8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, BİZİM TV’den Sayın Burcu Uğur’un konuğu olduk. 2 konu belirlenmişti yaklaşık 40-45 dakika program için :
1. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
2. Salgın Yönetiminde Son Durum..
Sayın Uğur’un sorularını yanıtlamaya çalıştık.. Aşağıdaki görsel ekranda paylaşıldı :
Büyük ATATÜRK‘ün Türk kadınına dünyanın pek çok ülkesinden önce kazandırdığı hakları vurguladık. Üstteki görselde, 1930’da İngiltere’de kadın hakları için eylemde taşınan posterde yazılan çok öğretici:
İngiliz kadını Türk kadınından daha mı değersiz??
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi‘nin – CEDAW tam olarak yaşama geçirilmesi gerektiğini belirttik.
İstanbul Sözleşmesi‘ndan geri çekilmenin Bay Erdoğan’ın yetkisinde olmadığını, bu işlemin hukuk dışı ve geçersiz olduğunu, TBMM’nin yetkisinin gaspı nedeniyle hükümsüz olduğunu vurguladık.
RTE’nin, Türkiye’de kadın cinayetlerinin başka ülkelerden az olduğu söyleminden duyduğumuz acıyı paylaştık. Bu bölümü bir şiir ile kapattık..
****
İkinci bölümde Covid-19 salgınında son durumu ve
– aşı olmayan TURKOVAC skandalı ve dayatmasını irdeledik.
– Salgının bitmediğini, ölüm ve olgu sayılarının hala çok yüksek olduğunu,
– iktidarın salgın yönetimi yerine algı yönetimi peşinde olduğunu,
– bu çok acı – çok başarısız – insanlık suçu tablodan bile hiç sıkılmadan başarı öyküsü çıkarmaya çabaladığını vurguladık.
Salgının bittiğini açıklamaya yetkili kurum Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ). Bu yetkili uzmanlık kuruluşunun bu yönde değil tersi yönde açıklamaları var!
Halkımıza bireysel önlemleri bırakmamasını ve etkili aşı ile (mRNA aşısı) aşılarını tamamlamasını önerdik.
İktidara da sorumluluktan kaçamayacağını ve yapılması gerekenleri belirttik.
Toplam 46 dakika.. İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğini diliyoruz.
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Uzmanı, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
Çağımızın genel kabul görmüş uluslarüstü hukukuna, örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre;
Her insan özgür doğar. Herkes yaşama hakkına, ruh ve beden bütünlüğüne sahiptir.
Hiç kimseye işkence edilemez. Beden Bütünlüğünü bozan cezalar verilemez.
İnsanlar köle değildir. Alınıp satılamaz. İnsan bedeni mülkiyet konusu olamaz.
İnsan insanın malı, eşyası ve mülkü değildir.
İnsan bedeni salt biyolojik bir varlık değil aynı zamanda hukuksal bir varlıktır. Mülkiyeti yalnızca taşıyıcısına aittir. Başkasının mülkiyetine konu olamaz ve başkasının saldırılarına kapalıdır. Kölelik ve cariyelik bitmiştir. Bu durum özellikle kadınlar açısından daha çok önem taşır.
Hukuk kurumunun ayrımsız olarak insanları hem devlet ve devlet organlarının haksız uygulamalarından hem de başka bireylerin haksız fiil ve saldırılarından etkin bir biçimde koruması gerekir. Çağdaş devlet ve çağdaş toplum bunu gerektirir. İnsanların, ırk, renk, cinsiyet…gibi doğuştan gelen özelliklerini öne çıkararak toplumsal dışlama konusu yapmak biyolojik ırkçılıktır ve ilkel bir davranış olarak görülmektedir.
Kadınlara karşı, cinsiyet farklılığına dayanarak, çeşitli onur kırıcı haksız fiiller yaratan ve hatta sıklıkla cinayetlerle sonuçlanan ahlak ve hukuk dışı davranışların failleri olan bireyler, çoğu zaman eş, koca, kardeş, evlat, baba, akraba, komşu, arkadaş, sevgili ya da rastgele erkeklerdir.
Çok az da olsa bazen kadından erkeğe yönelen şiddet ve öldürmeler ise, çoğu zaman çaresizlikten doğan, daha çok öz savunma (nefsi müdafa) biçimde olmaktadır ancak suçtur.
Çağımızda ekonomileri, sosyal yapıları, demokrasileri hukuksal donanımları ve kültürel düzenleri yeterince gelişememiş ve özellikle de kadına ve kadın bedenine bakışları sorunlu olan ülkelerdeki insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri), bu yanlış ve geri kalmış yapılardan beslenerek kadına şiddete ve kadın cinayetlerine neden olmaktadır. Başka bir söyleyişle kadın cinayetlerinin yaygınlığı ekonomik, hukuksa ve sosyo-kültürel geri kalmışlığın bir yan ürünüdür.
Erkek egemenliğini pekiştiren cinsiyet ayrımcılığına dayalı eğitim ve öğretim programları ve genelde erkekler tarafından ve erkek bakış açılarına göre yorumlanan dinsel ve ahlak öğretileri kadınların toplumda ve ailedeki yerleri ve konumlarına olumsuz etkiler yapmaktadır.
Yeterince gelişememiş, feodal, geleneksel ve teokratik yapıların egemen olduğu toplumlarda kadın bedeni üzerinde biyolojik ve sosyo-kültürel iktidar kurmanın yaygınlığı, erkek şiddetinin toplumca ve hatta yargı organlarınca daha toleranslı (AS: hoşgörülü) karşılanması, erkek şiddetinin kimi kadınlarca bile olağan karşılanması, kendi hak ve hukukuna sahip çıkan kadın tutumlarının bir ölçüde de olsa yadırganmasına neden olabilmektedir.
Herkesin yanlış davrandığı, yanlışın doğru kabul edildiği bir toplumda doğru örnekler kabul görmez olmaktadır. Koca, kardeş, baba, arkadaş, sevgili… gibi kimi yarı cahil ve cahil erkek grupların kadınların da, tıpkı erkekler gibi, kendi haklarına eşit derecede sahip bir insan oldukları kanısına ulaşamadıklarını gözlemlemek zor değildir.
Son söz :
İnsanlığa ve yaşama hakkına saygı kadına saygı ile başlar. Kadınlar toplumun en az yarısıdır. Kadın haklarının ihlali (AS: çiğnemi) toplumun yarısının hukukunun çiğnenmesi demektir.
Çağın evrensel değerleri ile bütünleşmeyen feodal ve geleneksel değerleri milli kültür (AS: ulusal ekin) sanmak hukuksal, kültürel ve sosyal değişimlere sırt çevirmek, sosyolojik olarak akılcı ve doğru değildir. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesinin iptali yerinde, tutarlı ve hukuka uygun olmamıştır. Düzeltilmesi gerekir.
Hayvanları değerli yapan uzun ve katışıksız soyu; insanları değerli yapan ise değişmez güzel huyudur.
Soy ve boy peşinde koşanlar yanılabilir, güzel ve düzgün huy peşinde koşanlar ise asla yanılmazlar.
Evlilik krizlerinin (AS: bunalımlarının) en önemli nedenlerinden biri kişilik (huy / karakter) çatışmalarıdır. Genelde karşılıklı lider karakterli evlilikler kolay yürümez.
Halk deyimi ile, çatal kazık yere batmaz.
Atalarımız ” Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa” demişler. Ayrıca geleneksel Türk erkekleri, Arap kültürünün etkisine kalarak, kendilerini ailenin doğal ve tartışılmaz lideri kabul ederler.
Ne yazık ki, gelenekselci eğitim sistemimiz erkekleri doğal aile lideri kabul eden bu yanlış ön kabulü pekiştirici yönde işlev görmektedir.
Kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerini biraz da kültürel açıdan erkeklerin kadınlar üzerinde kesin egemenlik kurma dürtülerinden aramak gerekir.
Kıssadan hisse :
Eğitim sistemimizin sosyo – kültürel ve ekonomik açıdan mutlaka kadın ve erkeği eşit gören demokratik bir temele oturtması gerekir.
=================================== Dostlar,
Sayın Prof. Halil Çivi hocamızın özlü yazısına bir minik ekleme, Anayasa md. 10 aşağıda :
X. Kanun önünde eşitlik
Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve
benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.
Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz
AKP = RTE Erdoğan, “kadın ile erkek eşit olamaz, fıtratına aykırı” derken ya bilgisi çok eksik ya da bilerek çarpıtıyor. Burada söz konusu edilen BİYOLOJİK EŞİTLİK değil! Elbette kadın ve erkek biyolojik olarak eşit değil. Olamaz da. İyi ki değil, olsaydı insanlık olmazdı. Kadın ve erkek, biyolojik farklılıklarıyla birbirini tamamlayarak insanlığı var etmektedir.
Anayasanın 10. maddesinin kenar başlığına dikkat edilmeli : Kanun önünde eşitlik
Dolayısıyla söz konusu edilen, yasalar önünde “haklar, özgürlükler ve onur” bakımından eşitliktir. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) daha ilk maddesi tam da bu noktaya özellikle vurgu yapmaktadır :
İHEB Madde 1 Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Herkesin bu çağcıl, uygar değerleri içselleştirerek yaşamına katması yerinde olacaktır.
Sevgi ve saygı ile. 10 Ağustos 2021, Ankara Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk
Prof. Dr. Rona AYBAY
Cumhuriyet, 24 Mart 2021
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)
Kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan ve Avrupa Konseyi’nin öncülüğünde hazırlanan uluslararası sözleşme, son birkaç gündür siyasal gündemimizde ön sıralarda yer almaktadır. Bunun nedeni, bir Cumhurbaşkanı kararıyla Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu bu sözleşmeden “çekilme” (fesih beyanı) yapılması konusunda bir metnin Resmi Gazetede yayımlanmış olmasıdır.
Bu karara karşı, çeşitli çevrelerden yöneltilen eleştiriler ve türlü engellemelere karşın kadın örgütlerince yapılan gösterilerde dile getirilen protestolar başlıca üç kategoriye ayrılarak özetlenebilir :
Birinci kategorideki eleştiriler, Cumhurbaşkanı kararının anayasal açıdan incelenmesine dayanmaktadır. İç hukukumuz açısından yapılan bu değerlendirmede söz konusu Cumhurbaşkanı kararının “anayasaya aykırı”, bu girişimin anayasal temelden yoksun ve dolayısıyla “yok hükmünde” olduğu ileri sürülmektedir.
KÖTÜ GİDİŞİN İLK ADIMI
İkinci kategoriye giren eleştirilerde ise yurdumuzda bir yandan “kadın cinayetleri“ adı verilen vahşet örneklerinin sayısındaki artışın öte yandan kadınların, çocukların ve cinsel tercihleri farklı olan insanların uğradığı saldırıların yaygınlığı karşısında bu kararın şiddeti teşvik edici sonuçlara yol açması olasılığına dikkat çekilmektedir.
Üçüncü kategorideki eleştiriler ise konuya “tutarlılık” ve “siyasal ahlak ilkeleri” açısından bakmaktadır. Bu görüş, onaylanmasının uygun bulunduğuna ilişkin yasanın, TBMM’de (çekimser kalan bir üye dışında) bütün milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmiş olduğu gerçeğine dikkat çekmektedir. Böyle bir yasaya dayanılarak onaylanmış bir uluslararası sözleşmeden, birdenbire ve gerekçeleri açıklanıp, tartışılmaksızın çekilmenin siyasal ahlakla ve parlamentonun iradesine saygı ile bağdaşmadığı belirtilmektedir.
Bütün bunlara ek olarak ya da en başta belirtilmesi gereken bir önemli nokta da şudur:
İstanbul Sözleşmesi’nden böyle, görüşülüp tartışılmadan çekilmenin, kötü bir gidişin ilk adımı olması olasılığı vardır. Bunun, sonuç olarak uluslararası sözleşmeler alanında, Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerine dek varan birtakım girişimlerin başlangıcı olmasından kaygı duyulmaktadır.
Ancak bütün bunlar, bizim açımızdan ne denli önemli olursa olsun, sonuç olarak bizim iç hukuk alanımızın sorunlarıdır.
ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN DURUM
Uluslararası sözleşmelerde “çekilme” (fesih) konusunu düzenleyen hükümlere yer verilmesi olağan sayılması gereken bir durumdur. Uluslararası antlaşmalar (sözleşmeler) konusunda en kapsamlı düzenleme olan 1969 Viyana Sözleşmesi de 42. maddesinde devletlerin, birtakım koşullara ve usullere uyarak taraf oldukları sözleşmelerden çekilebileceklerini belirtmektedir. Kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılan sözleşmenin Türkçe çevirisinde “Sözleşmenin Feshi” başlığı altındaki 80. maddesi de aynı konuyla ilgilidir. Bu düzenlemede, İngilizce metinde “denunciation” sözcüğüyle anlatılan durum, bir sözleşmeye taraf olan devletin, taraf olmanın yükümlülüklerinden kurtulma isteği anlamına gelmektedir. Böyle bir istekte bulunmaya, her taraf devletin hakkı vardır; devlet, belli usullere uyularak yapılacak bir bildirimle sözleşmeye taraf olmaktan çıkabilmektedir.
Bunun usulü, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine resmen bir bildirimde bulunulmasıdır. Bu bildirim yapılmadığı sürece taraf devletin ilgili sözleşmeden kaynaklanan yükümlülükleri sona ermez. Bu yükümlülüklerin ortadan kalkması için, bildirimin Genel Sekretere ulaşmasından başlayarak üç aylık bir süre geçmesi gerekir. Bu sürenin sonunda, ilk ay başında çekilme kesinleşir.
SONUÇ
Türkiye’nin bu bildirimi yaptığı, Avrupa Konseyi web sitesindeki yeni konulmuş bilgiden anlaşılmaktadır. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, bizim iç hukukumuzdaki “geçerlilik” tartışmalarıyla ilgilenmek durumunda değildir; O’na ulaşmış ve biçim (şekil) bakımından uluslararası hukuka uygun bir bildirimin gereğini yapmakla yükümlüdür.
Bu durumda Türkiye, 1 Temmuz 2021’de bu Sözleşmenin tarafı olmaktan çıkacaktır. Böylece Türkiye, ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşmenin ilk çekileni olmak gibi, herhalde pek görülmemiş bir durum yaratmış olmaktadır.
Şimdi 1 Temmuz’a dek geçecek sürede “çekilme” (fesih bildirme) kararının Türk tarafınca geri alınmasına olanak vardır. Bu konuda eleştirilerden, protestolardan vazgeçilmesi elbette söz konusu olmamalıdır. Siyasal iktidarın, bu kararın geri alındığına ilişkin bir bildirimle durumu düzeltmesine olanak vardır.
================================= Dostlar,
Türkiye’nin de uluslararası hukuk bağlamında resmen taraf olduğu AİHS’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) (RG 8662; 19/03/1954) 8. maddesi aşağıdadır. Bu madde, İstanbul Sözleşmesi ile uluslararası hukuk bağlamında güvenceye alınan kimi hakları öz olarak güvenceye kavuşturmaktadır.
Madde 8 – Özel hayatın ve aile hayatının korunması
1. Her şahıs hususi ve ailevi hayatına, meskenine ve muhaberatına hürmet edilmesi hakkına
maliktir.
2. Bu hakların kullanılmasına resmi bir makamın müdahalesi demokratik bir cemiyette ancak
milli güvenlik, âmme emniyeti, memleketin iktisadi refahı, nizamın muhafazası, suçların
önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın ve başkasının hak ve hürriyetlerinin korunması için zaruri
bulunduğu derecede ve kanunla derpiş edilmesi şartiyle vukubulabilir.
***
Bu düzenleme, Sn. Aybay’ın irdelemesine ek olarak hem iç hem de uluslararası hukuk açısından gündemde tutulabilir.
Salt iç hukuk bakımından ise “6284 SAYILI AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN” temel güvenceleri sağlamaktadır.
İki hukuksal metin birlikte değerlendirildiğinde, İstanbul Sözleşmesi’nin güvencelemeyi hedeflediği hak ve özgürlüklerin hala, büyük ölçüde teknik olarak güvence altında olduğu söylenebilir. Ancak Aybay hocamızın
“…Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşmenin ilk çekileni olmak gibi, herhalde pek görülmemiş bir durum yaratmış olmaktadır.”
belirlemesi, kritik önemini korumaktadır.
Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2021, Ankara
Ahmet SALTIK MSc, BSc Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
Bu gün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kimileri, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne “Çalışan ya da Emekçi Kadınlar Günü” demeyi yeğliyorlar.
Bu adlandırma, Dünya Kadınlar Gününün doğuşuna kaynaklık eden olaylar açısından bakılınca doğru olabilir. Ancak istisnalar (AS: ayrıklar) dışında, acaba çalışmayan kadın var mıdır? Ev kadınlarının yaptıkları işler sürekli, kesintisiz emeğe ve sınırsız çabalara dayanmaz mı? Üstelik ev işlerinde ücret ve sigorta (AS: yaygınlıkla) yoktur.
Geleneksel feodal ailedeki kadın mesaisi de günde 24 saattir. Yemek, bulaşık, temizlik, ütü, çocuk bakımı … başta eşler, öbür kadınlar ve erkekler olmak üzere ev halkından gelen kapriseler, sitemler, sorgulamalar, suçlamalar, istekler… hiç bitmez…
Ancak genelde kadınların ev dışında, atölyeler, fabrikalar, bürolar ve değişik üretim ve hizmet birimlerindeki işleri profeyonelcedir. Ücret karşılığıdır. Gelir getirici bir işte çalışmalarıdır. Bu durum kadınların ekonomik özgürlükleri açısından da yaşamsal önem taşır.
Kadınların bilinçlenerek, erkek egemenliğine dayalı eril tahakkümden kurtulabilmelerinin iki ana nedeni vardır : Bu bu nedenlerden biri meslek kazandırıcı ve özgürleştirici çağdaş eğitim, yani doğru bilinçlenme; öbürü de ücret karşılığı, yani ev dışındaki gelir getirici işte çalışmalarıdır.
Eğer bir ülkedeki eğitim sistemi içerik olarak çağdaş değilse, doğru ya da yanlış olup olmadıkları tartışılmadan ve yanlış olanlar ayıklanmadan törelerin, geleneklerin ve yine erkek egemenliğine dayalı ve çoğu zaman erkekler yararına çarpıtılmış, kadını 2. sınıf insan gösteren ve hatta aşağılayan ahlaksal ve dinsel gerekçelere dayandırılıyorsa, bu eğitim modeli kadının özgürleşmesi ve çağdaşlaşmasına bir katkı sağlamaz.
Ayrıca çalışan kadının ücret ve gelirlerine el konması, kadının mülkiyeti kendisine ait olan taşınır ve taşınmaz varlıklara sahip olmasının engellenmesi ve kazancını kendi gereksinimleri için kullanmasının sınırlanması durumunda da kadın yine ekonomik özgürlüğüne kavuşamaz.
Türkiye deki eğitim sistemi kadın hak ve özgürlükleri açısından yeterince çağdaş değildir. Ayrıca ücretli çalışan kadın sayısı da hala yeterli düzeye ulaşamamıştır. Bu nedenle kadın nüfusu ekonomik özgürlüğüne yeterince sahip olamamıştır.
Verili tüm olumsuz koşullara karşın, özellikle kent kültüründe ve metropollerde, resmi olmayan bilgi kaynaklarına bağlı olarak, Türkiye’deki kadınların çağdaşlık, eşit haklar ve eşit yurttaşlık bilinci erkek bilincini geride bırakmıştır. Erkek nüfusun önemli bir kesimi ise hâlâ kadınları kendi eşiti olarak görmeme ve onlara kayıtsız, koşulsuz ve itirazsız tahakküm etme arzusundadır…
Kadın cinayetlerindeki önemli artışların en önemli nedeni de erkeklerin bilinç ve davranış örüntülerinin feodal, geleneksel ve erkek egemen kültürü aşamamalarından kaynaklanmaktadır. Çağ dışıdır.
Kadınlar ve erkekler arasında daha adil, daha insancıl, eşit hukuka, eşit yurttaşlığa, sevgiye ve dostluğa dayalı, hiçbir kadın cinayetinin yaşanmadığı acil bir gelecek özlemiyle herkesin DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN.
Erkekler de kendilerini doğru eğitim ve bilinçle ıslah etme yollarını arayıp bulsunlar. Çok geç kalındı…
=====================================
…DEDİ GÜLDÜRME
Dedim hukuk nedir, dedi siperdir; Dedim ahlak nedir, dedi çeperdir, Dedim demokrasi, dedi hünerdir, Dedim bizde var mı, dedi güldürme. Xxx Dedim cehalet ne, dedi körlüktür, Dedim yoksulluk ne, dedi darlıktır, Dedim şatafat ne, dedi varlıktır, Dedim sende var mı, dedi güldürme. Xxx Dedim yalakalar, dedi karnı tok… Dedim torpilliler, geçim derdi yok… Dedim çok yaygın mı, dedi hem de çok. Dedim sen gördün mü, dedi güldürme. Xxx Dedim enflasyon ne, dedi sefalet, Dedim işsizlik ne, dedi sefalet, Dedim geçim nasıl, dedi sefalet, Dedim bizde var mı, dedi güldürme. Xxx Dedim köşe nedir, dedi dönmedim, Dedim el-etek ne, dedi öpmedim, Dedim yolsuzluk ne, dedi yapmadım, Dedim zengin misin, dedi güldürme. Xxx Dedim bölücülük dedi felaket, Dedim çete, mafya, dedi rezalet, Dedim barış – sevgi, dedi selamet, Dedim bizde çok mu, dedi güldürme. Xxx Dedim kin ve nefret, dedi zulümdür, Dedim iftiracı, dedi zalimdir, Dedim kurtuluş ne, dedi bilimdir, Dedim bizde çok mu, dedi güldürme. Xxx Dedim iktidar ne, dedi adalet, Dedim mahkeme ne, dedi adalet, Dedim halkın derdi, dedi adalet, Dedim bizde nasıl, dedi güldürme. Xxx Dedim Halil Çivi, dedi ki merttir, Dedim yazdıkları, toplumsal derttir, Dedim doğru mudur, dedi ibrettir, Dedim alan var mı, dedi güldürme. Xxx
Prof. Dr. Halil Çivi
09.03.2021/ Çiğli, İZMİR
Xxx
Not : “Dedim – dedi” biçiminde yazılan şiirler Türk Halk Edebiyatında çok sevilen ama az bulunan bir TARZDIR (AS: biçemdir). Bu tarzın (biçemin) en güzel örneğini Halk Ozanı Erzurumlu Emrahvermiştir.