Etiket arşivi: Haçlı seferleri

Avrupa’daki İslamofobinin altındaki neden

Avrupa’daki İslamofobinin altındaki neden

Nurzen Amuran sordu, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlahiyatçı Prof. Dr. Şahin Filiz yanıtladı…

Amuran: Bu söyleşiyi hazırlarken 6.8 büyüklüğünde bir deprem haberi ajanslara düştü. Depremin sonuçları hepimizi sarstı. Oysa Perşembe günü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını coşkuyla heyecanla kutlamıştık. Depremden zarar görenlere geçmiş olsun diyoruz. Cumhuriyet Bayramının yıllar içinde anlamı daha da büyüyor ve derinleşiyor. Cumhuriyet’in ilanı yalnızca kurulan bir devletin adı değildir, devletin kimliğinin de ilanıdır. Cumhuriyet’in içinde o dönemin koşullarıyla demokrasi vardır, somut örneği Meclis’tir. Bağımsızlığı önceliktir. Kurtuluş savaşı vermektedir. O dönemden bugüne gelişen süreçte inişli çıkışlı siyasi mücadeleler verilmiştir ama sosyal ve laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamizmi bütün zor koşullara karşın daha da ivme kazanacaktır.

Bugün dünyamızda değişen koşullarla birlikte bir taraftan popülist politikalar uygulanırken en elverişli ortam İslamofobinin artışında körüklenmesinde ortaya çıkmaktadır. Batıda kendi iç politikalarının dizaynında (AS: kurgulanmasında) İslam’ı kullanan politikacıların sayısı giderek artıyor. Bu süreçte biz ne yapmalıyız, hangi konularda daha özenle hareket etmeliyiz, FETÖ ile başlayan süreçte gündemi oluşturan kimi dinsel yapılanmalara karşı tavrımız ne olmalı, bu oluşumlarla siyaset arasına nasıl mesafe konmalı ve demokrasi, laiklik nasıl korunmalı? Radikal İslamcı terörizmin yeniden şiddete başvurduğu şu günlerde, Avrupa’da canlanan İslamofobiye karşı tavrımız ne olmalı? Bugün bu soruların yanıtlarını arayacağız. Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Şahin Filiz’le yeniden bir araya geleceğimizi duyurmuştuk. Bugün yine konuğumuz Şahin Filiz.

Sayın Filiz, Fransa’daki olaylar ve Türkiye ile yaşanan gerilimli süreçte yeniden İslamofobiden söz edilir oldu. İslamofobi ilk kez ne zaman başladı, önce tarihsel bir bilgi verelim ve daha sonra günümüze gelelim.

Şahin Filiz: Ne ilginçtir ki “İslamofobi” (İslam Korkusu) kavramı, bilindiği kadarıyla ilk kez 1922’de Fransız Oryantalist Etienne Dinet tarafından kullanılmıştır. Antikçağ’da “Xenofobia” yani yabancı düşmanlığı ile İslamofobia arasında en az  2500 yıllık bir zamansal mesafe vardır. Bazı araştırmacılara göre, İslamofobi Xenofobia’nın modern versiyonudur. Başka bir deyişle, Antikçağ’da Yunanlar ve Romalılar, Akdeniz ve Mezopotamya halklarını “Barbaros” (barbar, yabancı) kabul ettikleri için İslamofobinin temeli Xenofobia ile atılmıştır düşüncesindedirler.

Ancak bu kavramlar içerik ve tarihsel süreç açısından aynı değildir. Birbirinin yerine kullanılamazlar. Çünkü Yunan ve Helen uygarlığı, belirli bir etnisiteye, dine veya uygarlığa ait değildir. Girit, Girit’ten önce bütün Orta Asya, Batı Anadolu, İtalya, hatta Mezopotamya’daki halklardan, etniğe doğrudan referans sayılmayan Yunan ve Helen kültürüne ya yakındılar, ya da içinde idiler. Bu yüzden xenofobia bile kendi içinde çelişik bir içerik ve yorum barındırır.

İslamofobia ise, yabancı olarak Müslümanlara ve İslam dinine özgü bir kavramdır. İslam ve Müslüman korkusudur. Bu korkmanın ya da yabancı görmenin ardında din olarak Hıristiyanlık, toplum olarak, çoğunlukla Batı Avrupa zihniyeti vardır. İslam dini, en son ve düzeltici din olarak geldiği tezi ile devamı olduğu Yahudilik ve Hıristiyanlığı geçersiz ilan etmiş; evrensel, insancıl ve ahlaki ilkelere vurgu yapan bir yapıda olduğunu; önceki dinlerle ancak “tahrif edilmemiş” söylemlerde benzeştiğini ilan etmiştir. Zaman zaman birbiriyle kanlı çatışmalara girmiş ise de Yahudilik ve Hıristiyanlık, Sami dinler olarak, kendilerinden oldukça farklı bir iddia ve ret ile ortaya çıkan İslam dinini, doğuş ve yayılış aşamalarında bir rakip, sonra bir yabancı daha sonra da bir korku nesnesine dönüştürmüşlerdir.

Amuran: Dediğiniz gibi özellikle Avrupa’nın, Müslümanları rakipten yabancıya, yabancıdan düşmana evrilen bir korku nesnesine dönüştürmesinin sizce bir bilim insanı olarak temel gerekçeleri neye dayanmaktadır?

Filiz: İki temel gerekçeye dayanır. Birincisi, İslam’ın anılan dinlere rakip olarak doğmasıdır. Bu rekabet, Müslümanların hızla ve güçlü bir şekilde sahip oldukları toprakları genişletmesi; buna bağlı olarak siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda daha çok görünür olmasıyla “fobik” hedef haline gelmeleridir. Haçlı Seferleri, İran İslam Devrimi, 11 Eylül saldırıları, IŞİD vb. yapılanmalar Batı tarafından “fobik” İslam’ı “düşman” taraf olarak tanımlamak için altın fırsatlar olarak yorumlanmıştır. Bu olayların ve yapıların hemen hepsinin Batı’nın kurguladığı doğrudur. Ancak sürekli bir senaryonun ve kurgunun nesnesi olmaktan kurtulamamak da en az Batı kadar Müslüman dünyayı bağlamaktadır. Bu saptama, sorumluluğu başkasına yükleyip sürekli mazlum ve haklı olduğumuza ilişkin iddiamızı, haklı çıkarmaz. İslam dünyasının kendi içinde halen boğuştuğu sorunları çözme yükümlüğü, Batı’yı masum yapmadığı kadar Müslümanları da masum yapmaz.

İkinci gerekçe, ilkine bağlıdır. Müslümanlar, sürekli kullanılan, yönlendirilen ve düşman görülen tarafın temsilcileri olmaktan neden kurtulamazlar? Oryantalizmin önde gelen aktörleri Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi Batı Avrupa’daki devletlerden gelmekle birlikte, traji-ironik bir şekilde, dünyanın her yerinden Müslümanlar bu ülkelerde yaşamak için ölümü bile göze almaktadırlar. “En son din, en insancıl ve evrensel mesaj, değişmeyen ama değiştiren hayat nizamı, bütün insanların kurtuluş reçetesi” gibi mega-anlatılar dillerden düşmezken, bunları söyleyenler neden kendi topraklarını, yurtlarını ve ülkelerini imar etmek, Atatürk’ün dediği gibi, “çağdaş medeniyetler seviyesinden öteye taşımak” için çabalamak dururken, “hazır imar edilmiş Batı ülkelerini” tercih ederler? Yanlışlık nerededir? Yüzyıllardır bıkmadan usanmadan söylendiği gibi, Müslümanlar İslam’ı ve Kur’an’ı doğru anlasalar, Batı’yı çoktan geride bırakır, örnek toplumlar yaratırdık” yazıklanması, tarihsel ve fiili hal-i pür melalimize ne katkı sağlamaktadır? “Korkulan düşman”, “aşağılanan yabancı” olmaktan kurtulmanın yolu, karşı tarafı “daha da aşağılamak, daha da korkutmak” mıdır?

Değildir ve olmamıştır!

Böyle bir tavır, İslam dünyasına ve özellikle ülkemize yarar değil zarar verecektir. İçinde bulunduğumuz bilimsel, düşünsel ve kültürel sorunları çözmenin yolu, dışarıdaki saldırganlara “aynı üslupla” yanıt vermek; içerideki farklı anlayışlara da önyargılı yaklaşmak olmamalıdır. Bugün Fransa’nın göz yumduğu hatta cesaret verdiği İslamofobik yayınları, söylemleri ve propagandaları kesin bir dille kınıyoruz, şiddetle reddediyoruz. Ancak bu, İslamofobinin belki dünya kamuoyunda fütursuzca dillendirilmesini geriletebilir, ama Müslümanları Batı gözünde, hatta dünya kamuoyunda en iyimser deyimle sadece “saldırıya uğrayan kesim” olmaktan öteye taşımaz.

Peki, ne yapmalıyız?

İslam’ın doğuşundan günümüze kadar hep bu kör döngünün yarattığı gerginlikle mi yaşayacağız? Bizim hiç mi yapacağımız bir şey yok? Yahudilik ve Hıristiyanlık, dinlerini her çağda insan onuruna ve yaşam koşullarına göre yorumlamak için akıl, mantık ve bilimi cesaretle kullanmışlardır.

Amuran: Peki biz neden yapmıyoruz?

Filiz: Ne yapmamız gerektiğini aslında sayın Cumhurbaşkanı birkaç yıl önce açıkça belirtmişti:

“Bizim Diyanet teşkilatımızın Din İşleri Yüksek Kurulu var ve Din İşleri Yüksek Kurulu’nda da çok vasıflı ve bütün ilim dallarında yetki sahibi hocalarımız var, tefsirde, hadiste, fıkıhta, birçok. Bütün bu hocalarımız ne yapıyorlar, niye sessiz kalıyorlar?

  • Bunlar İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle uygulayamazsınız”.

Sayın Erdoğan, bu sözlerinin devamını getirmeli; “sessiz kalanları” cesaretlendirmeli; şımarık tarikat ve cemaatleri, radikal dinci kesimleri cüretlendirecek her türlü yapılanma ve faaliyetlerin önüne geçmeli; bunun için de yetkili insanlara destek çıkmalıdır.

  • İslam yeniden ve vakit geçirmeden reforme edilmeli;

21. yüzyıldaki insanlar, 6. yüzyıldaki düşünme ve yaşam koşullarına zorlanmamalıdır. Zorlandığında hem dışarıdan “İslamofobik”, içeride de “imanofobik” (Tarikat ve Cemaatlerin birbirini imansızla suçlaması) olmaktan kurtulamayız. Cumhurbaşkanın “İslam’ın güncellenmesi” gerektiğine ilişkin sözünün devamı gelmeli; artık uygulamaya geçilmelidir. Düşünce yaşamımızda her alanda güncelleme varken, konu dine gelince, güncellemeyi İslam’a uydurmak çıkmaz bir yoldur.

“Kur’an ve İslam yanlış anlaşılıyor, Kur’an İslam’ı olsa, sorun çözülür” gibi politik, Polyannacı ve kurnazca söylemle inananları sürekli “adeta akılsızlıkla, bilgisizlikle suçlamak” hiçbir zaman İslam dünyası için çözüm olmamıştır. İslamofobik saldırılar ve eleştiriler bizi sadece kızdırmamalı, ama bunun ötesinde, topyekün “güncelleme” üzerinde çalışmamızı teşvik etmelidir. İslamofobiyi radikal dinci akımları finanse eden Fransa, prefabrik üretimi olan bu örgütleri Türkiye’ye ihraç ederek, Türkiye’yi “İslami terörün hamisi” olarak göstermek peşindedir. Radikal dinci olduğu için Fransa’dan kovulanların sığınma başvurularına karşı dikkatli olmak gerekir.

Amuran: Bu sıraladığınız çözüm ve uyarılar için gündemde olan bazı konuları daha ayrıntılı değerlendirmekte yarar var. Sözgelimi son zamanlarda gündemden düşmeyen çocuk tacizlerinde dinci-muhafazakar kesimden olayın kınanmasının toplumu tatmin edecek şekilde yapılmadığı değerlendirmesi var. Bu değerlendirme de olayları olağan gördükleri gibi bir izlenim yaratıyor. “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışımı daha etkin ne dersiniz?

Filiz: Kol kırılıp yen içinde kalabilir ama onur kırıldığında bunu hiçbir yen örtüp saklayamaz. İslam dininin temeli ahlaktır. İnsan onuru, haysiyeti, şerefi ve saygınlığı İslam’a göre her türlü ibadetten, akrabalıktan ve taraftarlıktan üstündür. Kuran’da Hz. Muhammed’e hitaben, “Ve elbette sen en yüce ahlak üzeresin” (Kalem Suresi, 4. Ayet) denilerek İslam’da ahlaki değerlerin vazgeçilemez olduğu vurgulanır. Ahlak, insanın ruhundaki namus ve şeref duygusudur; etik vicdanıdır. İnsanlığının biricik ölçüsüdür. Bu ölçüyü çiğneyen ya da önemsemeyen, Hz. Muhammed’in yolunda olduğunu, hatta Müslüman olduğunu iddia edemez. Ahlak çiğnenerek dindar olunamaz. Kötülükleri yapan ile yapanlara sessiz kalanlar aynı kategoridedir. İşte bu nedenle dinci muhafazakarlık ile Müslümanlık arasında yer ile gök kadar mesafe vardır.

İslam dini erkek ya da kız olsun, çocuklara yönelik her türlü cinsel veya fiziki zorbalığa, istismara kesinlikle izin vermez. Hz. Muhammed’in çocuklarına ve torunlarına nasıl özen gösterip üzerlerine titrediği herkesçe bilinir. Dinci muhafazakârlar İslam’dan ekmek çıkaramazlar. Bu yüzdendir ki dinci muhafazakârlık, İslam dininin ahlaki ilkelerini engel olarak görür. Bunu aşmak için dinin ahlaki içeriğini ortadan kaldırır. Halkın, Türk devlet geleneğine tarihsel birikimin gereği olarak saygılı olmasından yararlanarak, en insanlık dışı fiillerde bile ‘büyüklerimiz böyle diyorsa, vardır bildikleri’ gibi sorgusuz sualsiz teslimiyeti, sorgulamaya ve eleştirmeye tercih etmesi kutsal vazife imiş gibi dayatılıyor. Oysa indirilen dinde, insanların “Tanrı’nın varlığına ikna etmek, neden bir ve tek olduğunu tartışmak için özellikle teşvik edildiğini” görüyoruz. Her türlü cürümü ve günahı yumuşatan ve neredeyse meşrulaştıran söylemler, Allah’ı ve Peygamberi değiştirilmiş uydurma bir dindarlığın doğal sonucu olabilir.

Amuran: Bir ara istismar haberlerinin ardından idam talepleri yükselmişti. Neyse ki son zamanlarda bu sesleri duymuyoruz. Çözümde doğru yöntem ne olmalıdır, nasıl caydırıcı olunabilir?

Filiz: İdam, keskin ama etkisi kısa süren bir çözümdür. Ancak adli, sosyo-kültürel ve siyasal sonuçları, toplumsal öfke yatıştırıcılığı kadar kısa ve geçici değildir. Caydırıcılığı geçicidir ve belki de ters etkisi daha fazla olacaktır. Zaten yoğun bir cinsel istismar furyası kadına, cinselliğe ve insan ilişkilerine konan kısıtlamalar ve baskılardan kaynaklanmıyor mu? Kadına ve cinselliğe yönelik kısıt ve baskılar arttıkça, cinsel istismar furyası, farklı yollar, yöntemler bulmakta, hatta insanlık dışı yöntemleri denemektedir. İnsan yaratılışına aykırı eylem ve söylemler, aslında doğal ve meşru yaşam alanımızı gittikçe daraltarak bitmeyen ruhsal ve zihinsel bir idama benzemektedir. Yaşama yayılan bu süreçsel “idam”, bir kezlik idamdan daha korkutucu ve kışkırtıcıdır. Ben de “Bir kerelik idamdan bir şey olmaz” diyeceğim. Kadın cinayetleri, namus havariliği, mahrem – namahrem ayrımı, çocuk istismarlarına söz konusu umursamaz hatta cemaat ve tarikatlara kol kanat geren tutumlar, Türk toplumsal yaşamını süresiz idama mahkûm etmiş durumdadır.

Amuran: Size göre, bu istismarları önlemek için kalıcı önlemler neler olabilir ne yapılmalıdır?

Filiz: Anaokulundan üniversite sıralarına kadar uzmanlar gözetiminde çocukların kendi bedenlerin tanımaları, birey olarak yetiştirilip karşı cinsle bir arada karma bir eğitim-öğretime tabi tutulmaları gerekir. Erkek-kadın ayırımı, haremlik-selamlık tarzı bir eğitim-öğretim modeli olamaz. Karşı cinsini tanımayan çocuk ve dolayısıyla yetişkin, kendini hiç tanıyamaz. Kendine yabancı olan bir çocuk, yakınlarından ve yabancılardan gelebilecek istismar tehlikelerine karşı da yabancılaşır, savunmasız kalır.

  • İlahiyat Fakülteleri, İmam-hatipler ve Diyanet’e ait Kuran kursları ve din eğitim kurumları dışındaki tüm dinsel kuruluşlar kapatılmalıdır.

Sayılan resmi kurumlar ise sürekli denetlenmelidir. Cemaat ve tarikatlar, vakıf ya da dernekler temelinde varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunları, kuruldukları dernek ve vakıflar doğrultusunda sivil, dinsellikle ilgisi olmayan ve din eğitim-öğretimi yetkisi tanınmayan teknik kuruluş asıllarına döndürmelidir. Bu yapılar, sivil, laik ve sosyal örgütler olarak budanmalı; din eğitimi izni verilmemelidir. Bu yapılamıyorsa işlevsizleştirme sürecine tabi tutarak kapanma /kapatılma noktasına getirilmelidir. Bu süreçte de Türk halkının gerçeği görmesine yardım ederek güvenilir olmadıkları ifşa edilmelidir.

Cinsel istismar yapanları, doğrudan dini sorun ederek, cürümlerini İslam’a fatura ederek cezalandırmış olmayız. Adli takip ve ceza elbette kaçınılmaz; en ağır cezalar verilmelidir. Ancak köklü çözüm bu değildir. Daha önceki söyleşimizde de vurgulamıştım: Örgün ve yaygın eğitim-öğretim kurumlarımızda mutlaka uzmanlar gözetiminde cinsel eğitim verilmelidir. Erkek-kadın ilişkilerinde meşru alanın gayrı meşru alandan daha geniş ve vazgeçilmez olduğunu sosyal, siyasal ve kültürel olarak hem yöneticilere hem de halka anlatmak kaçınılmazdır.

İstismarcılar, haklı olarak ne denli öfke ve nefretimizi çekerse çeksinler, bu toplumun üyesidirler. Birkaç kişiden ibaret de değildirler. Yapana değil, o fiile kaynaklık eden sorunlara ve bu sorunları çok yönlü, disiplinler arası çözecek uzmanlara olan ihtiyaca odaklanmamız gerekir. Sorun, aile içi çatışma, depresyon, psikolojik rahatsızlıklar, psikiyatrik vakalar, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel etmenler ve benzerlerinden kaynaklanıyor olabilir. Bu durumu salt cehalet ya da dinci yobazlıkla açıklamak yüzeysel kalabilir. Bu cürümleri tekrarlama eğiliminde olanları işlevsizleştirecek tıbbi, sosyal ya da kültürel yaptırımlar üzerinde de ayrıca düşünülmelidir. Son olarak siyasi irade, cinsel istismarlara karşı her kurum ve kuruluşları ile kesin bir şekilde mücadele edeceğini, ısrarla ve vurguyla yinelemelidir.

Amuran: Sosyal medyada, bazı TV ekranlarında gördüğümüz başına takke- kavuk-fes sırtına cübbe alan kendisinin bir tekkenin şeyhi olduğunu iddia eden cahil fırsatçıların sayısı arttı. Konuşmaları dinin saygınlığına dokunulmazlığına zarar veriyor. Dine, cezalandırıcı bir kimlik kazandırılmaya çalışılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi dinin saygınlığını korumak halkı doğru bilgilendirmek dine zarar verenlerle mücadele etmek değil midir?

Filiz: Diyanet İşleri Başkanlığı resmi sitesinde şöyle yazar:

“Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumlarını idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir.

Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi, tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.” [1] Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te 429 sayılı Kanunda belirtildiği ve vurgulandığı üzere, İslam dinindeki inanç ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek amacıyla kurulmuştur. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri’nin bu yapılarla ilgili görev alanı da ortadan kaldırmıştır. Yani tekke, zaviye, cemaat ve tarikat yoktur, olmayan yapı ya da yapıların idaresi de söz konusu değildir. Şu halde cemaat ve tarikatların varlığı hem Diyanet’in varlığına, kuruluş amaçlarına hem de görev alanı olmaktan çıkmaları itibariyle fiili dinsel hizmetlere aykırıdır, her bakımdan gayrı meşrudur. Gayrı meşru kuruluşların devamı, öncelikle Diyanet’in varlık nedeniyle çatışmaktadır.

Bence dünden bugüne Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacına uygun olarak 2 temel görevi bulunmaktadır: Bu görevleri yaptığı sürece bu teşkilat, Alevi-Sünni veya başka anlayıştan her Türk vatandaşını kucaklayıcı olur ve bu vesile ile varlık ve kuruluş nedenine sadık kalır. Aksi takdirde yalnız Alevi vatandaşlarımız için değil, Sünni vatandaşlarımız için de en azından manevi meşruiyetine gölge düşürmüş olur. İslam dinindeki inanç ve ibadet alanları konusunda Türk halkının tümünü aydınlatmak, inhisarına (AS: tekeline) ve yetkisine tevdi edilen görev ve sorumluluklarda cemaat ve tarikatlara asla fırsat vermemek gerekir. Yetki ve sorumluluk bölüşümü resmen değilse de fiilen sıkça tanık olunan olgular olarak gerçekleştiği sürece Diyanet 2. görevini yapmıyor, ilkine de güç  yetiremiyor demektir.

Diyanet, bir Cumhuriyet kurumu olduğunu unutmamalıdır. Tarikat ya da cemaat olamayacağı gibi, kendisine verilen dinsel yetkiyi açık ya da gizli olarak onlara devredemez.

Amuran: Bu tür yapılanmalarda işlenen yüz kızartıcı suçlara karşı siyasal iktidar olayları salt adli vaka olarak yorumlanıyor. Bu süreçte dini siyasal bir malzeme olarak kullanan siyasetçilerin sorumluluğu yok mu? Sözgelimi tarikat ve cemaat yapılanmalarına ilişkin TBMM’de bir Araştırma Komisyonu oluşturulamaz mı?

Filiz: Kesinlikle oluşturulmalıdır. İktidarından muhalefetine dek bu ulusal soruna hep birlikte müdahil olmak görevleridir. Özellikle Meclis içindeki ve dışındaki muhalefet, artık hiçbir şekilde tevil götürmeyecek bu tür iğrençlikleri TBMM’de araştırma komisyonu kurarak  ciddi, resmi ve kararlı bir tutum sergilediklerini açıkça ortaya koymak zorundadırlar. Bu noktada iktidara daha fazla sorumluluk düşmektedir. Ülkemizin genel ahlaki ve kültürel dokusuna, dinsel duyarlığına yönelik olarak giderek yıkıcı bir artış gösteren bu istismarlara karşı muhalefetin Meclise sunduğu komisyon kurma, araştırma önergesi verme ve olayların her yönden takibini sağlama gibi önerilerini, suç örgütüne dönüşmüş bir avuç müptezelden gelebilecek marjinal düzeydeki oy hesabına girmeden, desteklemelidir. Eğer oy artışı hesap ediliyorsa, bu yönde hareket etmeleri daha rasyonel ve sonuç verici olacaktır.

Amuran: Tarikat ve cemaatleri sivil toplum örgütleri olarak görenlere şunu sormak istiyorum. Bu oluşumların sivil inisiyatif olarak değerlendirilmesi için dernekler, sendikalar gibi demokrasiye katkıda bulunmaları gerekir. Oysa içlerinde kendi yapılarında biat kültürü var. Karşı görüşe hayır diyen bu oluşumların demokrasiye katkıları olabilir mi?

Filiz: Kötülükte biat bu yapıların geleneği haline gelmiştir. Din adına ve dine rağmen ahlaksızlık, kamu yararına değil, kamu zararına işlemektedir. Sivil kavramı, “medeni”, “şehirli” demektir. Ülkemizde “askeri olmayan, militer olmayan” anlamı öne çıkar. Bazılarına göre sivil toplum, “devletin denetim alanı dışında yurttaşların kendi düşünce ve faaliyetlerini yürütmek üzere teşkil ettikleri guruptur.” Ancak bu tanım eksik ve yetersizdir. Çünkü en büyük toplumsal örgüt ve aygıt olan Devlet, yurttaşların her türlü iş, eylem ve yapıp-etmelerini düzenler; düzenlemelerine yardımcı olur. Sivil toplum ise, devletin yetemediği, eksik ya da tamamlanması gerektiği düşünülen alanlarda, yurttaşların lehine olan konularda destekçi ve yardımcı bir rol oynar. Başka bir deyişle sivil toplum, devletin yurttaş bakımından görünümü ve yorumudur. Başka deyişle, devletin doğal parçasıdır. Burada sivil toplum kuruluşları demokrasi, laiklik, hakça bölüşüm, insanca yaşam ve adalet gibi temel değerlerin devlet tarafından nasıl ve ne şekilde toplumsal yaşama yansıtıldığını gözlemler, denetlerler. O halde sivil toplum örgütleri laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü savunmaya odaklı birimlerdir.

Oysa Cemaat ve tarikatlar devlete rakiptir!

Amuran: Yakın tarihimizde yaşadığımız FETÖ örneği var. FETÖ olmadan önce cemaat diye tanımlanırdı değil mi?

Filiz: FETÖ örneği özel ve mevzi bir olgu değildir. Bütün bu yapılar FETÖ adını henüz almamışlarsa da doğrudan devlete taliptir. Sivil toplumlar için vazgeçilmez koşul ve özelliklerin hiçbirini taşımadıkları gibi, bunlara açıkça cephe alırlar. Dinsel alan, sivil bir alan değildir. Dinsellikle anılan hiçbir topluluk ne sivildir, ne de yurttaş yararı gözetir.

  • Dernek ve vakıf olmanın ötesine geçen cemaat ve tarikatlar, dinci militarizmin, özgürlüklerin, yurttaşlık bağlarının, sosyal yaşamın, hukukun ve mevcut her türlü rejimin düşmanı olmak üzere kendilerini konumlandırmış durumdadırlar.

Aynı anda hem devlete hem de yurttaşların yaşam haklarına karşı mücadele ederler. Ayrıca her biri diğerine ölümüne düşmandır. Bunlar kendi içinde demokratik olmadıkları gibi başkalarına, aynı dinden bile olsa, mensubu olmayanlara hayat hakkı tanımazlar. Faşist, cahil, baskıcı, zorba, dogmatik ve insanlık karşıtıdırlar. 

  • Bunlar sivil toplum değil, siğil toplum örgütleridir.

Amuran: Din, dokunulmazlığı nedeniyle bir fırsata dönüştürüldü. Tarikat ve cemaat gibi yapılanmalar, ekonomik rant sağlanan vergisiz, algısız ticaretin bayraktarlığını da yapar duruma getirildi. Burada din ve kutsal kitap kullanılarak dinsel ayrıcalık taşıdığı iddia edilen tarikat ve cemaatin başındaki kişilere çıkar sağlanıyor. Nasıl denetlenebilir?

Filiz: Dinsel ayrıcalık, görev ve sorumluluk bakımından yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir. Cemaat ve tarikatlar, gayri meşru yapılardır ve bunların hiçbir dinsel ayrıcalığı yoktur, olmamalıdır. İki başlı, paralel devlet olmazsa, dinsel yetki için de aynı şey geçerlidir. Devlette de dinde de bölünme, ortaklık, yetki paylaşımı olamaz. Olur derseniz, bu yapılardan her biri semirip güçlendiği gün “FETÖ” olacaktır.

Dinsel misyona bürünmüş her türlü yapı ve kuruluş, siyasi kararlılıkla kapatılmalı; hiç olmazsa dernekler sınırı içine çekilmelidir. Dinsel faaliyet yapmalarına resmen ve fiilen izin verilmemelidir. Haksız yollarla edindikleri memalike (AS: malvarlığına) el konmalı; millete geri döndürülmelidir.

Amuran: Daha büyük bir tehlike var. Bazı dini yapılanmalar, yabancı istihbarat kuruluşlarının yuvası da olabiliyor. FETÖ terör örgütünde gördüğümüz gibi. Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında yaşanan örneklerden de söz edelim isterseniz Mustafa Kemal Atatürk‘ün mücadelesinin temel nedenlerini de bu arada anlatmış olalım.

Filiz: Çağdaş, laik, sosyal ve hukukun üstünlüğüne dayalı, Atatürk’ün deyimiyle bir erdem olarak kurulan Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, 7 düvel içerideki düşmanları desteklemiştir. Atatürk önderliğinde var olma savaşı veren Türk milleti, karşısında yalnız 7 düveli değil, içerideki dinsel oluşumları da bulmuştur. Milli Mücadele’ye, Kuvay-ı Milliye’ye ve Atatürk’e, ölümüne maddi-manevi destek veren  pek çok din bilgini, hocalar ve din adamları olmasına rağmen, emperyalistlerden yana tavır alanlar da vardı. Mustafa Sabri, İskilipli Atıf ve Said-i Kürdi gibi vatan hainleri İslam dinini kullanarak, emperyalistlerin amacı doğrultusunda dinsel oluşumlar içinde yer alarak, Kuvay-ı Milliyeye ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk ulusunun bağımsızlık savaşına karşı akıllara zarar mücadele yürütmüşlerdir. Bunların artığı olan FETÖ örneği ortadadır.

Emperyalistler adına ülke ve ulusuna karşı kirli mücadelelerini kişisel ve kurumsal olarak iki koldan sürdürmüşlerdir. “Teali İslam”“Kürt Teali” cemiyetleri adı altında ırkçı ve dinci işbirliği içinde ama İslam”ı alet ederek halk nazarında etkili olmanın yollarını aramışlar, gerçekten de kurtuluş ve bağımsızlık mücadelemizi zaman zaman zora sokmuşlardır. Ne ki dinci istismarın emperyalist emelleri ne Atatürk’ü ne de canı pahasına ülkesi ve ulusunu kurtarmaya ant içmiş kahramanlarımızı davalarından döndürememiş, Cumhuriyetimizin kurulmasına engel olamamışlardır. Günümüzde malımıza, canımıza, namusumuza, çocuklarımıza, alın terimize ve en önemlisi Cumhuriyetimize kasteden cemaat ve tarikatlar, kuruluş yıllarındaki şer odaklarının ve o odakların efendilerinin izini sürmekte ve aynı amaca hizmet etmektedirler. FETÖ bu tablonun en açık, en tartışmasız somut örneğidir.

Amuran: Gülen cemaatinin yapılanmasını önce destekleyen ve bir terör örgütü olduğu anlaşıldıktan sonra darbe girişiminden ders alındığını ve etkin mücadele edildiğini söyleyebilir miyiz? Çünkü FETÖ’nün uygulama taktikleri hala devam ediyor.

Filiz: FETÖ ile mücadele yoktur diyemeyiz. Yargımız, emniyet güçlerimiz ve birtakım siyasiler gerçekten son derece etkin mücadele örneği sergilemektedirler. Ancak FETÖ çok yönlü, çok kollu ve dış destekli emperyalist bir çete olduğu için, onunla mücadele her yönden etkili ve kararlı bir şekilde yapılmak zorundadır. Sinekler avlanıyor ve bunların FETÖ bataklığından türediğini söyleyebiliriz. Ancak bataklık hala tehlike saçıyor. Sineklerini gönderip, varlığını tahkim etmeye çalışıyor. Örgüte kazandırılanlarla yapılan mücadele, örgütün mantığı ve kurucularına yönelik yapılırsa, FETÖ ile mücadele etkili ve kalıcı olacaktır. FETÖ, 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra halen 2 yoldan etkili olmaya çalışıyor:

Birincisi, operasyonları yurt içinden ve dışından, sürekli sabote eden ince taktiklere başvuruyorlar. Kriptolar, örgütün asıl yuvasına girilmesini engellemek için, kendilerini gizliyorlar. Hırçın, tutarsız ve panik içinde sözüm ona Fetösavar bir çılgın görüntüye sığınıyorlar. Bunun yanında, akıldışı, insanüstü ve dini terminoloji kullanarak, dogmatik bir taraftar figürü çiziyorlar. Samimi olmadıkları her hallerinden belli oluyor. FETÖ’ye sövgünün, güç sahibi siyasilere övgünün dozajını kaçıran konuşmacılara sık rastlıyoruz. Böyle bir portre çizen bu insanların mazileri genellikle FETÖ’ye dayanıyor. Kriptolar (her alanda mevcut ne yazık ki) yüzünden en yaşamsal alanlarda devletin işleyişi sekteye uğruyor. Temizlik, “hala varım” diyen örgütün doğrudan beynine ve kalbine yönelmelidir. Organlar, kendiliğinden çöker.

İkincisi, FETÖ resmen ve fiilen çökertilme süreci ile karşı karşıya olduğu için, mevcut cemaat ve tarikatlar yoluyla Franchising yöntemini kullanıyor. Türk halkının ırzından geleceğine, dininden ahlakına, ailesinden malına uzanan tarikatlar, FETÖ Franchsing’i ile onun ulaşamadığı amaca doğru hızla ilerliyorlar. FETÖ’nün ana kaynağı olan Nurcularla Süleymancı gruplar bunların en önde gelenlerindendir. Öyleyse cemaat ve tarikatlara, devlet artık bir değil iki kez dikkat etmeli; birden olmasa da süreç içinde bunların faaliyetlerine resmen ve fiilen son vermelidir.

Amuran: Son yıllarda özellikle muhafazakar kesimde kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de arttı. Bu kesimin geleneksel kültürüne yerleşen cinsiyet ayırımcılığının rolü var mı? Kutsal kitabımızda olmayan, kurgulanan, kadına yönelik yanlış algıları değiştirmek ilahiyatçıların din alimlerinin de işi değil mi?

Filiz: İslam dini sanıldığı gibi kadına düşman değildir. Kadınla ilgili ayetler, o günün koşullarında ve hatta bugün bile, yabana atılacak önerilerden ibaret sayılamaz. Kadın Kuran’da aşağılanmaz; namus ve ahlakın cinsiyeti belirlenmez. Yani namus dişi bir kavram değildir. Ahlaki kurallar erkek-kadın herkes için geçerlidir. Cinsiyet ayrımı olmadığı gibi cinsellik lanetlenmiş değildir. Kuran’ı açıp bakan herkes bu gerçekleri görür. Ne var ki dinci cemaat ve tarikatlar, Kur’an’ın bu hakikatine ve İslam’ın ruhuna aykırı davranarak kadını aşağılamakta; namusu biyolojik bir parçaya indirgemekte ve kadını her türlü yanlıştan sorumlu tutmaktadır. Bununla da yetinmeyip;

  • tarikatların sapkın liderleri kadınları ve çocukları din adına sömürmekte, kullanmakta,
    ırzına ve şerefine tasallut etmektedir.

Çağdaşlık ve Aydınlanma Türk kadınının eseridir. Cumhuriyetimizin erdem ve bekası Türk kadının emeği ve özverisine bağlıdır. Modernleşme, aydınlanma ve demokratik geleneğin yerleşmesi kadınlarımız sayesinde gerçekleşmektedir. İşte bunun farkında olan karanlık odaklar ve bu odaklara hizmet eden dinci oluşumlar –esasen ben bir İlahiyat uzmanı olarak bunların kesinlikle Müslüman olmadıklarını vurguluyorum– Cumhuriyeti yıkmak ve “sarığın daha iyisini sarmak” için, kadınlarımızı ve çocuklarımızı hedef alarak işe koyulmaktadırlar. Türk kadını, dinine saygılı ve bağlıdır; ama bu şarlatanların gerçek yüzlerini fark edecek kadar da aydın ve tedbirlidir.

Amuran: Bütün bunların sergilenmesinden sonra bu kesime laikliği yeniden anlatabilmek için bir yurttaş olarak nelere özen göstermek durumundayız? Toplum nelerden sakınmalı? Son sözlerinizi alalım:

Filiz: Laiklik, bir din ve bir inanç sistemi değildir. Özellikle İslam’a karşı konumlandırılmış alternatif bir inanç ve ibadet bütünü de değildir. Siyasi ve sosyal bir tutum, bir tavırdır. Dinle ilgisi yok mudur? Doğal olarak vardır. Neden?

  • Medeni, sivil, özgürlükçü, çağdaş ve aydın olmak ancak laiklikle mümkündür.

Din kavramının medeniyet ve medenileşme anlamlarını şimdi yeniden anımsarsak, din ile laiklik burada bütünleşir. Yakınlaşır, birbirinden ayrılmaz hale gelir. Dindar insan medeni insandır; şehirlidir, aydındır, hakka hukuka inanır. Devletine ve ulusuna zarar vermeyi aklından geçirmez. Tam tersine, yararlı olmayı ibadet sayar. Cinsiyet ayrımcılığı yapmaz, teröre, hukuksuzluğa, hırsızlığa, yolsuzluğa, cinsel sapkınlığa asla prim vermez. Çünkü dinini laik bir Cumhuriyet sayesinde özgürce yaşadığının ayırdındadır. Bunları yapanın dindar, dine saygılı ve barışçıl bir insan olmayacağını bilir.

Amuran: Getirdiğiniz eleştiriler İslam’ın güncellenmesinde yol gösterici olabilir. Bu nedenle eleştirilere kulak verilmeli ve ona göre değerlendirmeler yapılmalıdır. Çok teşekkürler.

Filiz: Ben teşekkür ederim.

[1] https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay//1/diyanet-isleri-baskanligi-kurulus-ve-tarihcesi Erişim : 15.09.2020

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLAMAYIZ

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLAMAYIZ

Güzide Filiz TUZCU

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

CESUR – DÜRÜST BİR BİLİM ADAMI, GERÇEK BİR TÜRK AYDINI, VATANSEVER  VE KEMALİST BİR DAHİ – OKTAY SİNANOĞLU‘NUN “HEDEF TÜRKİYE” ADLI KİTABINDAN;(Kendisini en derin saygı ve minnet duygularımızla, rahmetle anıyoruz.)

Batı denilince, Rusya’dan bütün Avrupa’sına ve bütün Amerika’sına kadar şunu gördüm: en üst seviyedeki kişiden, sokaktaki alelâde insana kadar, hatta hoşgörü lafını edenlerin dahi kafasında tek bir şey var; “Endülüs’ü sildik, Türkiye halâ ayakta duruyor” saplantısı vardır. Bu saplantı onların adeta dinidir. 

(Hocamız gayet haklıdır, ben de Batı da aynı tavrı çok kez gözlemlemiştim… Çünkü Hıristiyan, ya da Yahudi Batılılar, kendileri ve dinleri için  “en büyük düşman olarak İslam’ı ve İslâm’ın biricik koruyucusu ve temsilci olarak da Türkleri” görüyorlar; bu tarihten günümüze hiç değişmeden süregelen bir gayrimüslim Batılı düşüncesi ve tavrıdır. İki kelimeden son derece rahatsız olurlar, hatta yüzlerinin şekli değişir, bunlardan biri İSLÂM, diğeri de TÜRK kelimesidir.)

Batılılar önce Balkanları dağıttılar ve çalışmalarını sürdürdüler: Onların asıl amacı Doğu Avrupa ve Anadolu topraklarında “Müslüman Türk” sözünü bırakmamaktı.  Öbür tüm Müslüman ülkeleri  zaten sömürgeleri yapmışlardı. Batılılar Araplardan da tedirgin olmazlar, çünkü İslâm koruyuculuğunu hep Türkler yapmıştır…

Batı, Türk Milletinin gücünü ve kapasitesini çok iyi biliyor,  ama biz bilmiyoruz! Yıllarca üzerimize haçlı seferleri düzenlediler, ancak Müslüman Türkleri yenemediler. Sonra çok etkili bir formül buldular; Türkler bir araya gelip güçlü olmamalıydılar. Şöyle düşündüler “Türkleri içten bozarsak, Türklük ve Müslümanlık şuurunu/bilincini bırakmazsak ve nihayet Türkleri içten böler ve birbirlerine düşürürsek,  milli kimliklerini, hatta feleklerini bile şaşırtırız ve işte o zaman Türklerden rahatça kurtuluruz.”

İşte bu plan Türkiye’de yürümektedir…

Sovyetler Birliği dağılınca, Türkiye’ye “Türk Dünyasıyla” sıkı ilişikler kurma olanağı doğmuştur; Batı ise bundan dolayı son derece rahatsız olmuş ve müthiş telaşa kapılmıştır…

Emperyalist Batılıların işgal etme – ele geçime yolları   :

  1. Eski yer  adlarını, yabancı adlarla değiştirmek (Örneğin Behramkale’ye Assos demek!)
  2. Eğitimi, ülkenin kendi ana dili yerine “yabancı dille” yaptırmak, ülkenin ulusal dilini ve kültürünü hızla yok etmek,
  3. Uyum içinde yaşayan azınlıkları kışkırtmak, bu azınlıkları ülkede kilit mevkilere getirmek ve onlar aracılığıyla, “ulusal kimliği ve birliği” yok etmek,
  4. Topraklara el koymak, tek tip ürün yetiştirtmek, tarımı ve hayvancılığı yok etmek, milleti kendi topraklarında köle gibi çalıştırarak, aç bırakmak,
  5. Büyük araziler içinde askeri üsler kurmak, ülkede iç karışıklıklar çıkartmak, ülkeye zararlı örgütleri desteklemek, o ülkenin – komşuları ile arasını açmak, düşmanlık yaratmak ve komşularına saldırılar düzenlemek,
  6. O ülkenin,  tarihi ve kültürel bağları olduğu başka ülkelerle iyi ilişkiler kurmasını engellemek,
  7. Ülkenin halkını fakirleştirerek, elindeki toprakları ve gayrimenkulleri yok pahasına yabancılara sattırmak; hatta yabancı emlâkçı şirketleri  kullanarak (Realty World, Remax vs…gibi) yerli millete alış verişte alacağı yüzde payını bile bırakmamak,
  8. Yabancıları getirip, ülkenin topraklarına yerleştirmek ve sonunda ülkenin kendi insanlarını azınlık durumuna düşürmek. (Balkanlarda Türklerin çoğunluk iken azınlığa düşürülmeleri gibi… Ayrıca son yıllarda yaklaşık dört milyon ya da beş milyon (net rakamlar verilmiyor!)  Suriyelinin getirtilerek Türk topraklarına yerleştirilmesi gibi!  Oysaki dünyanın en zengin ülkelerinin başında gelen ve Türkiye topraklarından neredeyse on misli geniş topraklara ve çok az nüfusa sahip olan Kanada, çok zorunlu durumlarda bile ancak birkaç bin ile  ifade edilebilen sığınmacı veya göçmen almıştır. Onların da nitelikli ve eğitimli olmalarına hep dikkat etmiştir.)
  9. Ülkenin kendi tarihini, kültürel mirasını, abidelerini yıkmak veya bakımsız bırakarak yıkılmaya mahkûm etmek; öbür yanda kendi kültürüne yakın  gördüğü kalıntıları (kiliseleri – manastırları) ön plana çıkarmak.”

    OKTAY SİNANOĞLU, HEDEF TÜRKİYE, OTOPSİ YAYINLARI, İSTANBUL,
    2002, syf. 131 – 137, 149 – 150.
    =====================================
    Dostlar,

    Sitemizde daha önce de birkaç önemli yazısını yayınladığımız Tarih uzmanı değerli Güzide Filiz TUZCU bu kez yukarıdaki irdelemeyi yapıyor ve gerçekten bir değer olan merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu‘ndan önemli alıntılar yapıyor.
    Emperyalizmin türlü türlü oyunları bitmez.
    Ayrıca 3. Binyıl (Millenium) içinde yeryüzünde 1000 (bin!) devletçiğe – karakol ya da istasyon devletine ya da Antik Yunan’ıın site devletlerine erişme hedefleri doğrudan bu emperyalistlerce açıklandı. 20. yy başlarında (1900’lü yıllar) yeryüzünde 20 dolayında bağımsız devlet vardı. 100 yıl içinde bu sayı 10’a katlandı. 2000-2100 arasında ise 200 bağımsız devletten bin dolayında devletçik çıkarma hedefi güdüyorlar.

    “Böl – parçala ve yönet” büyülü bir yol göstericidir. Türk Ulusu da artık aklını kullansın ve bu kadim siyaset oyununa gelmesin! AKP = RTE de üstüne düşen ilk işlerden biri olarak Ulusu birleştiren politikalar izlemek zorundadır.

Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Emre KONGAR : Din; Siyaset ve Şiddet


Din; Siyaset ve Şiddet

 

portresi_resmi

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 15.01.2015

Aslında her ideolojinin, ne denli yumuşak ve barışçı olursa olsun, şiddet eylemleri yapan taraftarları olabilir: 

“Sert” ideolojiler, emirleri ve yasakları net ve çok olan ideolojilerdir…

Tek tanrılı dinler, Faşizm gibi, Proletarya Diktatörlüğü gibi siyasal ideolojiler böyledir.

“Yumuşak” ideolojiler, emir ve yasaklardan çok, genel ve tek bir ilke çerçevesinde biçimlenmiş düşünce sistemleridir…

“İnsanlığa inanacaksın” gibi bir genel ilkeye dayalı olan Hümanizm böyledir.
Bu açıdan “sert” ideolojiler, şiddet eylemleri doğurmaya daha uygun bir yapıya sahiptirler, ama hiçbir ideolojinin şiddet eylemleri için araç olarak kullanılmaya karşı bağışıklığı yoktur…

Hiçbir ideoloji ve elbette İslam dini de, onu şiddet aracı olarak kullanan fanatik bireyler
veya siyasal örgütlerden dolayı mahkûm da edilemez.

***

Konu, dinler açısından ele alındığında, Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında, başlangıç aşamaları dışında, devletin ideolojisi olmak bakımından
temel bir fark yoktur:


Hıristiyanlık, ilk yayılma aşamasında barışçı bir yöntem izlemiş, ünlü “Sana bir tokat atana öteki yanağını uzat” anlayışını kullanmış, Müslümanlık ise dinle birlikte devlet kuruluşuna da temel oluşturduğundan, Hz. Muhammed ve sahabenin at üzerinde kılıçla savaşarak savunduğu ve yaydığı bir inanç olarak ortaya çıkmıştır.


Ama asıl belirleyici olan husus, Hıristiyanlığın da yöneticiler tarafından benimsenmesinden sonra, devletin egemen ideolojisi olarak kullanılması bakımından, Müslümanlık ile arasında bir fark kalmamış olmasıdır.

Bunun temel nedeni, dinin siyasette kullanılmaya başlanmasıdır:
Din siyasal ideoloji olarak kullanıldığında, ne yazık ki, egemenlerin baskı ve zulüm aracı da olmaktadır.

***

Dinlerin ve mezheplerin siyasette egemenlik aracı olarak kullanılmalarının şiddete ve zulme yol açtığını
bize tarih öğretmektedir: 

Hıristiyanlıktaki mezhep savaşları,  (AS: Yüz yıldan uzun sürmüştür!)
Avrupa tarihini biçimlendiren en önemli süreçlerden biridir…

Müslümanlıktaki mezhep savaşları ise Hz. Ali’nin katledilmesiyle başlamıştır…
Elbette Haçlı Seferleri gibi dinler arası savaşlar da bütün dünyayı etkilemiş ve biçimlendirmiş olan siyasal olaylar arasındadır.

***

Gerek El Kaide’nin, gerek Boko Haram’ın, gerekse IŞİD’in katliamlarında
ve elbette son Charlie Hebdo olayında, dinin bu siyasal egemenlik iddiası görülmezse,
konu her yönüyle anlaşılamaz…

Dinsel kaynaklı siyasal şiddetin ilacı,
bütün dinlere e
şit uzaklıkta duran ve
inanç özgürlü
ğünü güvence altına alan laiklik ilkesidir!

========================================

Dostlar,

Sayın Kongar‘ın yazdıklarını bütünüyle paylaşıyoruz.

Cumhuriyet gazetesine dönük hukuk dışı baskıları
ve uygulamaları
hiç doğru bulmuyor,
derhal son verilmesini diliyor ve kınıyoruz.

Herkesi hoşgörü ve sükunete davet ediyoruz.

Artık şiddetin hiçbir sorunu çözemeyeceğini öğrenmiş bir toplum olmalıyız..
Yeryüzünün belki de bu bağlamda en deneyimli uluslarının başında geliyoruz..

Lütfen sükunet, lütfen hoşgörü ve lütfen

TOPLUMSAL BARIŞIN SİGORTASI OLAN
LAİK TOPLUM VE SEKÜLER DEVLET DÜZENİNE HEP BİRLİKTE SAYGI..

Sevgi ve saygı ile.
15.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Tarihin Kilidi Çanakkale


Dostlar,

ADD GYK üyesi Sayın Lütfü Kırayoğlu’nun nefis bir yazısını paylaşmak istiyoruz.
18 Mart yazılarının hepsini aynı günde vermek istemedik. Bu yazı 19 Mart’a kaldı.
Sayın Kırayoğlu’nu kutlayarak ve teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
19 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

Tarihin Kilidi Çanakkale

portresi

Lütfü Kırayoğlu

Bu gün Çanakkale Zaferinin 99. yıldönümü. Çanakkale için “tarihin kilidi” kavramını ilk kim kullandı? Bilmiyoruz.
Bu denli yerli yerine oturan bir kavram daha zor bulunur. Belki de Çanakkale’ye tam anlamını verdiği için yerini bulmuş bir kavram. Bu adla yapılmış bir de belgesel film var.

Çanakkale tarihte kaç kez kilit rol oynadı? Belki sayısını tam olarak bilmiyoruz.
Ancak tarihin hiçbir döneminde 99 yıl önceki değerde kilit rolünü oynamamıştır.
Akka’lılar Troya önlerine geldiğinde de, Haçlı seferlerinde de, İslam donanması
Bizans seferine çıktığında da, Çaka Bey Ege sularında cirit attığında da,
Venedik donanması Akdeniz’i haraca bağladığında da, Barbaros’un donanması
haçlı donanmasına kök söktürdüğünde de.. Çanakkale bu denli önemli değildi.
Ama her zaman tarihin kilidi oldu.

99 yıl önce ise tarihin akışını tümden değiştirdi.

Alman donanmasına ait 2 zırhlı gemi Goeben ve Breslau (Yavuz ve Midilli)
Çanakkale kilidinin bu tarafına geçerek kendilerini kovalayan İngiliz donanmasından kaçarak kurtuldu. İstanbul limanına geldiklerinde Türk bayrağı çekerek Karadeniz’e açıldılar. Osmanlı üniforması giymiş Alman denizciler, Rusya’nın Odessa ve Sivastopol’ünü bombaladı ve böylece Osmanlı devleti fiilen büyük savaşa dahil oldu.

Her ne kadar kimi tarihçiler savaşa girişimizi İttihat ve Terakki önderlerinin hatası olarak görseler de bu kaçınılmaz bir sondu. Çünkü zaten savaşın esas nedeni
“Osmanlı Devletinin nasıl paylaşılacağı” idi.

Tarihin en kanlı boğuşmalarından biri bir kez daha Çanakkale’de başladı.

Emperyalizm çağının gelmiş geçmiş en büyük donanması, o güne dek görülmüş en ileri teknoloji, Çanakkale önünde acze düşerek çelik yığınına dönüşen hurda olarak
Boğazın sularına gömüldü.

Birinci Paylaşım Savaşı‘na müttefik olarak giren İngiltere, Fransa ve İtalya donanması Boğazları aşıp öbür müttefikleri Rusya ile birleşemeyince tarihin akışı değişerek
Çarlık Rusyası devrildi. Yerine yepyeni bir rejim, Sovyet Devrimi doğdu.
(AS: Ekim 1917)

Çanakkale’den geçit vermeyen Osmanlı Devleti bu görkemli başarıya karşın
savaştan yenik çıkınca da, tarihin ilk Ulusal Kurtuluş Savaşını veren Kemalistler, yeni Sovyetler Birliği’nin desteğini de alarak Emperyalizmi yenilgiye uğrattılar.

Çanakkale önünde başlayan savaş, tarihe 2 yeni devlet, 2 yeni devrim armağan etti.
2 ülke birbirinin yazgısını belirledi. Emperyalizm, bu 2 ülkede 7 yıl içinde 4 büyük yenilgi gördü.

İlkinde 1915’te Çanakkale önlerinde Türk kuvvetlerine yenildi. İkincinde Çanakkale kilidini aşamayan müttefikler Çar kuvvetleri ile birleşemeyince Rusya’nın işçilerine yenildi. Üçüncüde, Beyaz Ordu, Sovyet Kızıl Ordusuna yenildi. Dördüncüde ise
Mustafa Kemal önderliğindeki milli kuvvetler işgal ordularını yendi.

Çanakkale Savaşını en iyi anlatan, İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’dur. Ne yazık ki ülkemiz devrimcilerinin önemli bir bölümü Ersoy’un dinsel duygularının yoğunluğu nedeniyle O’nu anlayamamışlar, Mehmet Akif Ersoy’a çok bağlı olduğunu
ileri süren kimi dindarlar ise Çanakkale savaşının anti-emperyalist özünü kavrayamamışlardır.

Mehmet Akif, emperyalist güçleri şöyle tanımlamaktadır:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Ve savaştan yıllar sonra savaşın ortaya çıkardığı büyük kahraman Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale’de yaşamını yitiren işgal güçlerinin yitikleri için tarihin gördüğü
en insancıl ağıdı kitabe olarak savaş alanına ve onların geldiği topraklara dikmiştir.

Kendi topraklarını işgale gelmiş orduların askerleri için 1934’te Atatürk’ün kaleme aldığı sözler savaş tarihinin unutulmaz sayfalarında yerini şöyle almıştır:

  • “Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız.
    Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra
    artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Savaştan yalnızca 19 yıl sonra işgalcileri böyle yüce bir gönülle anabilmişiz.
Şimdi savaştan 99 yıl sonra bir kez daha anımsatıyoruz:

  • Yine gelirseniz, yine aynı sonla karşılaşırsınız.
    Sizin için yine aynı kitabeyi dikeriz…

(http://www.add.org.tr/index.php/dosyalar/sabit-manset/1472-tarihin-kilidi-canakkale-luetfue-k-rayoglu, 17.03.2014)

Mezhep Savaşları


E. Amiral Türker ERTÜRK

portresi_sade

MEZHEP SAVAŞLARI

Bugün emperyalizmin Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş Ortadoğu coğrafyası üzerinde yapmak istediği ve bu konuda epeyce mesafe kaydettiği işlerin başında
Sünni-Şii eksende bir mezhep kavgasını başlatmak gelmektedir.

Enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin yeri olan ve bu zenginliği en az 50 yıl daha sürdüreceği bilinen bu bölgede emperyalist hegemonyanın devam ettirilebilmesi ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilebilmesi için mezhep ayrılığı üzerinden çatışmalar zincirini başlatmak büyük önem arz etmektedir.

İsrail’in 14 Mayıs 1948’de bağımsız devlet olarak kurulmasından itibaren bugüne kadar bölgenin ana anlaşmazlık konusu Filistin sorunu ve bunun üzerinden Arap-İsrail çatışması idi.

Şimdi bu anlaşmazlığı ve bunun üzerinden gelişen Arap-İsrail çatışmasını ikinci plana itecek olanSünni-Şii savaşının bölgeye egemen olması için yatırımlar yapılmakta ve bu savaşı yaygınlaştıracak ve uzun sürdürecek nifak tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Bölgede İsrail’in güvenliğini sağlamak ve Nil-Fırat arasında İsrail’i emperyalizmin temsilcisi olarak etkin bir bölge gücü yapabilmek için bu şarttır.

Otuz Yıl Savaşları

Tarih göstermiştir ki, tüm savaşlar ve çatışmalar görünen neden ne olursa olsun daima siyasi ve ekonomik çıkarların üzerine oturur. Haçlı seferleri ve 1618-1648 arasında Avrupa’da gerçekleşen ve adına Otuz Yıl Savaşları denen mezhep savaşlarında da gerçek neden siyasi ve ekonomikti.

Arkasındaki esas neden siyasi ve ekonomik de olsa, din ve mezhep eksenine oturan anlaşmazlıklarda ve savaşlarda ayrımlar çok keskinleşir, taraflar daha acımasızlaşır,
bir araya gelip anlaşmazlıkları gidermek güçleşir ve başlayan bir savaşı durdurmak
çok zorlaşır.

Türkiye bacağı Alevi-Sünni çatışması olan ve geniş Ortadoğu bölgesinde ateşlenen ve yaygınlaşması için üzerine petrol dökülen Sünni-Şii mezhep savaşı ile ulaşılmak istenen belli başlı hedefleri şu şekilde sıralayabiliriz;

*Bölgeyi istikrarsızlaştırmak ve mezhepsel kompartımanlara ayırmak,

*Ulus devletlere son vermek,

*Arap Milliyetçiliğini yok ederek en az 100 yıl Arapların bir araya gelmesinin
önünü kesmek,

*İslam’ı radikalleştirmek ve Batı dünyasının birlikteliği için ihtiyaç duyulan düşman ihtiyacını karşılamak,

Müslümanı Müslümana kırdırmak

* Antiemperyalist tavır sergileyen ve hegemonyaya direnen İran’ın başını çektiği Şiileri yalnızlaştırmak ve Sünniler için düşmanlaştırmak,

*Sünni İslam’ı dönüştürmek ve işbirlikçi hale getirmek,

*Müslümanı Müslümana kırdırmak ve enerjisini birbirini tüketmek için harcatmak,

*Kukla Kürt Devleti oluşumunun önündeki engelleri kaldırmak,

*Bu anlaşmazlıklarla ve savaşlarla bölgeyi Batı’nı hakemliğine ve arabuluculuğuna
daha fazla mecbur etmek,

* Ve bölgenin enerji kaynaklarını götürmektir.

Bölgede Müslüman Kardeşlerin desteklenmesi ve Mısır’da İslami diktatörlük peşinde olan Mursi’nin arkasında durulmasının nedeni budur.

Anımsarsanız yaklaşık bir yıl önce 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner 27 Aralık 2011’de TRT’de “Bir insanın Şii olması Hıristiyan olmasından kötü, çünkü Hıristiyan nihayetinde ehli kitaptır; üç dinden bir tanesidir.
Allah onu selamete erdirebilir, belki de cennete de koyabilir. Şii ise sapkınlık var, orada dini bozmaya çalışmak var.“
 demişti.

Bu akıl, bilim ve izandan yoksun sözler üzerine Türkiye’deki Alevi ve Caferiler tepki göstermiş, insanlar arasında kin ve nefret duygularını körüklemeye yönelik bu açıklamalar için yargı yoluna gideceklerini ifade etmişlerdi. Laçiner bunun üzerine
“tam olarak ben bunu söylemek istemedim” dediyse de, söylediklerini densizlik ve maksadını aşan sözler olarak kıymetlendirmek biraz saflık olur.

Mezhepsel kışkırtıcılık yapılıyor

Biliyorsunuz Irak Başbakanı Maliki Erdoğan’ı bölgede mezhepsel kışkırtıcılık yapmakla suçlamaktadır. Aynı yönde suçlama Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad tarafından da yapılmaktadır. Rusya ve İran’da Türkiye’nin bölgede mezhepsel kışkırtıcılık yaptığını söylemektedir.

4+4+4 adı altındaki orta çağ karanlığının eğitim sistemi, okullarda kıyafet serbestisi, Diyanet’te ülkemizde yaşayan Alevi ve Caferileri yok sayan hoşgörüsüz Sünni köktendinci yapılanma,Karacaahmet Cemevi’ne karşı “ucubedir” söylemi, Cemevleri’ni ibadethane saymayan ve ancak kültür evi olabilirler yaklaşımları, emperyalistler tarafından dizayn edilen Sünni-Şii mezhep çatışmasının değirmenine bilinçli olarak taşınan sulardır.

AKP yönetiminde ülkemiz, göz göre göre etnik ve mezhepsel bir iç savaşa doğru koşar adımlarla gitmektedir. Çünkü emperyalizmin çıkarları bunu gerektirmektedir. Çünkü emperyalizm tarafından operasyonla getirilmiş olan Erdoğan görevini yerine getirmektedir.

Yaklaşmakta olan bu iç savaş için Sünni, Alevi ve Caferi yurttaşlarımızı sağduyulu ve uyanık olmaya davet ediyorum. Ama aynı daveti yetkililer için yapamıyorum.
Çünkü Türkiye’de yönetim mekanizmasını ele geçirenler emperyalizmin bölgemizde ve ülkemizde tetiklemeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı bu mezhepsel savaşın tarafıdırlar.

Saygılar sunarım. (25.12.12)

============================================

Dostlar,

E. Amiral Türker Ertürk’ten, dehşet verici uyarılarla dolu bir yazı..

Özellikle şu 2 paragraf ürpertici :

  • AKP yönetiminde ülkemiz, göz göre göre etnik ve mezhepsel bir iç savaşa doğru koşar adımlarla gitmektedir. Çünkü emperyalizmin çıkarları bunu gerektirmektedir. Çünkü emperyalizm tarafından operasyonla getirilmiş olan Erdoğan görevini yerine getirmektedir.
  • Yaklaşmakta olan bu iç savaş için Sünni, Alevi ve Caferi yurttaşlarımızı sağduyulu ve uyanık olmaya davet ediyorum. Ama aynı daveti yetkililer için yapamıyorum.

Çünkü Türkiye’de yönetim mekanizmasını ele geçirenler emperyalizmin bölgemizde ve ülkemizde tetiklemeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı bu mezhepsel savaşın tarafıdırlar.

Serinkanlılıkla okunmalı ve “bir şey yapılmalı”, “bir şey yapılmalı”..
hem de tez elden..

Sevgi ve saygı ile.
25.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net