Etiket arşivi: Türkan Saylan

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 23 Mart 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

MENZİLCİ

CHP’nin Bitlis’te İl Başkan Yardımcısı olarak Menzil Cemaati’ne yakınlığı ile tanınan isimlerden Abdülhamit Mermer’in atandığı öğrenildi.

İlke yerine oy…

İSİM

AKP İBB Meclis Grup Sözcüsü Faruk Gökkuş, “Türkan Saylan isminin İstanbul’da hiçbir sokağa verilmesine müsaade etmeyeceğiz” dedi.

Adam gibi adam bunlara uymaz…

SÖZ

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, yaz aylarından itibaren enflasyonda düşüş ve normalleşme görüleceğini kaydetti.

Yaz gelince de kışın düşeceğini söyler. Sözün ne önemi var?..

ARAŞTIRMA

Lübnanlı Hariri Türk Telekom’un 6.5 milyar dolarını uçurdu. Yetmedi üç yıl sonra bedelsiz devlete dönecek kurum 1.6 milyar dolara geri alındı.

Cumhur İttifakı, Telekom vurgununun araştırılma önergesini reddetti.

Yolsuzluğu araştır/ma. Altından kim çıkar belli…

SORUN

CHP’nin “Küçük esnafın korunması ve sağlık çalışanlarının sorunlarının araştırılması” önergeleri de Cumhur İttifakı’nca reddedildi.

Sorun iktidarda…

SARIKLI

Sarıklı Amiral’in (İnanç hürriyetinin engellenmesi iddiasıyla) şikayetçi olduğu Amiral Gürdeniz savcılığa ifade verdi.

Kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.

MSB soruşturma açmayınca sarıklı kendini güçlü ve haklı sanmış…

DOĞURGAN

Suriyelilerin hızla çoğaldığını ve tedbir alınmazsa 12 yıl sonra Hatay’da çoğunluk olacaklarını söyleyen Hatay BŞB Başkanı Lütfü Savaş hakkında Valilik suç duyurusunda bulunacakmış.

Gerekçe yalan söylemek ve ırkçılık.

İçişleri Bakanlığımıza göre Suriyeli doğum oranı ülke genelinde %8, Hatay’da %25’miş.

Çingene şecaat arz ederken sirkatin (övünürken hırsızlığını) söylermiş.

12 yıl yerine 24 yılda Hatay’da çoğunluk sağlarlarsa sorun değil mi?..

CUMHUR

Metropol Araştırma’nın anketine göre, seçmenin %82’si, AKP’lilerin %85’i Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmesini istiyor.

RTE ne dedi? ”Göçmenleri geri göndermeyeceğiz!”

Kimin reisi?..

YÜK

Sağlık Bakanı Suriyelilere 97 milyon muayene, 2.6 milyon ameliyat hizmeti, 3 milyon yatarak tedavi hizmeti verildiğini, bunun da sağlık hizmeti maliyetlerini artırdığını açıkladı…

Kalsınlar, kalsınlar. Millet bakar AKP oy alır…

ATATÜRK

DİB‘nın Çanakkale hutbesinde Atatürk’e yer verilmedi. Erbaş da sosyal medya sitesinde “Atatürk” demedi.

Savaşı ak sakallı dervişler kazanmıştı ya, ondan!…

NASS

MB 3. kez faize dokunamadı.

NASSsınız?…

FETÖCAN

Babacan Ergenekon ve Balyoz kumpaslarını haklı bulmuş.

Bir derde DEVA olmaz…

ORTAÇ

Serdar Ortaç hükümete 10 numara vermiş.

Verir, verir…

KURTARICI

Bakan Nebati, ”Türkiye ekonomisini kurtardık elhamdülillah”

  1. TL Dolara mı eşitlendi?
  2. Dış ticaret açığı mı kapandı?
  3. Dış borçlarımız mı bitti?
  4. Halkın yaşam standardı mı yükseldi?
  5. Neye yatırım yapıldı, ne üretildi?

Bu kurtarıcılardan kurtulduğumuz gün kurtuluruz…

ALAŞAĞI

Bakan Nebati, Fransız yatırımcıları davet ederken “Bürokrasiyi alaşağı ederiz” diyerek zorluk çekmeyecekleri garantisi (güvencesi) verdi.

Devletin bakanı, devletin düzenine karşı…

SORUMLULUK

MSB ve Cumhurbaşkanlığı, Montrö konusunda fikirlerini açıklayan 104 emekli amiralin davasında amiraller için;

“…hiçbir görev ve sorumluluğu bulunmaksızın bildiriyi yayımladıkları dolayısıyla devletin güvenliğine ve Anayasal düzene karşı suç işledikleri” gerekçesiyle müdahillik talebinde bulundu.

Devleti sorumsuzca yönetenler, vatandaşlık sorumluluğunu yerine getirenleri hazmedemez…

ALAKA

MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman, “Ne yazık ki bugünün Kılıçdaroğlu yönetimindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin Atatürk’ün kurmuş olduğu partiyle uzaktan yakından ilgisi ve alakası kalmadı” dedi.

Doğruluk payı var.

Peki MHP’nin milliyetçilikle alakası ne durumda?…

BEDAVA

“Kasamızdan para çıkmıyor” derdi. “Garantileri devlet hazinesinden ödüyoruz” a yanaştı.

“İnsanlar hem hizmet almak istiyor hem de ‘Köprüler, tüneller bedava olsun’ diyor. Böyle bir şey olmaz” a geldi

Anladı ki artık kılları bile inanmıyor …

CIK

RTE, köprü geçiş bedeli için “200 liracık” dedi.

Tek yüzükten zenginliğe. Fakirlikten zengin babalığına …

ERİŞİM

RTE, ‘Evet, hayat pahalılığı var ama insanların istediği her ürüne erişiminin olduğu bir ülkede yaşıyoruz’ dedi.

Alan alır, almayan varsın almasın!..

 

Devlet ve bayrak

Devlet ve bayrak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 04.03.2019
AKP’li Bursa Belediye Başkanı Alinur Aktaş geçen hafta, “Arkadaş hangi caddeye, hangi kültür merkezine bir tane Allah dostu, bir tane padişahın ismini verdin? Nerede bu devlete ve bayrağa savaş açmış, Türkan Saylan, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Nâzım Hikmet gibi, nerede dinle diyanetle problemi olan insan varsa, onların ismini verdin” biçiminde skandal bir açıklama yaptı. AKP’nin yeniden Bursa Belediyesi başkan adayı yaptığı bu şahıs, Nâzım Hikmet’i, Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok’u ve Türkan Saylan’ı devlete ve bayrağa savaş açan insanlar olarak tanımladı!
Bu açıklama aslında, AKP’nin kendi çarpık, dogmatik ve despotik zihniyetinin sonuçlarından birisidir. 1789 Fransız devriminden önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin geçerli olduğu dönemde, Fransa kralı, “ben devletim” ifadesiyle, kendi şahsı ile devleti özdeşleştirmişti. Aynı yaklaşımı Rusya’da Çar, Osmanlı’da Padişah göstermekteydi.
Neo-Osmanlıcı AKP de, devleti ve bayrağı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleştirdiği için, devleti ve bayrağı Erdoğan’a indirgediği için, AKP’nin ve Erdoğan’ın yanında olmayan, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı zihniyetini paylaşmayan herkesi, devlet ve bayrak düşmanı olarak ilan etme noktasına gelmiştir.
Bu talancı ve fetihçi zihniyet, devleti babasının çiftliği sanmakta, devleti kendi kişisel tapulu malı gibi görmektedir. Cehalete, dogmatizme ve despotizme devleti yönetme yetkisi verildiğinde olacak olan da budur.
* Devleti yönetmek niteliğinden yoksun kişilerin becerebildiği tek şey, devleti işgal edip talan etmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e ve başta laiklik olmak üzere, cumhuriyetin kuruluş ilkelerine meydan okuyanlar, vatandaşlara devlet ve bayrak dersi vermeye kalkıyorlar, bunu yaparken de vicdansızlığı, yalanı ve iftirayı bir bayrak haline getirmekten çekinmiyorlar!
Alinur Aktaş’ın hedef haline getirdiği Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan gibi kişiler, Türkiye’nin onuru, namusu ve şerefi olan insanlardır. Onlar yaşamları boyunca halk için, adalet için, özgürlük için, bağımsızlık için, vatan için mücadele vermiş olan kişilerdir.
Alinur Aktaş’ın hayranlık duyduğu insanlar cehalete ve emperyalizme hizmet ederlerken, Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan, devletin ve bayrağın bağımsızlığı için, bu devlet ve bayrak altında birleşmiş olan halkın aydınlanması ve kalkınması için mücadele veriyorlardı.
Üstelik bu insanlar, mücadelelerinden dolayı büyük bedeller ödediler. Nâzım Hikmet yıllarca hapis yattıktan sonra sürgünde yaşadı, vatandaşlıktan atıldı ve bir daha ülkesine dönemedi. Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok suikasta uğrayıp öldürüldüler. Türkan Saylan gözaltına alındı, hakkında soruşturma başlatıldı. Öğretim üyesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında soruşturma başlatan, kendisi kanserle mücadele ederken evini basıp onu gözaltına alanlar kimlerdi?
AKP destekli İslamcı Fethullah Gülen çetesinin üyeleri, FETÖ’nün savcıları, yargıçları ve polisleri!
Öğretim üyesi ve SHP Parti Meclisi üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u ve gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu öldürenler kimlerdi? İslamcı terör örgütleri ve onların devlet içindeki uzantıları!
Nâzım Hikmet’i hapise attıran kimlerdi? Tek parti döneminde CHP’nin içindeki bazı köşeleri kapmış olan sosyalizm düşmanları!
Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkartan kimdi? Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes!
Kimler bu devlete ve bayrağa savaş açmış, kimler bu devlet ve bayrak için savaşmış, bunu ancak kişilerin eylemleri, olgular ve tarih belirler!

Ben bu davanın…

Ben bu davanın…

Yeliz Koray
https://www.abcgazetesi.com/yeliz-koray/ben-bu-davanin/haber-114500, 04.12.2018

Yarbay Mustafa Dönmez
Hapisti. Kazada ölen oğlunun cenazesine katılmak istedi. Kaçar diye 2 saatlik deniz yolculuğu yerine 7 saatlik karayolundan götürdüler. Oğlunun cenaze namazına yetişemedi.
Cenaze defin için mezarlıkta bekletildi. Yarbay Dönmez, oğlunun mezarına toprak atıp;

“Şeytanla bile kavga edebileceğimi düşünürdüm, hayatımda ilk kez yenildim.” dediği sırada

Bülent Arınç; “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyordu.

Enver Arpalı
Van 100. Yıl Üniversitesi’nde Genel Sekreter Yardımcısıydı. Yolsuzluk ve evrakta sahtecilik suçundan hapisti. Aylarca hakim karşısına çıkmayı bekledi, depresyona girdi. Hapishanedeki görevli imama “İntihar etmek günah mı?” diye sordu. “Günah” dediler ama dayanamadı. “Bu lekeyle yaşayamam” dedi intihar etti. Aynı dosyada yargılanan koğuş arkadaşı Prof. Yücel Aşkın da haberi alıp kalp krizi geçirdiği sırada ‘Bakaracı’ Egemen Bağış, “Bulanık suda balık avlamaya çalışanları hizaya soktuk” diyordu.
*
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu
Silivri Cezaevi’nde tutukluydu. Oğlu trafik kazasında ölünce izinle evine; Ankara’ya getirdiler.
Acılar paylaşıldıkça azalırdı ama kaçar korkusuyla geceyi eşinin yanında geçirmesine izin vermediler. Eşi evde O Sincan Cezaevi’nde ağladı. Sabah olup, 5 yıl hapis yatacağı Silivri’ye giderken, Başbakan Danışmanı Yalçın Akdoğan, “Cumhuriyet tarihinin en büyük hesaplaşması” diyordu.

Türkan Saylan
Ömrünü fakir çocuklarının okumasına ve cemaatlerin gerçek yüzlerini ortaya çıkarmaya adadı.
Korkmadı, anlattı; “Bunları söylüyorum ama kim bilir başıma neler gelecek?”dedi.
Üstelik kanserdi… ÇYDD’yi bastılar, elleriyle yerleştirilen belgelere ‘delil’ dediler.
Sahte evraklar, belgeler yazışmalar… Kadına ömrünün son 1 ayını zehir ettiklerinde AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, “Merhametten maraz doğar” diyordu.
*
Üsteğmen Nazlıgül Daştanoğlu
Asker de olsa kadındı, makyaj yapmak hakkıydı. Soruşturmasını şimdilerde FETÖ tutuklusu Korgeneral Mustafa Özsoy yaptı. Tek suçu (!) makyajdı ama ‘disiplinsizlik ve ahlaki durum’ denilerek ordudan uzaklaştırıldı. Onuruna yediremedi, intihar etti. Oğlu anneannesine sarılıp “Annem aklıma gelince kalbim acıyor” dediğinde Ahmet Davutoğlu,
 “Demokrasinin daha sağlam temellere oturması için Ergenekon bir fırsat”diyordu.
*
Kurmay Albay Murat Özenalp
Darbeye teşebbüs iddiasıyla tutukluydu. Açık görüşte kızı Duru’yla oynarken yere yığıldı.
Beyin kanaması geçirdi, öldü. Kızı Duru, “Bir daha top oynamayız baba kalk” dediği sırada Bülent Arınç, “Bu davaların savcılarına Türkiye’nin borcu var” diyordu.
*
Kuddusi Okkır 
Sözde örgüte finansal destek sağlamaktan tutukluydu. Haksızlığı yediremedi; akciğer kanseri oldu.
Yatağa bağlı özgürlüğüne (!) kavuştuğunun 5. günü yaşamını yitirdi. Cezaevinde “Bir daha sizi hiç anmayacağım. Dört bir yan duvar, yalnızlık dolu… Yalnızlık öğretti susmayı ve düşüncelere sevgi katmayı” dizelerini yazdığında yalaka basın, Ergenekon kitaplarından kazandığı paraları sayıyordu!
*
Yarbay Ali Tatar
Amirallere Suikast Girişimi iddiasıyla tutuklandı. 11 gün sonra serbest kaldı ama savcı 3 gün sonra itiraz etti, yeniden tutuklanması istendi. Banyoya girdi, eşine ve kızına mektup yazdı;
“Başınızı öne eğecek hiçbir şey yapmadım. Kızım Gökçe iyi yerlere gel ki hesabımı sorabilesin. Böyle giderse ne ordu ne Cumhuriyet ne de ülke bulamayacaksınız. Karanlığa bir nebze ışık olsun diye hayatıma son veriyorum.” dedi.
Silahı başına dayayıp tek kurşunla hayatına son verdiğinde Bülent Arınç,
“İyi ki savaşa girmemişiz. Bunlar askerlikten başka her şeyi yapmışlar.” diyordu.
*
Şu Allah’ın işine bak ki Tayyip Erdoğan tam da 15 Temmuz 2008’de “Ben bu davanın savcısıyım” dediğinde, 8 yıl sonra darbeye kalkışacakların, darbeyi engelleyecek askerlere darbe yapmasını savunuyor, “Askerlikten başka her şeyi yapmış olanların” askerlikten başka hiçbir şey yapmamış olanları hapse atmalarını izliyorduk.

Velhasıl, “Ergenekon çöktü, bitti, yalanmış, aldatıldık, Allah affetsin” deyip yıllarca boş yere hapis yatan, kanser olan, ölen, intihar eden insanlara-ailelerine “Adalet geç de olsa tecelli etti” demek yetmez. Zira, geç gelen adalet adalet değildir, zaten adalet de henüz tecelli etmemiştir!

Coşkun Özdemir : CEHALET..

C E H A L E T …..

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Başkanı
İstanbul Tıp Fak. Nöroloji Em. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımızdır. 1950’den önce cehalet sözcüğü genelde okuma yazma bilmeyenler için kullanılırdı. Şimdi toplumun sadece okuma yazma değil, bilmesi gereken hiçbir şeyi öğrenmemiş olduğunu gördük. % 90’ı köylü olan halk hiçbir şeyi bilmiyor, yaşadığı dünyayı da tanımıyor. Cumhuriyet 17 yılda bütün Osmanlı tarihinde olduğundan çok çeşitli okul, sanat kurumu açmış, üniversiteleri yeniden kurmuş, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, Köy Enstitülerini açmıştır.”

Bunlar gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’dan alıntıdır. Genel olarak bu sözcüğü hele halkımız için kullanmakta çekingenlik var. Doğan hoca cehalet sözcüğünü cesaretle ve elbette yetki ile kullanıyor. Genellikle bu gerçeği gizliyoruz.

Özdemir İnce’nin iki kitabı var. Cehaletin Rönesansı ve Egemenliğini işleyen çok aydınlatıcı.
O da cesur bir düşünür. TV’lerde halkın bir araya gelip aralarında tartışıp siyasilere çok rasyonel mesajlar verdiğini dinliyorsunuz. Bunlar yapay yakıştırmalar, bir öykü gibi. Gerçekle ilgisi yok, çok yineledim. AKP iktidarının ve yandaşlarının karalayıp kötülediği Cumhuriyetin Atatürk’lü 15 yılı bir mucize gibidir. Bunu yadsımak onu bir enkaz gibi tanımlamak bir gaflettir. Bugün neredeyse İslam dünyasındaki ilk laik cumhuriyetten arta kalanlarla yaşıyor ve bu sayede umudumuzu koruyoruz. Birer aydınlanma odağı Köy Enstitüleri ve Halkevleri haince yok edilmese, çağdaş eğitime darbe vurulmasa idi, Türkiye bugün bambaşka bir yerde olacaktı.

Bakınız DOĞAN KUBAN nasıl devam ediyor:

”Cahillik, politika olarak istismar edilen bir kültürel yoksulluktur. Az gelişmiş bir toplumun politik ortamında kişileri uygarca davranmaya ulaştıracak bir bilinç partilerde de yok. Üniversitelerimizin en iyileri bile yurt dışındaki itibarlarını yitirdiler Bugünkü iktidar çevrelerinde süregelen bir Osmanlı hayranlığı var (C.Ö.) “Biz Osmanlı tarihini çağdaş bir tarafsızlıkla, fakat Türkçe konuşan dünyanın ilk laik cumhuriyetini kurmuş bir İslam toplumu olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunu bir iç kavga tohumu olarak kullanan,
bizim gibi ülkeleri sömürme peşinde olan Batılı emperyalistlerdir.”

Ben bugünkü az gelişmişliğimizde ve çekinmeden söyleyelim cehaletimizde, neredeyse bin yıl önceki İslam toplumundaki akıl ve dogma zıtlaşmasının büyük etkisi olduğu kanısında olanlardanım. İmam-ı Gazali önemli, etkili bir İslam bilgini idi. Ama yazık ki, içtihat kapısı kapanmıştır diye İslam dünyasını özgürlüğe ve felsefeye kapamıştır!? Bunu nasıl başardığını anlamamışımdır. Çünkü İslam dünyasında yüzyıllardır tersine bir potansiyel vardı.

Ben ilk Avrupa’ya çıkışımda Belçikalı bir profesörün “Avicenna’yı okudunuz mu?” sorusu ile karşılaşmıştım. Bilmiyordum, İbni Sina’nın Avrupa’daki adı imiş. Onlar İbni Sina’dan başka İbn-i Haldun, İbn-Rüşt, Farabi, Harezmi okurlarmış. Bunlar İslam yasağını dinlemeyen filozoflar. Yunan klasiklerini Arapçaya tercüme ettirip okuyor, okutuyorlar. Avrupa reform ve Rönesans için onlardan yararlanıyor. Ama Osmanlı onlara uzak kalıyor. Osmanlıda bu felsefecileri eleştiren, onlara karşı çıkan, konuşup, tartışmak eleştirmek doğruyu aramak yanlıştır. İÇTİHAT KAPISI KAPANMIŞTIR diyen İmam Gazali tarafını tutuyor. O’nun TEHAFÜTÜ FELASİFE adlı ünlü bir kitabı var. Bu Osmanlı ile birlikte İslam dünyasının özgür düşünceye, felsefeye kapanışıdır. Bu nedenle bakın DOĞAN hoca ne diyor :

” Abbasilerin Dar-ül Hikma benzeri bir çeviri etkinliği, dünya bilim tarihinde FARABİ gibi filozoflar, İbni Sina gibi bir filozof ve tıp uzmanı, HAREZMİ gibi bir matematikçi, HAYYAM gibi bir şair ve matematikçiyi, Osmanlı toplumu 500 yılda yetiştirememiştir.”

Cumhuriyet %5 okuma yazma bilen, fabrikasız, okulsuz, sanayisiz perişan bir toplum miras aldı. Büyük Atatürk ona inananlarla birlikte bu topluma bu coğrafyaya aklı bilimi, çağdaşlığı, laikliği ve aydınlanmayı getirdi. Büyük bir devrimdir bu. Bunu küçümsemek gaflettir, hıyanettir. O’nu izleyenler bu devrime sadık kalmadılar. Tam tersine eğitimi baltaladılar, Köy Enstitülerini, Halkevlerini yok ettiler. Halkı çağdaş, aydınlanmacı bir eğitimden yoksun bıraktılar. İslamcı bir parti bugün bu yoksunluğun meyvelerini topluyor. Sol adına Atatürkü küçümseyenlerimiz oldu. AKP’den demokrasi bekleyen liberallerimiz, “yetmez ama evet” çilerimiz sonunda bugünlere ulaştık.

Bir devlet adamı, kadınlar sesli gülmesin diyor. Bir başkası hadislerde bütün hastalıkların ipucu vardır diyor. Üniversite hocası müziğin her türlüsü günahtır buyuruyor. Diyanet başkanı nişanlılar el ele tutuşamaz diyor. El zinası, göz zinası üniversitede hakimler arasında, üst makamlarda yaygın. Nerede, hangi zeminde yetişiyor bu milyonlarca Fetocu? Nedir bu Adnan Oktar olayı?

Her gün kadın cinayetleri haberleri alıyoruz. En çok sigarayı biz içiyoruz. En çok işçi ölümleri bizde. En çok yalan haber uydurma, haber bizim medyada. Dövmesi var diye bıçaklanan kadın bizim kadınımız. Sayısız çocuk cinsel tacizi, çocuk kaçırma..

Yanmaz kefen bizde satılıyor çok rağbet var. Türkan Saylan’a “zıbarıp gitti, O’nu cehennemde zebaniler karşılayacak, Atatürkçüleri yanına çağırsın“ diyen bizim kadınımız. Sömürgede dinimizi daha iyi yaşardık.. genç kızlarımız söylüyor. Yunan kazansaydı saltanat, hilafet devam ederdi.. Bu da saray sofrasında oturan dinci tarihçimizden.. “Erkekler sakal bırakmazsa şehvet uyandırır, oğlancılık teşvik edilir” bizim bir din adamının söylemi. Utanç verici şeyler.

Unutulmaz 6-7 Eylül vahşeti (AS: 1955), 2 Temmuz 1993 Madımak faciası cehaletin eserleri değil mi? Sağdan sola yazmayı bilmeyen kendini Müslüman saymasın.. Böylece birisinin kemikleri sızlayacak ve cehennemde bir ait kademeye inecektir. Bir milli irade temsilcisi dindar bu da. En çok, en çeşitli tarikatlar bizde. Birbirine en az güvenen bizim halkımız.

Bütün bunlar bu insan manzaraları cehaletten kaynaklanıyor, Emperyalizm bundan yararlanıyor. Rasyonel (AS: akılcı) düşünceden, bilinçten, aydınlanmadan yoksun insanlar tarafından yaratılıyor bunlar. Tepeden tırnağa bu toplumda yaygın bir patoloji görmemek mümkün değil. Binlerce insan hapiste. Bir gün için yüzlerce tutuklama, yüzlerce göz altı. Binlerce işten atılma, üniversitelerde adeta bir kıyım. Sormaz mısınız? Nasıl bir memleket bu? Her şey normal diyebilir misiniz? Ülkenin yöneticileri her şeyin başkanı reise böyle bir memleket nasıl idare edilir demez mi?

Hapislerle idamlarla olur mu? Bu yaygın patoloji masa üstüne konmaz mı? Bu zeminin bu toprağın ciddi bir hastalık içinde olduğu çok açık değil mi? Bu kabul edilip çare aranmalı değil mi? Hapishaneleri doldurmak Enis Berberoğlu’nu, Osman Kavala’yı, Eren Erdem’i, binlerce üniversite gencini Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutmak vb. adalet midir, kaosa destek midir? Hiç beraber olmadığımız Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan darbeye mi destek verdiler? Cumhuriyet yazarlarını 6-7 yıl hapse mahkum etmek neyin nesi? Bunların gerekçesi hangi vicdan sahibini ikna edebilir?

Derinlemesine bir sosyolojik psikolojik çok yönlü analizlere ihtiyacı var bu toplumun. Bu yazıyı yazarken bir katliam haberi alıyorum.. Bir ailede 5 ölü 4 yaralı, bir katliam. Ne kadar kolay öldürüyor! Hem de 28 kez, 32 kez bıçaklıyor benim insanım! Hastanelerde doktorlara saldırı vukuatı adiyeden (AS: sıradan olay). Bu ülkenin Başkanı ve iktidar partisi önderleri biz hangi koşullarda ardı ardına seçim kazanıyoruz, toplumun hangi kesiminden oy alıyoruz diye düşünmezler mi? Başkanın vurguladığı gibi asil bir halk mı bu?

Bakın iyi bir düşünür ve yazar olan Dr. Erdal Atabek ne diyor :

”Halkımız Erdoğan ve AKP’yi kutsallaştırıyor İktidar kutsallaşmıştır. Oy vermemek günahtır. Peygambere karşı çıkmaktır. Bilinç altı bir şey bu. Kollektif bilinç kolay kolay değişmez. CHP ancak toplumun bilincine seslenebiliyor bilinç altına değil.” Oysa Atatürkçü laik kesim için böyle bir kutsallık yok. Laikliği savunmak için çaba göstermek gibi bir sorumluluk, bir gereklilik düşünmüyor aydın kişi. Sayı üstünlüğü de olmadığı için, bütün seçimlerde yitiren yan.

  • Ne olacak, nereye gidiyoruz?

Yanıtını bilemediğimiz bir soru bu. Kaygılar içinde yaşarken, yaşayanlar hep birlikte görecekler.
Ama yılgınlık ve umutsuzluk yasak!
Aydınlanma için var gücümüzle çalışacağız!
==========================================

Dostlar,

Saygın insan Prof. Dr. Coşkun Özdemir bizim İstanbul Tıp Fakültesin’den hocamızdır. Uğur Mumcu Vakfı‘nda yollarımız kesişmiş ve Vakıf için bir Ulusal Sağlık Politikası raporu hazırlayan çalışma takımı içinde olmuştuk.

Sonra.. Ergenekon kumpas davalarında Silivri tutsaklarını bir ziyaretimizde çadırda dertleşmiştik.. Arada bizi katıldığımız TV programlarını izleyebilirse arar ve kutlar..

Özdemir hoca on yıllardır, Yeşilköy’de çooook mütevazi bir binada, kurucusu olduğu Kas Hastalıkları Derneği‘nde bu zor hastalıklarla boğuşanlara hizmet sunuyor, nitelikli – bilimsel – sevecen – insancıl emeğini akıtıyor.. Dünyanın en ünlülerinden Harvard Tıp Fakültesi’nde çalışmış, çoook başarılı bir Nöroloji hocası Prof. Coşkun Özdemir..

Kas Hastalıkları Derneği binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesinden kiralık. Hemen hemen her yıl bu belediye “çıkın” der ve insanları perişan eder.. Oysa dinci – kinci – yandaş dernek ve vakıflara bu belediye ölçüsüz destek veriyor.. Ne adaletsiz tutum ve ne utandırıcı politika!?

Özdemir hocamız 1929 doğumlu.. 90’ına dayandı ama yüreği hala Ülkemiz – insanımız – Aydınlanma ve ATATÜRK DEVRİMLERİ için çarpmakta..

O’na daha nice üretken yıllar dilerken, ülkemize kattıkları için bin şükran sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Bedri Baykam : Prof. Fatih Hilmioğlu İçin Sayın Cumhurbaşkanı’na


Prof. Fatih Hilmioğlu İçin Sayın Cumhurbaşkanı’na

Bedri_Baykam_portresi

 

Bedri Baykam
Cumhuriyet,
14.1.14

 

 

Sayın Cumhurbaşkanı,

Köşe yazarları bildiğiniz gibi en aktüel, en sıcak, en taze ve ilgi çekici konuları gündemlerine alarak dikkat çekerler. Ama bugünkü yazımda ben bunu uygulamıyorum. Bugün kalkıp bu köşede ülkemizi “sözde” ileri demokrasiye geçirmekten dem vuran, ama her gün bizi muz cumhuriyetlerini aratacak bir siyasal iflasa sürekleyerek hukuk devletini katleden AKP iktidarının yeni marifetlerinin dökümünü yapmayacağım. Yüz kızartıcı yeni internet yasası, utanç verici sonuçlara gebe olan HSYK oluşturma yöntemleri ve maalesef ortada sürünen yolsuzluk dosyaları veya Başbakan’ın aranan kayıp oğlu, bugünkü yazımın merkezini oluşturmayacak.

Bugünkü konum maalesef kendi gazetemde de kezlerce manşet olmuş olan Profesör Fatih Hilmioğlu’na yaşatılan insanlık dışı dramdır. Ergenekon davasının tutarsızlıklarını, mantıksızlıklarını, sahte delilleri,
gizli ihbarcıları, tanıkları, Danıştay davasına elle tutulur hiçbir bulgu-belge olmadan bağlanmışlığını bile bugün için bir kenara kaldıralım lütfen. Bunları da yıllardır
bu sütunlarda veya hâlâ düşük bir ölçüde bile olsa cesaret kırıntısı taşıyan
kimi televizyon kanallarında kezlerce anlattık.

Burada konu artık yalnızca “insan” olma durumu ile ilgili, Sayın Cumhurbaşkanı.

  • Yani Hilmioğlu’nun acil olarak tahliye edilip derhal en yoğun şekilde tedavi altına alınması, normal bir hukuk devletinde kaçınılmaz ve olmazsa olmaz bir mecburiyettir.

Sayın Hilmioğlu, Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli insanlardan biridir.
Malatya İnönü Üniversitesi’nde yarattığı çağdaş ortam, yetiştirdiği aydın gençler, Atatürkçü aydınlanma devrimine olan bağlılığı, anlaşılan birçok kesimi rahatsız etti ki, kendisi kamu vicdanını ikna edici hiçbir kanıt olmadan yıllardır zindanlarda esir tutuluyor.

Sayın Cumhurbaşkanı,

Ben bugün için Hilmioğlu hakkındaki “23 yıl hapis” şeklinde sonuçlanan yargı kararını sorgulama konusunu da rafa kaldırıyorum. Velev ki benim inandığım her veri yanlış ve Sayın Hilmioğlu gerçekten suçlu! Bu doğru olsa bile, normal bir hukuk devletinde
bu denli ağır ve ciddi bir hastalık geçiren tutuklu veya hükümlü, bu denli sorumsuz ve acımasız şekilde ölüme mahkûm edilemez. Her gün din ve imandan söz etmeyi sevenlere hatırlatırsak, bu tavrın ne Müslümanlıkta ne de insan haklarında yeri vardır. Bu tavır ancak ortaçağda veya faşist devletlerde görülebilen bir zulüm etme hazzıyla beslenen psikolojiye sahip insanların davranış biçimidir.

Sayın Cumhurbaşkanı,

Bildiğiniz gibi, Ergenekon davasının tutuklu, tutuksuz sanıkları arasında yer alan
birçok isim, yaşatıldıkları insanlık dışı ortamlardan sonra son nefeslerini verdiler.
“Ergenekon’un kasası” olarak adı çıkarılan ve akciğer kanserinden, beş parasız bir vaziyette ölen Kuddusi Okkır, organ ve solunum yetmezliğinden vefat eden
İşçi Partisi MKYK Üyesi Uçkun Geray dışında İlhan SelçukTürkan Saylan,
Erhan Göksel 
gibi isimler de gözaltında yaşadıkları yoğun stres ve olumsuz koşullardan sonra yaşamlarını yitirdiler. Bunun dışında özellikle siyasal davalardan tutuklu veya hükümlü birçok başka isim de yine cezaevi koşullarında tedavi olamayarak ölüme mahkûm edildiler. Maalesef bu kabul edilemez tavır nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti’nin hapishanelerinde çürüyen onca insan oldu.

İHD, 3 Kasım 2014’te 162’si ağır 544 hastanın durumunu kamuoyu ile paylaştı.

Bu bilgilerin size ulaşmamış olması tabii ki olanaklı değildir.
Bir ülkenin gelişme düzeyi ekonomik verilerle ortaya konamaz, Sayın Cumhurbaşkanı.

O ülkenin kültüre ne harcadığı, düşünce ve ifade özgürlüğünün düzeyi,
sokaktaki çocuklara veya yaşlılara nasıl baktığı, doğal yaşamı korumak için neler yaptığı, yolsuzlukla nasıl mücadele edildiği ve hapishanelerindeki yaşam koşulları ile ölçülür.

Türkiye ne yazık ki bu verilerin tümünde artık dünya sonunculuğuna aday ülkeler arasında yer almaktadır. Bu genel tablodan rahatsız olmadığınızı düşünmek bile istemiyorum, Sayın Cumhurbaşkanı.

Bu veriler ışığında her geçen gün göz göre göre eriyen Prof. Fatih Hilmioğlu’nun acil olarak tahliye edilmesi için gerekeni yapmanızı,
sizden bir vatandaşınız olarak istirham ediyorum.

Bu medenileşme hamlesini Hilmioğlu’ndan başlatarak tüm diğer ağır hasta tutuklu
ve hükümlere yayabilirsiniz. Siz devreye girmezseniz, daha çok tabut çıkar o cezaevlerinden, Sayın Cumhurbaşkanı.

Saygılarımla…

HALET ÇAMBEL’i Yitirdik…

Dostlar,

İzmir’den meslektaşımız, duyarlı insan Dr. Ceyhun Balcı, önceki gün yitirdiğimiz değer HALET ÇAMBEL‘i Türkiye’nin bu kıyamet gündemi içinde unutmadan değerlendirmiş.

Sağolsun..

Rahmetli Çambel ailesine bu ülke çok ama çok borçlu..

Toprakları bol olsun..

Kültür (ve de Turizm!) Bakanlığı üzerine düşen ne yapıyor, ne yapacak acaba??

İstanbul Üniversitesi ve kurucusu olduğu Prehistorya (Tarihöncesi) bilim dalı??

Sevgi ve saygı ile.
14 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=====================================

HALET ÇAMBEL ÜZERİNE

Image

Halet Çambel’i yitirdik..

Defne BENOL

Osmaniye’nin Kadirli ilçesindeki Karatepe’de bulunan Hitit yerleşmesinde 50 yılı aşkındır süren arkeolojik kazıları “kesintisiz” yöneten Halet Çambel, 1983 Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alan Nail Çakırhan’ın da hayat yoldaşı…

1916 doğumlu Halet Hanım,

Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Hasan Cemil Çambel ile Berlin Büyükelçisi’nin kızı Remziye Hanım’ın kızları… yüksek öğrenim yaşlarına geldiğinde Ulu Önder’in isteği üzerine arkeoloji eğitimi için yurt dışına gidiyor ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeyken başladığı eskrim sporunda yine Atatürk’ün isteğiyle Olimpiyatlara katılarak Cumhuriyetin “ilk Türk kadın sporcusu” olarak Türkiye’yi temsil ediyor o yıllarda!

Hitler’in resmi tanışma davetini de “Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün böyle bir talimatı yok” diyerek geri çeviren Çambel, ilerleyen yıllarda da Hollanda Kraliyeti Prens Claus Ödülünü (2005), Truva Kültür Sanat Özel Ödülünü (2003), Osmaniye Valiliği Üstün Hizmet Ödülünü (2003), Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür-Sanat Büyük Ödülünü (2010) ve 2 kez Adana Rotary Kulübü Hizmet Ödülü’nü, alıyor… Berlin’deki Alman Arkeoloji Enstitüsü Asil Üyesi ve yine Alman Tübingen Üniversitesi Şeref Doktorası (2004) sahibi.

***

Almanya’daki öğretim üyeliğinden yurda döndüğünde, 1950’lerde Karatepe kazılarında Hititlerin peşine düşen Halet Çambel’e mimar Turgut Cansever bir açık hava müzesi projesi çizince, yapımı da ancak Nail Çakırhan’ın “alaylı mimarlık yeteneği”yle mümkün olabilmiş; çünkü, Cansever’in “kolonsuz açıklıklar”ını dağın başında inşa etmek, her ustanın becerebileceği bir iş değil… böylece Tan Gazetesi’nin solcu ve devrimci yazarı Nail Çakırhan’la tanışmış.

İşte o başlangıcın günümüzdeki sonucu, Gökova Körfezi’nin ucunda, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar tüm Anadolu kıyılarında, betonlaşmaya karşı doğasını ve yöresel mimarî kimliğini koruyabilen “Çakırhan evleri”yle bezenmiş “tek” yerleşme, Akyaka..

İsa Küçük’ün yazdığı ve teatral bir müzikli-şiirli gösteri olarak da sunulan  “Halet Abla Destanı”nda da şöyle geçiyor bu hayat yoldaşlığı:

“Ateş ve su / Kaynaştılar

Ateş sönmedi / Su yanmadı

Halet’e Nail oldu / Nail, Halet’e uydu

Bir sevgi doğdu…”

Destanda, yüzyılın “dayanışma kararı” da şöyle alınıyor:

“Kafamda ışıklı bir dünya var

Dedi Nail

O dünya ikimize de yeter

Dedi Halet…”

(Arkeoloji ve Sanat Yayınları: 0212 249 9226-www.arkeopera)

öylesi efsanevi bir birliktelik ki onlarınki Oktay Ekinci de 22 ağustos 2007’deki ÇED Köşesinde “tarihsel buluşma” olarak nitelendiriyor ve “birbirlerini birlikte var eden dayanışmaları”ndan ve “bu ülkeye beraber kazandırdıkları tüm değerler”den, “aynı dayanışmayı adeta bütünleşmiş bir yaşama dönüştüren efsanevi sevgileri”nden bahsederek öneriyor: “mimarlık ustası Nail Çakırhan ile arkeolojinin anası Halet Çambel’in heykelini ‘birlikte’ dikmeliyiz…”

Nail Çakırhan‘ın 1947-1950 yıllarında Sultanahmet ve Aydın cezaevlerinden
Çambel’e yazdığı mektuplar, “Canım Halet’im” hitabıyla kitaplaşmıştı..

***

50 yıldır kazıları yönettiği “Hierapolis-Kastabala” antik kentine çimento fabrikası kurulmasına ilk tepkiyi gösteren ve başlattığı “sivil direniş” çağrısıyla Osmaniye ve Adana’daki demokratik kuruluşları harekete geçirerek “Kastabala’yı kurtarma platformu”nun kuruluşunu sağlayarak oluşan kamuoyu baskısıyla fabrikaya antik kentten uzak yeni bir yer belirlenmesine neden olan da..

İstanbul Üniversitesi’ndeki “Prehistorya” bölümünü ülkeye armağan eden de..

92 yaşındayken “çalışmalar”ı sırasında kırılan kalçasındaki pilatin femurun filmini  ziyaretçilerine “artık bununla yaşayacağım” diyerek gösterirken bir yandan da “AKM kurtuluyormuş, doğru mu?” diye soran da…

“prehistorya kraliçesi” ve Osmaniye ilinde Hitit kazılarını yönettiği Karatepe yöresindeki tüm köylülerin, herkesin “abla”sı Halet Çambel..

Nazım Hikmet’le “1+1=1” adlı ortak şiir kitabı olan Nail Çakırhan’ın, ülkesinden kaçmak için değil, sosyalizmi öğrenmek için gittiği Sovyetler Birliği’nde tanıştığı Bayan Taisa hamileyken 1937’de Türkiye’ye döndüğünden hiç göremediği çocuğuyla ancak yıllar sonra buluşması için ısrarlı çabalar gösteren de..

“Boğaziçi’nde, yalnızca tarihsel yalıların değil, ‘gözden ırak’ eski ahşap evlerin de yaşatılması için ‘bir şeyler yapmalıyız’ dediği için Türkan Saylan’ı Oktay Ekinci’yle 80’lerin ortalarında sevgi yoldaşlıklarına tanıklık eden Arnavutköy’deki evleri
“Kırmızı Yalı”da .. tanıştıran da..

‘Prof. Dr. Halet Çambel İlköğretim Okulu’nun adı çok uzun olduğu için yöre insanının söylediği şekliyle ‘Halet Abla’ denilmesini isteyen de..

Akyaka’daki “Çakırhan Konutu”nun ulu ağaçlarla kaplı bahçesinde beldenin sanat yaşamına armağan olarak bir sergi mekânı var.. adı Nail Çakırhan-Halet Çambel Sanatevi..

Huzurla uyusunlar..

13 Aralık 2012 Silivri Kuşatması İzlenimlerimiz..


Dostlar
,

13 Aralık 2012 Silivri Kuşatması İzlenimlerimiz..

Bu gün 17 Aralık 2012.. Üzerinden 4 gün geçti o ziyaretin..
Biz de biraz zaman geçsin istedik özellikle.
Basında, Türkiye kamuoyunda nasıl yankılanacak, sıcaklığı biraz soğusun ve
daha nesnel değerlendirmeler yapabilelim istedik.. Yandaş basın gene 3 maymunu oynadı.. Basın ahlakı adına onların yerine de utanıyoruz..

“13 ARALIK 2012 GÜNÜ NEDEN SİLİVRİ CEZAEVİNE GİDECEĞİM??”

başlıklı yazımızı 12 Aralı2012 günü sitemize koymuştuk.
(http://ahmetsaltik.net/13-aralik-2012-gunu-neden-silivri-cezaevine-gidecegim/)

Silivri kuşatması” ardından da birkaç yazı sitemizde yer aldı.
Hepsini birlikte değerlendirmek, arşivlemek uygun olabilir..

Bu yazı için birkaç saat zaman tükettik..

İlgi ve bilginize sunuyoruz..

Tarihe not düşmek istiyoruz..

***************************

Ümraniye’de bir örgüt evinde (?) bomba bulunduğu savıyla Haziran 2007’de başlatılan süreç 5,5 yılını tamamladı Hemen ardından da “Büyük gözaltı” operasyonu başlatıldı ve 10 kadar “dalga” ile yüzlerce insan, değişik adlarla dava kapsamına alındı.

  • Ergenekon davasında halen 66’sı tutuklu olmak üzere 275 sanık var.

12 Aralık’a dek 269 duruşma yapıldı Cezaevinin içindeki bir yargılama salonunda ve
dava dosyasında 21 dosya birleştirildi, toplam dosya oylumu 120 milyon sayfaya ulaştı.

Bu arada, yüzlerce kanıtın uydurma olduğu su götürmez biçimde ortaya kondu.

Savcılık ve yargı kurulu, başından beri güven vermedi, tersine güvenleri yıktı.
Deyim yerinde ise yargılama salonunda terör estirdi, insanları yıldırdı.
Yargılamaların 5.-6. yılına girdiği süreçte, çok sayıda tutuklu (hükümlü değil!) sağlığını ve hatta yaşamını yitirdi.

Geçtiğimiz yıl, cezaevinin karşısındaki açık arazide, bir küme Ergenekon tertibi kurbanının yakınları çadırlı kamp kurdular (9 Eylül 2011). Son derece zor koşullarda burada nöbet tutarak, “içerideki” canlarını yalnız bırakmamaya çabaladılar.
Geceleri şarkı-türküler söylediler, “içerideki canları” duysunlar diye..
Onlara uzaklardan konser verdiler..

Hatta istek bile aldılar “içeriden”!

Fidanlar diktiler, Silivri kurbanlarının adını verdikleri..

Derken, sahibinden kiralanan bu küçük araziyi, Hazine, görülen gerek üzerine kamulaştırarak cezaevine kattı! Burayı, açılışının 1. ayında, 8 Ekim 2011’de biz de
bir küme sağlık çalışanı-hekim olarak ziyaret etmiştik. Çektiğimiz fotoğraflar arşivimizdedir ve ileride, Paris Karnaval Müzesinde sergilenen “İnsan Derisi İle Kaplı Anayasalar” denli değer (!) kazanacaklardır.. (Sitemizde sunulacaktır.)

New York Times’a haber oldular :

New York Times: Protestoların merkez üssü Silivri nöbet çadırı

Silivri Çadır direnişçileri yılmadılar, zorunlu olarak daha uzak bir yerde,
insanlık dramına canlı tanıklıklarını sürdürmek üzere kampı yeniden yapılandırdılar..
Ne yazık ki, 26 Ağustos 2012 gecesi çıkan fırtına, Levent Kırca‘nın Silivri kıyılarında açık havada sunduğu, bizim de izlediğimiz AZINLIK adlı oyununu izleyen saatlerde
yeni kampı söküp götürdü.. Mütevazi bütçeler, başından beri müttevazi katkılara mahkumdular..

Bu gidişimizde (3. ziyaretimiz) o kamp yerini de gördük yeniden..

İnanıyoruz ki; bu yaşananlar gelecekte ödül ve izleyici rekoru kıran filmlere konu olacak.

İnanıyoruz ki; bu yaşananlar gelecekte ödül ve okuyucu-baskı rekoru kıran kitaplara konu olacak.. Şimdiden oluyor da.. Tutsakların belgesel kitapları onlarca baskı yapıyor, milyonlarca okuyucu ile buluşuyor..

Bu yapıtlar başka dillere de çevrilecek ve insanlığın ortak kültürüne malolacak.
İnanıyoruz ki, uluslararası ödüller de alacak söz konusu yapıtlar.

Bunların bir bölümünü belki, halen tutsak olanlar da görebilecek..
Genç yakınları, çocukları mutlaka görecek ve buruk da olsa gönenecekler..

28 Şubat.. 1997‘de idi. 15 yıl bitmeden “sorgulanmaya” (!) başlandı..
Demek ki çoook da uzun zaman gerekmeyebilir..
İnsanlığa karşı suçun zaman aşımı da olmaz üstelik..
Zalimler yaşamda kalmazlarsa yokluklarında yargılanacaklar ve çoluk çocukları utanacak baba-dedelerinin adına..

Ya da Kenan Evren örneğinde olduğu gibi.. Yaşı 100’e yaklaşan bu darbeci,
sözde de olsa yargılanıyor.. Dememiz o ki, bugünkü zulümlerin özneleri
iyi düşünsünler..

“Bir süre” sonra, bu insanlık dışı kurgunun sorumlularının adlarını birçokğumuz anımsamayacağız. Örn. yargılama kurulundaki yargıç-savcıların adlarını kaç kişi bilir?
Ama Silivri zindanı kurbanlarının adlarını çoğumuz biliyoruz, onlar şimdiden birer halk kahramanı. Tarih hep böyle olmuştur zaten.. Zalimlerin adları unutulur fakat Pir Sultanlar, Şeyh Bedrettinler, Kerbela şehitleri, Hallac-ı Mansurlar, Köroğlu’lar… yaşar..

*******************

Derken, 269. duruşma sonunda, henüz kanıtların tartışılması yapılmadan, sanıklara ve savunmanlarına savunma hakkı verilmeden…. savcı birden bire, esas hakkında görüş (mütala) bildirmek üzere süre istedi! Kendilerine dosya ve süre verildi.. 21 Kasım –
13 Aralık arasındaki 21 gün! 2-3 savcı 120 milyon sayfalık dava dosyasını 3 haftada okuyacak, değerlendirecek ve 13 Aralık’taki 270. duruşmada da 275 sanık için
teker teker ne ceza isteyecekse onu bildirecek..

Benzetmek uygun mu bilinmez ama, yörüngesinde usul usul salınarak dönüp duran uydu, birden roketleme yaparak hızlanacak ve yörünge değiştirecekti. Karar verilmişti, açıklanacaktı. Balyoz davasında da öyle yapılmıştı. Yurtseverler darbe girişimi suçlamasıyla yaşam boyu hapis cezası almışlar, yaklaşık 18-20 yıl ceza yemişlerdi. Yargıtay da onarsa, bu insanlar, yaşları da genellikle ileri olduğundan, hapislerde ölecekti!

  • Artık kamuoyu vicdanı bu kadarını da kaldıramazdı.

AKP’nin Cumhuriyet bayramını bile yasaklama, Ata’nın anıtlarına çelenk sunumunu engelleme.. gibi akıllara seza davranışları (kim yönlendirdi ise “sağolsun” mu diyelim?) halkın sabrını taşırmıştı. 29 Ekim ve 10 Kasım 2012 halk eylemleri artık korku duvarının aşıldığını kanıtladı. 13 Aralık’ta da Silivri’deki “canlar” ın imdadına koşulacaktı..

Silivri savaş alanına döndü!

Demokratik kitle örgütleri ile İP ve CHP kendiliğinden harekete geçerek eylemi düzenlediler. TGB ve ADD en önde işlev üstlendiler..

CHP açık destek verdi eyleme ve 50 dolayında vekil Silivri’ye geldi..
(Toplam 135 vekili var CHP’nin ve 2’si – Balbay ve Haberal- Ergenekon tutuklusu)..

  • Demokrasi ve insan hakları havarisi BDP’den “tık” çıkmadı..

MHP ise, içeride 1 vekili -Engin Alan- olmasına karşın sütre gerisindeydi her zamanki gibi.

Anaysal kural olarak yargılamalar “açık” olduğundan ve yurttaşların da bu duruşmaları izleme hakkı olduğundan, yıllık iznimizden kesilmek üzere 1 günlük özür izni istedik Fakültemizden ve 12 Aralık 2012 gecesi, üyesi olduğumuz ADD Çankaya Şubemize gittik. Ücretimizi cebimizden ödeyerek, kiralanan otobüste arkalarda bir yer bularak oturduk. 22:00 sularında 40’a yakın yoldaş yola koyulduk. Yaşı 70’i aşan, ADD önceki Genel Yazmanlarından Seher Yıldırım öğretmen de hasta eşini bırakıp gelmişti.
Yüzler tanıdıktı..

2 mola ile, 9 saat dolayında bir yolculukla otoyol üzerinde “Silivri Ceza ve İnfaz Kurumu” yazan tabela önünde durduk.. Sabah 07:00 gibiydi ve Trakya’nın dondurucu soğuğu görev başındaydı.. Uzun yıllar Trakya’da yaşamış, İstanbul-Edirne arasında kardan yollarda kalmışlığımız ve İstanbul-Edirne treninde donma tehlikesi atlatmışlığımız vardı.. Sözde soğuğa dirençli sayardık kendimizi ama, doğanın şakası yoktu. Çantamızda bir miktar kumanya, el feneri, çakı.. da vardı. Cep telefonumuzun şarjı da doluydu vs.

Nereye ve ne yapmaya gidiyorduk? Altı üstü Silivri Cezaevinde bir duruşmaya katılacak ve akşam saatlerine dek de kararı bekleyecektik. Üşüyüp yorulduğumuzda otobüsümüze girip dinlenebilir, ısınabilirdik belki de??..

Daha ilk andan, planın son tümcesi buzlu sulara düştü. Jandarma yolları kesmiş,
cezaevine en az 2 km kala otobüsleri durdurmuştu. Sıkıca sarınarak dışarı çıktık uykusuz ve yorgun gözlerimizle. Rahatlıkla -10’lara yakın algılanan bir ayaz bizi tokatlayarak kendimize getirdi. Bagajdan sesbüyütürü indirdik, rahatlıkla 20 kg gelirdi.. Erdal Tüt arkadaşımızla bize kaldı bu aygıtı en az 2 km öteye taşımak. 2 tekerleği vardı ama ağırlığa teslim olmuş, yanlara açılarak gövde ağırlığını yere indirmişlerdi!
O donduran soğukta işimize yaradı bu sorun.. Erdal bey de ben de üşümemiş,
hatta terlemiştik bu aleti çadır kampa dek 2 km ve de yokuş yukarı taşırken..

**************************

Çadır kamp iç burkuyordu.. İkinci işimiz WC kuyruğuna girmekti. 1’er tane erkek-kadın sahra tipi WC vardı ve yaklaşık 15 dakika salt çiş için bu kuyrukta bekledik..

Ardından, canlı sayılamayacak düzeyde yanan sobanın olduğu çadıra girdik..
Odun ve kömür parçaları teneke teneke istiflenmişti ve ön sıralar doluydu..
Yaşlılar vardı.. Hem biz yaklaşık 20 kg’lık sesbüyütürü 2 km taşımış ve aslında
çok ısınmış, üşümemiştik!

Çevreyi incelerken, Silivri Direniş Çadırları “Komutanı” Hıdır Hokka ile yüz yüze ve
göz göze geldik.. Birşey söyleyemedik, kendisini eğilerek selamladık ve sıkı sıkıya
epey sarıldık.. Kollarımız gevşediğinde, gözlerimiz nemli ayrıldık..

***************************************

İnanılmaz bir güzellik!.. Yol kenarında mercimek çorbası kaynıyordu.. 1 bardağı 1 TL..
sesbüyütür (hoparlör) taşıyıcı ortağım Erdal bey ve biz 1’er bardak kaptık hemen, bitmeden..

İlk gözümüze ilişen, heybetli bir cami oldu.. Yerleşke girişinde 2 adet oldukça yüksek minareli ve yüksek kapasiteli bir cami yapılmıştı son gelişimizden bu yana, hızla..

Çevrede yürürken bir yığın tandık sima ile karşılaşıyor, tokalaşıyor, kucaklaşıyorduk.

1996’dan bu yana 16+ yıldır ADD örgütünün içinde idik.. Yüzlerce noktada 1500’e yakın (binbeşyüz!) görsel aydınlanma konferansı vermiştik.. Birkaç yüz aydınlanma makalesi yazmıştık. ADD örgütünde, CHP’de, İP’te, TGB’de… çook sayıda dostlar vardı..
Güç alıyorduk birbirimizden..

Duruşma salonunu biliyorduk. Önceki yıl ilk gelişimizde salonda duruşma izleyebilmiştik. Balbay’ın eşi ve kızıyla yan yana oturmuştuk. Ocak 2011 idi.. Teselli vermiştik, Haziran 2011 seçimlerinde Balbay vekil seçilir ve serbest kalır.. diyorduk. % 50 tutturduk
ya da % 50 tutturamadık!. Balbay vekil seçildi ama serbest bırakılmadı!
Bunu öngörememiştik!

Duruşma salonu kapısı önünde 2 kademe barikat vardı. Jandarma işi sıkı tutuyordu.
İlk barikata yüklenildi bir süre sonra.. Tarık Akan, Rutkay Aziz, Kars’taki İnsanlık Anıtı yıkılan yontu sanatçısı Mehmet Aksoy… ak saç ve de sakalları ile en önlerdeydiler.

Silivri savaş alanına döndü!

İlk barikat devrildi..

  • “Bir miktar” gaz
  • “Bir miktar” cop
  • Ve de “Bir miktar” basınçlı su.. ikram edildi..

Silivri savaş alanına döndü!

bizlere o dondurucu soğukta..

Silivri savaş alanına döndü!

Sanırız Türk Jandarması-Türk askeri, kendi yurttaşına çok da haşin davranamıyordu??

Silivri savaş alanına döndü!

Duruşma salonu avlusu girişindeydik. Tam bir izdihamdı ve kesinlikle adım atamıyorduk. Ayaklarımız zaman zaman yerden kesiliyor, göğsümüz sıkışıyor, nefes alamıyorduk.

İçeriye avukatlar, sanık yakınları, milletvekilleri alınıyordu. O arada Balbay’ın eşi ve kızı Yağmur geldi.. Zorlukla yol açabildik ve “içeri” geçebildiler.

İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal ve
Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu da salonda idiler.
Her ikisi de ceza hukuku hocası idiler..
Duruşmada yargıçlar, savcılar çoooook özenli olmalıydılar.

**************************************

Bir biçimde bu “kademe”yi de geçtik yarım saat kadar süren ezilme tehlikesi sonunda.

Çevrede TV’lerin canlı yayın araçları konumlanmıştı. Araçların üzerinde haberciler kamera başındaydı, elleri “tetikte” idi, anlık beklenmedik görüntüleri kaydetmek için..

Duruşma salonu avlusunda önceki Adalet Bakanlarından, şimdilerde ÇYDD Genel Başkanı, yaşı 80’i aşmış hanımefendi Prof. Dr. Aysel Çelikel (İstanbul Hukuk Fak. eski dekanı) ile ayaküstü söyleştik. Yanında yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel de vardı. Ayşe 32 yıllık arkadaşımızdı. İstanbul ve Elazığ Lepra (Cüzzam) hastanelerinde birlikte çalışmıştık. Van’da tek öğretim üyesi olarak Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda inanılmaz özveri ile hizmet veriyordu. Türkan Saylan‘ın yardımcısı idi, Van 100. Yıl Üniv. Rektörü Yücel Aşkın döneminde rektör yardımcısı idi. O dönemde gözaltına alınmıştı. 4 gün poliste gözaltı ve 8 gün cezaevinde hücre hapsi.. Ayaküstü, biz ısrarla sorunca, vekar dolu bir gülümseme ile özetledi.. Bir yandan da meme kanseri ile boğuşuyordu. Sıklıkla sağaltım için Van’dan İstanbul’a geliyordu.

O arada CHP’den Umut Oran geldi mavi kaşkolu ile.. Salt ceketi vardı.. Tutamadık, salona geçti. Muharrem İnce, Gökhan Günaydın, Emine Ülker Tarhan, İsa Gök vd.
Duruşma salonu dolmuştu ve girişi (fuaye!) balık istifi idi.

*******************************************

Çok üşümüştük..

Aysel Çelikel Hoca’nın arabasına geçip biraz ısındık. O arada Hukuk fakültelerinde etik-moral sorununu ve yargıç-savcı yetiştirme sorunlarını konuştuk. Hukuk okullarında
nasıl oluyor da Ergenekon vb. davalarda hukuku katleden yargıç-savcı yetişebiliyordu? Bu sorunun çoook temellerden ele alınmalıydı.. vs.

Bu arada saat 10:00’u geçmiş ve “içeride”, ADD Genel Başkanı, 42 yıl yargıçlık yapmış Tansel Çölaşan’ın deyimiyle “yargılama tiyatrosu” başlamıştı.

CHP ve TGB’nin 2 otobüsü üzerinden de sürekli konuşmalar yapılıyor, sloganlar atılıyordu. Duruşma salonu önündeki yolda insanlar adeta tek bir blok gibi, paket gibi idiler. Metre kareye en az 7-8 insan düşüyordu. Hem böylece ısınıyorduk da,
ya da daha çok üşümüyorduk diyelim.. (!)

2 otobüs üzerinden centilmence birbirine söz bırakılarak kitleler canlı tutuluyordu.

AYDINLIK yazarı Sebahattin Önkibar, Ulusal Kanal ve Milli Anayasa Forumu’ndan
eski bakan Ufuk Söylemez de aramızdaydı.

Levent Kırca, Ali Sirmen, Ataol Behramoğlu, Mehmet Faraç

Hiç abartısız 100 bine yakın insan vardı orada.
Yüzlerce otobüsü biz saymıştık. Çok sayıda özel oto da vardı.
Epey otobüs de görme alanımızın dışında park ettirilmişti.
Mersin’i, Marmaris’i, Balıkesir’i, Adana’yı, Elazığ’ı, Malatya’yı… görüyorduk.

  • Alanda ADD ve TGB filamaları egemendi..

Derdimiz “içeriye” sesimizi duyurabilmek idi..

“Tutsaklar” bizi göremiyorlardı ama çokluğumuzu, kararlılığımızı, coşkumuzu ve kararlılığımızı duyumsamalıydılar..

Var gücümüzle sloganlara katılıyorduk.. Sesimiz kısılmıştı..
“İçeriden” haber aldık, sloganlarımız, marşlarımız, türkülerimiz, ıslıklarımız, düdüklerimiz, yuhlarımız.. duyuluyordu!

Öğleni bulmuştuk.. Güneş biraazcık gülümsüyor ama ısıtamıyordu ne yazık ki..

Acıkıyor, susuyorduk.. WC büyük dert idi.
Yorgun ve uykusuzduk. Oturacak bir yer bile yoktu..
Sloganların da sürekli ve canlı olması gerekiyordu.

Yol kenarlarında sandviç, ayran, meyve suları hatta gezgin (seyyar) köfteciler,
çiğ köfte satanlar .. görev başında idi.

Şu köşede de Çadır Kamp yararına 2013 takvimi satılıyordu 5 TL’ye.
Yanıbaşında da

  • “Silivri Tutsak Üniversitesi” nin yayınları..

Otobüslerimiz en az 2 km ötede idi ve gidip bir süre dinlenmek, ısınmak hem olanaklı değildi hem de aklımıza gelmiyordu.

“İçeriden” haberler geliyordu.
Başkan HH Özese, 21 dosya yetmezmiş gibi 22. dosyayı (Danıştay saldırısı) Ergenekon dosyası ile birleştirme isteğinde idi. Olacak şey değildi! Dava bitmesin isteniyordu.. 120 milyon sayfa devasa oylum (hacım) okunmuş, incelennmiş değildi ki!

  • SÖZCÜ‘nün bir haberinde bu dosyanın salt okunması 456 yıl gerektiriyordu!

İçeride unutulanlardan Sevgi Erenerol‘un avukatı dışarı atılmak isteniyordu.

Salondaki 200 avukat O’nu sardılar ve robokop jandarmaya vermediler..
Biz de “dışarıda”  200 bin kişi direniyor, “içeridekilere” destek veriyorduk.

Duruşmaya 4 kez ara verildi.

Savı MA Pekgüzel, esas hakkında görüşünü sun(a)madı..
Avukatlara zorla da olsa, gönülsüz söz verildi.

Akşam 16:00’yı geçmiştik.. 9-10 saattir ayakta, canlı, sürgit bir miting yapıyorduk..
Herhalde Guiness Rekorlar kitabına girecek denli uzun bir miting idi.

Milletvekilleri “içeriden” çıkıp otobüs üstünde halka bilgi veriyorlardı.
Onbinlerce insan inat ve sabırla, kararlılıkla direniyordu..

  • Çooook ilginç ve heyecan veren bir eylem daha yaptık :
  • El ele vererek, on binlerce yurtsever, yerleşkenin çevresini sardık..
  • Kilometrelerce insan zinciri oluşturmuştuk. 
    Balçık çamura dizlerimize dek bulaşmıştık.
  • Lojman sakinleri meraklı ve ürkek gözlerle biz el ele tutuşan insan zincirine bakıyorlardı pencerelerinin ardından.. (Bu eylem bizim fikrimizdi..)
******************************************
Karanlık basmıştı.. “İçeride” duruşma (Tiyatro!?) sürüyordu.
Varillerde ateş yakıldı.. Çook üşüyorduk. Sabahın dondurucu ayazından sonra,
ısıtmayan güneş de çekilirken, Trakya’nın dondurucu soğuğu çöküyordu yeniden.
ADD Genel Başkanı, 42 yıl yargıçlık yapmış, Danıştay Başkanvekilliğinden (Başsavcı) emekli Tansel Çölaşan otobüsün üzerinde idi ve aşağıdaki sözleri söyledi..

13aralik2012t

Bu tiyatro daha sürecekti ve biz kezlerce buraya gelecektik..

Bizden söz istedi, söz aldı hep bir ağızdan..

Yavaş yavaş dağıldık.. Yollarımız uzundu.. 2. gece de başlarımız yastık görmeyecek, sabaha dek yolculuk yapacaktık. 14 Aralık 2012 sabahı da işimizin başında olacaktık..

Birbirimize söz vererek, kucaklaşarak, gözlerimizde ve gönüllerimizde anlaştık.

Hüzünlü gözlerle ÇADIR KAMP GÖNÜLLÜLERİ İLE VEDALAŞTIK..
Biz evlerimize dönüyorduk ama onları vahşi kış ortasında yazıda, çadırlarda bırakıyorduk.

  • Vicdanlarımız isyanda; dudaklarımız dua mırıldanmada idi..

20 kg’lık sesbüyütürü 2 km, bu kez yokuş aşağı kim taşıyacaktı?
ADD yöneticilerimiz bu kez başka 2 “babayiğit” buldular..
Onlar da (Ömer ve Reşat) sanırız akşam ısındılar, günün üşümesini attılar belki de!
Bu alet daha çok yeniydi ve garanti kapsamında onarımını yaptırmak önemsediğimiz bir konu oldu otobüste.

İtiraf edelim ki, otobüslerde söyleşi için kimsede enerji yoktu.
Kalorifer saatlerdir tam kapasite açıktı ve insanlar giysilerini çıkar(a)mıyordu.
Yaman soğuk iliklerimize işlemişti..

2 saat kadar sonra kendimizi zor attığımız bir lokantada kurtlar gibi açtık..

Sonrasında da derin uykularda, birbirimizin üsütüne yığılarak gece yarısını geçtik
ADD Çankaya Şubemizin önü son duraktı.. Eve vardığımızda saat 03:23 idi..

Zor ve zorki bir duş ve bitkin, yatağa seriliş..

******************************************

Sonuç                                                              :

* Sanırız herkes artık halkın sabrının taştığını gördü.
* Halkın bu sürece seyirci kalmayacağını ve el koyacağını da algıladı.
* Sevgi Erenerol’un avukatı duruşma (Tiyatro!?) salonundan dışarı çıkarılamadı.
* Jandarma albayına yasalara aykırı emre uymanın suç olacağı söylendi ve
O da bunu dinledi.
* Silivri’nin duvarları çatladı; Bastil benzeri yıkılma yemini edildi..
* Savcı esas ilişkin görüşünü sun(a)madı.
* Avukatlara söz verilmek zorunda kalındı.
* 13 Aralık 2012 günü, Ergenekon davasının da Balyoz gibi acımasız hükümlerle bitmesi
engellendi.
* İzleyen duruşmalarda da halk orada olacak ve bu insanlık tarihine geçecek
direniş-dayanışma sürdürülecek, sonuç da alınacak..

  • Bastil kalesinin duvarları yıkıldı; zincirleri kırıldı da Silivri’ninki mi direnecek?

Bu kararlı, yürekli, özverili kitlelere son derece akıllı siyasal önderlik gerek.
Bu da başlıca CHP’ye düşüyor.
Helva için her şey fazlasıyla var..
CHP bu harcı karabilmeli.. yoksa kasırganın altında o da kalacak..

Sözlerimizi, Ergenekon tertibi tutuklu sanığı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay‘ın “13 Aralık Çağrısı” adlı köşe yazısından (sitemizde var) bir alıntı ile bağlayalım :

  • “…O gün Silivri’ye gelmekle her şeyin bitmeyeceği açık.
    Devamında adaleti arayış ateşini söndürmemek gerekiyor.
    Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi ayağa kaldırmak, 
    artık CHP’nin hem sorumluluğu hem gücü…”

Ve soralım                                 :

1. Bu dava neden Ankara ya da İstanbul’da, dünyanın sayılı büyük adliyelerinde (Çağlayan’da?) değil de cezaevinin ortasında, ülkenin taaa öte ucunda,
Trakya’nın yazısında?

2. Bu dava salonu neden özellikle yaklaşık 350 kişilik ve neden salon dışına kamera ile görüntü verilmiyor, daha büyük salonlarda ve Ankara-İstanbul merkezinde görülmüyor?

3. TV’den neden verilmiyor ??

4. Bu ve benzeri-türevi davalar hangi merkezlerin psikolojik savaş planlarının ürünü?

Dosyanın tümü pdf olarak da okunabilir, arşivlenebilir..

13_Aralık_2012_Silivri_Kusatmasi_Izlenimlerimiz

Sevgi ve saygı ile.
17.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

900 üncü dosya : 12 Eylül 1980 darbesinin 32. yılı; İşkenceleri unutamıyoruz..


Dostlar,

12 Eylül haftasını uğurluyoruz..

Tam 32 yıl önceydi..

Biz, Hacettepe Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda tıpta uzmanlık eğitimi alıyorduk.

Her gün 20 dolayında insanımız karanlık cinayetlere kurban giderken;
askeri darbenin kanlı kulvarı da döşeniyordu..

Zaten 12 Mart 1971 darbesi öncesinde Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç,
“Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı..” buyurmuştu (!).. 27 Mayıs Devriminin ülkemize armağanı olan özgürlükçü 1961 Anayasasının 35 maddesi 12 Mart döneminde değiştirilmişti.

Ama ülke, gene de, Başbakan Demire’in deyimiyle “70 sente muhtaç” idi!

Bu kez 24 Ocak 1980 kararları ile ülkemiz tam bir ekonomik sömürge kılındı.
Ama alınacak yakıcı önlemler ancak sıkıyönetimle halka dayatılabilirdi.

Gereği yapılıyordu Atlantik ötesiyle işbirliği içinde..

Algısı yönetilen garip halkımızın deyimiyle “anarşitler” bir türlü rahat durmuyordu.
Devlet böyyüklerimiz de anarşiye hikmetli tanılar koyuyor ve “sağ – sol çatışması” diyorlardı.

Başbakan Süleyman Demirel ise;

– “Sokaklar yürümekle aşınmaz..” buyuruyor ve
– “Bana sağcılar – Milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz..” diye diklenerek
açıkça sağdan yana, sola karşıt politik tutum koyuyordu.

* * * * * *

Biz de bu süreçte çok ağır bir bedel ödemiş, emniyet başkomiseri olan babamız
Halis Zeki Saltık‘ı İstanbul Sirkeci’de bir operasyonda görev şehidi olarak vermiştik.
46 yaşında idi henüz.. Tarih 7.7.1980 idi ve 7 kurşun yemişti..

Birkaç aydır Ankara’da bizimle kalan acılı anamız, bizi sabah erkenden uyandırdı ve
ironik bir sevinçle;

– Kalkın kalkın, askeri darbe olmuş.. dedi.

Akan kan o gün “bıçak gibi” kesildi ?!

Zavallı anamız da, ister istemez, “Birkaç ay önce neredeydiniz??” isyanındaydı.

Annemiz 13 yıl sevgin (aziz) eşinin derin yasını tuttu. O psikoloji (kronik yas sendromu) içinde de dalgınlığının ürünü olarak feci bir trafik kazasında bizlere veda etti..

13 yıldır zaten yaşayan bir ölüydü.

* * * * * *

Ailemiz 12 Eylül’e 2 aziz varlığını kurban verdi aslında : Annemiz ve babamız..

Bizi geçelim, anababamıza doyamadık ama bizden küçük 2 kardeşimizin yitiği çok daha büyüktü. Anne ve babamız yaşasalardı, aramızdaki yaş farkı giderek önemsizleşecek ve belki de “arkadaş” olacaktık birbirimizle..

Bir de 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi olaylarında gözaltına alınan Hukuk Fakültesi öğrencisi kuzenimiz var.. Ali Asker Saltık.. Tam anlamıyla telef oldu..
Yıllarca Metris’te tutuklu hapis kaldı ve örneğin tırnakları sökülerek işkence gördü.

Ruh ve beden sağlığını yitirdi.. Yıllar sonra fakülteyi bitirdi, avukatlık stajını da yaptı ama, 1959 doğumlu bu kardeşimiz, hiçbir biçimde yaşama tutunamadı..
Çalışamıyor, yaşları 80’i geçen anababasıyla birlikte acı yazgısını (!?) paylaşıyor..

* * * * * *
Bu arada biz de, öyküsünü çok ilginç ve öğretici bulacağınızı umduğumuz biçimde fişlendik! Aktaralım tarihe not düşmek üzere :

Rahmetli Türkan Saylan ile ters düşerek, Elazığ Cüzzam Hastanesi Başhekimliği görevimizden istifa etmiş, bir Halk Sağlığı Uzmanı olarak ekmek parası için zoraki muayenehane açmıştık. Bir süre sonra Elazığ Polis Okulu bir hekim alınacağı ilanı verdi ve başvurduk. Babamız o ocaktan geliyordu, ekmeğini yemiştik, bir süre hizmet verelim, “vefamız olsun” diye düşündük. Ancak aylarca yanıt verilmedi. 2. kez dilekçe verdik, yanıt istedik.

Hiç gerekçe göstermeden “..atamanız uygun görülmemiştir..” dendi 2 satırla.
O dönemde, 12 Eylül’ün hızlı başlangıç yıllarında “Güvenlik Soruşturması” diye bir zorunluk konmuştu kamuda görev almak için.

Yani açık açık fişleniyordu insanlar.. Demek ki biz de fişlenmiştik. Oysa babamız emniyet şehidi idi ve göreve alınacağımızı düşünüyorduk. O halde epey boynuzumuz, kuyruğumuz olmalıydı.

Annemizin çok zoruna gitmişti. Ankara’da Emniyet Genel Müdür yardımcısının odasında idik. Annemiz ısrarla suçumuzu soruyordu. Emniyet Genel Müdür yardımcısı ise “açıklayamam” diyordu elindeki dosyaya bakıp. Fişlenmiştik. Tek yol yargı idi,
belki öğrenebilirdik..

İçimize sindiremedik ve Ankara İdare Mahkemesinde dava açtık.
Birkaç yıl geçti aradan.

O sıralar ABD’ye gittik ve 4 ay kadar kaldık. Dönüşümüzde Ankara’da dava dosyasına baktık. En sonda, 3 kırmızı hilal damgalı, çok gizli anlamında bir zarf vardı.
Yasaya göre biz onları göremiyorduk. İdare savunmasını yaparken dilediği evrakı, belgeyi dosyaya koyabilir, “gizli” olarak da niteleyebilirdi. Artık yargıçlar nasıl yönlendirilirse.. Adalet hak getire.. Bir biçimde, bu zarfın içindeki Emniyet
Genel Müdürlüğü’nün sözde savunma belgelerine bakabildik. Dehşet içinde idik.. Derken bir azar sesi ve sert bir elle müdahale ile dosya elimizden alındı.
Ne görmüştük?

1. Kürtçülük yapmaktaydık..
2. Dev-Sol sempatizanı idik..
3. Mesleğimizde başarısızdık..
4. Yurt dışına çıkmamız Palu’da bir mahkeme tarafından yasaklanmıştı..
5. Halk Sağlığı Uzmanlığı Polis Okulu hekimliği için uygun değildi..
(Pratisyen hekim arıyorlardı..)

Bunlar, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün savunma belgeleriydi,
bizi Elazığ Polis Okulu hekimliğine atamamak için!

Derin bir acı içinde ne yapacağımızı düşünürken, davamıza bakan mahkeme başkanının kapısını çaldık. Deneyimli yargıç perişanlığımızı fark etmiş olmalı ki,
bizi dikkatle dinledi :

Kürtçe’nin “K” sını bile bilmiyorduk, mesleğimiz hekimlik idi,
tüm insanlar bize eşit uzaklıkta idi. Savaşta bile!

Babamızı, söylendiğine göre Dev-Sol militanları vurmuştu ve davaya müdahil idik üstelik.. Fakat Dev-Sol smpatizanı (militanı bile değil!) olmakla suçlanıyorduk.

Hekimlere başarı sicilini ne zamandan beri polisler veriyordu?? Hacettepe ve İstanbul Tıp Fakültesi gibi ülkenin en yüksek puanlarıyla girilen fakültelerde okumuş ve
uzmanlık eğitimi almıştık. İstanbul Tıp Fakültesini 83 not ortalaması ile bitirmiştik (1977).. Öğrenciliğimizde ve sonrasında kendi çabamızla yurtdışı eğitim de almıştık.

En sonki ise tümüyle uydurma idi.. Üstelik dosya numaraları da veriliyordu ve elbette sanal (uydurma, yalan!) idi. Hiçbir biçimde bu tür bir davaya muhatap olmamış,
Palu’yu hiç görmemiştik, talimatla da ifademiz alınmamıştı vs.
“Dosyayı getirtin..” diye İdare Mahkemesine ısrarlı olduk..

Ayrıca yurt dışına çıkmamız güya yasaktı ama ABD’den yeni dönmüştük. Pasaportumuzun giriş çıkış damgaları ve tarihleri Palu …… mahkemesinin gerçekte olmayan ama Emniyet Genel Müdülüğü’nün gerçek dışı bildirimde bulunduğu yasağını yalanlıyordu.

Ne yapacaktık?

Sayın Mahkeme Başkanı bir dilekçe yazarak belgeleri eklememizi istedi.
Türk Tabipleri Birliği’nden de rahmetli Genel Sekreter Nevzat Eren imzasıyla,
bir Halk Sağlığı Uzmanı’nın Polis Okulu Hekimliğini bir pratisyenden
daha yetkin yapabileceğine ilişkin “teknik görüş” aldık.

Davayı kazandık!

3 yılı geçmişti.. Ekmek paramızı bir Halk Sağlığı Uzmanı olarak muayenehanemizde kazanıyorduk! 1986’lara gelmiştik. Emniyet Genel Müdürlüğü temyiz sonrası umudunu yitirdi ve bizi o göreve çağırdı. Reddettik buruklukla.. Ama, Sağlık Bakanlığı’na
kamu görevine dönmek için başvuru yapacağımızı, “fişlemenin iptaliyle” kamu görevine dönüşümüze engel olunmamasını rica ettik Elazığ Emniyet Müdürlüğünden..

Babamızı tanıyanlar da vardı.. Fişleme kaldırıldı ve o günlerde Elazığ’a bir konferansa gelen TTB Başkanı Prof. Dr. Nusret Fişek’e sunduğumuz dilekçe ile (Müsteşar Tandoğan Tokgöz’e iletti) İl Sağlık Müdürlüğü’ne Halk Sağlığı Uzmanı olarak atandık. Müdür Vekilimiz ise bir psikiyatri uzmanı idi.

Kısa süre sonra Bölge Halk Sağlığı Laboratuvarı Müdürü olduk.
2 yıl kadar sonra da, 1988’de Edirne’deki Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandık, bu Anabilim Dalını kurduk ve 2004’te Ankara Tıp Fakültesi’ne geçene dek 16 yıl yönettik..

* * * * * *
Bunları konuyu özelimize çekmek için yazmadık..

Herkes başından geçenleri yazsın, geleceğin tarih yazıcılarına kaynak olsun istedik.

ABD toplumsal bellekte kalıcı bir iz bırakmak istedi.

Post travmatik (travma sonrası) stres bozukluğu kalıcı olsun ve onyıllarca,
kuşaklar boyu sürsün istediler..

Bilinç altında “Ruhsal apseler” oluşsun ve boşaltılamasın, zonklasın diye..

Toplum ayrışsın ve birbirine düşman olsun istediler..

Ulusal kaynaşmamızı engellemek içindi 12 Eylül 1980 kurgusu. ;
Kin ve nefret tohumları saçtılar..

Sorumlularını 32 yıl sonra yargılayamıyoruz elbette..

AKP 12 Eylül’den hesap sorma uydurnasıyla toplumu aldatarak duygu sömürüsü yapıyor.

ABD’de CIA Başkanı, darbeden birkaç dakika sonra Başkanın kulağına eğilerek
şu tümceyi kuruyordu :

– “Mr. President, Our boys have done it..” (It : coup d’eta; darbe)

Bizim oğlanlar bekleneni (darbeyi) yaptı..

* * * * *

12 Eylül 1980 darbecileri binlerce insanımıza akıl almaz işkenceler uyguladı; unutmadık!

12 Eylül dönemini anlamak için şu rakamları mutlaka göz önünde tutmak gerekiyor:

650 bin kişi gözaltına alındı,
1 milyon 683 bin kişi fişlendi,
açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,
7 bin kişi için idam cezası istendi,
517 kişiye idam cezası verildi,
50 kişi infaz edildi,
idamı istenen 259 kişinin idam kararı TBMM’ye gönderildi,
71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi olmak’ suçundan yargılandı,
388 bin kişiye pasaport verilmedi,

171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi,

300 kişi kuşkulu şekilde öldü,
Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi,
14 kişi açlık grevinde öldü,
16 kişi ‘kaçarken’ vuruldu,
95 kişi ‘çatışmada’ öldürüldü,
73 kişiye ‘doğal ölüm’ raporu verildi,
43 kişinin ‘intihar ettiği’ açıklandı,
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı,
14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı,
30 bin kişi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı,
23 bin 677 derneğin çalışması durduruldu,
3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli, 120 öğretim üyesi ve 47 yargıcın
işine son verildi,
400 gazeteci için 4 bin yıl hapis cezası istendi,
31 gazeteci cezaevine girdi,
300 gazeteci saldırıya uğradı,
3 gazeteci silahla öldürüldü. (www.kemalistler.net, 15.9.12)

* * * * * *
27 Mayıs Devrimi’nin ve ulusumuza -hatta insanlığa- görkemli armağanı
1961 Anayasasının 
intikamı hala alınamadı!?

24 Ocak 1980 kararları ile ülke piyasa ekonomisine ümüğünden bağlandı.
Ama anayasada hala sosyal hukuk devleti vb. kamusal kavramlar vardı..
Son raund galiba sözde “yeni anayasa” ile tamamlanacak..

Büyük Atatürk‘ün tam bağımsız, onurlu, başı dik anti-emperyalist örnek mazlum ülkesi
Türkiye, emperyalisterin elinde oyuncak oldu iktidara getirdikleri işbirlikçiler eliyle.

Şimdilerde, BOP eşbaşkanı yöneticileriyle kendi kendisini parçalamakla meşgul..

Bir de, 30 yıl sonra, 5 generalden 2’si kalmış geriye, onlar da 90’ı geçmiş ve
sözde yargılıyoruz onları.. Mahkemeye bile gelemiyorlar zavallı ihtiyarlar. Bu denli de gerçeklikten kopuk şizofrenik bir tutumla halkı gerçekte kendimizi kandırarak!??

32 yıl sonra acı ve günümüze dönük ağır kaygılarımızla..
Ama daha fazlasıyla da umutla!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 15.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net