Etiket arşivi: Özdemir İnce

İşçisin sen işçi kal!

Özdemir İnce
Özdemir İnce
17 Eylül 2023, Cumhuriyet

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kuru deriden bal çıkarma faslında üstüne kimse yok. Son konuşmalarından birinde Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” şarkısını hatırlattı ve ardından kendi yorumunu ekledi:

“Ülkemiz hatırlayın bir zamanlar rahmetli Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı şarkısında dile getirdiği gibi, insanımıza ‘İşçisin sen, işçi kal’ denildiği, her alanda önünün kesildiği dönemler yaşadı. Ama şimdi ‘İşçisin sen, işçi kal’ sıkıysa de. Yemez. Artık uzaya füzeleri gönderen bir gençlik var. Artık İHA’larımız, SİHA’larımız, Akıncı’larımız var. Bütün onlarla beraber uzaydayız. Kaan’ımız var, bunlarla beraber semalardayız. Emperyalistlerin çıkarları uğruna gençlerimizin geçmişleriyle bağlarının kopartıldığı, geleceklerinin karartıldığı bu karanlık dönemler artık geride kaldı. Artık milli teknoloji hamlesi var. Artık Teknofest kuşağı var. Artık maziden atiye kurdukları köprüyle dünyayı aşıp da gözünü uzaya diken azimli, birikimli, çalışkan gençlerimiz var.

Şartların en zor olduğu anlarda kimseye boyun eğmeyen bu milletin damarlarında dolaşan özgürlük tutkusunu anlamak isteyen gelsin burada sizlere baksın. Torunlarıma, cümle evlatlarımıza, bilhassa da bugün buradaki siz Teknofest katılımcılarına baktığımda Türkiye’nin geleceğini görüyorum.”

R.T. Erdoğan’ın “Yersen!” dediği gibi “sıkı” ya da “gevşek” aynı kapıya çıkar. Başyüce Hazretleri ve biz kulları sanki ayrı gezegenlerde, ayrı dünyalarda yaşıyormuşuz gibi!

İHA’lar, SİHA’lar, Akıncı’lar, Kaan’larla semalardaymışız. Osmanlıca “sema”nın Türkçe anlamı “gökyüzü”. Yani semanın “uzay” gibi bir anlam yok. Uzay veya feza, Dünya’nın ötesinde ve gök cisimleri arasında var olan, sonsuz olduğu düşünülen fakat sonsuz olduğu konusunda kesin yargılara varılamayan bölge. Yani değerli okurlar, İHA’ların, SİHA’ların, Akıncı’ların, Kaan’ların uzayla hiçbir ilişkisi yok, bunlar uzay araçları değil!

Google’a baktım: Türkiye’nin mevcut uydu filosunda halihazırda üç haberleşme uydusu ile üç gözlem uydusu bulunuyor. Türksat 3A, Türksat 4A ve Türksat 4B haberleşme uyduları haberleşme ihtiyacını karşılarken Göktürk 1, Göktürk 2 ve Rasat gözlem uyduları gözlem yapıyor. Çok güzel amma bu uyduları uzaya bizim araçlar fırlatmıyor, ABD’nin Cape Canaveral Üssü’nden fırlatılıyor. Bu nedenle Türkiye’miz şu anda ve ne yazık ki bir “uzay” ülkesi değil.

Dünya üzerindeki uzay ülkeleri ve uzay bütçeleri şöyle: ABD 24, Rusya 7.7, Fransa 2.5, Japonya 2.4, milyar dolar; Türkiye’nin üye olmadığı Avrupa Uzay Ajansı’nın bütçesi 515 milyon dolar.

Türkiye’nin uzay araştırma bütçesinin ne kadar olduğunu araştırdım bulamadım.

R.T. Erdoğan’ın yukarıdaki metninden bir alıntı yapacağım: “Ama şimdi ‘İşçisin sen, işçi kal’ sıkıysa de. Yemez. Artık uzaya füzeleri gönderen bir gençlik var.”

Bu da çok güzel ama uzaya füze gönderen gençlik Türk gençliği mi başka ülkelerin gençliği mi? Gençliğimiz uzaya füze gönderiyorsa bizim uydular neden Cape Canaveral Üssü’den fırlatılıyor. Bu da üzücü bir muamma. Google’a göre ROKETSAN Uydu Fırlatma Uzay Sistemleri ve İleri Teknolojiler Araştırma Merkezi ile Patlayıcı Hammadde Üretim Tesisi Açılış Töreni’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan, milli teknolojilerle fırlatılan ilk yerli sonda roketi ile uzaydan elde edilen görüntüleri kamuoyuyla paylaşmış.

Ben gene yukarıdaki metinden bir alıntı daha yapacağım: “Emperyalistlerin çıkarları uğruna gençlerimizin geçmişleriyle bağlarının kopartıldığı, geleceklerinin karartıldığı bu karanlık dönemler artık geride kaldı.”

Gençlerimizin geçmişlerinden bağlarını kopartarak emperyalistlere kimler hizmet etmiş, etmekte, ediyor? Bu çok büyük bir iddia ve iftira. Bir edebiyatçı ve bir dilbilimci olarak bu alıntının anlam yapısını çözümleyeceğim. R.T. Erdoğan’ın mensup olduğu İslamcı siyasal yapının tarih anlayışına göre gençlerin bağlarının kopartıldığı geçmiş Osmanlı ailesinin teokratik (İslamcı) imparatorluk geçmişidir. Geçmişten kopartma eylemini kim yapmıştır? Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti yapmıştır. R.T. Erdoğan’ın yerine dobra söyleyecek olursak Türkiye Cumhuriyeti devleti emperyalistlere hizmet etmiştir. Böyle bir yalanı ancak Cumhuriyet düşmanı bir Vehhabi söyleyebilir. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı söyleyemez! Yakışmaz!

“İnsanımıza ‘İşçisin sen, işçi kal’ denildiği, her alanda önünün kesildiği dönemler yaşadı. Ama şimdi ‘İşçisin sen, işçi kal’ sıkıysa de” demekte. Kapitalist düzende işçinin işçi konumunu piyango bileti ve yakalanmasız banka soygunundan başka hiçbir şey değiştiremez. Ancak 1923 ile 2000 yılı arasında işçiler yoksuldu ama şimdiki gibi aç değildi.

Müminin yoklukta görevi

Özdemir İnce
Özdemir İnce
25 Ekim 2020, Cumhuriyet
Hem AKP Genel Başkanı hem Cumhurbaşkanı olan R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşmaların çoğu, göreve başlarken TBMM önünde söylediği anda (yemine) aykırı olduğu için bu sözlerin sadece AKP genel başkanına ait olduğunu kabul ediyorum.

***
ANAYASA MADDE 103 – Cumhurbaşkanı, görevine başlarken Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde aşağıdaki şekilde ant içer:

  • “Cumhurbaşkanı sıfatıyla, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
    ***
    AKP Genel Başkanı Erdoğan, Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nda konuşmuş ve şöyle buyurmuş:

1- “Dünya tarlasına iyilik eken ahiret hasadına iyilik toplamaya devam eder. Bu hayatın albenisine kendisini kaptıran insan, dünyasını da ahiretini de kaybeder. Müminin görevi varlıkta şımarmamak, yoklukta sabretmektir. Gerçek mümin acıyı bal eyleyendir.”

Okuduğunuz cümleyi bir siyasal parti başkanı da söyleyemez. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri, anayasanın başlangıç bölümünde belirtilen demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. (AS: 2. maddede belirtilen..)

Buna göre: Dünya tarlasına iyilik eken hasatını bu dünyada toplar. Vatandaşın görevi kadar hakkı da vardır, emeğinin karşılığını bu dünyada alır. Varlıklı vatandaşın görevi, devleti ve vatandaşları sömürmemek, adil ve merhametli olmak ve vergi kaçırmamaktır. Yoksul vatandaşın görevi ise bu durumdan kurtulmak için sınıf bilincine sahip olmak ve kendisine sabrı tavsiye eden ve acıyı bal eylemesini buyuran siyasetçiye iktidar yüzü göstermemektir.
***
CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP Genel Başkanı’na şöyle cevap vermiş: “Mümin alçakgönüllüdür. Mümin kul hakkı yemez. Mümin, bu ülkede yatağa aç giren çocuklar var ise Saray’da oturmaz. Bir insanın söylemiyle eyleminin örtüşmesi gerekiyor. Söylemi farklı, yaşam tarzı farklıysa orada riya vardır, ikiyüzlülük vardır. Dolayısıyla Erdoğan’ın söylemlerinin ciddiye alınacağını düşünmüyorum.

Kılıçdaroğlu’nun yanıtını beğendim ama dinsel damgalı “mümin” sözcüğünü kesinlikle kullanmamalı, benim gibi “vatandaş” demeliydi.
***
AKP Genel Başkanı Erdoğan, Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nda konuşmuş ve şöyle buyurmuş:

2- “Koronavirüs salgını ile mücadele ettiğimiz sıkıntılı dönemde Rabbimizin birçok müjdesine mazhar olduk. Karadeniz’de tarihimizin en büyük doğalgaz rezervini keşfettik. Salgın günlerinde milletimize umut vermenin yanı sıra daha büyük keşifler için umudumuzu artırdı.”
***
AKP iktidarı koronavirüsle mücadelede başarılı olamadı
, hata ve başarısızlıklarını yalanla kapatmaya çalıştı. “Rabb” başarısızlıkları, halka zulmedenleri asla ödüllendirmez. Bu nedenle “Karadeniz’de tarihimizin en büyük doğalgaz rezervini” kesinlikle Yüce Tanrı armağan etmedi. Bu keşfi bilim ve teknoloji yaptı.
***
Sorunları gizlemek için dinsel söyleme sarılmak yalanın siyaseti, siyasetin yalanı olur.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün Kuran çevirisinden birkaç ayet :

“İnfak” sözcüğü “paylaşma” anlamındadır. Kuran, zenginliğin paylaşılmasını tavsiye eder.

– Ey iman sahipleri! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkarmış olduklarınızın temiz ve güzelinden infak edin. (Bakara, 267)

– Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor? (Taha, 71)

– Bu böyle düzenlenmiştir ki o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın. (Haşr, 7)

– Ve biz istiyoruz ki yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım. (Kasas, 5-6)
***
Kuran’da bunlara benzer birçok ayet var. Bunların da referans olması kabul edilemez.
Kimse kayrılmasın, devlet eliyle kimse zengin edilmesin, zenginden çok vergi alınsın, yoksuldan alınmasın, liyakate saygı duyulsun, din üzerinden siyaset yapılmasın! Şimdilik bu bile yeter!

Dünya Barış Günü

Dünya Barış Günü

Özdemir İnce
01 Eylül 2020, Cumhuriyet

Bugün 1 Eylül “Dünya Barış Günü”. Yannis Ritsos (1909-1990), 2. Dünya Savaşı’nda Alman işgalcilere karşı savaştıktan sonra iç savaşta faşist cepheye karşı özgürlük ve demokrasi cephesinde (ELAS, Ulusal Kurtuluş Cephesi) çarpıştı. Emperyalizm ve faşist cephe karşısında yenildikleri için yıllarca hapishane adalarda (Lemnos, Makronissos, Agios Stradis, Leros, Yaros, Samos) tutsak yaşadı. Ve bir gün biraz sonra okuyacağınız “Barış” şiirini yazdı.

Barışın değerini onun kadar, yoldaşları kadar kimse bilemez. Ülkemiz ve halkımız, kargadan kılavuzların karanlığında, kendi barışını arıyor. Ama barışa ulaşmamız için bu tür kılavuzlardan kurtulmamız gerekiyor. Yannis Ritsos, karanlığı gören, karanlıkta gören bir şairdi. Barışa ulaşmak için karanlıkta görmek gerekir.

Ben de 1 Eylül’de (1936) doğmuşum ki ne mutlu bana!
***
YANNİS RİTSOS – BARIŞ

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında sevdalıların, sevda sözleridir barış.
Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir gülümseme
elinde yemiş dolu bir zembil ve alnında ter tomurcukları
-pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi
akşamüstü eve dönen babadır barış.

Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken ağaçlar diktiğimizde
havan mermilerinin kazdığı çukurlara
yangının kavurduğu yüreklerde ilk tomurcuklarını açarken umut
ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir barış.

Barış yemek kokusudur tüten akşamleyin
arabanın yolda durmasının korkutmadığı
kapı çalınmasının dost demek olduğu
ve pencereyi saat başı açmanın,
renklerinin uzaktaki çanlarıyla gözlerimizin bayram etmesini sağlayan
gökyüzü demek olduğu zamandır barış.

Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır uyanan çocuk önünde.
Başaklar birbirlerine eğilip “İşte, ışık, ışık, ışık!” dedikleri ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır barış.
Hapisaneler onarılıp kitaplıklar yapıldığı zaman
eşikten eşiğe bir türkü yükseldiği zaman geceleyin,
cumartesi akşamlan mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş
bir işçi gibi baharda ay buluttan çıktığı zamandır barış.

Geçmiş gün yitirilmiş bir gün olmadığı
sevinç yapraklarını akşamın içine salan bir kök
ve kazanılmış bir gün, hak edilen bir uyku olduğu zaman
acıyı kovmak için zamanın dört bir bucağından
güneşin hemen ayakkabılarını bağladığını duyduğun zamandır barış.

Barış ışınlar demetidir yaz ovalarında
iyilik alfabesidir tanın dizlerinde.
Kardeşim” dediğin – “Yarın kuracağız” dediğin zaman
kuracağız dediğimizi kurunca türkü çağırdığımız zamandır barış.

Ölüm yüreklerde az yer kapladığı
ve güvenli parmaklarla mutluluğu gösterdiği zaman bacalar,
ikindi vaktinin büyük karanfilini ozan ve proleter aynı şekilde kokladığı zamandır barış.

İnsanların sıkışan elleridir barış
dünyanın masasındaki ekmektir
gülümsemesidir annenin.
Budur yalnızca.
Başka bir şey değildir barış.
Ve toprakta derin karıklar açan sabahlar tek bir sözcük yazarlar:
Barış. Başka bir şey değil.
Barış.
Dizelerimin rayları üzerinde buğday ve güller yüklenmiş
geleceğe doğru yol alan trendir barış.

Kardeşlerim,
barış içinde derin derin soluk alıyor tüm dünya bütün düşleriyle.
Verin elinizi kardeşlerim, işte budur barış.
===============================

“Yurtta barış, Dünyada barış…”
“Bir milletin yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

10 Kasım 2018

10 Kasım 2018

Özdemir İnce
Cumhuriyet,
11.10.18

Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 tarihinde Avrupa ülkelerini kimlerin yönettiğini bir anımsayalım: Hitler (Almanya), Mussolini (İtalya), Salazar (Portekiz), General Franko (İspanya), Stalin (S.S.C.B.), Amiral Horty (Macaristan). Komünist Stalin dışındakilerin tamamı faşist diktatördü. 
Dönemin Avrupasında, Fransa ve İngiltere dışında, Türkiye’den daha özgürlükçü anlayışla yönetilen bir başka ülke yoktur. Örneğin, Romanya’da 1920’lerde başlayan faşist Demir Muhafızlar hareketi 30’ların sonunda Antonescu diktatörlüğünü hazırlayacaktır. 
Günümüzde bütün ayrılıkçı ve bölücülerin koruyucusu olan İsveç’te 1930’larda halk ve yönetim Nazi yandaşıydı. Nitekim, İsveç bu Nazi sevgisi yüzünden, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordularının Norveç’i istila etmesi için sınırlarını açmış ve istilaya yardımcı olmuştur.
***
10 Kasım 1938’den sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkan Mao, Nâsır, Peron gibi diktatörler, Çin, Mısır ve Arjantin halklarına kan kusturdular. Bütün Asya, Güney ve Orta Amerika, Ortadoğu günümüze dek diktatörler tarafından yönetildi. 
2000’lerin dünya jandarması ABD’nin 30’lardaki yönetim biçimi Başkanlık demokrasisidir, ama bu demokraside siyahların taa 1980’lere dek neredeyse yaşama hakkı bulunmamaktadır.
***
19 Mayıs 1919 ile 10 Kasım 1938  arasında önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, daha sonra Cumhuriyet’in yazgısının yönlendiricisi olan Atatürk bu diktatörlerin hiçbirine benzemez. Çünkü O, padişah ve halife olmak olanağı varken, demokrasiye giden yolda yürümeyi seçmiştir. Hiç kimse, entelektüel ukalalığına sığınarak, ona “Aydınlanmış Diktatör” de diyemez. Çünkü o, 1924 Anayasası hazırlanırken Cumhurbaşkanı’na veto ve Meclis’i fesih yetkisi verilmesine (ulusal egemenliği örselediği için) karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ile Şükrü Saracoğlu’nun gerekçelerini haklı bulan bir demokrattır. Sonuçta, Cumhurbaşkanı’na bu yetki verilmedi. Şimdi, Erdoğan’ın böyle bir yetkisi var.
***
Atatürk döneminde, bu iki muhalefet partisinin kapatılması günümüz “Yetmez ama evet”çileri tarafından eleştirilmektedir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirenler, bunların laiklik karşıtı oldukları, irtica ile sıcak ilişkiler kurdukları için kapatıldıklarını dikkate almamaktadırlar. Aynı gerekçe ile günümüzde de partilerin kapatıldığı düşünülürse dönem iyi anlaşılabilir. Özellikle de bir ayak oyunu ile kapatılmayan AKP’nin kurduğu tek adam rejimi…
***
Atatürk, demokrasinin temeli ve harcı olan eğitimi ve hukuku laikleştirerek laik devleti kurmuş, 20. yüzyılın en büyük uygarlık devrimlerini yapmış bir devlet adamı. Ardından gelen İnönü siyasal partilerin kurulmasının önünü açarak parlamenter demokrasiyi başlatmış… 
Nâsır’ların, Saddam’ların, Kaddafi’lerin çıktığı Müslüman âleminin karşısında evrensel düzeyde, çağının çağdaşı bir önder. Toplumsal ve kültürel tasarım ve uygulamalarıyla 20. yüzyılın en başarılı önderleri. Tarih mahkemesi önünde veremeyeceği bir tek hesap yok… Buna karşın, gerçek Cumhuriyetçi ve demokrat Ahmet Necdet Sezer dışında, Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve ötekiler aynı mahkeme önünde zor hesap verirler…
***
Türkiye, R.T. Erdoğan sayesinde “Başyücelik” rejimine ulaştı. Bu büyük başarıda (!) Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve Çiller gibi sağın temsilcileri var. İkisi Atatürk’ün çalışma arkadaşı idi; ötekiler Cumhuriyet’in okullarında okumuşlardı. 
Bugün, kimi Avrupa ülkelerini 1938’de ezen rejime benzer bir düzende yaşamaktayız.

Şu feleğin işine bak!

HER ŞEY CEHALETTEN   

HER ŞEY CEHALETTEN   

Konuk yazar :
Prof. Dr. Coşkun Özdemir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sayın okur kızma bana, bu sözcüğü kullanmaktan çekiniyoruz.Ama Doğan Kuban, Yılmaz Özdil, Özdemir İnce, Bekir Coşkun cehaletimizin  çok çarpıcı  örneklerini  veriyorlar. Ben de onlardan ilham alıp annelerin 700’üncü kez toplanacakları bu günde rahip sorunu ve ekonomik kriz sürerken bu yazıya oturdum.

Toplum bunalımdan bunalıma sürükleniyor. Televizyonda ardı ardına felaket haberleri trafik kazalarında ölü sayısının 107’ye vardığını bildiriyor. Erzincan’da iki araba çarpışmış 3’ü çocuk 7 ölü. Trafik kurallarına uymayı bilmiyoruz. Akşam saatleri yürüyüşe çıkıyorum. Yaya geçitlerinde bir tek araba yol vermiyor. Bir yabancı, “siz bunları birkaç kişiyi birden haklamak için yapmışsınız” diyor. Metroda engelli ve yaşlılar için yapılan asansörleri kullanmayı da bilmiyoruz. Her gün kadın cinayetleri okuyoruz. Her gün çocuklarını öldüren, intihar eden, balkondan atlayan… Kaybolan yüzlerce çocuk. Bazılarının cesedi bulunuyor.

Anasını babasını öldürenler, ayrıldığı karısına 28 bıçaklı ölümü reva gören erkek oğlu erkekler.. Denizde boğulanlar, rekor düzeyde işçi kaza ve ölümleri. En çok sigara içiyor, en çok cep telefonu kullanıyor, en çok televizyon seyrediyor, en çok kadın öldürüyoruz.

Yolsuzlukta en önlerde olduğumuza kuşku yok. Şu üniversite sınavları sonuçlarına bakın; onbinlerce çocuk sıfır çekiyor. Kadına saygı, kadına eşitlik tanımak bilmediğimiz şeylerden. Türk erkeği kadından itaat bekliyor. Çünkü erkeğe itaat, kadının ibadetidir. Buna inanıyor. Hoşgörü, anlayış, esneklik, sabırla çözüm aramak bilmediğimiz şeylerden. Karı-koca tartışmalarının cinayetle sonuçlanması bundan. Kadın yalnız sokağa çıkmasın, sesli gülmesin, hele kahkaha maazallah, nişanlılar el ele tutuşmasın (Diyanet’ten!).

Doğu ve Güneydoğuda töre cinayetleri süregeliyor. Bilenler Anadolu’da ensestin oldukça yaygın olduğunu yazıyor. Müziğin her türlüsü günahtır. Örtünmeyen kadın fuhuşu davet eder (ilahiyat profesörleri!)..

  • Hele şu Fetoculuğa kapılan yargıç ve generallere diyecek bir şey bulamıyorum.
    Havsalam almıyor. Çetin Altan havsalayı genişletin derdi. Hangi ortamda yetişti bunlar?

Göz zinasından ötürü kadın meslekdaşlarının yüzüne bakamazlarmış. Görüyor musunuz en yaşamsal kararlara imza atan yüksek yargıçlarımızı.?

Kadına saygıyı, eşitliği Atatürkle öğrendik.

Daha doğrusu öğrenmeye çalıştık. Ama Atatürk 100 yıl yaşayamadı. O mucizeyi çabuk yitirdik. O’nun ardından yobazlar, dini – islamı saptıranlar yönetimde hatırı sayılır bir yer kazandılar (Yaşar Nuri de çabuk gitti!) Neo-emperyalizm bundan büyük yarar sağladı.

  • Aydınlanmacı bir eğitimin önünü kestiler.
  • Köy enstitülerini, halkevlerini kapattılar.

    Ey Türkiyeyi yönetenler!   

    Ey Erdoğan, ey Bahçeli, ey Kılıçdaroğlu, ey Akşener..
    Ey Türkiye’nin  güçlü ayrıcalıklı insanları, işçi örgütleri, eğitimciler, psikolog   ve sosyologlar, yurdunu ve halkını sevenler, birçok olumsuzluğun nedeni olan temeldeki yozlaşmayı, bozukluğu, cehaleti yadsımadan halkımızın eğitim, aydınlanma, bilinçlenme yoksunluğunu hep birlikte göz ardı etmeden, illüzyona başvurmadan, bir çare bir çözüm aramalıyız.

    Kadın gayri  meşru çocuğunu boğuyor, intihar etmek istiyor yapamıyor. Bu ve benzeri sayısız dramları görüyor musunuz? Yazıktır insanlarımıza. İyi düşünelim, hapislerle, idamlarla hiçbir şey düzelmez. Bu iyice hasta, sağlıksız toplumun kurbanları bunlar. Yüzbinlerce, milyonlarca. Hamasetle, övünmelerle gerçeği değiştiremeyiz. Çok ama çok acı sayısız dram yaşanıyor bu ülkede.

    Demokrasiyi de bu koşullarda beceremiyoruz.

  • Hayır ayni gemide değiliz!

    Ülkede 505 hapishanemiz var. 3 bin çocuk (intihar edenler var!) ve 150 bebek hapiste. Bölünmüş, kutuplaşmış bir toplumuz.

    Gerçekleri görüp hep birlikte rasyonel çareler aramalıyız. Tez elden gecikmeden.
    =================================
    Dostlar,

    Sn. Prof. Dr. Coşkun Özdemir‘i sitemiz okurları tanıyorlar sanıyoruz.
    Bizim İstanbul Tıp Fakültesinden hocamız.
    Sonra yurtsever eylemlerde (örn. Silivri ziyaretlerinde, Uğur Mumcu anmalarında) dava arkadaşımız..

    Geçtiğimiz günlerde cep telefonuna bir what’s up iletisi yolladık. Sağlık Hukuku alanında tamamladığımız Yüksek Lisans (Master) tezimizin power point yansılarının web sitemizden indirilebilmesi için erişke (link) idi. Hocamız cepten aradı, görüşemedik, SMS yolladı, ”adını görüyorum ama bir şey açamıyorum!’‘ diye. Az önce kendisini aradık ve bilgi sunduk. Çok sevindi ve öğrenmenin yaşı mı olurmuş.. dedi. Bilgisayarında web sitemize girecek ve o erişkeyi tıklayacak.. Olmazsa dosyayı doğrudan yollarız e-ileti adresine..

Prof. Coşkun Özdemir hocamız hala, ülkemizin dertleriyle dertleniyor. Yukarıdaki yazısı da kanıtı.. Bize, 89 yaşında olduğunu, gelecek yıl 22 Mayıs’ta 90. yaşını kutlayacağını söyledi. Biz de O’na dalya (100 yıl) diledik. ”Gelirsin, değil mi?” dedi. Seve seve.. dedik. ”Not et” dedi, ettik.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir, yetkin bir Nöroloji uzmanı olarak, hala, KASDER’de (Kas Hastalıkları Derneği) çok zor durumdaki Kas hastalarına şifa vermeyi sürdürüyor gönüllü derneğinde.. Her yıl kira sözleşmesi bittiğinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ”çık” diyor. Oysa orada karşılıksız bir halk sağlığı hizmeti veriliyor. Belediye yasaları bu tür hizmetlerin verilmesini ve verenlerin desteklenmesini uygun buluyor. Öte yandan, dinci – yandaş vakıf ve derneklere, Erdoğan’ın oğlu Bilal‘in girişimlerine bina bağışlandığını bile okuyoruz basından..

  • Bu ne acımasız, ilkesiz, vicdansız, hukuksuz, etiksiz ve din dışı ayrımcılık ve kin – nefrettir!

Dindar geçinen bir iktidara yakışıyor mu? Neden o binayı simgesel bir kira ile diyelim yılda 1 TL ile kamu yararına hizmet sunan bu Derneğe vermezsiniz? Boya – bakımını yapmazsınız?

Coşkun Özdemir hocamız, Cumhuriyet’in ürünü bir Aydınlanmacı hekimdir.
Bu ülke, Prof. Coşkun Özdemir gibilerin ölçüsüz özverisiyle sırtında ayakta durabilmektedir.
Bu kritik gerçekliği, başta AKP iktidarı olmak üzere herkesin, üstelik gecikmeden kavramasında büyük yarar vardır.

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

Coşkun Özdemir : CEHALET..

C E H A L E T …..

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Başkanı
İstanbul Tıp Fak. Nöroloji Em. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımızdır. 1950’den önce cehalet sözcüğü genelde okuma yazma bilmeyenler için kullanılırdı. Şimdi toplumun sadece okuma yazma değil, bilmesi gereken hiçbir şeyi öğrenmemiş olduğunu gördük. % 90’ı köylü olan halk hiçbir şeyi bilmiyor, yaşadığı dünyayı da tanımıyor. Cumhuriyet 17 yılda bütün Osmanlı tarihinde olduğundan çok çeşitli okul, sanat kurumu açmış, üniversiteleri yeniden kurmuş, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, Köy Enstitülerini açmıştır.”

Bunlar gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’dan alıntıdır. Genel olarak bu sözcüğü hele halkımız için kullanmakta çekingenlik var. Doğan hoca cehalet sözcüğünü cesaretle ve elbette yetki ile kullanıyor. Genellikle bu gerçeği gizliyoruz.

Özdemir İnce’nin iki kitabı var. Cehaletin Rönesansı ve Egemenliğini işleyen çok aydınlatıcı.
O da cesur bir düşünür. TV’lerde halkın bir araya gelip aralarında tartışıp siyasilere çok rasyonel mesajlar verdiğini dinliyorsunuz. Bunlar yapay yakıştırmalar, bir öykü gibi. Gerçekle ilgisi yok, çok yineledim. AKP iktidarının ve yandaşlarının karalayıp kötülediği Cumhuriyetin Atatürk’lü 15 yılı bir mucize gibidir. Bunu yadsımak onu bir enkaz gibi tanımlamak bir gaflettir. Bugün neredeyse İslam dünyasındaki ilk laik cumhuriyetten arta kalanlarla yaşıyor ve bu sayede umudumuzu koruyoruz. Birer aydınlanma odağı Köy Enstitüleri ve Halkevleri haince yok edilmese, çağdaş eğitime darbe vurulmasa idi, Türkiye bugün bambaşka bir yerde olacaktı.

Bakınız DOĞAN KUBAN nasıl devam ediyor:

”Cahillik, politika olarak istismar edilen bir kültürel yoksulluktur. Az gelişmiş bir toplumun politik ortamında kişileri uygarca davranmaya ulaştıracak bir bilinç partilerde de yok. Üniversitelerimizin en iyileri bile yurt dışındaki itibarlarını yitirdiler Bugünkü iktidar çevrelerinde süregelen bir Osmanlı hayranlığı var (C.Ö.) “Biz Osmanlı tarihini çağdaş bir tarafsızlıkla, fakat Türkçe konuşan dünyanın ilk laik cumhuriyetini kurmuş bir İslam toplumu olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunu bir iç kavga tohumu olarak kullanan,
bizim gibi ülkeleri sömürme peşinde olan Batılı emperyalistlerdir.”

Ben bugünkü az gelişmişliğimizde ve çekinmeden söyleyelim cehaletimizde, neredeyse bin yıl önceki İslam toplumundaki akıl ve dogma zıtlaşmasının büyük etkisi olduğu kanısında olanlardanım. İmam-ı Gazali önemli, etkili bir İslam bilgini idi. Ama yazık ki, içtihat kapısı kapanmıştır diye İslam dünyasını özgürlüğe ve felsefeye kapamıştır!? Bunu nasıl başardığını anlamamışımdır. Çünkü İslam dünyasında yüzyıllardır tersine bir potansiyel vardı.

Ben ilk Avrupa’ya çıkışımda Belçikalı bir profesörün “Avicenna’yı okudunuz mu?” sorusu ile karşılaşmıştım. Bilmiyordum, İbni Sina’nın Avrupa’daki adı imiş. Onlar İbni Sina’dan başka İbn-i Haldun, İbn-Rüşt, Farabi, Harezmi okurlarmış. Bunlar İslam yasağını dinlemeyen filozoflar. Yunan klasiklerini Arapçaya tercüme ettirip okuyor, okutuyorlar. Avrupa reform ve Rönesans için onlardan yararlanıyor. Ama Osmanlı onlara uzak kalıyor. Osmanlıda bu felsefecileri eleştiren, onlara karşı çıkan, konuşup, tartışmak eleştirmek doğruyu aramak yanlıştır. İÇTİHAT KAPISI KAPANMIŞTIR diyen İmam Gazali tarafını tutuyor. O’nun TEHAFÜTÜ FELASİFE adlı ünlü bir kitabı var. Bu Osmanlı ile birlikte İslam dünyasının özgür düşünceye, felsefeye kapanışıdır. Bu nedenle bakın DOĞAN hoca ne diyor :

” Abbasilerin Dar-ül Hikma benzeri bir çeviri etkinliği, dünya bilim tarihinde FARABİ gibi filozoflar, İbni Sina gibi bir filozof ve tıp uzmanı, HAREZMİ gibi bir matematikçi, HAYYAM gibi bir şair ve matematikçiyi, Osmanlı toplumu 500 yılda yetiştirememiştir.”

Cumhuriyet %5 okuma yazma bilen, fabrikasız, okulsuz, sanayisiz perişan bir toplum miras aldı. Büyük Atatürk ona inananlarla birlikte bu topluma bu coğrafyaya aklı bilimi, çağdaşlığı, laikliği ve aydınlanmayı getirdi. Büyük bir devrimdir bu. Bunu küçümsemek gaflettir, hıyanettir. O’nu izleyenler bu devrime sadık kalmadılar. Tam tersine eğitimi baltaladılar, Köy Enstitülerini, Halkevlerini yok ettiler. Halkı çağdaş, aydınlanmacı bir eğitimden yoksun bıraktılar. İslamcı bir parti bugün bu yoksunluğun meyvelerini topluyor. Sol adına Atatürkü küçümseyenlerimiz oldu. AKP’den demokrasi bekleyen liberallerimiz, “yetmez ama evet” çilerimiz sonunda bugünlere ulaştık.

Bir devlet adamı, kadınlar sesli gülmesin diyor. Bir başkası hadislerde bütün hastalıkların ipucu vardır diyor. Üniversite hocası müziğin her türlüsü günahtır buyuruyor. Diyanet başkanı nişanlılar el ele tutuşamaz diyor. El zinası, göz zinası üniversitede hakimler arasında, üst makamlarda yaygın. Nerede, hangi zeminde yetişiyor bu milyonlarca Fetocu? Nedir bu Adnan Oktar olayı?

Her gün kadın cinayetleri haberleri alıyoruz. En çok sigarayı biz içiyoruz. En çok işçi ölümleri bizde. En çok yalan haber uydurma, haber bizim medyada. Dövmesi var diye bıçaklanan kadın bizim kadınımız. Sayısız çocuk cinsel tacizi, çocuk kaçırma..

Yanmaz kefen bizde satılıyor çok rağbet var. Türkan Saylan’a “zıbarıp gitti, O’nu cehennemde zebaniler karşılayacak, Atatürkçüleri yanına çağırsın“ diyen bizim kadınımız. Sömürgede dinimizi daha iyi yaşardık.. genç kızlarımız söylüyor. Yunan kazansaydı saltanat, hilafet devam ederdi.. Bu da saray sofrasında oturan dinci tarihçimizden.. “Erkekler sakal bırakmazsa şehvet uyandırır, oğlancılık teşvik edilir” bizim bir din adamının söylemi. Utanç verici şeyler.

Unutulmaz 6-7 Eylül vahşeti (AS: 1955), 2 Temmuz 1993 Madımak faciası cehaletin eserleri değil mi? Sağdan sola yazmayı bilmeyen kendini Müslüman saymasın.. Böylece birisinin kemikleri sızlayacak ve cehennemde bir ait kademeye inecektir. Bir milli irade temsilcisi dindar bu da. En çok, en çeşitli tarikatlar bizde. Birbirine en az güvenen bizim halkımız.

Bütün bunlar bu insan manzaraları cehaletten kaynaklanıyor, Emperyalizm bundan yararlanıyor. Rasyonel (AS: akılcı) düşünceden, bilinçten, aydınlanmadan yoksun insanlar tarafından yaratılıyor bunlar. Tepeden tırnağa bu toplumda yaygın bir patoloji görmemek mümkün değil. Binlerce insan hapiste. Bir gün için yüzlerce tutuklama, yüzlerce göz altı. Binlerce işten atılma, üniversitelerde adeta bir kıyım. Sormaz mısınız? Nasıl bir memleket bu? Her şey normal diyebilir misiniz? Ülkenin yöneticileri her şeyin başkanı reise böyle bir memleket nasıl idare edilir demez mi?

Hapislerle idamlarla olur mu? Bu yaygın patoloji masa üstüne konmaz mı? Bu zeminin bu toprağın ciddi bir hastalık içinde olduğu çok açık değil mi? Bu kabul edilip çare aranmalı değil mi? Hapishaneleri doldurmak Enis Berberoğlu’nu, Osman Kavala’yı, Eren Erdem’i, binlerce üniversite gencini Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutmak vb. adalet midir, kaosa destek midir? Hiç beraber olmadığımız Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan darbeye mi destek verdiler? Cumhuriyet yazarlarını 6-7 yıl hapse mahkum etmek neyin nesi? Bunların gerekçesi hangi vicdan sahibini ikna edebilir?

Derinlemesine bir sosyolojik psikolojik çok yönlü analizlere ihtiyacı var bu toplumun. Bu yazıyı yazarken bir katliam haberi alıyorum.. Bir ailede 5 ölü 4 yaralı, bir katliam. Ne kadar kolay öldürüyor! Hem de 28 kez, 32 kez bıçaklıyor benim insanım! Hastanelerde doktorlara saldırı vukuatı adiyeden (AS: sıradan olay). Bu ülkenin Başkanı ve iktidar partisi önderleri biz hangi koşullarda ardı ardına seçim kazanıyoruz, toplumun hangi kesiminden oy alıyoruz diye düşünmezler mi? Başkanın vurguladığı gibi asil bir halk mı bu?

Bakın iyi bir düşünür ve yazar olan Dr. Erdal Atabek ne diyor :

”Halkımız Erdoğan ve AKP’yi kutsallaştırıyor İktidar kutsallaşmıştır. Oy vermemek günahtır. Peygambere karşı çıkmaktır. Bilinç altı bir şey bu. Kollektif bilinç kolay kolay değişmez. CHP ancak toplumun bilincine seslenebiliyor bilinç altına değil.” Oysa Atatürkçü laik kesim için böyle bir kutsallık yok. Laikliği savunmak için çaba göstermek gibi bir sorumluluk, bir gereklilik düşünmüyor aydın kişi. Sayı üstünlüğü de olmadığı için, bütün seçimlerde yitiren yan.

  • Ne olacak, nereye gidiyoruz?

Yanıtını bilemediğimiz bir soru bu. Kaygılar içinde yaşarken, yaşayanlar hep birlikte görecekler.
Ama yılgınlık ve umutsuzluk yasak!
Aydınlanma için var gücümüzle çalışacağız!
==========================================

Dostlar,

Saygın insan Prof. Dr. Coşkun Özdemir bizim İstanbul Tıp Fakültesin’den hocamızdır. Uğur Mumcu Vakfı‘nda yollarımız kesişmiş ve Vakıf için bir Ulusal Sağlık Politikası raporu hazırlayan çalışma takımı içinde olmuştuk.

Sonra.. Ergenekon kumpas davalarında Silivri tutsaklarını bir ziyaretimizde çadırda dertleşmiştik.. Arada bizi katıldığımız TV programlarını izleyebilirse arar ve kutlar..

Özdemir hoca on yıllardır, Yeşilköy’de çooook mütevazi bir binada, kurucusu olduğu Kas Hastalıkları Derneği‘nde bu zor hastalıklarla boğuşanlara hizmet sunuyor, nitelikli – bilimsel – sevecen – insancıl emeğini akıtıyor.. Dünyanın en ünlülerinden Harvard Tıp Fakültesi’nde çalışmış, çoook başarılı bir Nöroloji hocası Prof. Coşkun Özdemir..

Kas Hastalıkları Derneği binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesinden kiralık. Hemen hemen her yıl bu belediye “çıkın” der ve insanları perişan eder.. Oysa dinci – kinci – yandaş dernek ve vakıflara bu belediye ölçüsüz destek veriyor.. Ne adaletsiz tutum ve ne utandırıcı politika!?

Özdemir hocamız 1929 doğumlu.. 90’ına dayandı ama yüreği hala Ülkemiz – insanımız – Aydınlanma ve ATATÜRK DEVRİMLERİ için çarpmakta..

O’na daha nice üretken yıllar dilerken, ülkemize kattıkları için bin şükran sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Aydın Denen Yaratık

Aydın Denen Yaratık

http://www.abcgazetesi.com/aydin-denen-yaratik-8328yy.htm, 12.02.2018

Bunun en iyi örneklerinden biri Jacques (Lucien) Monod’dur (d. 9 Şubat 1910, Paris – ö. 31 Mayıs 1976, Cannes, Fransa): Fransız biyokimya bilgini. Genlerin enzim bireşimini yönlendirerek hücre metabolizmasını düzenleyişini aydınlatan çalışmalarıyla 1965 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü‘nü François Jacob ve André Lwoff ile paylaşmıştır.

Ayrıca Monod Le Hasard et la nécessité (1970; Rastlantı ve Zorunluluk) adlı uzun denemesinde yaşamın kökeni ve evrim sürecinin olasılıklara dayanan çeşitli imkânların dahilinde oluştuğunu ileri sürdü..

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilere karşı iç direniş kuvvetlerini örgütledi. Gündüzleri Pasteur Enstitüsü’nde bilimsel çalışmalar yapıyor, geceleri işgalcilere karşı savaşıyordu.

  • Ülkemizde Cumhuriyet’e giden yolu, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları, Genç Osmanlılar ve Genç Türkler müstebit padişahlarla ve özellikle de II. Abdülhamid’le boğuşarak, kanları ve canları pahasına açmışlardır. Sağolsunlar!

AKP Genel Başkanı Erdoğan, aydınları ve aydınca tepki göstererek düşüncelerini açıklayan öğretim  elemanlarını ‘zalim’, ‘kapkaranlık’, ‘cahil’, ‘tiksinti verici’, ‘vatan haini’, ‘lümpen’, ‘güruh’, ‘terör örgütünün maşası’, ‘ahlaksız’, ‘mandacı artığı’ ve ‘ruhu kirlenmiş’ sıfatlarıyla tanımlıyor.

Ben kendisini 16-21 Ocak 1986 tarihlerinde Varşova’da düzenlenen “Dünyanın Barışcıl Geleceği İçin Aydınlar Kongresi”ne (“Congrès des Intellectuels pour l’Avenir passifique du monde”) davet edilen 100 dünya aydınından biri [i] olarak tarihin yargısına havale edeceğim. (Pasaport verilmediği için toplantıya katılamadım.

Ama aydınlar konusunda dört yazım var. Okumanızı tavsiye ederim.
=================================
Dostlar,

Sayın Özdemir İnce, Türkiye’mizin yüzakı aydınlarındandır. 82. yaşını sürmektedir..
Kendisini saygı ve Aydınlanmaya yürekli – nitelikli – yetkin katkıları için şükranla selamlıyoruz.

Kendisini, ülkemizi yurt dışında ehliyetle temsil olanağından pasaport vermeyerek alıkoyanları kınıyoruz.

Aydınlar konusundaki 4 yazısını aşağıda word dosyası olarak ekliyoruz.. Biz de okunmasını dileriz. Doğallıkla İnce’yi okuyup anlayabilmek de belli bir birikim, zihinsel olgunluk.. gerektiriyor..

4_makale_AYDINLAR_hakkinda_Ozdemir_Ince

Sevgi ve saygı ile. 13 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” nicedür?


Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” nicedür?

Sayın Özdemir İnce, çok yönlü kişiliği olan derin birikimli bir yazardır.
Yanılmıyorsak Fransızca öğretmenliği ile eğitim ordusunda da görev yapmıştır.

“AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” başlıklı makalesini
(AYDINLIK, 24.9.13), sorunun süregelmesi nedeniyle,
biraz gecikmeyle de olsa yanıtlayarak bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz.

Konu; kimi Cemaatçı akademisyenlerin “imece” (!?) yöntemiyle bolca bilimsel yayın üretmeleri ve özel oluşturulmuş jüriler eliyle akademik derece almaları
(Doçent, Profesör), kadrolara atanmaları..

Dahası da var : Bilimsel yayınlara katkı vermeden adını koymak 2 taraf için de
(koyan ve koyduran) etik dışı olmanın ötesinde resmi evrakta sahtecilik suçudur.
Hatta jüriye yönelik nitelikli dolandırıcılıktır.

Kimi adayların, dosyalarında yer alan yayınların bir bölümüne ad koyduracak düzeyde bilimsel katkı vermeleri maddeten olanaksızıdır.. Moda deyimle yaşamın olağan akışına uygun değildir.. Özellikle farklı kentlerde oturanların.. Konu yargıya taşındığında; verilen (?!) bilimsel katkının türü, zamanı, yeri, miktarı, içeriği vb. kanıtlanması son derece zordur ve dolayısıyla gerçek dışıdır (fiktiftir). Haksız ikramdır, ulufedir, lütuftur ve geleceğe dönük bu kişilere ipotek koyma eylemidir.. Sefil bir davranıştır..

Türk Ceza Yasası karşısında ağır yaptırımları olmak gerekir ve vardır (md. 157-158). Üstelik akademik yükselme – atanma amaçlı bilimsel yayın dosyalarında jüri üyesinin “etik sorun” kanısı ile dosyayı YÖK Etik Kurulu‘na taşıması durumunda genellikle
bu durumdaki “adaylar” korunmakta ve ”etik sorun” kanısını / kuşkusunu belirterek açıklığa kavuşturulmasını isteyen öğretim üyesi aleyhine bumerang gibi
geri döndürülmektedir. İftira atma, kasıtlı geciktirme, özlük hakkı gaspı.. gibi..

Bu kez ilgili öğretim üyesi kendisini kurtarabilme savaşımına girmektedir.
Bu uygulama bilinçli bir yıldırmadır. İşte AKP, darbe anayasası dediği rejimin kurumlarından YÖK’ü böylesine tepe tepe kullanmaktadır.

YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya hazretleri, yurt dışından buyurmuşlar (12.10.13) :

– Artık Üniversitelerde türbanlı bölüm başkanları, dekanlar hatta rektörler olacakmış..
– Türbanı yüzünden ayrılanları üniversiteye geri çağırmaktaymış..

Peki Anayasanın 131. maddesinde yer alan düzenleme
YÖK’e böyle bir yetki tanıyor mu?
YÖK’ün yükseköğretim kurumlarına bu yönde emir ve talimat vermesi olanaklı mı? ;

Üniversite özerkliği ne demektir??

ANAYASA madde 131 – Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim – öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların
kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile Yükseköğretim Kurulu kurulur.

YÖK Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun yönetmelik değişikliği ile kamuda türbanı serbest bırakma eyleminin tümü ile hukuk dışı bir idari işlem olduğuna
hiç değinmemekte. Bu konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararları, Anayasa mad. 153/son uyarınca Yasama – Yürütme – Yargı organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.

  • Anayasa mad. 153/son : Anayasa Mahkemesi kararları (kesindir / ilk fıkra) Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. 
  • Dolayısıyla türbanın kamuda serbest bırakılması,
    Anayasa değişikliği yapılmadan hukuksal olarak olanaksızıdır!

Bu yönde bir Anayasa değişikliğinin yapılıp yapılamayacağı da ayrı bir hukuksal tartışma konusu olmakla birlikte; bir yönetmelikle Anayasa hükmü aşılamayacağına göre, söz konusu yönetmelik değişikliği YOK HÜKMÜNDEDİR..
Mutlak butlan ile sakattır ve bütün sonuçlarıyla (keenlemyekün) geçersizdir.

Hukuksal olarak doğmamış sayılacaktır.
Hukuk normları dikey katmanlanması (hiyerarşisi), Roma hukukundan beri en temel hukuk bilimi ilkelerindendir; Hukuk mekteplerinde (Fakültelerinde) 1. sınıfta Hukuk Başlangıcı ile Anayasa Hukuku derslerinde öğretilir.. Eskiden Roma Hukuku derslerinde de öğretilirdi, kaldırıldı.. (Bu dizelerin yazarı söz konusu dersleri almış ve sınavlarını başarmıştır..)

  • Bu yüzden de kamuda Türban takmak ve takılmasına göz yummak
    hem Anayasa’nın 153. maddesinde vurgulanan “gerçek ve tüzelkişileri bağlar” ibaresi bağlamında hem de Anayasanın kanunsuz emir maddesi bağlamında (md. 137) suçtur.

AKP hükümetinin fiilen ve hatta cebren, de facto eylemidir.
Açıkça Anayasa suçudur.
En azından Anayasa başlangıcı, ilk 3 madde, 10. ve 24. maddelerle 42. ve
174. maddelere aykırıdır.

  • Cumhuriyet Başsavcılığı uyumakta mıdır?

Apaçık, laikliğe karşı “eylemlerin” odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin
oybirliği ile aldığı karar ile onaylanmış bir parti, kör kör gözüm parmağına inatlaşmasıyla Cumhuriyet hukukuna meydan okumaktadır. Yüce Divanlık suçtur!

Bu ülkenin Hukuk Fakülteleri dekanları nerededir?

Türban’ın Kuran’da yeri olmadığını söylemesi gereken
İlahiyat Fakülteleri nerededir?

  • Aziz vatanın bütün kalelerine cebren ve hile ile girilmiş midir??
  • Öyle ise apaçık GENÇLİĞE HİTABE koşulları içindeyiz ve
    BURSA SÖYLEVİ’nin gerekleri boynumuzun borcu olmaktadır..

Sayın Özdemir İnce‘nin bize bu dizeleri yazdıran makalesinin
(AYDINLIK, 24.9.13) başlığını kullanarak bir soru ile bağlayalım :

  • Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” Nicedür?

Sevgi ve saygı ile.
21.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Anadilde eğitim-öğretimin anlamı

Anadilde eğitim-öğretimin anlamı

ÖZDEMİR İNCE

Anadilde eğitimin (ya da öğretimin) ne anlama geldiğini ne yazık ki, koskoca gazete yazıcıları bile bilmiyor. Bunlardan İsmet Berkan’a göre anadilde eğitim-öğretim şu anlama geliyor:

“Ana dilde eğitim konusu, bilen biliyor, bu köşede devamlı savunuluyor.
Ben bazı derslerin isteyenlere Kürtçe verilmesinde, hatta Kürtler için özel ‘Kürt Dili ve Edebiyatı’ gibi ‘Kürt Tarihi’ gibi özel dersler konmasında sayısız yarar görenlerdenim. Ama bir an kabul edelim ki, hükümet ve Milli Eğitim Bakanlığı bu sabah tam da benim önerdiğim cinsten bir ana dilde eğitimi kabul etti. Böyle olsa bile ana dilde eğitimin gerçek anlamda başlamasının en az beş yıl sonra olabileceğini bilmeliyiz.
Öyle ya, ders kitapları yazılacak, öğretmenler yetiştirilecek… Bunlar bir günde olmaz.” (Hürriyet, 27.10.2012)

Hangi hak?

“Öğrenmek Hakkı” ile “Öğretim Hakkı” lütfen karıştırılmasın.
Bütün maraz bu iki kavramı birbirine karıştırmaktan kaynaklanıyor.

Anadilde öğretim hakkı için açlık grevi yapanlara İsmet Berkan’ın formülünü götürün, kabul etmeyeceklerdir. Çünkü anadilde öğretim sisteminde, eğitim ve öğretim, anaokulundan başlayarak bütün öğrenim sürecini (okul öncesi, ilk, orta, yüksek) kapsar. Ne var ki anayasanın 42. maddesine göre Türkiye’de “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Ayrıca Türkiye’nin üniter bir devlet olduğu da unutulmasın!

Açlık grevi yapanlar, anlamını bilerek “Anadilde Öğretim Hakkı” istiyorlarsa, bu isteklerinin yerine gelmesi için Türkiye’nin üniter yapısının değişmesi, üniter devletin yerine bir federal devlet kurulması gerekmektedir. “Demokratik özerklik” yapısı içinde bile grevcilerin isteğinin karşılanması pek mümkün olmayabilir.

Ne yapalım ki devletler hukuku böyle, evrensel hukuk böyle: Devlet yapısı değişmeden eğitim-öğretim öğretim sistemi değişemez. Anadilde eğitim ve öğretimin gerçekleşmesi için sistemin uygulanacağı toplumun (topluluğun) coğrafi sınırlarının belirlenmesi gerekir. Ülkenin belli yerlerinde Kürtçe konuşan vatandaşların fazla sayıda olması onlara anadilde eğitim-öğretim hakkı getirmez. Olsa olsa, 2000 yılı Türkiye için AB Katılım Ortaklığı Belgesi’ne göre bir “kültürel hak” olarak Kürtçe öğrenebilirler ki, bu durumda, İsmet Berkan’ın önerisi kısmen uygulanabilir.

Eski yazılar

Hürriyet gazetesinde, devletin resmî dili ve anadil konulu ilk yazım 1 Nisan 2001 tarihinde yayınlanmış. “Devletin Resmî Dili” başlıklı bu yazı Pazar Yazıları (Gendaş Yayınları, 2002) adlı kitabımda yer alıyor. Yazıda, “Anadilde öğretim” ile AB’nin 2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde işaret edilen “Kültürel hakların kullanılması” arasındaki farkı anlamayanlara anlatıyordum.

Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Kürtçe Eğitim?” (03.02.02) ve “Bir Örnek: İspanya” (07.07.02) başlıklı yazılarımı gene Pazar Yazıları” da okuyabilirsiniz.

Daha sonra Hürriyet Avrupa’da “Kendal Nezan’ın Kantarı” (07-19 Ocak 2005) adlı 6 yazı yayınladım. Gene Hürriyet gazetesinde “Ismarlama Yazar” (23.02.05) başlıklı yazı var. Bu, sözünü ettiğim yazıları Fesatlar Sarmalında Türkiye (Remzi Kitabevi, 2007) adlı kitabımda okuyabilirsiniz.

Son olarak Direnen Cumhuriyet (Destek Yayınevi, 2010) adlı kitabımda şu yazılar yer alıyor: “Cumhuriyet Limited Şirketi (Hürriyet, 20.06.09), “Anadilde Öğretim Mayını” (Hürriyet, 09.08.09) ve 15 yazılık “Kürtçülük Sorununun Tersi ve Yüzü” (Hürriyet, 02.09.2009-27.09.2009).

Ek olarak: “Anadilde Eğitim-Öğretim Çıkmazı” (Hürriyet, 21.10.2008) adlı yazım.

Bu yazıların hepsinde, bireylere ait olan “Anadili Özgürce Öğrenme Hakkı” ile devlete (kamuya) ait olan “Anadilde Öğretim Hakkı”nın ne anlama geldiklerini ve aralarındaki farkı anlattım.

Bunun ardından, Anadilde Öğretim hakkı ve uygulanmasının siyasal anlamını açıkladım. Şimdi bir kez daha açıklayacağım ama öğrenmesi gerekenler gene öğrenmeyecekler:

Çıkmazın çıkmazı

Diyelim ki yasalar elveriyor ve Diyarbakır’da ana dilde öğretim uygulanıyor. Demek ki bütün dersler Kürt dilinde yapılacak. Öğrenciler T.C. vatandaşı olduklarına göre Türkçe de öğrenecekler. Diyelim ki bir öğrenci Kürtçe öğrenim yapılan okuldan lise diploması aldı. Üniversiteye giriş sınavlarına girecek ama bütün sözcük ve derslerle ilgili terminolojinin Türkçesini bilmek zorunda. Şimdi bile zorluk çeken öğrenci böyle bir sınavda başarılı olabilir mi? Ha o zaman, (mümkün değil ama) üniversitenin Kürt dilinde olması istenecektir: Kürt dilinde hukuk, siyaset bilim, ekonomi, tıp, mühendislik, fizik, kimya, biyoloji, uluslar arası ilişkiler… Diyelim ki öğrenci Kürtçe öğrenim gördüğü fakülteyi bitirdi. Resmi dili Türkçe olan Türkiye’de hangi alanda iş bulup çalışacak?

Size işi kolaylaştıracak iki formül vereceğim:

1. Kültürel hak olan “Ana dili öğrenme hakkı” bireye aittir, evrenseldir.

2. Siyasal hak olan “Ana dilde öğretim hakkı” kamuya aittir ve bu hak sadece özerk devlette, federal devlette ve bağımsız devlette vardır. Kürtler en azından federe bir devlet kurarlarsa eğitim ve öğretimi Kuzey Irak’ta olduğu gibi istedikleri dilde (Kürtçe, İngilizce, Arapça ve Türkçe) yapabilirler.

***

Bu kaos ortamında görüşmenin yapılabilmesi, anlaşmanın olabilmesi için ilkin konuyla ilgili sözcük ve kavramların, kısacası terminolojinin ortak olması gerekli ve zorunlu.

Siyasal bağlamda özerklik ya da federasyon isteyenler neden anadilde öğrenim hakkını hemen masaya koyuyorlar? Önce özerklik ya da federe devlet olma hakkını al,
sonra istediğin dilde öğretim yaparsın.

Açlık grevi yapanların bunları bildiklerinden kuşkum var! (AYDINLIK, 13.11.12)