Etiket arşivi: Prof. Dr. Şahin Filiz

‘Kürt sorunu’ mu, ‘Kürt’ü sorun etmek mi?

Prof. Dr. Şahin Filiz yazdı

'Kürt sorunu' mu, 'Kürt'ü sorun etmek mi?

Anadolu, yerleşmek ve yaşamı sürdürmek için çok zor bir coğrafyanın, aynı zamanda çetin bir kültürel yaşamın adıdır. Onlarca kültür ve uygarlığın gelip geçtiği, her birinin belli bir iz bıraktığı bu coğrafya, ısmarlama ve yapay hiçbir topluluğun millet olmasına izin vermez. On binlerce yıllık geçmişi vardır. Zor tutunulan bu topraklarda kök salabilen çok nadir milletler ve kültürler olmuştur. En erken tarih olarak Antikçağ’dan başlasak ilk önce felsefenin beşiği olan Anadolu ile karşılaşırız.

Dünya tarihinde felsefenin doğduğu toprakları içine alan Anadolu’ya salt nüfus ve askeri güçle tutunmak; yalnız bu yolla millet olabilmek mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Hele derme- çatma bir lisan, dış kaynaklı kışkırtma ve büyük bir milletin asli , doğal parçası iken parçalanarak bütünlüğe ulaşma hayali ile tarihin hiçbir döneminde millet olunamamıştır.

Anadolu, İslam öncesinden başlayarak Türkleşmiş, İslam’dan sonra da Türkleşme süreci devam etmiştir, etmektedir. Nüfus yoğunluğu ve askeri dehanın yanında, dünyanın en güçlü dillerinden olan Türkçe, on binlerce yıldır biriken Türk kültürü, çeşitli Türk devletleriyle somutlaşan Türk uygarlığı ve bağrında her kültürü, ırkı ve dini ustalıkla uzlaştıran bir Türk yaşam felsefesi, Anadolu’nun Türkleşmesinde, Türk’ün bu topraklara, bir daha sökülmemecesine kök saldığı temel etmenlerdendir.

Türk, Anadolu’da geçmiş ve halihazırdaki bütün kültürlere Türk hoşgörüsü, Türk adaleti ve hakkaniyeti ile yaklaşmıştır, öylece yaklaşmayı sürdürmektedir. Türk bayrağı altında, Cumhuriyet’imizin sağladığı adalet, hakkaniyet, eşitlik ve kardeşlik, sınırlarımız içindeki her bireyi çepeçevre sarmakta, kucaklamakta ve selamlamaktadır.

Anadolu toprakları çetindir. Her aklına esen topluluk, köklü bir milletin asli parçası olarak kalmadıkça burada kendine ne bir toprak parçası, ne bir bayrak ne de bir sınır tayin edebilir. Büyük Türk milleti, onu oluşturan parçalarından meydana gelir. Irk, kan, kafatası ya da bölgesel farklılık savları ile büyük millete rağmen parçayı büyütmek, Anadolu coğrafyasının hiçbir hayalci topluluğuna nasip etmediği bir rüyadır. Çünkü Anadolu sıradan bir yerleşimle tutunulacak topraklardan oluşmaz.

Felsefe burada doğdu; dünya tarihinde ilk bilimsel girişimler burada ortaya çıktı. Ayrıntılar bir yana, felsefe ile Hıristiyanlık uzun süre burada kapıştı, çarpıştı, barıştı, karşılıklı etkileşti. İslam medeniyeti Anadolu’yu mesken edindi, yine Anadolu’dan tüm Ortaçağ’a, hatta modern çağa seslendi. Dinler, kültürler, çok çeşitli topluluklar, göçler derken Anadolu, ancak Türk milleti gibi büyük bir milletin inisiyatifine, insafına, öngörüsüne, kimliğine ve idaresine teslim olabilirdi. Nitekim yakın tarihe bakarsak, Selçuklular, Osmanlılar ve en son Cumhuriyet Türkiye’si ile artık en zor sınavlardan geçilerek bugünlere geldik.

Türkleşme sanıldığı gibi sadece askeri ve idari bir süreçle açıklanamaz. Anadolu Ahmet Yesevi, Abdal Musa, Kaygusuz  Abdal, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Bedreddin, Seyyit Nesimi, Otman Baba, Karacaoğlan ve Fuzuli gibi Türk irfan ve ilim kahramanlarının maddi – manevi eğitimleriyle, mücadeleleriyle Türkleşme sürecinin mayasıyla yurt olmuştur. Atatürk Cumhuriyeti, Türkleşmenin en son ve en temelli senedi, ifadesi ve sonucu olmuştur.

Türkleşme, hangi ırktan ve dinden olursa olsun, bu süreçte harcı olan her isimli isimsiz kahraman kişi ve  toplulukların ortaklaşa inşa ettikleri maddi-manevi Türk kültürünün adıdır.

  • Kürt sorunu yalanı, büyük Türk milletini, parçalarına ayırarak Anadolu’daki köklerini söküp atma projesidir. Milletten aşirete, devletten başıboş yığınlara dönüştürmektir.

Her din, ırk ve kültürü büyük bir millet çatısı altında eşit ve adil bir şekilde toplayıp bir arada tutan Türklük, herhangi bir etnisiteye, dine ya da bölgeye referansla ortaya çıkmamasına rağmen; ırkçılıkla, ayrımcılıkla suçlanarak tarihsel gerçekliklerin üstü örtülmek istenmektedir.

Oysa Anadolu’da Türklük dışında bir millet tanımı kaçınılmaz olarak bir ırkı ya da dini temel almak zorundadır. Herkesin milleti olan Türk milleti, “Kürt Sorunu” kışkırtıcılığı ile başlayan, insanları etnik kökenlerine göre sınırlayıp sözüm ona her ırksal yığın için devlet olma projesi dayatan postmodern ırkçılık söylemleriyle gözden düşürülmeye çalışılmaktadır. Anadolu topraklarında Türk’e ve Türklüğe muhalif her    sav, ırkçılık ve dincilikle maluldür. Irkçılık ve dincilikle devlet ve millet teşkil edildiği tarihte görülmüş değildir.

Kürt sorunu yapay ve dış destekli bir söylemdir. PKK terör örgütü bir Kürt kalkışması değildir ve olmamıştır. İçeride ve dışarıda Kürt sorunu yalanını, kışkırtıcılığını üstlenen aparatlara bir bakın. Bunlar, başta PKK terör örgütü, onu destekleyen Türkiye düşmanı bazı emperyalist ülkeler ve içeride onların temsilciliğini yapan haraç mezat, ucuza satılmış kuklalardır.

  • Kürt, Türk milletinin asli üyelerindendir ve büyük çoğunluğu bayrağına, vatanına ve devletine yürekten bağlıdır.
  • Sorun, Kürt varlığı değil, Kürt’ü sorun edenlerin varlığıdır.

Eğer hayat pahalılığı, eğitim – öğretim sorunları, sağlık ve güvenlikle ilgili zorluklar varsa bunlar herkes için geçerlidir. Bölgesel kalkınmışlık ve refah farkları Türkiye’de yalnız belirli yerlere özgü değildir. Kaldı ki isteyen istediği bölgeye gidip yerleşebilmekte, işini, geleceğini tayin edebilmektedir.

Kültür mü dediniz? 

Kürtleşen Türkler ve Türkleşen Kürtler gerçeği, Türk kültürünün etnik ırkçılığa dayanmadığını; büyük millet olmanın komplekssiz, özgüvenli olmak anlamına geldiğini gösterir. Türk kültürü, tarih boyunca farklı topluluklar arasındaki devasa kültürel geçişleri, kendini zenginleştirerek karşılayabildi ise, aynı millet içindeki benzeşik kültürel öğelerin geçişlerini daha kolay karşılayabilir, karşılamaktadır.

Aynı köyde bile bazı kültürel farklar olabilir. Köyü mü bölelim? Türkçe konuştuğu halde Karadeniz ağzı, Ege ağzı, Orta Anadolu ağzı farklıdır; o zaman ağızlara göre mi sorun yaratalım?

Kürt sorunu safsatasını  öne sürenler iki amaç güderler: Birincisi büyük Türk milletini ırk ırk, mezhep mezhep parçalamak ve emperyalistlerin ağızlarına uygun lokmalar haline getirmek. Bu misyon, dışarıdaki sahiplerine dönük bir amaca dayanır. Ama içeriyi ihmal etmezler.

İkincisi, ülkenin hayati çıkar ve sorunlarını unutturmak, önemsizleştirmek.

Mavi Vatan, deniz yetki alanlarımız, Ege adalarındaki çıkarlarımız, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin korunması, Karabağ’ın Ermeni katillerden arındırılması…. Tek kelimeyle Cumhuriyetimiz ve bağımsızlığımızın gerektirdiği ulusal çıkarlarımız, Kürt sorunu söyleminin ajanlarınca “yayılmacılık” olarak damgalanır. Oysa Kürt insanın derdi ülke menfaatlerini kendi adına çiğneyenlerin başarısını dilemek değildir. Her akıllı Türk vatandaşı bilir ki, ülkemizin ve milletimizin çıkarına olan her şey, kendisinin de çıkarınadır.

Sorun, Kürt sorunu” değil, “”Kürt sorunu var” diyenlerdir

PKK’nın resmî giyimli siyasi temsilcileri Kürtlerin vicdanında asla yer bulmamıştır ve bulamayacaktır. Diyarbakır anneleri ile şehit anneleri, Kürt sorunu var diyenlerin asıl sorun olduklarını açıkça ortaya koymuştur.

Kürt sorunu var diyenler, şark kurnazıdır. Dillerinin altında Kürt’ü sorun olarak gördüklerini milletçe fark ediyoruz.

Kürt’ü sorun görmek, hem Kürt üzerinden, hem de Kürt adına ırkçılık ateşini harlamaktır.

Sorun olan Kürt değil, Kürt’ü sorunlaştırıp büyük Türk milletine tuzak kurmaktır.

Türk milleti aynı tuzağa iki kez düşmeyecektir.

Avrupa’daki İslamofobinin altındaki neden

Avrupa’daki İslamofobinin altındaki neden

Nurzen Amuran sordu, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlahiyatçı Prof. Dr. Şahin Filiz yanıtladı…

Amuran: Bu söyleşiyi hazırlarken 6.8 büyüklüğünde bir deprem haberi ajanslara düştü. Depremin sonuçları hepimizi sarstı. Oysa Perşembe günü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını coşkuyla heyecanla kutlamıştık. Depremden zarar görenlere geçmiş olsun diyoruz. Cumhuriyet Bayramının yıllar içinde anlamı daha da büyüyor ve derinleşiyor. Cumhuriyet’in ilanı yalnızca kurulan bir devletin adı değildir, devletin kimliğinin de ilanıdır. Cumhuriyet’in içinde o dönemin koşullarıyla demokrasi vardır, somut örneği Meclis’tir. Bağımsızlığı önceliktir. Kurtuluş savaşı vermektedir. O dönemden bugüne gelişen süreçte inişli çıkışlı siyasi mücadeleler verilmiştir ama sosyal ve laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamizmi bütün zor koşullara karşın daha da ivme kazanacaktır.

Bugün dünyamızda değişen koşullarla birlikte bir taraftan popülist politikalar uygulanırken en elverişli ortam İslamofobinin artışında körüklenmesinde ortaya çıkmaktadır. Batıda kendi iç politikalarının dizaynında (AS: kurgulanmasında) İslam’ı kullanan politikacıların sayısı giderek artıyor. Bu süreçte biz ne yapmalıyız, hangi konularda daha özenle hareket etmeliyiz, FETÖ ile başlayan süreçte gündemi oluşturan kimi dinsel yapılanmalara karşı tavrımız ne olmalı, bu oluşumlarla siyaset arasına nasıl mesafe konmalı ve demokrasi, laiklik nasıl korunmalı? Radikal İslamcı terörizmin yeniden şiddete başvurduğu şu günlerde, Avrupa’da canlanan İslamofobiye karşı tavrımız ne olmalı? Bugün bu soruların yanıtlarını arayacağız. Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Şahin Filiz’le yeniden bir araya geleceğimizi duyurmuştuk. Bugün yine konuğumuz Şahin Filiz.

Sayın Filiz, Fransa’daki olaylar ve Türkiye ile yaşanan gerilimli süreçte yeniden İslamofobiden söz edilir oldu. İslamofobi ilk kez ne zaman başladı, önce tarihsel bir bilgi verelim ve daha sonra günümüze gelelim.

Şahin Filiz: Ne ilginçtir ki “İslamofobi” (İslam Korkusu) kavramı, bilindiği kadarıyla ilk kez 1922’de Fransız Oryantalist Etienne Dinet tarafından kullanılmıştır. Antikçağ’da “Xenofobia” yani yabancı düşmanlığı ile İslamofobia arasında en az  2500 yıllık bir zamansal mesafe vardır. Bazı araştırmacılara göre, İslamofobi Xenofobia’nın modern versiyonudur. Başka bir deyişle, Antikçağ’da Yunanlar ve Romalılar, Akdeniz ve Mezopotamya halklarını “Barbaros” (barbar, yabancı) kabul ettikleri için İslamofobinin temeli Xenofobia ile atılmıştır düşüncesindedirler.

Ancak bu kavramlar içerik ve tarihsel süreç açısından aynı değildir. Birbirinin yerine kullanılamazlar. Çünkü Yunan ve Helen uygarlığı, belirli bir etnisiteye, dine veya uygarlığa ait değildir. Girit, Girit’ten önce bütün Orta Asya, Batı Anadolu, İtalya, hatta Mezopotamya’daki halklardan, etniğe doğrudan referans sayılmayan Yunan ve Helen kültürüne ya yakındılar, ya da içinde idiler. Bu yüzden xenofobia bile kendi içinde çelişik bir içerik ve yorum barındırır.

İslamofobia ise, yabancı olarak Müslümanlara ve İslam dinine özgü bir kavramdır. İslam ve Müslüman korkusudur. Bu korkmanın ya da yabancı görmenin ardında din olarak Hıristiyanlık, toplum olarak, çoğunlukla Batı Avrupa zihniyeti vardır. İslam dini, en son ve düzeltici din olarak geldiği tezi ile devamı olduğu Yahudilik ve Hıristiyanlığı geçersiz ilan etmiş; evrensel, insancıl ve ahlaki ilkelere vurgu yapan bir yapıda olduğunu; önceki dinlerle ancak “tahrif edilmemiş” söylemlerde benzeştiğini ilan etmiştir. Zaman zaman birbiriyle kanlı çatışmalara girmiş ise de Yahudilik ve Hıristiyanlık, Sami dinler olarak, kendilerinden oldukça farklı bir iddia ve ret ile ortaya çıkan İslam dinini, doğuş ve yayılış aşamalarında bir rakip, sonra bir yabancı daha sonra da bir korku nesnesine dönüştürmüşlerdir.

Amuran: Dediğiniz gibi özellikle Avrupa’nın, Müslümanları rakipten yabancıya, yabancıdan düşmana evrilen bir korku nesnesine dönüştürmesinin sizce bir bilim insanı olarak temel gerekçeleri neye dayanmaktadır?

Filiz: İki temel gerekçeye dayanır. Birincisi, İslam’ın anılan dinlere rakip olarak doğmasıdır. Bu rekabet, Müslümanların hızla ve güçlü bir şekilde sahip oldukları toprakları genişletmesi; buna bağlı olarak siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda daha çok görünür olmasıyla “fobik” hedef haline gelmeleridir. Haçlı Seferleri, İran İslam Devrimi, 11 Eylül saldırıları, IŞİD vb. yapılanmalar Batı tarafından “fobik” İslam’ı “düşman” taraf olarak tanımlamak için altın fırsatlar olarak yorumlanmıştır. Bu olayların ve yapıların hemen hepsinin Batı’nın kurguladığı doğrudur. Ancak sürekli bir senaryonun ve kurgunun nesnesi olmaktan kurtulamamak da en az Batı kadar Müslüman dünyayı bağlamaktadır. Bu saptama, sorumluluğu başkasına yükleyip sürekli mazlum ve haklı olduğumuza ilişkin iddiamızı, haklı çıkarmaz. İslam dünyasının kendi içinde halen boğuştuğu sorunları çözme yükümlüğü, Batı’yı masum yapmadığı kadar Müslümanları da masum yapmaz.

İkinci gerekçe, ilkine bağlıdır. Müslümanlar, sürekli kullanılan, yönlendirilen ve düşman görülen tarafın temsilcileri olmaktan neden kurtulamazlar? Oryantalizmin önde gelen aktörleri Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi Batı Avrupa’daki devletlerden gelmekle birlikte, traji-ironik bir şekilde, dünyanın her yerinden Müslümanlar bu ülkelerde yaşamak için ölümü bile göze almaktadırlar. “En son din, en insancıl ve evrensel mesaj, değişmeyen ama değiştiren hayat nizamı, bütün insanların kurtuluş reçetesi” gibi mega-anlatılar dillerden düşmezken, bunları söyleyenler neden kendi topraklarını, yurtlarını ve ülkelerini imar etmek, Atatürk’ün dediği gibi, “çağdaş medeniyetler seviyesinden öteye taşımak” için çabalamak dururken, “hazır imar edilmiş Batı ülkelerini” tercih ederler? Yanlışlık nerededir? Yüzyıllardır bıkmadan usanmadan söylendiği gibi, Müslümanlar İslam’ı ve Kur’an’ı doğru anlasalar, Batı’yı çoktan geride bırakır, örnek toplumlar yaratırdık” yazıklanması, tarihsel ve fiili hal-i pür melalimize ne katkı sağlamaktadır? “Korkulan düşman”, “aşağılanan yabancı” olmaktan kurtulmanın yolu, karşı tarafı “daha da aşağılamak, daha da korkutmak” mıdır?

Değildir ve olmamıştır!

Böyle bir tavır, İslam dünyasına ve özellikle ülkemize yarar değil zarar verecektir. İçinde bulunduğumuz bilimsel, düşünsel ve kültürel sorunları çözmenin yolu, dışarıdaki saldırganlara “aynı üslupla” yanıt vermek; içerideki farklı anlayışlara da önyargılı yaklaşmak olmamalıdır. Bugün Fransa’nın göz yumduğu hatta cesaret verdiği İslamofobik yayınları, söylemleri ve propagandaları kesin bir dille kınıyoruz, şiddetle reddediyoruz. Ancak bu, İslamofobinin belki dünya kamuoyunda fütursuzca dillendirilmesini geriletebilir, ama Müslümanları Batı gözünde, hatta dünya kamuoyunda en iyimser deyimle sadece “saldırıya uğrayan kesim” olmaktan öteye taşımaz.

Peki, ne yapmalıyız?

İslam’ın doğuşundan günümüze kadar hep bu kör döngünün yarattığı gerginlikle mi yaşayacağız? Bizim hiç mi yapacağımız bir şey yok? Yahudilik ve Hıristiyanlık, dinlerini her çağda insan onuruna ve yaşam koşullarına göre yorumlamak için akıl, mantık ve bilimi cesaretle kullanmışlardır.

Amuran: Peki biz neden yapmıyoruz?

Filiz: Ne yapmamız gerektiğini aslında sayın Cumhurbaşkanı birkaç yıl önce açıkça belirtmişti:

“Bizim Diyanet teşkilatımızın Din İşleri Yüksek Kurulu var ve Din İşleri Yüksek Kurulu’nda da çok vasıflı ve bütün ilim dallarında yetki sahibi hocalarımız var, tefsirde, hadiste, fıkıhta, birçok. Bütün bu hocalarımız ne yapıyorlar, niye sessiz kalıyorlar?

  • Bunlar İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle uygulayamazsınız”.

Sayın Erdoğan, bu sözlerinin devamını getirmeli; “sessiz kalanları” cesaretlendirmeli; şımarık tarikat ve cemaatleri, radikal dinci kesimleri cüretlendirecek her türlü yapılanma ve faaliyetlerin önüne geçmeli; bunun için de yetkili insanlara destek çıkmalıdır.

  • İslam yeniden ve vakit geçirmeden reforme edilmeli;

21. yüzyıldaki insanlar, 6. yüzyıldaki düşünme ve yaşam koşullarına zorlanmamalıdır. Zorlandığında hem dışarıdan “İslamofobik”, içeride de “imanofobik” (Tarikat ve Cemaatlerin birbirini imansızla suçlaması) olmaktan kurtulamayız. Cumhurbaşkanın “İslam’ın güncellenmesi” gerektiğine ilişkin sözünün devamı gelmeli; artık uygulamaya geçilmelidir. Düşünce yaşamımızda her alanda güncelleme varken, konu dine gelince, güncellemeyi İslam’a uydurmak çıkmaz bir yoldur.

“Kur’an ve İslam yanlış anlaşılıyor, Kur’an İslam’ı olsa, sorun çözülür” gibi politik, Polyannacı ve kurnazca söylemle inananları sürekli “adeta akılsızlıkla, bilgisizlikle suçlamak” hiçbir zaman İslam dünyası için çözüm olmamıştır. İslamofobik saldırılar ve eleştiriler bizi sadece kızdırmamalı, ama bunun ötesinde, topyekün “güncelleme” üzerinde çalışmamızı teşvik etmelidir. İslamofobiyi radikal dinci akımları finanse eden Fransa, prefabrik üretimi olan bu örgütleri Türkiye’ye ihraç ederek, Türkiye’yi “İslami terörün hamisi” olarak göstermek peşindedir. Radikal dinci olduğu için Fransa’dan kovulanların sığınma başvurularına karşı dikkatli olmak gerekir.

Amuran: Bu sıraladığınız çözüm ve uyarılar için gündemde olan bazı konuları daha ayrıntılı değerlendirmekte yarar var. Sözgelimi son zamanlarda gündemden düşmeyen çocuk tacizlerinde dinci-muhafazakar kesimden olayın kınanmasının toplumu tatmin edecek şekilde yapılmadığı değerlendirmesi var. Bu değerlendirme de olayları olağan gördükleri gibi bir izlenim yaratıyor. “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışımı daha etkin ne dersiniz?

Filiz: Kol kırılıp yen içinde kalabilir ama onur kırıldığında bunu hiçbir yen örtüp saklayamaz. İslam dininin temeli ahlaktır. İnsan onuru, haysiyeti, şerefi ve saygınlığı İslam’a göre her türlü ibadetten, akrabalıktan ve taraftarlıktan üstündür. Kuran’da Hz. Muhammed’e hitaben, “Ve elbette sen en yüce ahlak üzeresin” (Kalem Suresi, 4. Ayet) denilerek İslam’da ahlaki değerlerin vazgeçilemez olduğu vurgulanır. Ahlak, insanın ruhundaki namus ve şeref duygusudur; etik vicdanıdır. İnsanlığının biricik ölçüsüdür. Bu ölçüyü çiğneyen ya da önemsemeyen, Hz. Muhammed’in yolunda olduğunu, hatta Müslüman olduğunu iddia edemez. Ahlak çiğnenerek dindar olunamaz. Kötülükleri yapan ile yapanlara sessiz kalanlar aynı kategoridedir. İşte bu nedenle dinci muhafazakarlık ile Müslümanlık arasında yer ile gök kadar mesafe vardır.

İslam dini erkek ya da kız olsun, çocuklara yönelik her türlü cinsel veya fiziki zorbalığa, istismara kesinlikle izin vermez. Hz. Muhammed’in çocuklarına ve torunlarına nasıl özen gösterip üzerlerine titrediği herkesçe bilinir. Dinci muhafazakârlar İslam’dan ekmek çıkaramazlar. Bu yüzdendir ki dinci muhafazakârlık, İslam dininin ahlaki ilkelerini engel olarak görür. Bunu aşmak için dinin ahlaki içeriğini ortadan kaldırır. Halkın, Türk devlet geleneğine tarihsel birikimin gereği olarak saygılı olmasından yararlanarak, en insanlık dışı fiillerde bile ‘büyüklerimiz böyle diyorsa, vardır bildikleri’ gibi sorgusuz sualsiz teslimiyeti, sorgulamaya ve eleştirmeye tercih etmesi kutsal vazife imiş gibi dayatılıyor. Oysa indirilen dinde, insanların “Tanrı’nın varlığına ikna etmek, neden bir ve tek olduğunu tartışmak için özellikle teşvik edildiğini” görüyoruz. Her türlü cürümü ve günahı yumuşatan ve neredeyse meşrulaştıran söylemler, Allah’ı ve Peygamberi değiştirilmiş uydurma bir dindarlığın doğal sonucu olabilir.

Amuran: Bir ara istismar haberlerinin ardından idam talepleri yükselmişti. Neyse ki son zamanlarda bu sesleri duymuyoruz. Çözümde doğru yöntem ne olmalıdır, nasıl caydırıcı olunabilir?

Filiz: İdam, keskin ama etkisi kısa süren bir çözümdür. Ancak adli, sosyo-kültürel ve siyasal sonuçları, toplumsal öfke yatıştırıcılığı kadar kısa ve geçici değildir. Caydırıcılığı geçicidir ve belki de ters etkisi daha fazla olacaktır. Zaten yoğun bir cinsel istismar furyası kadına, cinselliğe ve insan ilişkilerine konan kısıtlamalar ve baskılardan kaynaklanmıyor mu? Kadına ve cinselliğe yönelik kısıt ve baskılar arttıkça, cinsel istismar furyası, farklı yollar, yöntemler bulmakta, hatta insanlık dışı yöntemleri denemektedir. İnsan yaratılışına aykırı eylem ve söylemler, aslında doğal ve meşru yaşam alanımızı gittikçe daraltarak bitmeyen ruhsal ve zihinsel bir idama benzemektedir. Yaşama yayılan bu süreçsel “idam”, bir kezlik idamdan daha korkutucu ve kışkırtıcıdır. Ben de “Bir kerelik idamdan bir şey olmaz” diyeceğim. Kadın cinayetleri, namus havariliği, mahrem – namahrem ayrımı, çocuk istismarlarına söz konusu umursamaz hatta cemaat ve tarikatlara kol kanat geren tutumlar, Türk toplumsal yaşamını süresiz idama mahkûm etmiş durumdadır.

Amuran: Size göre, bu istismarları önlemek için kalıcı önlemler neler olabilir ne yapılmalıdır?

Filiz: Anaokulundan üniversite sıralarına kadar uzmanlar gözetiminde çocukların kendi bedenlerin tanımaları, birey olarak yetiştirilip karşı cinsle bir arada karma bir eğitim-öğretime tabi tutulmaları gerekir. Erkek-kadın ayırımı, haremlik-selamlık tarzı bir eğitim-öğretim modeli olamaz. Karşı cinsini tanımayan çocuk ve dolayısıyla yetişkin, kendini hiç tanıyamaz. Kendine yabancı olan bir çocuk, yakınlarından ve yabancılardan gelebilecek istismar tehlikelerine karşı da yabancılaşır, savunmasız kalır.

  • İlahiyat Fakülteleri, İmam-hatipler ve Diyanet’e ait Kuran kursları ve din eğitim kurumları dışındaki tüm dinsel kuruluşlar kapatılmalıdır.

Sayılan resmi kurumlar ise sürekli denetlenmelidir. Cemaat ve tarikatlar, vakıf ya da dernekler temelinde varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunları, kuruldukları dernek ve vakıflar doğrultusunda sivil, dinsellikle ilgisi olmayan ve din eğitim-öğretimi yetkisi tanınmayan teknik kuruluş asıllarına döndürmelidir. Bu yapılar, sivil, laik ve sosyal örgütler olarak budanmalı; din eğitimi izni verilmemelidir. Bu yapılamıyorsa işlevsizleştirme sürecine tabi tutarak kapanma /kapatılma noktasına getirilmelidir. Bu süreçte de Türk halkının gerçeği görmesine yardım ederek güvenilir olmadıkları ifşa edilmelidir.

Cinsel istismar yapanları, doğrudan dini sorun ederek, cürümlerini İslam’a fatura ederek cezalandırmış olmayız. Adli takip ve ceza elbette kaçınılmaz; en ağır cezalar verilmelidir. Ancak köklü çözüm bu değildir. Daha önceki söyleşimizde de vurgulamıştım: Örgün ve yaygın eğitim-öğretim kurumlarımızda mutlaka uzmanlar gözetiminde cinsel eğitim verilmelidir. Erkek-kadın ilişkilerinde meşru alanın gayrı meşru alandan daha geniş ve vazgeçilmez olduğunu sosyal, siyasal ve kültürel olarak hem yöneticilere hem de halka anlatmak kaçınılmazdır.

İstismarcılar, haklı olarak ne denli öfke ve nefretimizi çekerse çeksinler, bu toplumun üyesidirler. Birkaç kişiden ibaret de değildirler. Yapana değil, o fiile kaynaklık eden sorunlara ve bu sorunları çok yönlü, disiplinler arası çözecek uzmanlara olan ihtiyaca odaklanmamız gerekir. Sorun, aile içi çatışma, depresyon, psikolojik rahatsızlıklar, psikiyatrik vakalar, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel etmenler ve benzerlerinden kaynaklanıyor olabilir. Bu durumu salt cehalet ya da dinci yobazlıkla açıklamak yüzeysel kalabilir. Bu cürümleri tekrarlama eğiliminde olanları işlevsizleştirecek tıbbi, sosyal ya da kültürel yaptırımlar üzerinde de ayrıca düşünülmelidir. Son olarak siyasi irade, cinsel istismarlara karşı her kurum ve kuruluşları ile kesin bir şekilde mücadele edeceğini, ısrarla ve vurguyla yinelemelidir.

Amuran: Sosyal medyada, bazı TV ekranlarında gördüğümüz başına takke- kavuk-fes sırtına cübbe alan kendisinin bir tekkenin şeyhi olduğunu iddia eden cahil fırsatçıların sayısı arttı. Konuşmaları dinin saygınlığına dokunulmazlığına zarar veriyor. Dine, cezalandırıcı bir kimlik kazandırılmaya çalışılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi dinin saygınlığını korumak halkı doğru bilgilendirmek dine zarar verenlerle mücadele etmek değil midir?

Filiz: Diyanet İşleri Başkanlığı resmi sitesinde şöyle yazar:

“Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumlarını idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir.

Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi, tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.” [1] Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te 429 sayılı Kanunda belirtildiği ve vurgulandığı üzere, İslam dinindeki inanç ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek amacıyla kurulmuştur. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri’nin bu yapılarla ilgili görev alanı da ortadan kaldırmıştır. Yani tekke, zaviye, cemaat ve tarikat yoktur, olmayan yapı ya da yapıların idaresi de söz konusu değildir. Şu halde cemaat ve tarikatların varlığı hem Diyanet’in varlığına, kuruluş amaçlarına hem de görev alanı olmaktan çıkmaları itibariyle fiili dinsel hizmetlere aykırıdır, her bakımdan gayrı meşrudur. Gayrı meşru kuruluşların devamı, öncelikle Diyanet’in varlık nedeniyle çatışmaktadır.

Bence dünden bugüne Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacına uygun olarak 2 temel görevi bulunmaktadır: Bu görevleri yaptığı sürece bu teşkilat, Alevi-Sünni veya başka anlayıştan her Türk vatandaşını kucaklayıcı olur ve bu vesile ile varlık ve kuruluş nedenine sadık kalır. Aksi takdirde yalnız Alevi vatandaşlarımız için değil, Sünni vatandaşlarımız için de en azından manevi meşruiyetine gölge düşürmüş olur. İslam dinindeki inanç ve ibadet alanları konusunda Türk halkının tümünü aydınlatmak, inhisarına (AS: tekeline) ve yetkisine tevdi edilen görev ve sorumluluklarda cemaat ve tarikatlara asla fırsat vermemek gerekir. Yetki ve sorumluluk bölüşümü resmen değilse de fiilen sıkça tanık olunan olgular olarak gerçekleştiği sürece Diyanet 2. görevini yapmıyor, ilkine de güç  yetiremiyor demektir.

Diyanet, bir Cumhuriyet kurumu olduğunu unutmamalıdır. Tarikat ya da cemaat olamayacağı gibi, kendisine verilen dinsel yetkiyi açık ya da gizli olarak onlara devredemez.

Amuran: Bu tür yapılanmalarda işlenen yüz kızartıcı suçlara karşı siyasal iktidar olayları salt adli vaka olarak yorumlanıyor. Bu süreçte dini siyasal bir malzeme olarak kullanan siyasetçilerin sorumluluğu yok mu? Sözgelimi tarikat ve cemaat yapılanmalarına ilişkin TBMM’de bir Araştırma Komisyonu oluşturulamaz mı?

Filiz: Kesinlikle oluşturulmalıdır. İktidarından muhalefetine dek bu ulusal soruna hep birlikte müdahil olmak görevleridir. Özellikle Meclis içindeki ve dışındaki muhalefet, artık hiçbir şekilde tevil götürmeyecek bu tür iğrençlikleri TBMM’de araştırma komisyonu kurarak  ciddi, resmi ve kararlı bir tutum sergilediklerini açıkça ortaya koymak zorundadırlar. Bu noktada iktidara daha fazla sorumluluk düşmektedir. Ülkemizin genel ahlaki ve kültürel dokusuna, dinsel duyarlığına yönelik olarak giderek yıkıcı bir artış gösteren bu istismarlara karşı muhalefetin Meclise sunduğu komisyon kurma, araştırma önergesi verme ve olayların her yönden takibini sağlama gibi önerilerini, suç örgütüne dönüşmüş bir avuç müptezelden gelebilecek marjinal düzeydeki oy hesabına girmeden, desteklemelidir. Eğer oy artışı hesap ediliyorsa, bu yönde hareket etmeleri daha rasyonel ve sonuç verici olacaktır.

Amuran: Tarikat ve cemaatleri sivil toplum örgütleri olarak görenlere şunu sormak istiyorum. Bu oluşumların sivil inisiyatif olarak değerlendirilmesi için dernekler, sendikalar gibi demokrasiye katkıda bulunmaları gerekir. Oysa içlerinde kendi yapılarında biat kültürü var. Karşı görüşe hayır diyen bu oluşumların demokrasiye katkıları olabilir mi?

Filiz: Kötülükte biat bu yapıların geleneği haline gelmiştir. Din adına ve dine rağmen ahlaksızlık, kamu yararına değil, kamu zararına işlemektedir. Sivil kavramı, “medeni”, “şehirli” demektir. Ülkemizde “askeri olmayan, militer olmayan” anlamı öne çıkar. Bazılarına göre sivil toplum, “devletin denetim alanı dışında yurttaşların kendi düşünce ve faaliyetlerini yürütmek üzere teşkil ettikleri guruptur.” Ancak bu tanım eksik ve yetersizdir. Çünkü en büyük toplumsal örgüt ve aygıt olan Devlet, yurttaşların her türlü iş, eylem ve yapıp-etmelerini düzenler; düzenlemelerine yardımcı olur. Sivil toplum ise, devletin yetemediği, eksik ya da tamamlanması gerektiği düşünülen alanlarda, yurttaşların lehine olan konularda destekçi ve yardımcı bir rol oynar. Başka bir deyişle sivil toplum, devletin yurttaş bakımından görünümü ve yorumudur. Başka deyişle, devletin doğal parçasıdır. Burada sivil toplum kuruluşları demokrasi, laiklik, hakça bölüşüm, insanca yaşam ve adalet gibi temel değerlerin devlet tarafından nasıl ve ne şekilde toplumsal yaşama yansıtıldığını gözlemler, denetlerler. O halde sivil toplum örgütleri laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü savunmaya odaklı birimlerdir.

Oysa Cemaat ve tarikatlar devlete rakiptir!

Amuran: Yakın tarihimizde yaşadığımız FETÖ örneği var. FETÖ olmadan önce cemaat diye tanımlanırdı değil mi?

Filiz: FETÖ örneği özel ve mevzi bir olgu değildir. Bütün bu yapılar FETÖ adını henüz almamışlarsa da doğrudan devlete taliptir. Sivil toplumlar için vazgeçilmez koşul ve özelliklerin hiçbirini taşımadıkları gibi, bunlara açıkça cephe alırlar. Dinsel alan, sivil bir alan değildir. Dinsellikle anılan hiçbir topluluk ne sivildir, ne de yurttaş yararı gözetir.

  • Dernek ve vakıf olmanın ötesine geçen cemaat ve tarikatlar, dinci militarizmin, özgürlüklerin, yurttaşlık bağlarının, sosyal yaşamın, hukukun ve mevcut her türlü rejimin düşmanı olmak üzere kendilerini konumlandırmış durumdadırlar.

Aynı anda hem devlete hem de yurttaşların yaşam haklarına karşı mücadele ederler. Ayrıca her biri diğerine ölümüne düşmandır. Bunlar kendi içinde demokratik olmadıkları gibi başkalarına, aynı dinden bile olsa, mensubu olmayanlara hayat hakkı tanımazlar. Faşist, cahil, baskıcı, zorba, dogmatik ve insanlık karşıtıdırlar. 

  • Bunlar sivil toplum değil, siğil toplum örgütleridir.

Amuran: Din, dokunulmazlığı nedeniyle bir fırsata dönüştürüldü. Tarikat ve cemaat gibi yapılanmalar, ekonomik rant sağlanan vergisiz, algısız ticaretin bayraktarlığını da yapar duruma getirildi. Burada din ve kutsal kitap kullanılarak dinsel ayrıcalık taşıdığı iddia edilen tarikat ve cemaatin başındaki kişilere çıkar sağlanıyor. Nasıl denetlenebilir?

Filiz: Dinsel ayrıcalık, görev ve sorumluluk bakımından yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir. Cemaat ve tarikatlar, gayri meşru yapılardır ve bunların hiçbir dinsel ayrıcalığı yoktur, olmamalıdır. İki başlı, paralel devlet olmazsa, dinsel yetki için de aynı şey geçerlidir. Devlette de dinde de bölünme, ortaklık, yetki paylaşımı olamaz. Olur derseniz, bu yapılardan her biri semirip güçlendiği gün “FETÖ” olacaktır.

Dinsel misyona bürünmüş her türlü yapı ve kuruluş, siyasi kararlılıkla kapatılmalı; hiç olmazsa dernekler sınırı içine çekilmelidir. Dinsel faaliyet yapmalarına resmen ve fiilen izin verilmemelidir. Haksız yollarla edindikleri memalike (AS: malvarlığına) el konmalı; millete geri döndürülmelidir.

Amuran: Daha büyük bir tehlike var. Bazı dini yapılanmalar, yabancı istihbarat kuruluşlarının yuvası da olabiliyor. FETÖ terör örgütünde gördüğümüz gibi. Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında yaşanan örneklerden de söz edelim isterseniz Mustafa Kemal Atatürk‘ün mücadelesinin temel nedenlerini de bu arada anlatmış olalım.

Filiz: Çağdaş, laik, sosyal ve hukukun üstünlüğüne dayalı, Atatürk’ün deyimiyle bir erdem olarak kurulan Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, 7 düvel içerideki düşmanları desteklemiştir. Atatürk önderliğinde var olma savaşı veren Türk milleti, karşısında yalnız 7 düveli değil, içerideki dinsel oluşumları da bulmuştur. Milli Mücadele’ye, Kuvay-ı Milliye’ye ve Atatürk’e, ölümüne maddi-manevi destek veren  pek çok din bilgini, hocalar ve din adamları olmasına rağmen, emperyalistlerden yana tavır alanlar da vardı. Mustafa Sabri, İskilipli Atıf ve Said-i Kürdi gibi vatan hainleri İslam dinini kullanarak, emperyalistlerin amacı doğrultusunda dinsel oluşumlar içinde yer alarak, Kuvay-ı Milliyeye ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk ulusunun bağımsızlık savaşına karşı akıllara zarar mücadele yürütmüşlerdir. Bunların artığı olan FETÖ örneği ortadadır.

Emperyalistler adına ülke ve ulusuna karşı kirli mücadelelerini kişisel ve kurumsal olarak iki koldan sürdürmüşlerdir. “Teali İslam”“Kürt Teali” cemiyetleri adı altında ırkçı ve dinci işbirliği içinde ama İslam”ı alet ederek halk nazarında etkili olmanın yollarını aramışlar, gerçekten de kurtuluş ve bağımsızlık mücadelemizi zaman zaman zora sokmuşlardır. Ne ki dinci istismarın emperyalist emelleri ne Atatürk’ü ne de canı pahasına ülkesi ve ulusunu kurtarmaya ant içmiş kahramanlarımızı davalarından döndürememiş, Cumhuriyetimizin kurulmasına engel olamamışlardır. Günümüzde malımıza, canımıza, namusumuza, çocuklarımıza, alın terimize ve en önemlisi Cumhuriyetimize kasteden cemaat ve tarikatlar, kuruluş yıllarındaki şer odaklarının ve o odakların efendilerinin izini sürmekte ve aynı amaca hizmet etmektedirler. FETÖ bu tablonun en açık, en tartışmasız somut örneğidir.

Amuran: Gülen cemaatinin yapılanmasını önce destekleyen ve bir terör örgütü olduğu anlaşıldıktan sonra darbe girişiminden ders alındığını ve etkin mücadele edildiğini söyleyebilir miyiz? Çünkü FETÖ’nün uygulama taktikleri hala devam ediyor.

Filiz: FETÖ ile mücadele yoktur diyemeyiz. Yargımız, emniyet güçlerimiz ve birtakım siyasiler gerçekten son derece etkin mücadele örneği sergilemektedirler. Ancak FETÖ çok yönlü, çok kollu ve dış destekli emperyalist bir çete olduğu için, onunla mücadele her yönden etkili ve kararlı bir şekilde yapılmak zorundadır. Sinekler avlanıyor ve bunların FETÖ bataklığından türediğini söyleyebiliriz. Ancak bataklık hala tehlike saçıyor. Sineklerini gönderip, varlığını tahkim etmeye çalışıyor. Örgüte kazandırılanlarla yapılan mücadele, örgütün mantığı ve kurucularına yönelik yapılırsa, FETÖ ile mücadele etkili ve kalıcı olacaktır. FETÖ, 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra halen 2 yoldan etkili olmaya çalışıyor:

Birincisi, operasyonları yurt içinden ve dışından, sürekli sabote eden ince taktiklere başvuruyorlar. Kriptolar, örgütün asıl yuvasına girilmesini engellemek için, kendilerini gizliyorlar. Hırçın, tutarsız ve panik içinde sözüm ona Fetösavar bir çılgın görüntüye sığınıyorlar. Bunun yanında, akıldışı, insanüstü ve dini terminoloji kullanarak, dogmatik bir taraftar figürü çiziyorlar. Samimi olmadıkları her hallerinden belli oluyor. FETÖ’ye sövgünün, güç sahibi siyasilere övgünün dozajını kaçıran konuşmacılara sık rastlıyoruz. Böyle bir portre çizen bu insanların mazileri genellikle FETÖ’ye dayanıyor. Kriptolar (her alanda mevcut ne yazık ki) yüzünden en yaşamsal alanlarda devletin işleyişi sekteye uğruyor. Temizlik, “hala varım” diyen örgütün doğrudan beynine ve kalbine yönelmelidir. Organlar, kendiliğinden çöker.

İkincisi, FETÖ resmen ve fiilen çökertilme süreci ile karşı karşıya olduğu için, mevcut cemaat ve tarikatlar yoluyla Franchising yöntemini kullanıyor. Türk halkının ırzından geleceğine, dininden ahlakına, ailesinden malına uzanan tarikatlar, FETÖ Franchsing’i ile onun ulaşamadığı amaca doğru hızla ilerliyorlar. FETÖ’nün ana kaynağı olan Nurcularla Süleymancı gruplar bunların en önde gelenlerindendir. Öyleyse cemaat ve tarikatlara, devlet artık bir değil iki kez dikkat etmeli; birden olmasa da süreç içinde bunların faaliyetlerine resmen ve fiilen son vermelidir.

Amuran: Son yıllarda özellikle muhafazakar kesimde kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de arttı. Bu kesimin geleneksel kültürüne yerleşen cinsiyet ayırımcılığının rolü var mı? Kutsal kitabımızda olmayan, kurgulanan, kadına yönelik yanlış algıları değiştirmek ilahiyatçıların din alimlerinin de işi değil mi?

Filiz: İslam dini sanıldığı gibi kadına düşman değildir. Kadınla ilgili ayetler, o günün koşullarında ve hatta bugün bile, yabana atılacak önerilerden ibaret sayılamaz. Kadın Kuran’da aşağılanmaz; namus ve ahlakın cinsiyeti belirlenmez. Yani namus dişi bir kavram değildir. Ahlaki kurallar erkek-kadın herkes için geçerlidir. Cinsiyet ayrımı olmadığı gibi cinsellik lanetlenmiş değildir. Kuran’ı açıp bakan herkes bu gerçekleri görür. Ne var ki dinci cemaat ve tarikatlar, Kur’an’ın bu hakikatine ve İslam’ın ruhuna aykırı davranarak kadını aşağılamakta; namusu biyolojik bir parçaya indirgemekte ve kadını her türlü yanlıştan sorumlu tutmaktadır. Bununla da yetinmeyip;

  • tarikatların sapkın liderleri kadınları ve çocukları din adına sömürmekte, kullanmakta,
    ırzına ve şerefine tasallut etmektedir.

Çağdaşlık ve Aydınlanma Türk kadınının eseridir. Cumhuriyetimizin erdem ve bekası Türk kadının emeği ve özverisine bağlıdır. Modernleşme, aydınlanma ve demokratik geleneğin yerleşmesi kadınlarımız sayesinde gerçekleşmektedir. İşte bunun farkında olan karanlık odaklar ve bu odaklara hizmet eden dinci oluşumlar –esasen ben bir İlahiyat uzmanı olarak bunların kesinlikle Müslüman olmadıklarını vurguluyorum– Cumhuriyeti yıkmak ve “sarığın daha iyisini sarmak” için, kadınlarımızı ve çocuklarımızı hedef alarak işe koyulmaktadırlar. Türk kadını, dinine saygılı ve bağlıdır; ama bu şarlatanların gerçek yüzlerini fark edecek kadar da aydın ve tedbirlidir.

Amuran: Bütün bunların sergilenmesinden sonra bu kesime laikliği yeniden anlatabilmek için bir yurttaş olarak nelere özen göstermek durumundayız? Toplum nelerden sakınmalı? Son sözlerinizi alalım:

Filiz: Laiklik, bir din ve bir inanç sistemi değildir. Özellikle İslam’a karşı konumlandırılmış alternatif bir inanç ve ibadet bütünü de değildir. Siyasi ve sosyal bir tutum, bir tavırdır. Dinle ilgisi yok mudur? Doğal olarak vardır. Neden?

  • Medeni, sivil, özgürlükçü, çağdaş ve aydın olmak ancak laiklikle mümkündür.

Din kavramının medeniyet ve medenileşme anlamlarını şimdi yeniden anımsarsak, din ile laiklik burada bütünleşir. Yakınlaşır, birbirinden ayrılmaz hale gelir. Dindar insan medeni insandır; şehirlidir, aydındır, hakka hukuka inanır. Devletine ve ulusuna zarar vermeyi aklından geçirmez. Tam tersine, yararlı olmayı ibadet sayar. Cinsiyet ayrımcılığı yapmaz, teröre, hukuksuzluğa, hırsızlığa, yolsuzluğa, cinsel sapkınlığa asla prim vermez. Çünkü dinini laik bir Cumhuriyet sayesinde özgürce yaşadığının ayırdındadır. Bunları yapanın dindar, dine saygılı ve barışçıl bir insan olmayacağını bilir.

Amuran: Getirdiğiniz eleştiriler İslam’ın güncellenmesinde yol gösterici olabilir. Bu nedenle eleştirilere kulak verilmeli ve ona göre değerlendirmeler yapılmalıdır. Çok teşekkürler.

Filiz: Ben teşekkür ederim.

[1] https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay//1/diyanet-isleri-baskanligi-kurulus-ve-tarihcesi Erişim : 15.09.2020

Mabetsiz İslam olur mu? Kâbe ve tarihte başına gelenler

Mabetsiz İslam olur mu?
Kâbe ve tarihte başına gelenler

İslam tarih yazımı, Kuran’da bazı ayetlerde geçen “esatir”, “usture” (geçmişlerin haberleri, öyküleri, efsane ve masalları)’yi, İbn Haldun’a (ö. 1406) gelinceye kadar tarih biliminin vazgeçilmez kaynağı olarak almamıştır. Tarih yazımının tarihsizliğinden dolayı, Kâbe’nin tarihsel süreci ile Kuran’daki tarihsiz usturesi, onun ne zaman yapımına başlandığı konusunda nesnel bir bilgi vermekten uzaktır. Kutsallık yarışı ile kurgusu çoğunlukla birbirine karışmıştır.

Şu halde, Mekke-Kâbe ikilisinden hangisi, diğerine kutsallık vermektedir? Eğer Mekke, İ.Ö. iki bin yıl kadar geriye gidiyorsa, yani, İbrahim ve İsmail dönemine uzanıyorsa Kâbe’den daha eski bir geçmişe sahip olur. Oysa Kâbe’ye ilişkin geç tarih, çoğunlukla mitolojik, kaynağı belli olmayan, haberlere, hadislere dayanılarak Âdem ve Havva ‘nın yaşadığı döneme ulaşmakta, Nuh Tufanı sırasında yerle bir olduğu bildirilmekte, sonra da İbrahim ve oğlu İsmail tarafından, Tufan’dan sonra kalan izi üzerinde yeniden inşa edildiği söylenmektedir. Son iddia Kuran’daki andığımız ayetlerce ileri sürülmekte; daha öncesine ait herhangi bir bilgi verilmemektedir. Ne ki Kuran bu bilgileri bilim olan tarihin nesnel verileri olarak değil, “usture” ya da “esatir” kipiyle sunmaktadır. Ustureyi tarihsiz tarih ya da yalnız kayıt-dışı tarihtir; kurgusaldır, bilimsel tarihsel kayıt içermez. Kâbe-Mekke ikilisinin kutsallık tarihi, hiç olmazsa bu usturelerle at başı gider. Mekke’yi kutsamak için Kâbe’ye ilişkin esatir (söylenceler), Kabe’yi kutsamak için de Mekke’ye ilişkin esatir koşut düzlemde seyreder.

Kuran’ın, kendisine ve Hz. Muhammed’in elçilikle görevlendirilmesine karşı inançsızların, tarihsel ve ussal nesnel kanıtlara dayanmadığı gerekçesiyle çoğu zaman “esatir” nev’inden suçlamalarını yadırgamasına karşın, M.S. 819’da ölen ilk soybilimci ve tarihçi İbnu’l-Kelbi4 ve yine MS 858’de ölen ilk İslam tarihçilerinden Ebu’l-Velid el-Ezraki, Kâbe-Mekke kutsallığını aynı yöntemle tarihsel olarak kurgulamaktan çekinmezler: “Aziz ve celil olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan kırk yıl önce Kâbe su üzerinde bir köpük halinde bulunuyordu. İşte yeryüzü o köpükten döşenmiştir……Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan önce arş su üzerinde bulunuyordu. Arş su üzerinde iken Allah şiddetle esen bir rüzgâr gönderdi. Rüzgâr suyu çalkalayarak şimdiki Beytullah’ın bulunduğu yerde kubbe biçiminde yumuşak bir taş meydana çıkardı. Allah bütün yerleri o taşın altından döşedi. O taş uzadıkça uzadı. Yeryüzünü dağlarla sabitledi. İlk dağ Ebu Kubeys dağıdır. Mekke’ye bu nedenle “Ummu’l-Kura” (Şehirlerin Anası) denilmiştir.

Benzeri anlatılar, burada anılan ve anılmayan pek çok İslam tarihleri kaynaklarında birkaç sözcük farklılığı dışında yinelenir.

Şu halde Kâbe-Mekke ikilisi, kutsallık-esatir süreci açısından birbirine koşut önemi taşırlar. Ancak esatir ya da tarihsel sürecin bazı noktalarındaki somut veriler, tümüyle İslam tarihçiliği ve Kuran’da geçen ifadeler değildir. Başka deyişle, Tevrat ve Hıristiyan kaynaklarının da en az diğer iki kaynak kadar bu konuda belirleyici ustureleri vardır. Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama vurgulamalıyım ki, genel İslam Tarihi’nde İsrailiyat (Yahudi inanç, ibadet, yaşam biçimi, kültür ve gelenekleri) etkili olmuştur. Bu etki Kabe tarihini içine alır. Ancak İslam tarihçiliğinin Kabe konusundaki kopuk nakil zincirini İsrailiyata bağlamak da fazla iddialı bir yargı olur.

Şimdi Kâbe’nin başına gelenlere bakalım:

Kabe, İslam öncesi kayıtlı tarihsel dönemlerde, örneğin M.S. 300-500’lü yıllarda Huzaa ve Cürhüm kabileleri arasında sürekli rant ve çıkar merkezi olarak görüldüğünden, kezlerce yıkılıp yapılmıştır.

İlk tarihsel saptamalara bakılırsa, Habeş Kralının komutanlarından Ebrehe M.S. 525’lerde Kâbe’ye saldırmış ancak yenilmiştir. Fil Suresi (1-5) dışında, kime, nasıl yenildiği İslam tarihi kaynaklarında geçmez.

Haçlıların 1099’da Kudüs’ü ele geçirmeleri ve 1118’de kurulan gizli bir tarikata bağlı Tapınak Şövalyelerinin hemen arkasından Süleyman tapınağının bulunduğu yere yerleşmeleriyle Kâbe Hıristiyanların saldırısına uğramıştır. Hatta Prens Renaud, Hz. Muhammed’in naşını çalmaya bile girişmiştir.5

15. yüzyılda Portekizliler yine Mekke’yi ve Kâbe’yi işgale yeltenmişler, aynı yüzyılda Vasco da Gama Müslüman hacıları ateşe vermiştir.

Kâbe, yalnız gayri Müslimlerin değil, kutsal saymalarına karşın, Müslümanların da saldırı ve tecavüzlerine uğramıştır.

“Emevi halifeliğini tanımayarak 683’de ayaklanan ve kendi halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr Mekke’yi isyan hareketinin merkezi yapmıştır. Daha sonra Abbasilere karşı ayaklanan Ali evladından Muhammed en-Nefsu’z-Zekiye’nin isyan yeri olarak Hicaz’ı (Mekke ve Medine) seçmesi ve 786’da ayaklanan yine aynı soydan Hüseyin b. Ali’nin Hz. Muhammed’in türbesinin önünde isyanını bildirmesi, Müslümanların Kâbe ve Harem-i Şerife saldırmalarına dair örneklerdendir. Sünni Abbasi halifeleri ile Bâtıni-Şii Fatımi halifeleri Mekke ve Medine üzerinde sürekli çekişmişlerdir.”6

Yine Yezid b. Muaviye (ö.683), Ehl-i Beyt’e karşı baskıcı bir politika izlemiş ve Mekke’ye mancınıklarla saldırmış, Kâbe’yi yakıp yıkmıştır. Vahhabiler de 18. Yüzyılda Mekke ve Kâbe’yi işgal etmişlerdir. Osmanlılar, 1818’de Vahhabilerin elebaşlarını idam ettirmiştir. Müslümanların Kâbe’yi işgal girişimlerinin son halkası, Suudi Arabistanlı Vahhabi eylemci Cuhayman Uteybi ve arkadaşlarının 1979 yılında gerçekleştirdikleri iki haftalık Mescid-i Haram baskınıdır. Bu baskın, Fransız jandarmasının yardımıyla etkisiz hale getirilmiştir.7

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mekke ve Kâbe’nin tarihi, yalnız Kuran ve İslam tarihçiliğine bağlı olarak anlaşılamaz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki tarihsel, teolojik ve kültürel bağlar nesnel ölçütlerle analiz edildiğinde, bu iki “kutsal”ın hem gerçek tarihi, hem de kutsallıkları etrafında örülen ustureler aydınlığa kavuşacaktır.

Şurası bir gerçektir ki, nerdeyse bütün Müslümanlar Kâbe’yi, “yeryüzünde kurulan ilk kutsal yapı” , “kutsal mabet” olarak görseler de Kuran “Mekke’de insanlar için kurulan ilk ev” olarak görmektedir. Bunun anlamı, Kâbe kutsal bir mabet değil, Tanrı adına yapıldığı belirtilen sembolik bir insanlar için kurulan ilk evdir. Oysa Yahudilikte Süleyman Mabedi, adı üstünde mabet olduğu için kutsaldır. Buna göre, “Yahudiler Süleyman’ın mabedini dinsel kabul edip sonradan dünyevileştirmiş; Hıristiyanlar Kilise’yi önceden Tanrı’ya tahsis edip İsa’yı yanına vermişler; Müslümanlar da önceden insan için yapılan beyti sonradan Tanrı’ya tahsis etmişlerdir.

Kısaca söylemek gerekirse, Yahudiler ve Hıristiyanlar önceden dinsel olanı, sonradan dünyevileştirmişler; Müslümanlar da önceden dünyevi olanı dinselleştirmişlerdir. Bu dinselleştirme, Kâbe-Mekke özdeşliğinde vücut bulmuştur. Ama Kâbe’nin yine Müslümanlar tarafından tarihte saldırılara uğramış olması, Halife Ömer’in, “Cahiliye dönemimizde savaşa giderken helvadan putlar yapardık. Savaş esnasında acıkınca da yerdik”, demesine benziyor.

Koronavirisü nedeniyle insanlık olarak birbirimizden yalıtılmış bir yaşama zorunlu olarak mahkûm olduğumuz bu günlerde, bütün dinlerin mabetleri, toplanma yerleri, dini ayin ve törenleri insansızlaşmış; cemaatsizleşmiş ve ıssızlaşmıştır. Doğal olarak İslam dünyasında ve ülkemizde camiler, mescitler ve Kâbe de insansızlaşmıştır.

İslam inanç ve geleneğinde insanlar eliyle yapılan ve kutsanan bir “mabet” kavramı yoktur. Camiler, mescitler ve Kâbe, mabet değildir. Sembolik anlamı olan toplanma yerleridir. Mabet kavramı asıl anlamını, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bulur.

Başka bir yazıda ayrıntılı ele alacak olsam da açıklayıcı birkaç noktaya daha değinmem gerekir: Her iki din de mabetsiz olamaz. Başka türlü söylersek, Yahudilik için Süleyman Mabedi ve onu temsilen Havra ve Sinagog, temsili figürlerin ötesinde, dini açıdan ontolojik değere sahiptir. Çünkü Yahudilikte Tanrı, ancak mabetlerde var ve etkindir. Tanrının varlığı ve etkinliği “mabet”le sınırlıdır. Kavim Tanrısına sahip olmanın doğal sonucu budur. Yalnız Yahudilere hizmet eden ve onlar için var olan, bütün insanları ötekileştiren bir tanrının ancak mabette anlamlı olabileceğini kestirmek zor değildir.

Aynı şey Hıristiyanlık için de geçerlidir. Hıristiyanlık Yahudiliğin doğal bir devamı olduğu için Kilise (Ecclesia) olmadan, değil dinden, tanrıdan bile söz edilemez. Kilise, Rab İsa’nın kutsal bedenini temsil eder. Kilise yoksa Hıristiyanlık da yoktur. O yüzden Hıristiyanlık için de mabet olarak kilise, olmazsa olmazdır. Kilise giderse din de gider.

Ancak Müslümanlar için durum böyle değildir. Aslında İslam dünyası anılan iki dine göre bu korona günlerinde daha şanslıdır. Neden? Çünkü İslam dini “mabet-bağımlı” bir din değildir. Cami, mescit, Kabe…hiç biri mabet değildir; semboliktir, zira tüm yeryüzü mescittir, mabettir. İslam dini ibadet ve ahlakı tüm yeryüzünü mabet sayarak evrensel bir insanlık tablosu çizmeye çalışır. Mabet-bağımlı bir olmadığı için, insansızlaşan bu yapılar, Müslümanlar için ne kutsalın yitimini, ne de tanrının yokluğunu gerektirir. Yani bu yapılar olmadan da İslam’da Tanrı vardır; o varsa ahlak ve insanlık; adalet ve dürüstlük vardır; iyilik tatile çıkmamıştır. Mabet içi ya da mabet dışı sınırlamaları olmadığı için de sorumluluk düşmemiştir.

Hacca, Umreye, camiye ya da mescide gitmemek ya da gidememek, hiç kimseyi dinden çıkarmaz; Allahsız-kitapsız hale getirmez. Allah ve Kitap, ellerimizle yapıp sonra da kutsallaştırdığımız bu binaların içine hapsolmuş değildir. Eğer İsrailiyat’a kapılarak mabede taparsak, mabetten uzaklaştığımızda her adaletsizlik, kötülük, hırsızlık, soysuzluk ve canilik mubah olur.

Korona belası, bilimsel bir olgudur ve bu sorunu ancak bilim çözebilir, diyorsanız, artık bu saatten sonra korona mücadelesi veren bilim insanlarına, doktorlarımıza, emekçilerimize, üreticilerimize, kolluk kuvvetlerimize ve insanlığa destek olalım; engel olmayalım. Korona din, dil, ırk, mevki, makam ayırmıyor; ama bizim acımadığımız canlılara, istismar edildiklerinde sessiz kaldığımız çocuklarımıza karşı çok adil davrandığı ortadadır.

Yok, eğer, Koronavirüs “ilahi bir uyarı ya da ceza” diyorsanız, olabilir; isteyen diyebilir, o halde hodri meydan, önce ülkemiz ve Türk milleti ve sonra da tüm yeryüzü sizden Allah rızası için

ahlak, adalet ve insanlık bekliyor, hem de kâinat genişliğinde…

Bana bulaştıysa sana da bulaşsın” sözü, kendini mabet olarak pazarlamaktır, hem de Kâbe olarak… işte bu, ahlaksızlık ve insansızlıktır.

Şahin Filiz : DİYALOG ve ÇATIŞMA

DİYALOG ve ÇATIŞMA

Prof. Dr. Şahin Filiz
Aydınlık, www.aydinlik.com.tr, 02.10.2017

(AS: Bizim notumuz yazının altındadır..)

Türkiye’de düşünce ve inanç özgürlüğü sorunlar ve tartışmalar

Dinler ve inançlar arası diyalog veya çatışmadan söz edebilir miyiz? Başka türlü sorayım. Farklı dinler ve dinlere bağlı insanlar bir arada yaşayabilirler mi? Yoksa bu mümkün değil, kesinlikle çatışırlar diyebilir miyiz? İnançlar çatışır ya da uzlaşırlar mı ?

Bu sorularının hepsine hayır cevabı verebiliriz. Çünkü çatışan veya diyalog kuran, ne dinler, ne de inançlardır. Başka başka din ve inançlara sahip insanlar, ne çatışırlar, ne de aralarında pürüzsüz bir ittifak kurabilirler.

İNANÇ BİR SÜREÇTİR

Dinler ve inançlar, bir toplum veya milletin kültürünü oluşturan en önemli unsurdur. Modern yaşamda şu ya da bu dine mensup olmak, kültürlerarası geçirgenlik nedeniyle başkasından ayrıcalıklı olma şansını ortadan kaldırmıştır. İnançların değil de kültürlerin uzlaşı veya çatışma içinde olması, laiklik ilkesini açıklamak için yeni bir kapı açıyor demektir. Çünkü bir dine inanmak, en nihai noktada kişinin kendi iç dünyası içinde olup biten bir süreçtir.

Düşünün ki, en basit olayda bile kişi kendi iç dünyasında, aklında veya vicdanında, hesabı kapatılmamış bir yığın sorgulamalara başvurur. En somut ve gündelik bir durumda kişi, düşündüğünü sonuçlandırsa bile, evvelini ve ahirini hala ölçüp tartmayı sürdürür. Üstelik oldubitti diye baktığımız nice sıradan işlerin beklenmedik sonuçlarıyla karşılaşabiliriz. Basit olgu ve olaylarda dahi kesintisiz bir süreç varsa, inanç konusunda bu süreç daha ince ayarlı ve
son derece karmaşık olacaktır. Karmaşayı zihninde ve ruhunun derinliklerinde yaşadıkça inanç, her an tazeliğini korur; canlıdır ve bitimsizdir. Olmuş bitmiş bir şey değildir. Sonuçlanmaz ve kalıcılığını da bu iç mücadeleye borçludur. İnanan insanın bu anlamda belki kafası karışık değildir ama zihninde ve ruhunda bin bir çeşit sorular ve cevaplar birbiriyle sürekli çarpışır durur. Kendi içinde süreç olan inanç, başkalarına kesinleşmiş ve en son cevabı bulunmuş bir meta olarak takdim edilemez. İnanç, zihin ve ruhun ortaklaşa beslendikleri, sürekli de beslenmek zorunda oldukları bir erdemlilik halidir. Erdemlilik ise, sonu gelmeyen bir ahlaksal değer mücadelesini gerektirir. Ahlak somut cevaplar ve sonuçlar değil, erdemsizliği, her başkaldırışında öncelikle iç dünyamızda bastırmaya yarayan bir ruh disiplinidir.

ÇATIŞAN YA DA UZLAŞAN KÜLTÜRLERDİR
…………………..
…………………..
LAİKLİK OLMASA

Laiklik işte tam bu noktada doğal olarak kendini dayatmaktadır. İtikadi değil ama siyasi bir tavır olan laiklik, hem aynı din içindeki hem de farklı dinlerdeki farklı inançların yarattıkları kültürleri uzlaştırabilecek henüz daha iyisi icat edilmemiş bir çaredir. Gerçi inançların çatışması ya da uzlaşımını sağlayan laiklik değildir. Çünkü inancın, insanın kendi iç dünyasında ve ruhunun derinliklerinde devam ede gelen diyalektik bir süreç olduğunu söylemiştik. Laikliğin bu noktada insanın vicdanı ve zihinsel süreçleriyle ilgili yapabileceği olumlu ya da olumsuz bir katkısı yoktur. Asıl katkısı, bu inançlardan kalkılarak yaratılan farklı kültürler arasındaki çatışmayı önlemede ve bunu uzlaşıya dönüştürmede görülecektir. Din ve inanç, vicdanda yaşanan kesintisiz ama sonuca bağlanmamış bir iç tecrübe olduğu için, laiklik bu aşamada istese de kişiye müdahil olamaz; hem müdahil olması için de bir sebep yoktur. Laiklik, kültürlerin en önemli kaynağı olan inançları zaten denetleyemez. Ancak onların ürettikleri yaşam biçimleri, ibadet tarz ve şekilleri, davranış ve yapıp-etmelerden doğan somut unsurları tüm farklılıkları ve çeşitlilikleriyle uzlaştırmak için zemin hazırlar. Çatışmaları önlemeye çalışır.

Şu halde, dinler ve inançlar, iç süreçler oldukları için, ne diyalog ne de çatışma tesis edebilir; ancak ürettikleri kültürler bakımından olumlu ya da olumsuz etkileşime girebilirler. Eğer Türkiye diğer İslam ülkelerine benzeseydi, çatışma, aynı din içinde farklı inançların çatışmasına sahne olurdu. İslam ülkelerindeki iç çatışmalar, ironik biçimde benim tezimi alt üst etmektedir. Bu hiç olmazsa görünüşte böyledir. İslam içinde Müslümanlar, kabile içinde kabileler ve çöl içinde çöller aynı dinin inancını paylaşmalarına karşın birbirini kıyasıya boğazlamaktadırlar. Oysa çatışan inançlar değildir. Çünkü İslam ülkelerinde düşünce ve inanç üretilmeyeli beri asırlar olmuştur. Çatışan, kültürsüzlüğün kültürleridir.

Türkiye çok şanslıdır. Aynı din içinde farklı inançların varlığını ve birlikteliğini sağladığı gibi, bunların ürettikleri farklı kültürleri de laik cumhuriyet geleneğiyle uzlaşı içinde tutabilmektedir. Hatta farklı dinlerin kültürleri ile İslam kültürünü laik tavrı nedeniyle uzlaşmış bir güce dönüştürmesini bilmiştir.

Atatürk’ün dehasını yeniden keşfediyoruz.

İNANÇ VE ÖZGÜRLÜK ETİK KAVRAMLARIDIR
……………………..
……………………..
Din kimseyi inanmaya ve inandıklarını uygulamaya zorlamaz. İnanmak zorunlu olmadığı gibi,
inandığını yapıp yapmamak da zorunlu değildir.

“Dinde zorlama yoktur.”10

“Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı.
Öyle iken inanmaya sen mi zorlayacaksın?”
11

İslam kelamı, başka bir deyişle İslam ilahiyatı, Allah’ın iradesini ikiye ayırır. İlki, Tekvini İrade’dir: doğum, ölüm, güneşin doğup batması, mevsimlerin birbiri ardına gelmesi gibi doğa yasalarıyla ilgili olan iradededir ki burada zaten kendiliğinden zorlama vardır. Canlı cansız tüm varlıklar, doğal süreç içinde tekvini iradeye ister istemez bağlıdır. Hiçbir varlık bu irade dışında ve ona rağmen ne var olabilir, ne de ölebilir. İkincisi Teşrii İradedir ki bunda ilahi ve doğal bir zorlama söz konusu değildir. Allah bu iradesiyle, insanların kendine ve yolladığı dinlere inanmalarını arzu eder, ama yaratılış ve doğa ile ilgili iradesinde olduğu gibi, kimseyi doğa kanunlarına boyun eğdirdiği gibi inanmaya boyun eğdirmez, her insanı inanç konusunda özgür bırakır. İnanmalarını arzu etmesi, insanların iyiliğini dilemesinden dolayıdır. İsteseydi, doğa kanunlarındaki doğal zorlamayı bu iradesiyle de gerçekleştirebilirdi. Ancak bu zorlamayı kendi şanına uygun görmemiş; insana değer vermekle kalmayıp onun özgür tercihine de değer atfetmiştir. Kimseyi doğa yasalarındaki zorunlulukta olduğu gibi zorla inandırmayı kendi yüceliğine münasip görmeyen Allah, bu konuda bu ve benzeri birçok ayette12 ifade edildiği gibi kendi Peygamberine bile herhangi bir yetki ya da izin vermemiştir. Dolayısıyla inanç özgürlüğünü yine Allah kendi katında ve şanında himayesi altına almıştır.

Türkiye’de inanç ve düşünce özgürlüğü, uluslaşma ve dolayısıyla bireyleşme süreçlerinde yaşadığımız toplumsal sancılar hafiflediği zaman yerli yerine oturacaktır. Uluslaşma ve buna bağlı olarak bireyleşme gerçekleşmeden inanç ve düşüncenin konusu olan konuların doğasında olgunlaşma beklenemez. Bireye sunulan inanç ve düşünce konularının bilim, aydınlanma ve insan merkezli felsefi birikimle yeniden gözden geçirilmesi, özgürlük ve onun sınırlarını da
doğal olarak yeniden belirleyecektir. Felsefi sorgulamaya karşı derin kuşku, bilimsel yöntembilim eksikliği, okuma-yazma oranındaki düşük seviye, kısacası bilgi aleyhine inancın her şeyi belirlemesi gibi düşünsel sorunlar aşılmadıkça; aşiret, bölge ve etnik temelli sosyal yapının ulusal yapıya beklenen hızda dönüşememesiyle ilgili sosyolojik sorunlar çözülmedikçe, inanç özgürlüğü ve sınırları her zaman birbirini tamamlayan unsurlar olarak değil,
birbirine karşıt iki cephe olarak konumlandırılacaktır.
==============================================

Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Prof. Şahin Filiz‘in önemli yazılarından birini, günümüz koşullarında paylaşmak istiyoruz.. DİYALOG ve ÇATIŞMA başlıklı inceleme ve kaynaklar – dipnotlarla 10 sayfa (A4). Giriş, orta bölümler ve sonuçtan bir-iki paragraf yukarıya aktardık. Tümünü okumak için aşağıdaki pdf dosyası erişkesini tıklamanızı dileriz.

Diyalog_ve_Catisma_Sahin_Filiz

Özellikle “Atatürk’ün dehasını yeniden keşfediyoruz” başlıklı bölüm dikkati çekiyor

  • Zerrece kuşkumuz yok, Ulusumuz AKP = RTE‘nin bu ucuz politik manevrası
    asla yutmayacaktır.
  • İğrenç takiyye çuvala sığmamaktadır, sığmayacaktır..

Sevgi ve saygı ile. 14 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

 

Çağdaş Demokrasi ve Evrensel Hukuk Bağlamında Laikliğin Teori ve Pratiği

Çağdaş Demokrasi ve Evrensel Hukuk Bağlamında Laikliğin Teori ve Pratiği

İstanbul Barosu Başkanlığınca düzenlenen ‘Çağdaş Demokrasi ve Evrensel Hukuk Bağlamında Laikliğin Teori ve Pratiği’ konulu panel, 27 Mayıs 2016 Cuma günü
saat 16.00’da İstanbul Barosu Kültür Merkezinde yapıldı.

Panelin açılışında konuşan İstanbul Barosu Genel sekreteri Av. Hüseyin Özbek, Batı dünyasının yüz yıllarca önce, hem ekonomik yatırımların hem de toplumsal dönüşümlerinin temeli olan Batı Aydınlanmasının, kiliseyle hesaplaşma sonucu gerçekleşebildiğini söyledi.

Türkiye’de böyle bir süreç yaşanmadığını belirten Özbek,  ancak 1800’lü yıllarda orta Avrupa’daki Osmanlı askeri üstünlüğünün giderek sona ermesiyle birlikte süreç içinde Batının Osmanlıya üstünlüğünün dinde arandığını, yani başımıza gelenlerin dinden, şeriattan saptığımız için geldiği inancının yaygın hale geldiğini bildirdi.

Batıdaki modernleşmenin Osmanlıya asıl etkisinin ve dayatmasının sosyal alanda değil, askeri alanda görüldüğünü altını çizen Hüseyin Özbek, Saltanatın ve Hilafetin yürürlükte olduğu bir dönemde Türkiye modernleşmeyi sağlıklı bir biçimde yürütebilir miydi? Bir yanda medrese kültürü, öbür yanda modernleşme ülkeyi çağdaş uygarlığa kavuşturabilir miydi? Bu panelde bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.” dedi.

Açılış konuşmasından sonra paneli de yöneten Özbek, iki konuşmacı hakkında tanıtıcı bilgiler verdi ve oturumu başlattı.

İlk konuşmacı Araştırmacı-Yazar Osman Selim Kocahanoğlu, konuşmasında Osmanlı toplum yapısı, medrese kültürünün bu yapı üzerindeki etkileri üzerinde durdu.

Batıda kilise ile devletin ayrı ayrı yapılar olduğunu, Kilisenin gücünün toplumsal gelişmelere engel olduğunun görüldüğünü ve kilisenin gücünün kırılması için büyük bir savaş verildiğini belirten Kocahanoğlu, ancak bundan sonradır ki, Batıda Aydınlanma döneminin yaşandığını bildirdi.

Osmanlının Yavuz sultan Selim döneminde Hilafeti üstlenmesiyle (AS: 1517) toplumsal gelişmede Batı ile çelişkiye düşüldüğünü ve gerileme döneminin başladığını anlatan Osman Selim Kocahanoğlu, uhrevi ve dünyevi yetkinin tek kişide birleştiğini ve bu durumun Cumhuriyete dek sürdüğünü söyledi.

Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şahin Filiz, insan ilişkilerini, insanlaşmak = kültür olarak niteledi ve Osmanlıdaki insan ilişkileri üzerinde durdu. Siyasal İslamda mantıksal çelişkilerin bulunduğuna dikkat çeken Prof Filiz, İslamileştirmenin şeriata, sekülerizmin ise laikliğe karşı olduğunu bildirdi.

Dini anlayışların (cemaatlerin) oluşturduğu toplulukların sivil toplum olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığına dikkat çeken Şahin Filiz, siyasal İslamcılığın insanların kültürel ve sanatsal yaşam alanlarını tıkadığını söyledi.

Milliyetçilik kavramının muhafazakârlıkla bağdaşmayacağını, çünkü Milliyetçilik kavramında Devrimciliğin de bulunduğunun altını çizen Filiz, laikliğin müslümanı müslümandan korumak için var olduğunu, devletin ise Müslüman olamayacağını sözlerine ekledi.

============================================

Dostlar,

Her 2 dostumuza da; İstanbul Barosu Genel Sekreteri Sayın Av. Hüseyin Özbek ve Akdeniz Üniversitesinden Prof. Şahin Filiz’e (3. konuşmacıya da!..) teşekkür ederiz.. Can alıcı noktaları gerçek bir aydın (entellektüel) olan Sn. Av. Hüseyin Özbek özetlemiş.

Biz de aynen katılarak paylaşmak istedik..

Sevgi ve saygı ile.
07 Haziran 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

10 Kasım 2012.. Denizli ADD Çalışmalarımız..

Dostlar,

Yüce Atatürk’ün hakka yürüyüşünün 74. yılında anması, anlatılması,
niçin andığımızın açıklanması.. için Denizli’de idik.

10 Kasım’ın ilk dakikalarında başlayan otobüs yolculuğumuz sabah 06:30 gibi
Denizli otogarında sonlandı. Bizi kimsenin karşılamasını istememiştik. Servis ile,
bize ayrılan, -mütevazi olmasını koşul koyduğumuz- otele geldik. Duş, kahvaltı ardından, başımız yastık görmeden, lobiye indik. Gazetelere bakacaktık, Cumhuriyet, Aydınlık gibi gazeteler yoktu. Bilinen malum yandaş gazeteler.. Resepsiyonu uyardık.. bu 2 gazeteyi de görmek ve okumak istediğimizi belirttik. Genç görevli hemen gitti ve 1-2 dakika içinde bu 2 gazeteyi getirdi! Duyarlığına teşekkür ettik ve sürekli olmasını diledik..

Denizli’ye daha önce de kezlerce gelmiştik; Tabip Odası çalışmaları, bilimsel kongreler ve ADD çalışmaları için.. Çivril ve Güney şubelerimizin açılışında konferanslarımız olmuştu. Çal, Sarayköy, Serinhisar, Acıpayam ilçelerinde de aydınlanma konferansları vermiştik merkez ilçeden başka. Denizli TV ve DEHA TV’de, yerel radyolarda konuşmalarımız olmuş, yerel basında haberlerimiz ve söyleşilerimiz yayımlanmıştı.
ADD Bölge toplantıları yapmıştık. 2006 Haziran’ında ADD Genel Başkanlığına
aday olduğumuzda da bu örgütümüzü ziyaret etmiştik.

Bu son ziyaretimiz 10 Kasım 2012 öncesi hizmet listemiz şöyle              :

1. Aydın Cinayetleri ve Karanlığa Savrulan Türkiye. Denizli ADD, 26.01.08
2. Aydın Cinayetleri ve Karanlığa Savrulan Türkiye. Denizli – Güney ADD, 27.01.08
3. Aydın Cinayetleri ve Karanlığa Savrulan Türkiye. Denizli – Sarayköy ADD, 27.01.08
4. 12. Adalet ve Demokrasi Haftasında Türkiye Gündemi. Denizli DEHA TV, 28.01.05
5. Basın toplantısı : Aydın Cinayetleri, 24 Ocak 1980 Kararları. Denizli ADD, 28.01.05
6. Aydınlanma, Devrim Şehitlerimiz ve Türkiye’nin Geleceği. Sarayköy ADD, 28.01.05
7. Aydınlanma, Devrim Şehitlerimiz ve Türkiye’nin Geleceği. Serinhisar ADD, 29.01.05
8. Söyleşi : Güncel Sorunlar ve ADD’nin Misyonu, Vizyonu. Acıpayam ADD, 29.01.05
9. Aydınlanma, Devrim Şehitlerimiz ve Türkiye’nin Geleceği. Denizli ADD, 29.01.05
10. Cumhuriyet’in 80. Yılında Türkiye Nerede? Çal / Denizli ADD, 18.10.03
11. Cumhuriyet’in 80. Yılında Türkiye Nerede? Çivril / Denizli ADD, 18.10.03
12. Cumhuriyet’in 80. Yılında AKP Ne Yapıyor? Çivril AS TV / Denizli ADD,18.10.03

**********
Bizi otelden alan Yönetim Kurulu üyesi Nihat bey ile Valilik önündeki tören alanına gittik. Toplanan kalabalık coşkulu idi. Dostumuz, dava arkadaşımız ADD Şube Başkanı
Sayın Av. Gülizar B. Karaca ve özverili eşi ile görüştük. Önceki başkanlarımız
E. Alb. Sn. Ercan Yücal ve Sn. Av. Yıldırım Aycan ile de (şimdi CHP İl Başkanı).
Bir de Pamukkale Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD’ından yakın arkadaşımız Sn. Prof. Dr. Mehmet Bostancı’yı ve Denizli Tabip Odası Başkanı Sn. Dr. Gökhan Deda’yı anmalıyız. Öğrendiğimize göre, kalabalık geçen yılın neredeyse 2 katı idi.. Bir öğretmen hanım, kısa bir sunuşun ardından programı aktardı. Saat 09:05’te 2 dakikalık saygı duruşumuzu yaptık.

Bu 2 dakika içinde, bize bu vatanı armağan eden Yüce Atatürk’e, tüm şehit ve gazilerimize, ülkeye canla başla hizmet edenlere.. şükran duygularımız içimizde kaynadı, taştı; en son Pervari’de düşen helikopter şehitlerine de.. dua ettik içimizden huşu ile ve ülkemizden, insanlıktan Yüce Atatürk’ün ışığının, aydınlığının eksik olmamasını diledik. Ülkemizde barış olsun, insanımız mutlu olsun, ülkemiz kalkınsın ve Cumhuriyetimiz sonsuza dek özgür ve bağımsız yaşasın… diye Malsahibi’ne yakardık..

Saygı duruşunun hemen ardından İstiklal Marşımızı söyledik. O arada bayraklar göndere çekildi ve yarıya indirildi. Valilik, Garnizon Komutanlığı ve Belediye Başkanlığı çelenkleri Atatürk anıtına sunuldu. Öbür kurum çelenkleri daha önceden Anıt çevresine yerleştirilmişti.. AKP hükümeti geri adım atmış, anılan 3’ü dışında da çelenk sunumuna izin vermişti. Gerilim yoktu. Azıcık akıl sahibi olmak zaten bunu gerektirmiyor muydu?
Çok anlamsız ve yanlış, haksız uygulamanın (çelenk sunma yasağının) sürekli olarak kaldırılması gerekiyor.. Tören kapsamında biri kız öteki erkek 2 öğrenci Atatürk hakkında birer şiir okudular. Akşam Belediye’nin bir halk konseri olacağı duyurusu yapıldı. Tören bitti! Yasak savılmış oldu.. Orada 5-10 dakikalık bir anma konuşması
bir uzmana yaptırılabilirdi. Göstermelik, biçimsel bir ritüeli aşmak için; yapılmalı!

ADD Denizli Şubemizin çalışkan ve başarılı başkanı Sayın Av. Gülizar Biçer Karaca ve çalışma arkadaşları inanılmaz bir üretkenlik içindeler. Kayalık Caddesi’nde Uluçarşı adlı binanın en üst katında (6. kat) epey geniş bir bölümü imece ile para toplayarak
150 bin TL’ye satın almışlar.

Halkevi gibi çalışıyorlar.

Atatürkçü Düşünce ve Siyaset Okulu başlatmışlar, 31 Ocak 1990’da şehit edilen ADD kurucu genel Başkanımız Sayın Muammer Aksoy adını verdikleri salonda.
Biz Şubeye gittiğimizde bu salonda film gösterimi vardı 10 Kasım anması bağlamında. Her program 8 hafta sonu, 2’şer saatlik eğitimle sürüyor ve belgelendiriliyordu (sertifkasyon). Bu 2. si idi ve biz, Sn. Prof. Dr. Şahin Filiz‘den sonra 2. hafta konuşmacısı / eğiticisi idik. O arada Sn. Başkan Karaca’ya Prof. Dr. Bilsay Kuruç hocayı da davet etmelerini önerdik, Mustafa kemal Paşa’nın ekonomi politikaları için, kendilerini görüştürdük telefonla, programlandı..

Denizli DEHA TV Derneğe geldi sağolsun. Geç haberciler 3G tekniği ile bizimle
canlı yayın yaptılar yarım saate yakın.. Ardından Horoz Radyo‘ya gittik. Heyecanlı ve konuksever arkadaşlar bizi ilgi ve saygı ile karşıladılar. Yetenekli ve çok ilgili sunucu
Sn. Mustafa Karapınar bize yarım saat ayırmışken, 1,5 saat çok canlı bir söyleşi yaptık, ayrıca görüntü de internet üzerinden yayımlandı. Zorlukla saat 14:00’teki programımıza Şube binasına yetiştik. Yerel Meydan Gazetesi’nin 2 heyecanlı habercisi bekliyordu. Minik bir MP3 çalar ses kaydı aygıtıyla bize sorular sordular..

En çok merak edilen, bizim Atatürk hakkında anlattıklarımızın neden okullarda ve
başla yerlerde halka öğretilmediği idi. Neden sarı saçı mavi gözü, karga kovalaması.. anlatılırdı da Atatürk’ün emperyalizmi ülkemizden kovması öğretilmezdi?
Niçin okul kitaplarından çıkarılıyordu? Törenler, çelenk sunumu neden yasaklanıyor, Atatürk unutturulmaya çalışılıyordu?? AKP neye hizmet ediyordu ve 10 Kasım’da
neden yurt dışında uyduruk bir gezide idi? Brunei denen çağdışı Sultanlıkta niçin
saray ziyaret ediyordu??…

Vurguladık : Milli Eğitim artık Milli Eğitim değil.. Bu düzeltilecek biiir; bir de
evlerde aileler çocuklarına bire bir doğru eğitim verecek. Ve de ADD gibi gönüllü kuruluşlar çoğal(tıla)acak, yurtsever medya da destek verecek.. Bir seferberlikle, AKP’den kurtulana dek direnilecek.. Belki de EĞİTİM KOOPERATİFLERİ kurulacak!

Muammer Aksoy Salonu tümüyle dolu idi.. İnsanlar ayakta idi.. Yönetim Kurulu üyesi emekli öğretmen Sn. Bekir Kılınç sunuşu yaptı ve sözü bize bıraktı. Yaklaşık 1,5 saat,

  • Atatürk’ü 74. Ölüm Yılında Neden Anıyoruz??

konusunu yansılarla işledik.. Sonra sorular, katkılar ve 15 dakika ara..

Programın 2. bölümünde ise ödevimiz

  • Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze sağlık politikaları idi.
Bir saat dolayında bu sunumumuzu da görseller eşliğinde izleyicilerle paylaştık.
AKP’nin sağlık hizmetlerini tümüyle piyasalaştırdığını, en son 2.11.12’de
Kamu Hastane Birlikleri ile devlet hastanelerinin işletmeleştirildiğini aktardık.
Önümüzdeki dönemlerde belki de SAĞLIK KOOPERATİFLERİ kurmak zorunda kalacaktık sağlık hizmetine erişebilmek için..
Saat 18:00’i geçiyordu. Öğlen yemeği fırsatımız da olmamıştı.. Sayın Başkan Karaca, Sn. Bekir Kılınç öğretmenimiz ve biz, sıradan bir yemekevinde (restoran ya da
lokanta mı demeliyim?!) karnımızı doyurduk.
Bu arada Siirt Pervari’de düşen (düşürülen ??) helikopterde şehit olan
17 vatan evladının acısı yüreğimizi kavuruyordu
. ADD Şubemiz akşam Halk Eğitim Merkezi’nde bir “Ata’yı anma” konseri (eğlence değil!) düzenlemişti ama gene de repertuvar gözden geçirildi, düzenleme yapıldı; ilk ve son parçalar Pervari şehitlerimize adandı.. “Anma konseri” başında uygun bir açıklama da yapılacaktı katılımcılara..

Akşam 20:30’da ise Denizli Pınarkent Cemevi‘nde idik. Ülkemizin değişik yörelerinden bizim memleketimiz Tunceli’den, Sivas’tan, Erzincan’dan göç eden canlar burada, akrabamız Cihan Saltık’ın de elvermesi ile mütevazi bir cemevi yapmışlardı. Onlara camiler için gösterilen cömertlik söz konusu değildi. Arsasından betonuna
her şeyi kendileri çok sınırlı bütçelerinden imece ile karşılamıştı. Elektrik su
giderlerini de kendileri ödüyorlardı.

Laik Türkiye’nin egemen sünni yönetiminin çifte standardı utandıran biçimde sürüyordu.

Büyük Atatürk’ün fotoğrafı, bayrağımız ve Hz. Ali bu güzelim mekanda yan yana idi.
Gerçek Türkiye sentezi ve fotoğrafı bu idi..
Kadın, erkek, çoluk çocuk birlikte idik. Ayakkabılarımızı çıkarıp salona girdik,
tüm canları muhabbetle selamladık ve tek tek hepsinin ellerini sıktık.
Dernek başkanı Murat bey son kuşak idi ve 2 fakülte bitirmişti, pırıl pırıl bir gençti.
Yaklaşık 2 saat karşılıklı söyleşimiz oldu canlarla. Büyük Atatürk’ün ülkemize
inanç alanına kazandırdıklarını paylaştık. Özellikle laik düzen ve halifeliğin kaldırılmasını kapsamlı sunduk kendilerine. Onlar da söz aldılar, bolca soru sordular ve değerli katkılar verdiler. Katkıları da soruları de çok değeli idi ve hatırı sayılır birikime dayanıyordu.. Özellikle genç kuşağın..
Temel istekleri Alevilere dönük AYRIMCILIĞIN ve KIYIMIN SON BULMASIidi..
  • Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çifte standardını ve
    sünni inanç dayatmasını 
    şiddetle reddediyorlardı.
Okuyacak sağlam kaynaklar soruyorlardı.
Dersim olaylarını da çoook merak ediyorlardı. Çoook ağır bedel ödemişlerdi.
Canlarını yitirmiş, sürgüne gönderilmişlerdi. Tunceli’de, Erzincan’da, Sivas’ta… uğradıkları kıyım yüzünden baba diyarını terketmek zorunda kalmış, gurbet ellere göçmüşlerdi. Sıla hasreti içinde idiler. buralara da çaresizlikten göçmüşlerdi.
Çooook duygu yüklü bir söyleşi olmuştu.Cumhuriyetin kazanımlarına, başta laiklik olmak üzere sahip çıkmak,
Büyük Atatürk’ün ilke ve devrimlerini yaşatmak kararlılığı ile toplantıyı kapadık.
Kuzenimiz Cihan Saltık ve eşi bizi 23:59 otobüsüne bindirdiler. Sabah 08:00 gibi Ankara’da evde idik ve biraz ihmal ettiğimiz web sitemiz için emek vermeye başladık.
Denizli’yi bu ziyaretimizde aşağıdaki hizmetleri görmeye çabaladık :

1 Atatürk’ü 74. Ölüm Yılında Neden Anıyoruz?? Denizli DE-HA TV (25 dk.)
2 Ölümünün 74. Yılında Mustafa Kemal Atatürk Denizli Horoz Radyo-TV (1,5 saat)
3 10 Kasım 1938 – 10 Kasım 2012, Atatürk Ne Yaptı? Denizli Meydan Gzt. Söyleşi
4 Atatürk’ü 74. Ölüm Yılında Neden Anıyoruz?? ADD Denizli Şubesi, konf.
5 Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze
sağlık politikaları
ADD Denizli Şubesi
Atatürkçü Düşünce Okulu
6 Atatürk, Aleviler, Laiklik ve İnanç Özgürlüğü.. vb. Denizli Pınarkent Cemevi (2 saat)

Bize fırsat veren ADD Denizli Şubemize, halkımızla buluşmamızı sağlayan kişi ve kurumlara, medya organlarına teşekkür ederiz. ADD Denizli Şubemiz konferans kayıtlarını aldı, umarız webe konabilir.. (Ne yazık ki youtube’a galiba..). Biz de 2 görsel konferansımızın yansılarını sitemize koyacağız. DE-HA TV’nin ve Horoz Radyo’nun
web sitesinden bizim program kayıtlarına ulaşılabileceğini sanıyoruz.

Biz Denizli’de koştururken Sn. Prof. Dr. Ali Ercan hocamız da (ADD Bilim Kurulu Başkanı), Yüksek Ticaretliler Derneği‘nde dostlarımızla birlikte oldular.

  • Yüzyılımızın Sorunlarına Atatürkçü Çözüm
başlıklı bir sunuda bulundu. Birlikte olacakttık aslında ama biz Denizli’de görev alınca Ankara’daki görevi Sn. Ercan yalnız üstlendi. Dernek Başkanı Sayın Davut Özdemir dostumuzdan merakla sorduk telefon ederek, çok başarılı geçmişti. emindik zaten..
çok sevindik. Bu sunuyu Ali hoca bize yolladığında sizinle sitemizde paylaşacağız.
Yazımız çok uzadı; bağlayalım :
  • “Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacaktır;
    fakat Türkiye Cumhuriyeti 
    sonsuza dek yaşayacaktır.
    Ve Türk Ulusu, güvenlik ve mutluluğunu temel alacak 
    ilkelerle,
    uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK
(16 Haziran 1926, İzmir’de suikast girişiminin ardından..) 

Sevgi ve saygı ile.
11.11.12, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net