Etiket arşivi: Atatürk Cumhuriyeti

Türkiye nereye gidiyor? 

GANİ AŞIK
Eski CHP Kayseri Milletvekili / Emekli Müftü

25 Ağustos 2023, Cumhuriyet

Mekke baş imamı Şeyh Abdurrahman es Sudeys, 4 Ağustos’ta, tüm İslam coğrafyasında yankılar uyandıran bir hutbe okudu. Genel havası ve ana teması ile hutbe, çağın koşullarının dikkate alınmasının kaçınılmazlığı anlamındaydı. Oldukça uzun hutbeyi özetlemeye yerimiz elvermiyor ama çok çarpıcı bir örnek sunmak isteriz: Selefi ekolü olarak, Hanefi mezhebindeki rey ve kıyas kurumunu onaylıyor ve yaşamı kolaylaştırmak olarak niteliyordu. (Bir fakihin kendi düşüncesi ve benzer hükümlere kıyas yöntemi ile sorunlara çözüm getirmesi).

Suudi Arabistan’da bile kadınlara yaşamı kolaylaştırma açılımları planlanırken bizim İhvancı iktidar, “türbana güvence” bahanesiyle anayasal düzene bir altın vuruşa hazırlanıyor, Mecelle‘nin de temeli olan “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” prensibini (ilkesini), Türkiye’nin Atatürk Cumhuriyeti ile birlikte ilerlediği medeniyet (uygarlık) yolunu kapatma kararında ve devlete de hâkim (egemen) durumdaki tarikatlar, bilinen vakıf cemaat ve dernekler

Din elden gidiyor, din hükümleri ebediyen değişmez

çığlıkları ile toplumu tahrik ediyorlar, aydınları sindirmeye çalışıyorlar. Zaten bu yöntem siyasal İslamcı iktidarın devlet politikası. Gerçek öyle mi?

İslamın değiştirilemez hükümleri inanç ve ibadetlerdir.

Kamu düzenine zarar vermemek koşulu ile erken dönem Cumhuriyet hükümetlerinden itibaren (başlayarak) tüm iktidarlar başta İslam, insanlar neye inanıyorsa onu yaşamalarını kolaylaştırmışlardır.

LAİKLİK ve AKILCILIK

Dünya medeniyet (uygarlık) ailesinden kopmamak için kültürde, ilimde, fende, ticaret ve sanayide, kısaca devlet mekanizmasının düzenli işleyişinde bilimi yol gösterici olarak benimsemişlerdir.

İslam dünyasında suyu çekilen ama Türkiye’de etlenip butlanan İhvan hareketinin hedefi başka ve sloganı çarpıcıdır: “Cumhuriyet, İslamı camiye hapsetti.”

Yüz yıllık bir çabanın sonucu olarak şimdi İslam camiden çıktı, devleti yönetiyor, halimiz de ortada. Çünkü

  • Her dini grubun, tümü de Kuran prensiplerine aykırı kendine göre bir İslamı var, bunun sonu iç kargaşa ve parçalanmaktır.
  • Laikliğin olmadığı ya da uygulanmadığı bir ülkenin geleceği karanlıktır.

Çünkü laiklik anayasamıza, Cumhuriyet kurucularının bir fantezisi olarak değil çağların imbiğinden süzülüp gelen insanlığın son buluşu olarak girmiştir.

DİNDEN BAĞIMSIZ KARARLAR

Bir din hükmü olan zekâttan Musevilere de pay verilmesi uygulamasını (müellefei kulup) Halife Ömer, “Artık onların İslama katılmasına ihtiyacımız kalmadı” gerekçesi ile uygulamadan kaldırdı. Yine Ömer, kıtlıkta hırsızlık yapanları ellerinin kesilmesini yasakladı. Sevad’da askerin toprak ganimeti almasını menetti. Halife Ali, Hz. peygamber ve izleyen 3 Halife döneminde bayram namazlarının kent merkezinden uzak Musalla’da kılınması uygulamasına, hasta ve yaşlıların kent merkezindeki camilerde kılabileceği kolaylığını getirdi.

DİYANET’İN GÖREVİ

Birleşmiş Milletler’den (BM) bir yetkili, “Dünya ısınmıyor, kavruluyor” dedi. Türkiye’nin neredeyse tümü ama özellikle kimi bölgeleri 50 dereceye yaklaşan sıcaklıktan adeta nefessiz kaldı. Dünyanın ısınması sürecek ve gelecek oruç aylarında, ülkemiz yanıp tutuşacak.

  • Diyanet’in asıl görevi halkı birbirine düşürmek değil de İslam hükümleri ve uygulamaları konusunda aydınlatmak ise

aşırı sıcakların hüküm süreceği ve tarlada, inşaatta, kömür ve maden ocaklarında oruç aylarında çalışacak Müslümanların, akşamdan “Yarın oruç tutmayacağım” deme hakkına sahip olduğunu, tutamadığı orucunu uygun günlerde -zaten tartışmalı olan- kefaretsiz tutabileceğini halka söylemesi ve İslamın sevgi ve merhametinden haberdar etmesi gerekir.

Devletsiz millet

GANİ AŞIK
Eski CHP Kayseri Milletvekili / Emekli Müftü

Yerbilimcilere göre coğrafyamızda son felaketin benzeri asırlardır yaşanmadı. Ağır maddi kayıplar yanında can kaybının ürpertici boyutu da henüz belirsiz. Nice canlar, yaşamdan koparak ebediyete kanat çırptılar. Cennetin, masum ve günahsızların ayakları altına ipek halı gibi serildiği, cehennemin bu felakette sorumluluğu olanlara kapılarını araladığı kesindir. Şehitlere rahmet, yaralılara şifalar. Evren, yüce kudret tarafından yasaları ile birlikte yaratılmıştır. Bunlar, uyulması zorunlu Tanrı emirleridir. Hiçe sayanların cezası bu dünyada, peşin ve acımasızdır ama bizde bu ihlallerin cezasını günahsız insanlar çekiyorlar.

Yaşadığımız topraklar, büyük acı nedeni ile sıkça duyduğumuz “fay, levha, segment ve zon” denilen atom bombaları üzerinde oturuyor. Deprem ülkeleri Japonya ve Şili, bu sorunu bilimin öncülüğünde çözdüler. “Mevlam nice dert vermiş, beraber derman vermiş” ama 21 yıllık iktidarın ortaçağa odaklı zihinsel kodlarını güncellememiş.

‘DAVA’ DEDİKLERİ

  • Kuruluşundan 80 yıl sonra ele geçirdikleri modern devleti,
    Aydınlanma devrimleri ile birlikte ortadan kaldırarak,
    sivil bir darbe ile İhvan modeline geçtiler.
  • “Dava” dedikleri şifreli mesajın, 100. yılında Atatürk Cumhuriyetinin tasfiyesinin resmileştirilmesi olduğunu netleştirdiler.

Her devrim belli aşamalardan geçerek vücut bulur. “Karşıdevrim” de herkesi uyutarak kimi aşamalardan geçti :

Yoksul halkın hazinesini talan ederek –ham hayal olan- şeriat devletinin öncü ideologlarına ve militanlarına devasa kaynak transferi (aktarımı) sağladılar. Çankaya yerine Saray’da oturarak Atatürk’ü ve Cumhuriyeti hatırlattığı için Ulus’tan Çankaya’ya uzanan protokol yolunu iptal ettiler. Devlet tesislerine isimlerini vererek Kurtuluş Savaşı ve Atatürk karşıtlarını kutsadılar. Cumhuriyetin köklü kurumlarını ve bürokrasisini çökerterek koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ni parti devletinden öte, aile devletine dönüştürdüler.

  • Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, iktidar destekli FETÖ kumpasları ile omurgasını kırdıktan sonra, okullarını, hastanelerini ve hiyerarşisini elinden alarak, bu şanlı kurumu sıradan bir genel müdürlük haline getirdiler.
  • TSK, hastanesi olmayan dünyanın tek ordusudur.

Tarikatların ve dinci vakıfların kucağına bıraktıkları Türk milli eğitimini,
şeri eğitime dönüştürdüler.

Diyanet’in gereğinden çok imam hatip liseleri açılması ile gerçekte neyin amaçlandığının bilincindeki aydın kesimin itirazları, “Dinini bilenden ne zarar gelir?” yaygarası ile bastırıldı ve bu iktidarla birlikte imam hatip ve ilahiyat furyası dalga dalga yayıldı.

An itibarı ile bürokrasinin bütün köşeleri, başına getirildiği kurumla ilgisiz ilahiyatçı ve imam hatip kökenlilerin elinde.

Bir bölümü Selefi/Vahhabi öğretisi ile yetiştirildikleri için,
Cumhuriyetin yıkılmasında ve devletin soyulmasında önemli roller üstleniyorlar.

Saygın ve özgün meslekleri adına çok üzücüdür. 21 yıldan bu yana, İslamın saliklerini İslamın sülüklerinin din ile aldattıkları dönem, gelecek iktidara tümü ile harabe bir vatan bırakarak kapanmak üzeredir.

Onuruna ve yetkilerine sahip çıkan bir parlamento ve ömrü boyu boğazından haram lokma geçmemiş, bölen değil birleştiren, nefreti değil sevgiyi, kibri değil tevazuyu, şatafatı değil sadeliği önceleyen bir cumhurbaşkanı dileği ile.

ADD’den basına ve kamuoyuna : YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

BASINA VE KAMUOYUNA : 

YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

Vatanımızın kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerimizin mimarı, değişmez önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan bedensel olarak ayrılışının 84. yılında saygı, minnet, özlem ve kararlılıkla anıyoruz.

Ancak Atatürk’ün, O’nu anmamızdan çok, anlamamızı istediğinin farkındayız. Bu farkındalıkla görevimizin; ilke, devrim ve eserlerini koruyup yaşatmak, Türk Ulusunu refaha ulaştırıp çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak, “şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak (ilelebet payidar kılmak) olduğunu biliyoruz.

Özdemir Asaf “Gerçek değer, gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır.” diyor. Atatürk’ü yitirdiğimiz günden bu yana yazık ki, gidişiyle yarattığı büyük boşluğu dolduramadık.

Kimileri O’nun ışıklı yolunda yürüdüğünü söylerken kimileri de büyük görünecekleri zannıyla ilkelerine, devrimlerine, eserlerine, kişiliğine, aziz anısına pervasızca saldırdılar. Her saldırı, saldıranları küçültürken Atatürk’ü daha da büyüterek ulusu birleştirdi. Kimi aymazlar ise, halk düşmanı politikalarını Atatürk maskesiyle gizlemeye çalıştılar. Ancak, Atatürk gibi giyinmek, O’nun gibi tren pencerelerinde poz vermek vb. zavallı girişimleri, Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Aydınlanma Devrimlerine ağır darbeler indiren bu gibilerin maskelerini daha kolay düşürdü.

HER KOŞULDA MECLİSE GÜVENEN BAŞKOMUTAN

Atatürk, parlak bir asker olduğu ölçüde, tarihle, özellikle dünya tarihiyle çok ilgili bir kurmaydı. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyor, düşüncelerini olgunlaştırıyordu. Büyük Fransız Devrimi’ni özümsemişti. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin en zorlu cephelerinde başarılar kazanmış, Çanakkale’de adını dünya savaş tarihine yazdırmıştı. Savaştan yenik çıkan Osmanlı ülkesinin emperyalist devletlerce yağmalanmaya başlaması üzerine İstanbul’da kaldığı yaklaşık 6 ay (AS: 13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919), tasarladığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın plan ve kadro hazırlıklarını yaptıktan sonra Samsun’a hareket etmişti. İlk iş olarak dağıtılmış ordu yerine yeni bir ordu kurmaya değil, kurtuluşu yönetecek bir Milli Meclis oluşturmak için kongrelerle milletin azim ve kararını harekete geçirmeye girişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri yanında yurdun her yerinde yerel kongreler yapılmasını sağladı. Bu arada İstanbul’da toplanacak Meclis-i Mebusan’da etkin olabilmek için Erzurum Mebusu seçildi ve arkadaşlarından kendisini Meclis Başkanı seçmelerini istedi. Tıpkı İşgal altındaki İstanbul’da uzun süre çalışamayacağını ve dağıtılacağını öngörerek Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanması gerektiğini söyleyip kabul ettiremediği gibi, dağıtıldığında Ankara’da kurtuluşu örgütleyecek bir meclisi toplantıya çağırma yetkisine sahip olmak amacıyla dillendirdiği bu isteği de gerçekleştirilemedi.

Arkadaşları O’nu meclis Başkanı seçtiremediler ancak, Misak-ı Milli kararlarını kabul ettirmeyi başardılar. Kısa süre sonra öngörüsü gerçekleşti ve Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce 16 Mart 1920 günü basılarak dağıtıldı, mebusların önemli bir kesimi tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Bunun üzerine bir yandan misilleme olarak Yarbay Ravlinson dahil Anadolu’daki birçok İngiliz subayını tutuklatan Mustafa Kemal, bir yandan da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla derhal harekete geçerek Milli Meclis’ini Ankara’da toplamak üzere eksilen mebusların yerine yenilerinin seçilmesini isteyecek, kalan ve yeni seçilen 324 mebusun ulaşım güçlüklerini aşıp Ankara’ya gelebilen 115’i ile de 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açacaktı. Artık kurtuluşun ve savaşın meşruiluk zemini Ulusal Meclis olacak, Milli Mücadele bu meclise dayanılarak yönetilecekti. Yani Atatürk önce Ulusal istencin yansıyacağı meclisi, sonra da savaşacak orduyu örgütlüyor, meclisin adını Büyük Millet Meclisi, ordunun adını da Büyük Millet Meclisi Orduları olarak belirliyordu. Yakın tarihte, Atatürk maskeli sözde askerler demokrasi(!) adına meclis kapatırken Atatürk kutsal savaşını, her türlü muhalefete rağmen Meclise dayanarak kazanacaktı.

ANTİEMPERYALİST – ANTİKAPİTALİST DEVLET ADAMI

Mustafa Kemal Paşa kurtuluşun; ideolojik bir temel, bu ideolojiyi kararlılıkla uygulayacak bir önderlik ve duyurup yayacak bir yayın organı olmadan gerçekleştirilemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’dan itibaren (başlayarak) bir yayın organına sahip olma çabası içine girdi ve 10 Ocak 1920’de Hakimiyet-i Milliye gazetesini çıkardı. Kurtuluşun ve devrimin ideolojisi bu gazetede inşa edilecek, özellikle emperyalizme ve kapitalizme çok net vuruşlar yapılacaktı. Örneğin Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli “Biz, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız.” demeci gazetenin manşetindeydi.

Atatürk, 1935 yılında yapılan CHP 4. Kurultayındaki “Bizim 19 Mayıs 1919’dan bugüne kadar yaptıklarımızın, Türk Devrimi’nin ve yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın esası KEMALİZM prensipleridir” sözleriyle de, ideolojisini tanımlıyor, adını koyuyordu.

EZİLEN ULUSLARIN DA UMUDU 

Mustafa Kemal Paşa salt Türk Ulusunun değil, bütün mazlumlar dünyasının da umudu ve önderiydi. Ulusal Kurtuluş Savaşına başlarken zafere ulaşacağına ne denli inanıyorsa, ezilen ulusların bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacağına da o denli inanıyor, bunu her fırsatta dile getiriyordu.

Daha 1922’de bu davayı gerçekleştirmekle yeni bir tarih yapılacağını duyuruyor ve diyordu ki :

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletleriyle birlikte yürüyeceğinden emindir.”

Keza, Mısır Büyükelçisi ile elçilik bahçesinde sabaha dek süren 27 Mart 1933 tarihli sohbetinde ise şu tarihi sözleri söyleyecekti:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”

300 YILI 15 YILA SIĞDIRAN BÜYÜK DEVRİMCİ

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştırdıktan hemen sonra hızla devrimlere girişti. İlk büyük devrimini zaferin üzerinden 6 hafta geçmeden, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıyla yaptı. Cumhuriyet’in ilanının ardından da, başta Öğretim Birliği Yasası ve Halifeliğin Kaldırılması olmak üzere Kılık Kıyafet Devrimi, Medeni Yasa, Uluslararası Takvim ve Ölçü Birimlerine geçiş, Harf Devrimi, Dil Devrimi, Üniversite Reformu, büyük tarım ve sanayi atılımı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve öbürleri aralıksız sürdü. En önemlisi de, gerçekte 1920’den beri devletin yazılı olmayan temel niteliği olan Laiklik, 1937’de Anayasaya kondu.

15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı dönemine, başka ulusların kan revan içinde yüzyıllara sığdıramadığı devrimleri sığdırdı. Bu devrimlerle çağ atlattığı Ulusunu diline, tarihine, kültürüne kavuşturdu, kula kulluk etmekten kurtarıp özgür yurttaşlar olmalarını sağladı. Devlet yönetiminde namus ve yaraşırlığı (liyakatı), hukuk ve adaleti, akıl ve bilimi egemen kıldı. Bugün zoraki “Mustafa Kemal” deyip, bir türlü “Atatürk” diyemeyenlerin hemen tümünün kabullenemedikleri işte bu “Devrimci Atatürktür.

SAVAŞTIĞI DÜŞMANLAR BİLE SAYGIYLA ANARKEN

Atatürk yaşamı boyunca temel olarak emperyalistler ve piyonları ile savaştı. Yazgılarını emperyalizm ile birleştirmiş dahili bedhahlarla (içte işbirlikçi hainlerle) hem Ulusal Kurtuluş Savaşı hem de devrimler sürecinde mücadele etti. Atatürk’ün yenilgiye uğrattığı emperyalist devletlerin temsilcileri zaferden sonra, sonsuzluğa göçüşünün ardından ve hâlâ büyük önderden saygı ve övgü ile söz eder, Birleşmiş Milletler oybirliği ile doğumunun 100. yılı 1981’i “Atatürk Yılı” olarak kabul ederken, Laik Cumhuriyet düşmanı gericiler her fırsatta Atatürk’e ve mücadelesine hakaret ve saldırılarda bulundular, bulunuyorlar. Bunların “Deccal”, “İki Ayyaş ”, “Keşke Yunan kazansaydı”, “Kafir” ve benzeri pek çok talihsiz ve hadsiz söylemlerine karşın, en önemli rakiplerinden biri olan, istifa etmesine ve siyasal yaşamdan 20 yıl uzak kalmasına neden olduğu Winston Churchill O’nu şu sözlerle uğurlamıştır:

“Savaşta Türkiye’yi kurtaran, savaştan sonra da Türk milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük yitiktir. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye’nin Ata’sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.”

Büyük Zafer’den 12 yıl sonra, 1934’te, Yunanistan başbakanı Eleftherios Venizelos’un Mustafa Kemal Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermesi ise, dünya tarihinde benzeri bir daha kolay kolay görülmeyecek bir olaydır.

Atatürk yalnızca Türk Ulusu için değil, dünyanın dünü, bugünü ve yarını açısından da değeri her geçen gün daha iyi anlaşılan büyük bir önderdir. Saldıranlar cüceleşirken O, yokluğunda büyümekte, tarifsiz özlenmektedir. Milyonlarca yurttaşımızın her fırsatta akın akın Anıtkabir’e koşmaları, komşumuz İran’da kadınların yükselttiği “Tek yol Atatürk” çığlıkları, Irak’tan duyulan “Bir Atatürk’ümüz olmadığı için bu haldeyiz” hayıflanmaları boşuna değildir. O denli ki; her fırsatta Atatürk’e hakaret etmeyi hüner bilenler bile başları sıkıştığında boydan boya Atatürk posterlerinden medet ummak, Lozan’a “Hezimet” deyip Montrö’den bir imza ile çıkılabileceğini söyleyenler, dönüp dolaşıp Lozan’a, Montrö’ye sarılmak, O’nun 86 yıl önceden Karadeniz’i kan gölüne dönmekten, Dünyayı 3. Dünya Savaşına sürüklenmekten kurtaran dehasına şapka çıkarmak zorunda kalmaktadırlar.

ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ !

Değerlerinden, devrimlerinden, birliğinden ve özgüveninden yoksun bırakmak için iç ve dış olumsuz güçlerin onyıllardır elbirliğiyle çabaladıkları Türk Ulusu, hiç kuşkusuz Atatürk’ün akıl ve bilim yolunda aydınlık geleceğine güvenle yürüyecektir.

Atatürk’ü anlamayı, ilke, devrim ve yapıtlarını koruyup yaşatmayı varlık nedeni ve temel görevi sayan Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizin acil gereksinimi olduğunu düşündüğü devlet yönetim anlayışını 23 Nisan 2022’de yayınladığı YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU ile duyurmuştur.

Tarihin en büyük devrimcisi Atatürk’ü;

Aramızdan bedeniyle ayrılışının 84. yılında özlem ve minnetle anarken, O’nun da isteği olduğu inancıyla, bir kez daha siyaset kurumunu Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine yönelmeye, Aziz Milletimizi de bu hedefe sahip çıkmaya çağırıyoruz.

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK ATATÜRK !
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR !

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

Tarikatların güdümünde iktidar…

Erdal Atabek
Erdal Atabek

erdalatak@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Burhaniye Zeytinli Rock Festivali kaymakamlık eliyle yasaklandı.

Belediyelerin şenlikleri “kadın şarkıcılar” bahanesiyle yasaklanıyor.

Son yıllarda ortaya çıkan bu “sistemli yasaklamalar” ne anlama geliyor?

Yıllardır yapılan bu şenlikler, festivaller neden bu dönemde sakıncalı oldular?

  • Nedeni, artık iktidarın tarikatların güdümüne girmesidir.

Tarikatlar, cemaatler bu konularda yıllardır karşı çıkıyorlardı.

Ama AKP iktidarı ve Erdoğan, tarikatlar ve cemaatlerle içli dışlı olmasına karşın güdümüne girmeye direniyordu.

Özellikle Erdoğan iktidarını paylaşmaz.

İktidarın gücü Erdoğan’ın varoluş nedenidir.

Onun için “iktidar gücü” devredilebilir bir emanet değil, bırakılması felaket olan bir ganimettir.

Ancak son yıllarda, özellikle ekonominin çıkmaza girmesiyle arkasındaki desteğin zayıflaması AKP yönetiminin ve Erdoğan’ın tarikatlara, cemaatlere yaslanmasına neden oldu.

Toplumun desteği azaldıkça iktidar tarikat ve cemaatlere daha çok yaslandı, sonra da güdümüne girdi.

Bu yeni durum, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasıyla işaretini verdi.

TARİKAT-CEMAATLERİN GÜCÜ

Tarikat ve cemaatlerin gücü, iktidarda olanın gücüyle ters orantılıdır.

Osmanlılar dönemi de böyledir. Osmanlı sultanının güçlü olduğu zamanlarda dinsel cephe geride durur. Sultanın gücü zayıfladıkça öne çıkar ve harekete geçerler.

III. Selim, II. Mahmut, Abdülmecit dönemlerinde bu çatışma yaşanmıştır.

Cumhuriyet döneminde çalışmaları yasaklanan tarikatlar ve cemaatler, yeraltına girerek fırsat kollamışlardır. Bu fırsat 1950 yılında Demokrat Parti iktidarıyla ellerine geçmiştir.

Celal Bayar-Adnan Menderes’in Demokrat Partisi döneminde de Süleyman Demirel’in Adalet Partisi döneminde de tarikatlarla, cemaatlerle sıcak ilişkiler kurulmuş ancak iktidara ortak olmalarına izin verilmemiştir.

AKP iktidarında, 2002 yılından beri, siyasal iktidar, tarikat ve cemaatlerle iç içe çalıştıkları izlenimini vermiştir.

Her tarikat, her cemaat iktidarın içinde olmaya, iktidar gücünden pay almaya çalışmıştır.

Bunların içinde en sistemli çalışan Fethullah Gülen cemaati olmuş, iktidar ortağı olarak her alana yayılmıştır. Ordu, yargı, yürütme, eğitim alanları onların denetimine geçmiş, yıllarca iktidardan yararlanmışlardır.

Ancak, FETÖ “iktidar olma” zamanının geldiği kanısıyla harekete geçtiği zaman özellikle Erdoğan tarafından yenilgiye uğratılmışlardır.

FETÖ’den boşalan yerlere öteki tarikatların ve cemaatlerin yerleşmesi uzun sürmemiştir.

Ancak Erdoğan, son yıllara kadar kendi gücüne güvenmiş, onların iktidarı gütme niyetlerine izin vermemiştir.

AKP İKTİDARI ZAYIFLAYINCA

İşte, AKP’nin arkasındaki güvenilir destek azalınca kaybedilen güç tarikatlarla cemaatlerde aranır olmuştur.

Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması,

medreselerin açılması ve bakanlık denetimi dışına çıkılması,

küçük çocuklara din eğitimi verilmesi,

her kademe okullarında din derslerinin zorunlu olması

müzikli eğlencelerin yasaklanması,

üniversitelerin iktidarın denetimine sokulması.

her alanda fetvaların geçerli kılınması…

Bu değişim artık iktidarın tarikat ve cemaatlerin güdümüne girmesinin işaretleridir.

Şimdi sıra “şeriat uygulamaları” ve “hilafetin geri getirilmesi” taleplerine gelmiştir.

Bunlar olabilir mi?

Laik Cumhuriyet yerine şeriata dayalı İslam devleti kurulabilir mi?

Son dönemeç yoktur!

Tarihte “son dönemeç” yoktur.

Tarihte “yengiler” ve “yenilgiler” vardır.

Laiklik, uygarlık tarihinde yıllar süren din ve mezheplerin kanlı çatışmalarının sonunda uygarlığın vardığı bir eşiktir.

“Laiklik eşiği”, barışçı ortak yaşamın, özgür akılla yönetilen dünya yaşamının simgesidir.

Bu eşiğin altı olan “dogmatik yaşam”, din ve mezheplerin kanlı savaşlarının, bitmeyen kinlerin, dogmaların intikamcı baskılarının simgesidir.

Laik Türkiye ve laik dünya, kendisini yok edecek güçleri tanır, bilir ve onlara geçit vermez.

AKP yönetimi ve Erdoğan da elbette gerçekleri görerek ve bilerek “iktidar emanetini” seçimle devredecektir.

  • Atatürk Cumhuriyeti bu demokrasi sınavını da başarıyla verecek güvenle uygarlık yolunda yürüyecektir…

‘Kürt sorunu’ mu, ‘Kürt’ü sorun etmek mi?

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı

'Kürt sorunu' mu, 'Kürt'ü sorun etmek mi?

Anadolu, yerleşmek ve yaşamı sürdürmek için çok zor bir coğrafyanın, aynı zamanda çetin bir kültürel yaşamın adıdır. Onlarca kültür ve uygarlığın gelip geçtiği, her birinin belli bir iz bıraktığı bu coğrafya, ısmarlama ve yapay hiçbir topluluğun millet olmasına izin vermez. On binlerce yıllık geçmişi vardır. Zor tutunulan bu topraklarda kök salabilen çok nadir milletler ve kültürler olmuştur. En erken tarih olarak Antikçağ’dan başlasak ilk önce felsefenin beşiği olan Anadolu ile karşılaşırız.

Dünya tarihinde felsefenin doğduğu toprakları içine alan Anadolu’ya salt nüfus ve askeri güçle tutunmak; yalnız bu yolla millet olabilmek mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Hele derme- çatma bir lisan, dış kaynaklı kışkırtma ve büyük bir milletin asli , doğal parçası iken parçalanarak bütünlüğe ulaşma hayali ile tarihin hiçbir döneminde millet olunamamıştır.

Anadolu, İslam öncesinden başlayarak Türkleşmiş, İslam’dan sonra da Türkleşme süreci devam etmiştir, etmektedir. Nüfus yoğunluğu ve askeri dehanın yanında, dünyanın en güçlü dillerinden olan Türkçe, on binlerce yıldır biriken Türk kültürü, çeşitli Türk devletleriyle somutlaşan Türk uygarlığı ve bağrında her kültürü, ırkı ve dini ustalıkla uzlaştıran bir Türk yaşam felsefesi, Anadolu’nun Türkleşmesinde, Türk’ün bu topraklara, bir daha sökülmemecesine kök saldığı temel etmenlerdendir.

Türk, Anadolu’da geçmiş ve halihazırdaki bütün kültürlere Türk hoşgörüsü, Türk adaleti ve hakkaniyeti ile yaklaşmıştır, öylece yaklaşmayı sürdürmektedir. Türk bayrağı altında, Cumhuriyet’imizin sağladığı adalet, hakkaniyet, eşitlik ve kardeşlik, sınırlarımız içindeki her bireyi çepeçevre sarmakta, kucaklamakta ve selamlamaktadır.

Anadolu toprakları çetindir. Her aklına esen topluluk, köklü bir milletin asli parçası olarak kalmadıkça burada kendine ne bir toprak parçası, ne bir bayrak ne de bir sınır tayin edebilir. Büyük Türk milleti, onu oluşturan parçalarından meydana gelir. Irk, kan, kafatası ya da bölgesel farklılık savları ile büyük millete rağmen parçayı büyütmek, Anadolu coğrafyasının hiçbir hayalci topluluğuna nasip etmediği bir rüyadır. Çünkü Anadolu sıradan bir yerleşimle tutunulacak topraklardan oluşmaz.

Felsefe burada doğdu; dünya tarihinde ilk bilimsel girişimler burada ortaya çıktı. Ayrıntılar bir yana, felsefe ile Hıristiyanlık uzun süre burada kapıştı, çarpıştı, barıştı, karşılıklı etkileşti. İslam medeniyeti Anadolu’yu mesken edindi, yine Anadolu’dan tüm Ortaçağ’a, hatta modern çağa seslendi. Dinler, kültürler, çok çeşitli topluluklar, göçler derken Anadolu, ancak Türk milleti gibi büyük bir milletin inisiyatifine, insafına, öngörüsüne, kimliğine ve idaresine teslim olabilirdi. Nitekim yakın tarihe bakarsak, Selçuklular, Osmanlılar ve en son Cumhuriyet Türkiye’si ile artık en zor sınavlardan geçilerek bugünlere geldik.

Türkleşme sanıldığı gibi sadece askeri ve idari bir süreçle açıklanamaz. Anadolu Ahmet Yesevi, Abdal Musa, Kaygusuz  Abdal, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Bedreddin, Seyyit Nesimi, Otman Baba, Karacaoğlan ve Fuzuli gibi Türk irfan ve ilim kahramanlarının maddi – manevi eğitimleriyle, mücadeleleriyle Türkleşme sürecinin mayasıyla yurt olmuştur. Atatürk Cumhuriyeti, Türkleşmenin en son ve en temelli senedi, ifadesi ve sonucu olmuştur.

Türkleşme, hangi ırktan ve dinden olursa olsun, bu süreçte harcı olan her isimli isimsiz kahraman kişi ve  toplulukların ortaklaşa inşa ettikleri maddi-manevi Türk kültürünün adıdır.

  • Kürt sorunu yalanı, büyük Türk milletini, parçalarına ayırarak Anadolu’daki köklerini söküp atma projesidir. Milletten aşirete, devletten başıboş yığınlara dönüştürmektir.

Her din, ırk ve kültürü büyük bir millet çatısı altında eşit ve adil bir şekilde toplayıp bir arada tutan Türklük, herhangi bir etnisiteye, dine ya da bölgeye referansla ortaya çıkmamasına rağmen; ırkçılıkla, ayrımcılıkla suçlanarak tarihsel gerçekliklerin üstü örtülmek istenmektedir.

Oysa Anadolu’da Türklük dışında bir millet tanımı kaçınılmaz olarak bir ırkı ya da dini temel almak zorundadır. Herkesin milleti olan Türk milleti, “Kürt Sorunu” kışkırtıcılığı ile başlayan, insanları etnik kökenlerine göre sınırlayıp sözüm ona her ırksal yığın için devlet olma projesi dayatan postmodern ırkçılık söylemleriyle gözden düşürülmeye çalışılmaktadır. Anadolu topraklarında Türk’e ve Türklüğe muhalif her    sav, ırkçılık ve dincilikle maluldür. Irkçılık ve dincilikle devlet ve millet teşkil edildiği tarihte görülmüş değildir.

Kürt sorunu yapay ve dış destekli bir söylemdir. PKK terör örgütü bir Kürt kalkışması değildir ve olmamıştır. İçeride ve dışarıda Kürt sorunu yalanını, kışkırtıcılığını üstlenen aparatlara bir bakın. Bunlar, başta PKK terör örgütü, onu destekleyen Türkiye düşmanı bazı emperyalist ülkeler ve içeride onların temsilciliğini yapan haraç mezat, ucuza satılmış kuklalardır.

  • Kürt, Türk milletinin asli üyelerindendir ve büyük çoğunluğu bayrağına, vatanına ve devletine yürekten bağlıdır.
  • Sorun, Kürt varlığı değil, Kürt’ü sorun edenlerin varlığıdır.

Eğer hayat pahalılığı, eğitim – öğretim sorunları, sağlık ve güvenlikle ilgili zorluklar varsa bunlar herkes için geçerlidir. Bölgesel kalkınmışlık ve refah farkları Türkiye’de yalnız belirli yerlere özgü değildir. Kaldı ki isteyen istediği bölgeye gidip yerleşebilmekte, işini, geleceğini tayin edebilmektedir.

Kültür mü dediniz? 

Kürtleşen Türkler ve Türkleşen Kürtler gerçeği, Türk kültürünün etnik ırkçılığa dayanmadığını; büyük millet olmanın komplekssiz, özgüvenli olmak anlamına geldiğini gösterir. Türk kültürü, tarih boyunca farklı topluluklar arasındaki devasa kültürel geçişleri, kendini zenginleştirerek karşılayabildi ise, aynı millet içindeki benzeşik kültürel öğelerin geçişlerini daha kolay karşılayabilir, karşılamaktadır.

Aynı köyde bile bazı kültürel farklar olabilir. Köyü mü bölelim? Türkçe konuştuğu halde Karadeniz ağzı, Ege ağzı, Orta Anadolu ağzı farklıdır; o zaman ağızlara göre mi sorun yaratalım?

Kürt sorunu safsatasını  öne sürenler iki amaç güderler: Birincisi büyük Türk milletini ırk ırk, mezhep mezhep parçalamak ve emperyalistlerin ağızlarına uygun lokmalar haline getirmek. Bu misyon, dışarıdaki sahiplerine dönük bir amaca dayanır. Ama içeriyi ihmal etmezler.

İkincisi, ülkenin hayati çıkar ve sorunlarını unutturmak, önemsizleştirmek.

Mavi Vatan, deniz yetki alanlarımız, Ege adalarındaki çıkarlarımız, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin korunması, Karabağ’ın Ermeni katillerden arındırılması…. Tek kelimeyle Cumhuriyetimiz ve bağımsızlığımızın gerektirdiği ulusal çıkarlarımız, Kürt sorunu söyleminin ajanlarınca “yayılmacılık” olarak damgalanır. Oysa Kürt insanın derdi ülke menfaatlerini kendi adına çiğneyenlerin başarısını dilemek değildir. Her akıllı Türk vatandaşı bilir ki, ülkemizin ve milletimizin çıkarına olan her şey, kendisinin de çıkarınadır.

Sorun, Kürt sorunu” değil, “”Kürt sorunu var” diyenlerdir

PKK’nın resmî giyimli siyasi temsilcileri Kürtlerin vicdanında asla yer bulmamıştır ve bulamayacaktır. Diyarbakır anneleri ile şehit anneleri, Kürt sorunu var diyenlerin asıl sorun olduklarını açıkça ortaya koymuştur.

Kürt sorunu var diyenler, şark kurnazıdır. Dillerinin altında Kürt’ü sorun olarak gördüklerini milletçe fark ediyoruz.

Kürt’ü sorun görmek, hem Kürt üzerinden, hem de Kürt adına ırkçılık ateşini harlamaktır.

Sorun olan Kürt değil, Kürt’ü sorunlaştırıp büyük Türk milletine tuzak kurmaktır.

Türk milleti aynı tuzağa iki kez düşmeyecektir.

Montrö ve AİHS’den “Çıkmak” mı?

Montrö ve AİHS’den “Çıkmak” mı?

Image result for Prof. Dr. Rona AYBAY

Prof. Dr. Rona AYBAY

Cumhuriyet, 29 Mart 2021

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

24 Mart Çarşamba günü, bu sütunlarda yayımlanan “İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk” başlıklı yazımın şu tümceleri, sayfa editörünce başlığa konulmuştu:

  • Bütün bunlara ek olarak ya da en başta belirtilmesi gereken bir önemli nokta da şudur: İstanbul Sözleşmesi’nden böyle, görüşülüp tartışılmadan çekilmenin, kötü bir gidişin ilk adımı olması olasılığı vardır. Bunun, sonuç olarak uluslararası sözleşmeler alanında, Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerine kadar varan birtakım girişimlerin başlangıcı olmasından kaygı duyulmaktadır.”

TBMM Başkanı’nın, katıldığı bir TV izlencesinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden çekilebileceğimizden söz etmesi, bu konudaki kaygıların yersiz olmadığını göstermiş oldu. Bunun ardından, Lozan Barış Antlaşması’ndan çekilmenin de dile getirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır! 

1923 Lozan Barış Antlaşması’nın, Cumhuriyetimizin uluslararası düzeyde varlığının tanınması açısından yaşamsal” önemde bir dönüm noktasını simgeleyen tarihsel bir belge olduğunda kuşku yoktur. 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise Atatürk dönemi Türk diplomasisinin Lozan’a ek olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesel egemenliğini tamamlayan çok büyük bir başarısını simgelemektedir.

  • Lozan Barış Antlaşması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin iki temel taşıdır. 

Dolayısıyla özellikle üst düzey devlet görevlerinde bulunan kişilerin bu konularda son derecede dikkatli olmaları, konunun çeşitli boyutlarını derinlemesine incelemeden konuşmamaları gerekir.

Bu konuların, sorunun teknik ve hukuki tartışmalarının çok ötesinde, giderek anlamsızlaşan boyutları vardır. Cumhuriyetimizin tarihi ve dayandığı temeller açısından önemli olan bu boyutların ve uluslararası düzeyde ortaya çıkabilecek sonuçların göz ardı edilmesi çok büyük bir yanlış olur.

AİHS VE AVRUPA KONSEYİ ÜYELİĞİ

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 1954’te onaylamıştır. AİHS’de, taraf bir devletin sözleşmeden çekilmesine olanak veren bir düzenleme vardır. Ama bu düzenlemenin kaleme alındığı 1950 yılı ile bugünkü durum arasındaki önemli bir fark dikkate alınmalıdır.

Bugün, AİHS’ye taraf olmak, Avrupa Konseyi üyeliği için bir önkoşul olmuş durumdadır. Bir devlet AİHS’ye taraf değilse Avrupa Konseyi’ne üye olamaz.

Günümüzde, AİHM kararlarını uygulamamakta direnmesi nedeniyle Türkiye, “Bakanlar Komitesi”nin gündeminde “sürekli” biçimde yer almış durumdadır. Bir uzlaşma sağlanamazsa işin sonu “demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları” temeline dayanan Avrupa Konseyi’nden ihraç edilmeye varacaktır.

Türkiye AİHS’den çekilirse bu sonuç kendiliğinden ortaya çıkacaktır; çünkü AİHS’ye taraf olmaktan çıkan bir devletin Avrupa Konseyi üyesi olarak kalmasına olanak yoktur.

47 devletin üye olduğu Avrupa Konseyi’nden çıkmak (çıkarılmak), Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanaklarından biri olan çağdaş uygarlığa ulaşma hedefinden vazgeçmesi anlamına gelecek; Türkiye, Avrupa’da Belarus’tan sonra Avrupa Konseyi dışındaki ikinci devlet olacak; Avrupa Birliği üyeliği ise artık hayal bile edilemeyecektir.

Türkiye nereye götürülmek istenmektedir?

Amaç, Türkiye’yi Atatürk ilkelerinden esinlenen, insan haklarına dayanan çağdaş ve laik bir hukuk devleti olmaktan çıkarıp “sözde” bir cumhuriyet, aslında sıradan bir Ortadoğu Sultanlığı” haline getirmek midir?

MONTRÖ’DEN “ÇIKMAK”

Yukarıda belirttiğim gibi 1936 yılında bağıtlanmış olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan’a ek olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesel egemenliğini tamamlamakta, Türk diplomasisinin çok büyük bir başarısını simgelemektedir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Türk Boğazları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği kesin olarak kabul edilmiştir. Yabancı bayraklı ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanınması konusunda Türkiye’nin kabul ettiği yükümlülük, boğazlar üzerinde egemenlik yetkisini ortadan kaldırmaz. Türkiye’nin uluslararası yükümlülüğü “uğraksız geçiş” olarak adlandırılmış bir tür “geleneksel” geçiş özgürlüğünü tanımaktan ibarettir.

Lozan Konferansı’nda kurulmuş olan uluslararası nitelikteki “boğazlar Komisyonu”nun kaldırılması, boğazlar üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti egemenliğinin bir göstergesidir. Türkiye, Türk Boğazlarından geçen gerek ticaret gemilerinin gerek askeri gemilerin Montrö Boğazlar Sözleşmesi açısından denetimini yapma yetkisini tek başına kullanmaktadır.

Türkiye, yıllarca süren İkinci Dünya Savaşı boyunca Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin özellikle savaşan devletlerin askeri gemileriyle ilgili hükümlerini titizlikle uygulamıştır. Türkiye hükümetlerinin bu güven verici tutumu nedeniyle taraf devletlerin hiçbiri 1956 yılında süresi dolmuş olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni sona erdirme girişiminde bulunmamaktadır ve sözleşme otomatik olarak yenilenmektedir.

Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nce dile getirilen bazı şikâyetler ve istemler de usta bir diplomasiyle karşılanmış ve sonunda Sovyetler şikâyetlerini ve istemlerini unutmak durumunda kalmıştır.

1960’lı yıllara kadar, 1953 yılında yaşanan Naboland adlı İsveç şilebinin Çanakkale Boğazı’nda Dumlupınar denizaltımıza çarpması sonucu 81 denizcimizin şehit olduğu facia dışında tek tük ve önemli zararlara yol açmayan kazalar, 1960’lı yıllardan başlayarak çok ciddi can ve mal kayıplarına, çevre kirliliklerine yol açmaya başlamıştır.

Bu durum karşısında, Türk makamlarınca, Boğazlarımızdan geçen gemilerin hem kendilerine hem çevreye zarar vermemelerini sağlayacak önlemler almaya yetkili olduğu, Uluslararası Denizcilik Örgütü’ne (IMO) kabul ettirilmiştir.

Bu süreçteki çetin müzakerelerde görev almış olan Türk diplomatları, hukukçuları ve denizcilik uzmanları övgüyü ve kutlanmayı hak etmişlerdir. Türkiye çıkardığı tüzüklerle ve koyduğu kurallarla kaza sayısında ve can ve mal kayıplarında belirgin bir azalma sağlamıştır.

TÜRKİYE’NİN DURUMU

Montrö Boğazlar Sözleşmesi her tümcesi üzerinde tek tek durulacak, çok ustaca kaleme alınmış bir metindir. Her konuyu çok ustaca formüllerle düzenleyen böyle bir sözleşmede “çekilme” konusunda hiçbir hüküm olmaması ilginçtir.

Bunun, uluslararası hukukun genel ilkeleri uyarınca tanınması gereken “çekilme” hakkı bakımından bir engel oluşturmayacağı tartışılabilir ama bu noktada Türkiye’nin özel bir durumu vardır. Çünkü Türkiye, sözleşmenin uygulanmasında kilit bir rol oynamak durumundadır.

Sözleşmenin düzgün biçimde uygulanmasında “aleniyet” sağlamak, geçen ticari ve askeri gemilerle ilgili bilgileri toplamak; taraf devletlere düzenli bilgi vermek gibi çok önemli görevleri, Türkiye tek başına yerine getirmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin “çekilmesi” Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin -deyim yerindeyse- “çökmesi” anlamına gelir.

Bu durum, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin askeri gemilerinin Karadeniz’e çıkışlarına ciddi sınırlamalar getiren hükümlerinden hiç hoşnut olmayan ABD için büyük bir fırsat olacaktır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olmayan ABD, Boğazlarımızda kendisinin etkili bir konumda olacağı bir uluslararası yönetim kurulmasını sağlamaya çalışacaktır.

Bu ortamda, kurulacak “uluslararası kurtlar sofrası”nda Türkiye’nin durumu ne olacaktır? Türkiye artık uluslararası ortamlarda saygın yeri ve ağırlığı olan “Atatürk Türkiyesi” değildir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle kazandığı denetim yetkisini koruyabilmesi olası görünmemektedir.

  • Sonuç, kesinlikle Türkiye’nin aleyhine bir durum olacaktır.

SONUÇ

Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle kurulmuş olan ve kendisine Boğazlarımız üzerinde egemenlik ve denetim yetkisi sağlayan düzene son vermeyi ima edecek sözlerden bile uzak durmalıdır. Bunlar, Montrö’den rahatsız olanlara cesaret verici davranışlardır.

Montrö’den çekilmeye koşut olarak AİHS’den çekilmenin de gündeme getirilmesi, seçimler için kısa erimli söylemler olmanın ötesinde Türkiye’yi Atatürk çizgisinden bütünüyle ayırıp bir tür “Ortadoğu Sultanlığı” haline getirmeye mi yöneliktir?

Bu durum karşısında, muhalefetin, önemli de olsa kısa erimli geçici sorunların yanında Cumhuriyetimizin temellerine yönelik kaygı verici durumlarla ilgilenmeye öncelik vermesi gerekir.

Ancak bu çok önemli ve “yaşamsal” sorunlarla ilgilenmekte yalnızca muhalefete değil; her yurttaşa ve her meslek örgütüne, her sivil toplum kuruluşuna demokratik çerçevede görevler düştüğü de bir gerçektir.
======================================
Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Rona Aybay, 80+ yaşlarda “epey” kıdemli bir hukuk bilgesidir.
Bosna – Hersek Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesinde uzun yıllar yargıçlık yapmıştır.

Yazdığı  birbirinden değerli Hukuk yapıtlarını (kitaplarını) bize, tanımlanamaz bir incelikle, imzalayarak, kargo bedelini de ödeyerek ulaştırmıştır! Bilgelik dönemi yapıtı sayılabilecek “Günümüzden Geçmişe Karşılaştırmalı 1982 Anayasası” (Der yay. 2021, 523 + XXXIV syf.) eskimeyecek bir tarama kaynağı olacaktır. Bizi bu denli ayrıcalıklı tutmalarını ise Sağlık Hukuku alanında tezli master yapmış olmamıza, halen Ankara Hukuk Fak. 4. sınıf öğrencisi olmamıza ve aynı fakültede Anayasa Hukuku Doktorası yapıyor olmamızla açıklamaktalar.. Varolsunlar,, Çok borçlandık kendilerine.

***

Aybay hocamızın çok önemli 2 makalesine daha önce web sitemizde yer vermiştik. Ardışık 3 makale, Uluslararası Andlaşmalar sorunsalına yetkin ve çok net yanıtlar üretmektedir. Akademik unvanlı kimi hukukçular bile, uluslararası hukuk kavramlarında, terminolojide hatalar yapmaktalar. Ülkemizin bu alanda uluslararası ölçekte hukuk uzmanlarına gereksinimi çok büyüktür. Bu alanda yetişecek insanların çok disipliner (multi disipliner) yetişmesi gerek. Kanımızca Mülkiye eğitimi temel olmalı. Ardından Hukuk lisans. Uluslararası Hukuk Doktorası için, yeğleme ile (tercihan) Mülkiye’de Uluslararası İlişkiler tezli mastırı, ardından alan PhD (doktora) eğitimi uygun olur. Çok çok iyi yabancı dili (İngilizce) konuşma koşulunu saymaya bile gerek yok..

Aşağıdaki makale (web sitemizde yayınladığımız) 14 sayfalık bir kapsamlı pdf.. Salt bizim tweet hesabımızda 33+ bin okunma aldı.

MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ ve BAZI GÜNCEL SORUNLAR – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

İzleyen ise, 24.3.21’de Cumhuriyet‘te (ve web sitemizde) yayınlandı.

İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk

Salt bizim tweet hesabımızda 15+ bin okunma aldı.
Her 2 makale de Hukuk ve ilgili fakültelerde temel kaynak olarak mutlaka irdelenmeli.
***
Bir Anayasa Hukuku Profesörü olduğunu duyduğumuz TBMM Başkanı Şentop ise bu gün, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Lozan Andlaşması ile ilgili kendini yalanlama (tevil) yollu bir açıklama yaparak, bu uluslararası andlaşmalardan bile çekilmenin Erdoğan’ın tek başına kararı (Cumhurbaşkanı Kararı; Kararnamesi bile değil!) ile yönetsel bir işlemle (idari tasarruf) olanaklı olduğunu söylemiş iken; akıllarından böyle bir şey geçmediğini lütfederek açıkladı.

AKP iktidarının, elbette başta Erdoğan olmak üzere, özellikle böylesi çok kritik – yaşamsal konularda olağanüstü özenli olmalarını beklemek hakkımızdır ve ülkemizin yüksek ulusal çıkarları bakımından ise mutlak bir sorumluluk ve zorunluluktur.

Sevgi ve saygı ile. 29 Mart 2021, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Hekim öğretim üyesi, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk

İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk

Image result for Prof. Dr. Rona AYBAYProf. Dr. Rona AYBAY

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan ve Avrupa Konseyinin öncülüğünde hazırlanan uluslararası sözleşme, son birkaç gündür siyasal gündemimizde ön sıralarda yer almaktadır. Bunun nedeni, bir Cumhurbaşkanı kararıyla Türkiyenin ilk imzacısı olduğu bu sözleşmeden “çekilme” (fesih beyanı) yapılması konusunda bir metnin Resmi Gazetede yayımlanmış olmasıdır.

Bu karara karşı, çeşitli çevrelerden yöneltilen eleştiriler ve türlü engellemelere karşın kadın örgütlerince yapılan  gösterilerde dile getirilen protestolar başlıca üç kategoriye ayrılarak özetlenebilir :

Birinci kategorideki eleştiriler, Cumhurbaşkanı kararının anayasal açıdan incelenmesine dayanmaktadır. İç hukukumuz açısından yapılan bu değerlendirmede söz konusu Cumhurbaşkanı kararının anayasaya aykırı”, bu girişimin anayasal temelden yoksun ve dolayısıyla yok hükmünde” olduğu ileri sürülmektedir.

KÖTÜ GİDİŞİN İLK ADIMI

İkinci kategoriye giren eleştirilerde ise yurdumuzda bir yandan kadın cinayetleri“ adı verilen vahşet örneklerinin sayısındaki artışın öte yandan kadınların, çocukların ve cinsel tercihleri farklı olan insanların uğradığı saldırıların yaygınlığı karşısında bu kararın şiddeti teşvik edici sonuçlara yol açması olasılığına dikkat çekilmektedir.

Üçüncü kategorideki eleştiriler ise konuya tutarlılık” ve siyasal ahlak ilkeleri” açısından bakmaktadır. Bu görüş, onaylanmasının uygun bulunduğuna ilişkin yasanın, TBMMde (çekimser kalan bir üye dışında) bütün milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmiş olduğu gerçeğine dikkat çekmektedir. Böyle bir yasaya dayanılarak onaylanmış bir uluslararası sözleşmeden, birdenbire ve gerekçeleri açıklanıp, tartışılmaksızın çekilmenin siyasal ahlakla ve parlamentonun iradesine saygı ile bağdaşmadığı belirtilmektedir.

Bütün bunlara ek olarak ya da en başta belirtilmesi gereken bir önemli nokta da şudur:

İstanbul Sözleşmesinden böyle, görüşülüp tartışılmadan çekilmenin, kötü bir gidişin ilk adımı olması olasılığı vardır. Bunun, sonuç olarak uluslararası sözleşmeler alanında, Atatürk Cumhuriyetinin temellerine dek varan birtakım girişimlerin başlangıcı olmasından kaygı duyulmaktadır.

Ancak bütün bunlar, bizim açımızdan ne denli önemli olursa olsun, sonuç olarak bizim iç hukuk alanımızın sorunlarıdır.

ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN DURUM

Uluslararası sözleşmelerde “çekilme” (fesih) konusunu düzenleyen hükümlere yer verilmesi olağan sayılması gereken bir durumdur. Uluslararası  antlaşmalar (sözleşmeler) konusunda en kapsamlı düzenleme olan 1969 Viyana Sözleşmesi de 42. maddesinde devletlerin, birtakım koşullara ve usullere uyarak taraf oldukları sözleşmelerden çekilebileceklerini belirtmektedir. Kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılan sözleşmenin  Türkçe çevirisinde Sözleşmenin Feshi” başlığı altındaki 80. maddesi de aynı konuyla ilgilidir. Bu düzenlemede, İngilizce metinde denunciation” sözcüğüyle anlatılan durum, bir sözleşmeye taraf olan devletin, taraf olmanın yükümlülüklerinden kurtulma isteği anlamına gelmektedir. Böyle bir istekte bulunmaya, her taraf devletin hakkı vardır; devlet, belli usullere uyularak yapılacak bir bildirimle sözleşmeye taraf olmaktan çıkabilmektedir.

Bunun usulü, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine resmen bir bildirimde bulunulmasıdır. Bu bildirim yapılmadığı sürece taraf devletin ilgili sözleşmeden kaynaklanan yükümlülükleri sona ermez. Bu yükümlülüklerin ortadan kalkması için, bildirimin Genel Sekretere ulaşmasından başlayarak üç aylık bir süre geçmesi gerekir. Bu sürenin sonunda, ilk ay başında çekilme kesinleşir.

SONUÇ

Türkiyenin bu bildirimi yaptığı, Avrupa Konseyi web sitesindeki yeni konulmuş bilgiden anlaşılmaktadır. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, bizim iç hukukumuzdaki geçerlilik” tartışmalarıyla ilgilenmek durumunda değildir; O’na ulaşmış ve biçim (şekil) bakımından uluslararası hukuka uygun bir bildirimin gereğini yapmakla yükümlüdür.

Bu durumda Türkiye, 1 Temmuz 2021’de bu Sözleşmenin tarafı olmaktan çıkacaktır. Böylece Türkiye, ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşmenin ilk çekileni olmak gibi, herhalde pek görülmemiş bir durum yaratmış olmaktadır.

Şimdi 1 Temmuza dek geçecek sürede “çekilme” (fesih bildirme) kararının Türk tarafınca geri alınmasına olanak vardır. Bu konuda eleştirilerden, protestolardan vazgeçilmesi elbette söz konusu olmamalıdır. Siyasal iktidarın, bu kararın geri alındığına ilişkin bir bildirimle durumu düzeltmesine olanak vardır.
=================================

Dostlar,

Türkiye’nin de uluslararası hukuk bağlamında resmen taraf olduğu AİHS’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) (RG 8662; 19/03/1954) 8. maddesi aşağıdadır. Bu madde, İstanbul Sözleşmesi ile uluslararası hukuk bağlamında güvenceye alınan kimi hakları öz olarak güvenceye kavuşturmaktadır.

Madde 8 – Özel hayatın ve aile hayatının korunması

1. Her şahıs hususi ve ailevi hayatına, meskenine ve muhaberatına hürmet edilmesi hakkına
maliktir.
2. Bu hakların kullanılmasına resmi bir makamın müdahalesi demokratik bir cemiyette ancak
milli güvenlik, âmme emniyeti, memleketin iktisadi refahı, nizamın muhafazası, suçların
önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın ve başkasının hak ve hürriyetlerinin korunması için zaruri
bulunduğu derecede ve kanunla derpiş edilmesi şartiyle vukubulabilir.
***
Bu düzenleme, Sn. Aybay’ın irdelemesine ek olarak hem iç hem de uluslararası hukuk açısından gündemde tutulabilir.
Salt iç hukuk bakımından ise “6284 SAYILI AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN” temel güvenceleri sağlamaktadır.
İki hukuksal metin birlikte değerlendirildiğinde, İstanbul Sözleşmesi’nin güvencelemeyi hedeflediği hak ve özgürlüklerin hala, büyük ölçüde teknik olarak güvence altında olduğu söylenebilir. Ancak Aybay hocamızın

  • “…Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşmenin ilk çekileni olmak gibi, herhalde pek görülmemiş bir durum yaratmış olmaktadır.”

belirlemesi, kritik önemini korumaktadır.

Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2021, Ankara

Ahmet SALTIK MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)

3 Mart Devrim Yasaları

3 Mart Devrim Yasaları

Alev Coşkun
Alev Coşkun
03 Mart 2021, Cumhuriyet

 

Bu gün, en önemli devrim yasalarının Meclis’te kabul edilişinin 97. yıldönümüdür. 3 Mart 1924’te ‘Türk Aydınlanma Devrimi’nin üç temel yasası kabul edildi.

Kısa bir toplu bakış yapalım. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkesi’nden sonra başlayan Milli Mücadele 4 yıl sürdü ve 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlandı. Zaferden 52 gün sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldı. Yaklaşık 700 yıllık padişahlık ve saltanat, tarihin köşesine gönderildi.

Zaferden bir yıl sonra, 29 Ekim 1923, Cumhuriyetin ilan günüdür. Cumhuriyet ilan edilmişti ama halifelik kurumu yaşıyordu. Halifelik yaşadığına göre Türkiye Cumhuriyeti bir din devleti mi olacaktı?

DİN DEVLETİ YIKILIYOR

3 Mart 1924’te devrim niteliğindeki yasalar kabul edilmeseydi, Cumhuriyet sadece bir biçimden öteye gidemezdi, içi kof ve boş bir merasim Cumhuriyeti olurdu. 3 Mart 1924’te kabul edilen yasalar, Atatürk Cumhuriyeti’ne ruh, anlam ve içerik kazandırmıştır. Bu 3 yasanın kabul edilmesi ile din devleti yıkılıyor, devletin teokratik yapısı çöküyor ve Cumhuriyet’in laik yapısının kuruluşu aşamasına geçiliyordu.

ÜÇ TASARI

Bu 3 tarihi yasa tasarısını Meclis’e sunan milletvekillerini burada bir kez daha analım:

1. Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının tasarısı: Halifeliğin kaldırılması ile Osmanoğulları soyundan olanların Türkiye dışına çıkarılması.
2. Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve 57 arkadaşının tasarısı: Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Genelkurmay Başkanlığı’nın kaldırılması.
3. Saruhan (Manisa) Milletvekili Vasıf Çınar ve 57 arkadaşının tasarısı: Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği Yasası).

Kuşkusuz bunların içinde en önemlisi, halifeliği kaldıran yasadır. Bu 3 yasa tasarısını imzalayanlar arasında: İsmet İnönü, Yunus Nadi, Mazhar Müfit Kansu, Mahmut Esat Bozkurt, Kılıç Ali, Celal Nuri İleri, Vasıf Çınar, Recep Peker, Ağaoğlu Ahmet, Cevad Abbas, Hacım Muhittin Çarıklı, Refik Koraltan, Ruşen Eşref Ünaydın ve Tunalı Hilmi gibi Kuvayı Milliyeciler vardı.

ATATÜRK’ÜN HALİFE OLMASI İSTENİYOR

Halifeliğin kaldırılmaması için çok etkin çalışmalar vardı. Meclis üyesi din bilginlerinden Antalya milletvekili Rasih Hoca (Kaplan), Kızılay kurulu adına görevli olarak Hindistan ve Mısır’a gitmiş ve bu uzun gezisinden yeni dönmüştü. Rasih Hoca, gittiği ülkelerde Müslüman halkın Atatürk’ün halife olmasını istediğini ve bu isteğin Atatürk’e ulaştırılması için kendisini de vekil tayin ettiklerini Atatürk’e bildirdi. Bu kapsamdaki öneriler yurtiçinden ve Atatürk’ün eski arkadaşlarından da ısrarla geliyordu.

Atatürk, bu önerilere verdiği yanıtta, bunun gerçeklere ters düştüğünü, başka devlet yönetimlerinin altında yaşayan Müslüman halkın Halifenin buyruklarını ve yasaklarını yerine getirme olanaklarına sahip olmadığını belirtiyordu. Atatürk, kendimizi dünyanın egemeni sanmak gibi düşüncelerin, Türk ulusunu felaketlere sürüklediğini ve artık dünyada ulusalcılığa dayanan yönetim biçimlerinin geçerli olduğuna işaret ediyordu.

İNGİLİZLERİN HALİFELİK ISRARI

O tarihte İngilizler, Halifeliğin korunmasını kendi çıkarlarına uygun buluyor, Hindistan ve Pakistan’daki sömürgelerinde yaşayan Müslümanları “Halife”nin kutsal gücünü kullanarak yönlendirebilmeyi tasarlıyordu. TBMM’den seçilecek bir Halife, şu ya da bu biçimde İngiliz politikasının etkisi içine alınabilirdi. İngiltere bu konuda girişimler yaptı. Ağa Han ile Emir Ali’yi devreye soktu.

ŞERİYE VE EVKAF BAKANLIĞI’NIN KALDIRILIŞI

Halifeliğin kaldırılışı ne derece önemli ise Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kaldırılışı da o derece önemlidir. Çünkü Şeriye Vekâleti, hükümetin yapacağı işlerin ve alacağı kararların şeriat hükümlerine yani kutsal din kitabının söylem ve yargılarına uyup uymadığını denetliyordu. Bu bakanlığın kaldırılması da önemli bir gelişmedir.

DİNE DAYALI EĞİTİME SON

Eğitim Birliği Yasası da kuşkusuz en temel ve en önemli bir devrim yasasıdır. Mahalle mektepleri ve medreseler yalnızca “Şer’i bilimlerin” okutulduğu birer dinsel öğretim kurumuydu. Medreselerde şeriat öğretilirdi. Köhneleşmiş bir sistemdi.

EĞİTİMDE BÖLÜNMÜŞLÜK KALKTI

Eğitimin birleştirilmesi yasası ile elde edilen sonuçlar şöyle özetlenebilir:

1. Eğitimdeki medrese, okul, yabancı okul diye adlandırılan ve birbirine zıt kökler ve amaçlara sahip olan, üçlü bölünmüşlük ortadan kaldırılmıştır.
2. Laik ilkelere dayalı eğitim sisteminin yolu açılmıştır.
3. Cumhuriyet kuşaklarının dine dayalı ümmetçilik esasına göre değil de bilimsel temellere bağlı olarak yetiştirilmesinin sağlanması, ulusal yararlarla ve çıkarlarla bağdaşmayan yabancı etkilerden uzaklaştırılması ve ulusal kültür birliğinin gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır.

Atatürk, Halifeliğin kaldırılışı kadar Eğitim Birliği’nin kurulmasına da çok önem vermiştir. Bu konuda Atatürk şöyle diyor:

  • “Dünya uygarlık ailesinde saygın bir yer sahibi olmak isteyen Türk ulusu, evlatlarına vereceği eğitimi, mektep ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki tür kuruma teslim etmeye hâlâ katlanabilir mi? Eğitimi birleştirmedikçe aynı düşüncede, aynı anlayışta bireylerden oluşan bir ulus yapmaya olanak aramak, olmayacak bir şeyle uğraşmak olmaz mıydı?”

Bu nedenle bu yasanın uygulanmasına geçildiğinde, bir yurt gezisinde Rize’de kendisinin önüne çıkarak medreselerin yeniden açılmasını isteyen iki hocaya Atatürk şöyle yanıt verdi:

“Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliniz… Hayır, medreseler artık açılmayacaktır. (Belleten, 18.09.1924, 211, s.1169; Ş. Turan, age. s.70)

ULUS DEVLETİN ZAFERİ

Bu 3 devrim yasası, Cumhuriyet rejimi ve Aydınlanma devrimleri açısından son derece önemlidir. Halifeliğin kaldırılmasını gerçekleştiren yasanın gerekçesinde de belirtildiği gibi Halifeliğin kaldırılışı devletin tepesindeki iki başlılığı ortadan kaldırıyordu. Din devleti niteliği terk ediliyordu.

İkinci önemli sonuç, dinsel bir kurum olan halifeliğin tasfiyesi, diğer bir deyişle ortadan kaldırılışıyla kurulan yeni Cumhuriyetin laikleşmesi yolunda çok önemli ve temel bir adım atılmış oluyordu. Halifeye sadakat ve kulluk yerine artık ulus devlete bağlılık ve vatandaşlık önem kazanıyordu.

DİN DEVLETİNE KARŞI ULUS DEVLETİ

Prof. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı önemli yapıtında bu olayı “din devleti” görüşüne karşı “ulus devleti” görüşünün zaferi olarak nitelemektedir. Bu zafer bir kez kazanılınca “çağdaşlaşma yolunda belli bir doğrultuda birbiri arkasından gelecek bir dizi reformun kapısı da açılmış oluyordu.” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, s.521)

TÖRPÜLENME VE GERİYE DÖNÜŞ

3 Mart yasalarının 97. yıldönümünde kuşkusuz çok yakıcı bir soru vardır. Bu üç önemli devrimde geriye gidiş yok mu? Bu sayfada Sayın Prof. Dr. Necla Arat’ın yazısında ileriye sürdüğü sorunlar önemlidir. Çok partili döneme girişimizle birlikte, din kurumunun kutsal alanından yararlanmak için ödünler verildiği ortadadır.

  • Özellikle son yıllarda Atatürk’ün ‘Aydınlanma Devrimleri’ne karşı sistematik bir saldırı gerçekleştirildiği de açıktır.

TEZ-ANTİTEZ

Ancak bu saldırı, sosyolojik olarak karşı hareketleri de yarattı. Bugün özellikle genç kesimde bir dip dalgasının geliştiğini, Atatürk’e bağlı bir genç kesimin giderek güçlendiğini kabul etmeliyiz.

Unutmayalım; toplumsal gelişme durdurulamaz, 21. yüzyılda toplumsal gelişmenin gücüne de karşı durulamaz.

  • Hiçbir güç, toplumu temel gelişme çizgisinin tersine yönlendiremez. Akan bir ırmak geriye döndürülemez.

Halifeler, padişahçılar, 1950’den bugüne 70 yılda, ‘Aydınlanma Devrimleri’ne karşı tam bir zafer sağlayamadılar. Aslında, Atatürk ve ‘Aydınlanma Devrimleri’ni durdurmak hatta ters çevirmek isteyenler yenilmişlerdir.

  • Atatürkçülerin görevi, çağdaş uygarlık hedefine ödün vermeden, sapmadan, yalpalamadan yürümektir.
  • Koşullar ne olursa olsun, Atatürk’ün ‘Aydınlanma Devrimleri’ savunulacak, onun önüne konulan engeller aşılacaktır.

Kuvayı Milliyeciler ölmez, Atatürkçüler tükenmez.

Bilge insan Cahit Kayra’yı yitirdik

Bilge insan Cahit Kayra’yı yitirdik

Alev CoşkunAlev COŞKUN
Cumhuriyet, 02 Şubat 2021

Cumhuriyetçi, Atatürkçü, aydınlanmacı, bilge Cahit Ağabey, yazdığın ölmez eserlerle yurduna ve Atatürk Cumhuriyetine karşı görevini yüksek düzeyde yaptın. Kitapların gelecek nesillere yol göstericilik yapacaktır. Rahat uyu…

Bilge insan Cahit Kayra’yı sonsuzluğa uğurladık. Cahit Kayra kimdir, sorusunun yanıtı şöyledir:

Atatürk Cumhuriyetinin ürünüdür.
– Saygın bir devlet adamıdır.
– Cumhuriyet ilkelerine ve Atatürk’ün aydınlanma devrimlerine bağlıdır.
– Bir bilge kişidir.

Cahit Kayra, I. Dünya Savaşı sürerken 1917 yılında İstanbul’da doğdu. Cumhuriyetin ilan edildiği yıl, 6 yaşındaydı.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1938 yılında mezun oldu. Maliye Müfettişliği imtihanını kazanarak 21 yaşında devlet hizmetine girdi. Bu hizmet, 1972 yılına kadar kesintisiz 34 yıl sürdü.

Kayra, Maliye Bakanlığı’nda müfettişlik, Gelirler Genel Müdürlüğü Müşavirliği gibi çeşitli kademelerde görev yaptı. Ayrıca PTT Genel Müdürlüğü, Türkiye Odalar Birliği ve Türk Havayolları Müşavir ve Murakıbı, Ticaret Bakanlığı Dış Ticaret Dairesi’nde uzman, Maliye Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, Avrupa İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı Nezdinde Heyet Başkanı, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu Başkanı, Türkiye İş Bankası Yönetim Kurulu üyeliği, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Okulu ve Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Öğretim Görevlisi olarak görev yaptı.

SİYASAL YAŞAMINA GİRİŞ

Cahit Kayra ile 1972 yılında tanıştık. O, devlet hizmetinden emekli olmuş, ben de doktoramı tamamlamış, ABD’den henüz dönmüş, Hacettepe Üniversitesi ekonomi bölümünde öğretim üyeliği görevine başlamıştım.

Cahit Kayra, 56 yaşında ben ise 37 yaşındaydım. Her ikimiz de CHP Genel Başkanı Ecevit’in danışmanıydık. Partinin programını ve seçim bildirgesini hazırlayan ekibin içindeydik.

KONTENJAN

1973 genel seçiminde CHP Genel Merkezi, bütün Türkiye’de 15 kişilik kontenjan kullanmıştı.

Cahit Kayra, Ankara’dan, Hasan Esat Işık Bursa’dan, Prof. Haluk Ülman ve Nejat Ölçen İstanbul’dan, Erol Çevikçe Adana’dan, Erol Tuncer Gümüşhane’den, Kasım Parlar Çorum’dan, Malik Yılmaz Hatay’dan, ben de İzmir’den aday gösterildim.

1973 seçimleri sonrası kurulan CHP-MSP koalisyonunda Cahit Kayra, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na getirildi. Meclis’te bilgisi, ciddiyeti ve dinginliği ile her partiden milletvekillerinin sevgi ve saygısını kazandı. Kayra, 1977 seçimlerine girmedi, siyasi yaşamın dışında kaldı.

KALIN DEFTER

Cahit Kayra ile Merkez Yönetim Kurulu’nda birlikte olduk. Kalın bir defteri vardı. Tüm konuşmaları not alırdı. Bu durumu Bakanlar Kurulu’nda da aynen uygulamıştır. O dönemde birlikte çalıştığımız eski İmar Bakanı Erol Tuncer’e de sordum. O da bu kalın deftere işaret etti. Bu deftere aldığı notlarından daha sonra Turan Güneş’in Siyaset Şiirleri” adlı kitabı ortaya çıkmıştı.

BİLGE CAHİT KAYRA

1980 sonrası Cahit Kayra’nın en çok ürün verdiği dönem başlıyordu. Bilge Cahit Ağabey dönemi başladı dersek hata yapmamış oluruz. Kayra, bu dönemde ( 1980-2020) tam 45 kitaba imza atmış bulunuyor. Bunların 10’u inceleme, 8’i öykü olmak üzere anı, gezi, mizah, derleme ve çeviri kitaplarıdır. Cahit Ağabey’in yaşamöyküsü aslında Cumhuriyetin yaşam öyküsüdür. Kitapları Cumhuriyeti anlatır.

O’nun kitapları bir uçtan bir uca değişik konuları içerir.

Adeta türlü çiçeklerden derlenen bir demettir. Örneğin, “1930 kuşağı”, “Sevr Dosyası”, “Varlık Vergisi” inceleme alanında yükselirken, “Bir Mavi Yolculuk”, “Bodrum üzerine Çeşitlemeler”, “Telefon Defteri”, “Marjinal Şiir Teorileri”, “Bilgeler ve Balıklar” gibi kitapları okuyucuyu başka dünyalara götürür. Öte yandan “İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri”, “Kadıköy, Vaniköy, Çengelköy”, “Bebek”, “Sümbül Dağı’nın Karları” bambaşka alanlarda yazılmış kitaplardır.

ÇOK YÖNLÜ

Cahit Kayra, çok yönlü bir yazar, alçakgönüllü bir aydın, gün görmüş bir İstanbul beyefendisiydi. Deneyim ve birikim sahibi bir bürokrat ve devlet adamıydı. O, vatanına aşkla bağlı olan, tam Cumhuriyetçi ve Atatürkçü bir yurtseverdi.

CUMHURİYET EKONOMİSİNİN ÖYKÜLERİ

Cahit Kayra, tek partiyi, çok partili sisteme geçişi, Türkiye’deki siyasal çalkalanmaları, kimi zaman sorumlu bürokrat, kimi zaman politikacı, kimi zaman duyarlı bir aydın olarak yaşadı. Cahit Kayra’nın kitapları birbirinden değerlidir ancak “Sevr Dosyası”, “Savaş, Türkiye ve Varlık Vergisi” ile üç ciltlik “Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü (1923-2011)” eserleri siyasal ve toplumsal yaşamımız için çok önemlidir.

“Sevr Dosyası” kitabı, Sevr’in belgelerini inceler. Üç ciltlik “Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü”, bir öykü tadında Cumhuriyetin kazanımlarını anlatır. Alt başlığı da “Karma Ekonomi: Doğrular-Yanlışlar” adını taşır. “Varlık Vergisi” kitabı başlı başına önemlidir.

DÜŞÜN BİRLİĞİ

Cahit Ağabey ile partide ve TBMM çatısı altında çalışmış, 1980’den sonra her ikimizde günlük politikadan uzaklaşmış, yazın yaşamına girmiştik. Cahit Ağabey’le düşün birliği içerisindeydik. Zaman zaman telefonda da olsa uzun sohbetler yapardık. 2000’li yıllarda, Varlık Vergisi yeniden gündeme gelmişti. Bilir bilmez kişilerce çekiştiriliyor, tartışılıyordu.

‘VARLIK VERGİSİ’ KİTABI

Bu kitap 2010’da yazıldı ve 2011’de yayımlandı. Cahit Ağabey’e ben, kitabı yazması için çok dil döktüm. Kitabın giriş kısmında Sayın Kayra şöyle yazmış:

“Giderek, Varlık Vergisi üzerindeki yayınlar, bir anlamda yoğunlaştı ve tedirgin edici bir hal aldı. Ve bir gün arkadaşım Alev Coşkun’dan bir tür uyarı geldi. Benden Varlık Vergisi’ni yaşayan sonuncu Maliye Müfettişi olarak, kapsamlı ve aydınlatıcı bir çalışma yapmamı istedi. Bunu, Murat Katoğlu’nun uyarısı, özendirisi izledi. Coşkun ve Katoğlu, benim bu konuda bir çalışma yapmamın bir görev ve sorumluluk olduğu üstünde ısrar ettiler.” (Varlık Vergisi, syf. 17-18)

BİR GERÇEK

Sonunda kitap 2010’un ekim ayında tamamlandı. İlhan Selçuk’u Haziran 2010’da kaybetmiştik. O sırada Cumhuriyet Vakfı Başkan Vekili’ydim. “Varlık Vergisi” kitabının basımı için kitabı sevinerek Cumhuriyet Kitapları Yayın Kurulu’na verdim. Kurul içindeki kimileri sekter davranarak Cahit Ağabey’in kitabının basılmasına karşı çıktı.

Kim bilir neden karşı çıktılar. Burada anlatmaya gerek yok. Ama Varlık Vergisi olayını bizzat yaşamış bir Maliye Müfettişi’nin kitabının basılmasına karşı çıkıyorlardı, kendilerini çok bilmiş sayan kimi kişiler.

BİR UTANMA

İlhan Ağabey sağ olsaydı, kuşkusuz bu durumu düzeltirdi. Ama onu yitirmiştik. Bir utanma duygusu içinde Cahit Ağabey’in evine gittim ve durumu anlattım. Kitabın basılamayacağını söyledim, beni affetmesini rica ettim.

Bilge insan Cahit Kayra, “Zaten bunu bekliyordum” diyerek beni teselli etti. Çok kısa sürede Tarihçi Kitabevi sahibi Sayın Necip Azakoğlu, konuya sahip çıktı ve kitap Şubat 2011’de yayımlandı.

Cahit Kayra, kitabın açıklamalar kısmında şunları yazmış:

“Tarihimizle yüzleşmek adı altında ikinci Cumhuriyetçilik akımı diye yeni bir düşünce akımı belirdi. Ve birden bazı gazeteciler ve yazarlar Varlık Vergisi konusunu yeniden açtı. Yani uygulamadan yarım yüzyıl sonra konu hatırlanmış oldu.

(…) Bir yazar, Varlık Vergisi zemini üstünde olayları çarpıtarak bir roman yayımladı. “Aşkale Yollarında Haksızlık, Aşk, Hüzün…” (…) Medyada tanınmış, tanınmamış yazarlar Varlık Vergisi üzerine kitaplardan ya da ağızdan anlatılanlardan öğrendiklerine, işittiklerine dayanarak yazılar yazdı. İddialar, kötülemeler sergilediler.

Verimli bir kaynak bulduklarını düşünen ikinci Cumhuriyet yandaşı akademisyenler de boy boy kitaplar çıkardı, konferanslar verdi, televizyonlarda açık, kapalı oturumlara çıktılar. Tümüyle Varlık Vergisi formatı altında Türkiye’yi, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve o tarihlerde memleketi yöneten insanları kötülemeye yönelik olan bu kampanya, dikkat çekici bir şekilde sürdü. Savaş yılları sırasında genç bir Maliye Müfettişi’ydim. 1941 yılında, birinci askerlik hizmetimden terhis olmuştum. Varlık Vergisi çalışmalarına en genç, en küçük yaşta, en kıdemsiz müfettiş olarak katıldım.

HOYRAT ELLERDE HIRPALANMA

“Bugün, o çalışmaya katılan müfettişlerden hiçbiri sağ değil. Ben, yaşamımın sonuna geldim. (…) Sosyal görev ve fonksiyonlarımı çoktan tamamladım ama bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde, haklı umutlarla bağlandığımız Kemalist ideallerin hoyrat ellerde hırpalandığını görmekten hüzün ve ezâ duyuyorum. Varlık Vergisi konusunda; o dönemi yaşamamış, o dönemi bilmeyen, anlamayan, belki de kasıtlı olarak anlamaz görünen insanlar tarafından, yanlış ve haksız yere eleştirilmesini hoş görmek gibi bir hakkım olmadığını düşünüyorum. Bu kitabı bu nedenle yazdım.”

İşte Cahit Kayra budur; sorumluluk duygusu taşıyan Cumhuriyet aydını…

TARİHSEL GERÇEKLER

Kayra, bu kitabıyla Varlık Vergisi’nin tarihsel gerçeklerini ortaya koymuştur. Türkiye’nin dört bir yanında savaş var. 1 milyon genç askerde. Bunların her türlü ihtiyaçları karşılanacak. Vergi sadece gayrimüslimlerden değil, Türklerden de alındı. Kitap ABD, İngiltere ve Avrupa’daki o yıllarda alınan önlemleri de anlatır. Örneğin ABD’de kazancın yüzde 94’ü, İngiltere’de yüzde 100’ü ve Almanya’da yüzde 85’inin alındığını belirtir. Varlık Vergisi’nin bir facia olmadığını, bir gereksinme olduğunu belgeleriyle ortaya koyar.

Kayra diyor ki “Tarihle yüzleşmek, uygar bir toplum için kaçınılmaz bir onur sorunudur, bir zorunluluktur.”

EN SON KİTAP

Cahit Kayra’nın en son kitabı daha birkaç ay önce Tarihçi Kitabevi’nden çıkan “Bir Çalışma Odası” adını taşıyan ve çalışma odasının tarihi bağlarını anlatan muhteşem bir kitaptır.

CUMHURİYET’E HİZMET EDİYORSUN

Cahit Kayra, kuşkusuz 70 yıldır Cumhuriyet okuyucusuydu. Cumhuriyet Vakfı Başkanlığı görevine geldikten bir yıl sonra, Tarihçi Kitabevi beni İnönü üzerine bir söyleşiye çağırdı. Cahit Ağabey, orada Cumhuriyet gazetesinin kendi ideolojik çizgisine dönüşünden doğan mutluluğunu belirtti. Bana, “Unutma, şimdi yaptığın görev, bugüne kadar yaptıklarından daha önemlidir ve onurludur” dedi.

Cahit Ağabey, onurlu bir bürokrat, saygın bir politikacı ve bilge bir yazar olarak memleketine hizmet ettin. Cumhuriyetçi, Atatürkçü, aydınlanmacı, bilge Cahit Ağabey, yazdığın ölmez eserlerle yurduna ve Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı görevini yüksek düzeyde yaptın. Kitapların gelecek nesillere yol göstericilik yapacaktır. Rahat uyu Cahit Ağabey…

ALİ DÜNDAR’IN ARDINDAN

ALİ DÜNDAR’IN ARDINDAN

Zeki Sarıhan

Eğitimci yazar Ali Dündar, 8 Kasım günü Ankara’da toprağa verildi. Uzun bir ömür sürmüş, 30 yıl eğitim topluluğunda çalışmış, gazete ve dergilerde binlerce yazısı yayımlanmış bir aydının biyografisini çıkarmak bir kişinin harcı değildir.

Onunla yollarımız Ankara’da Öğretmen Dünyası dergisi nedeniyle zaman zaman kesişti. 40 yıl içinde (1980-2019) dergide asıl adıyla ve M. Kuzugüdenli takma adıyla 27 yazısı yayımlandı. Bir seferinde Öğretmen Dünyası’nın Danışma Kurulu toplantısına katıldı. 1987’den beri her hafta düzenlenen Cumartesi Söyleşilerinin birinde de konuşmacıydı. Devrimci bir eğitim derginin 40 yıllık ömrü için bunlar orta düzeyde bir ilişkiyi gösteriyor.

Köy Enstitülerinden yetişmiş aydınlar arasında Baykurt, Apaydın, Başaran kadar olmasa da adı geçerdi. Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın kurucularındandı ancak bu vakfın yardımıyla çekilen Köy Enstitüleri belgeselinde adının geçmeyişine Osman Bolulu ile birlikte tepki duyduğuna tanık oldum.

1924 doğumlu olduğuna göre adı geçen enstitülü yazarların hepsinden daha uzun yaşadı ve 96 yaşında hayata veda etti. Rekor Abdullah Özkucur’dadır, 100’ü devirmiştir.

Eğitim Hakkını Savunma Komitesinde Dil Derneği’ni temsil etmişti. Komitenin yılın eğitim ödülü için öğretmeni M. Öztekin Yiğit’i aday göstermiş ve kabul ettirmişti. Öztekin’in evine giderek onunla röportajı birlikte yapmıştık. Köy Enstitülerinin 50. Kuruluş Yıldönümü için röportaj yapmaya Rauf İnan’ı da alarak birlikte gitmiştik.

İlköğretim Müfettişliğinden emekli olan Dündar, eğitimin girdiği çıkmazı izliyordu. Bunu Hasan Celal Güzel’e hitaben yazdığı ve Öğretmen Dünyasında yayımlanan “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup”ta da görüyoruz. (Nisan 1989)

Sonuna dek savunageldiği konulardan biri öztürkçe, biri köy enstitüleri, diğeri de laiklikti. Laikliği pozitivizm olarak kabul ediyor, hem laikliği ve Atatürk’ü savunanlara hem de dini inancını koruyanlara “bölmeli kafalar” diyordu. Bu tanımı, Çifteler ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü ve Yüksek Köy Enstitüsü Müdürü M. Rauf İnan için kullandığına tanığım. Böylece, benim zihnimde bir tartışma da açmıştır. Dinî inancı olan, örneğin bir yaratıcıya inanan kişiler, bilimsel yapıtlar ortaya koyamazlar mı?

1989’da yaptığı Cumartesi söyleşisinde ortaya attığı “Türkçe laik bir dildir. Herhangi bir dine karışmamıştı” yargısı ise üzerinde durmaya değer. Yazılarında ilk okuyuşta anlaşılamama pahasına olabildiğince öztürkçe kullanırdı. Bir yazısında yanına yazım kılavuzunu, Türkçe Sözlüğü ve olabilirse el önümdeki küçük ansiklopediden birini almadan yazı makinasının başına geçmemek gibi bir alışkanlığının olduğunu yazıyor. “Bir Anı, Bir Sözlük ve Bir Not, Öğretmen Dünyası, Haziran 1994) Dil Derneği’nin kurucuları arasındadır ama “Türkçeyi en iyi kullanan Yazar Ödülü”nü Türk Dili Dergisinden almıştır.

Hayranı olduğu ve sıkı sıkıya bağlılığını tekrarladığı Atatürk Cumhuriyeti hakkındaki görüşlerini ise gene Öğreten Dünyasında yayımlanan “İnaklar Cangılından Us Ekeneğine…” adlı yazısında görebiliyoruz. Dündar, Türkiye toplumunun sınıfsal ve etnik durumuyla ilgilenmemiş, Cumhuriyet’in kültür devriminin sorunları çözmeye yeterli olduğunu ileri sürmüştür.  Yazıda cumhuriyetle demokrasiyi karşılaştırmakta ve demokrasiyi değil cumhuriyeti tercih ettiğini anlatmaktadır. Bu görüşleri Cumhuriyeti ve Kemalizm’in fikriyatına bağlı kaldığını, onu daha sonraki gelişmelere göre eğip bükmeden savunduğunu gösteriyor. (Temmuz 2017) Yayımlanmış 10 kitabının adları arasında onun ideolojisini tam olarak yansıtanı “Kemalizm ve Din”dir. Dünya görüşünü bu ikilem temsil ediyordu.

Sınıf ve sınıf mücadelesi gibi sosyalizm sözlüğünde yer alan kavramlara uzaktı. Ulusal Eğitim Derneği’ni kurarken kurucu listeye girmesini işlerinin çokluğu nedeniyle kabul etmemesi, bunun sonucu olsa gerektir. Asıl ilgisi Dil Derneğine idi. Bazı yazılarını M. Kuzegüdenli takma adıyla yazmasını ise yadırgamıştım. Cumhuriyet gazetesinde dinle ilgili yazılarına “Emekli Vaiz Muhammed Dafi” imzasını atmasını Cumhuriyet’in editörü yadırgamamış olmalı…

1930’ların ideolojisine ve uygulamalarına kıskançlıkla bağlı olanların son temsilcilerinden biriydi. (9 Kasım 2020)
==========================

Dostlar,

Merhum Ali Dündar, Cumhuriyet gazetesinin 2. sayfasında “Emekli Vaiz Muhammed Dafi” takma adıyla epey yürekli yazılar yazdı. Bu sayfanın sorumlusu Sami Karaören idi ve bize bizzat kendisi bu bilgiyi vermişti.. 09.11.2020

Dr. Ahmet Saltık