Daha 1960’ta Bedia Akarsu Atatürk Devrimini Türk Aydınlanması diye tanımlamıştı. “Atatürk ve Aydınlanma”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İstanbuli İnkılap Kitapevi,1995) s. 93-97. Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İstanbul, Eczacıbaşı Y.,1983).
6. Uluğ İğdemir, Atatürk and the Anzacs (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.).
7. 16 Mart 1923, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. 
8. Cumhuriyetin 10. yıldönümü söylevi (1933).
9. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara, Türk Tarih Kurumu y,1988).

* Yazar tarafından İngilizceden çevrilmiştir: Sina Akşin,

The Nature of the Kemalist Revolution”, The Turkish Republic at Seventy – Five Years (D. Shankland, ed., Huntingdon, The Eothen Press, 1999).

Prof.Dr. Sina AKŞİN
ADD Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
11.2.13, http://www.add.org.tr/ataturk-devrimi-ataturkculuk-nedir-*.html