Etiket arşivi: Misak-ı milli

ADD’den basına ve kamuoyuna : YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

BASINA VE KAMUOYUNA : 

YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

Vatanımızın kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerimizin mimarı, değişmez önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan bedensel olarak ayrılışının 84. yılında saygı, minnet, özlem ve kararlılıkla anıyoruz.

Ancak Atatürk’ün, O’nu anmamızdan çok, anlamamızı istediğinin farkındayız. Bu farkındalıkla görevimizin; ilke, devrim ve eserlerini koruyup yaşatmak, Türk Ulusunu refaha ulaştırıp çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak, “şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak (ilelebet payidar kılmak) olduğunu biliyoruz.

Özdemir Asaf “Gerçek değer, gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır.” diyor. Atatürk’ü yitirdiğimiz günden bu yana yazık ki, gidişiyle yarattığı büyük boşluğu dolduramadık.

Kimileri O’nun ışıklı yolunda yürüdüğünü söylerken kimileri de büyük görünecekleri zannıyla ilkelerine, devrimlerine, eserlerine, kişiliğine, aziz anısına pervasızca saldırdılar. Her saldırı, saldıranları küçültürken Atatürk’ü daha da büyüterek ulusu birleştirdi. Kimi aymazlar ise, halk düşmanı politikalarını Atatürk maskesiyle gizlemeye çalıştılar. Ancak, Atatürk gibi giyinmek, O’nun gibi tren pencerelerinde poz vermek vb. zavallı girişimleri, Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Aydınlanma Devrimlerine ağır darbeler indiren bu gibilerin maskelerini daha kolay düşürdü.

HER KOŞULDA MECLİSE GÜVENEN BAŞKOMUTAN

Atatürk, parlak bir asker olduğu ölçüde, tarihle, özellikle dünya tarihiyle çok ilgili bir kurmaydı. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyor, düşüncelerini olgunlaştırıyordu. Büyük Fransız Devrimi’ni özümsemişti. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin en zorlu cephelerinde başarılar kazanmış, Çanakkale’de adını dünya savaş tarihine yazdırmıştı. Savaştan yenik çıkan Osmanlı ülkesinin emperyalist devletlerce yağmalanmaya başlaması üzerine İstanbul’da kaldığı yaklaşık 6 ay (AS: 13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919), tasarladığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın plan ve kadro hazırlıklarını yaptıktan sonra Samsun’a hareket etmişti. İlk iş olarak dağıtılmış ordu yerine yeni bir ordu kurmaya değil, kurtuluşu yönetecek bir Milli Meclis oluşturmak için kongrelerle milletin azim ve kararını harekete geçirmeye girişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri yanında yurdun her yerinde yerel kongreler yapılmasını sağladı. Bu arada İstanbul’da toplanacak Meclis-i Mebusan’da etkin olabilmek için Erzurum Mebusu seçildi ve arkadaşlarından kendisini Meclis Başkanı seçmelerini istedi. Tıpkı İşgal altındaki İstanbul’da uzun süre çalışamayacağını ve dağıtılacağını öngörerek Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanması gerektiğini söyleyip kabul ettiremediği gibi, dağıtıldığında Ankara’da kurtuluşu örgütleyecek bir meclisi toplantıya çağırma yetkisine sahip olmak amacıyla dillendirdiği bu isteği de gerçekleştirilemedi.

Arkadaşları O’nu meclis Başkanı seçtiremediler ancak, Misak-ı Milli kararlarını kabul ettirmeyi başardılar. Kısa süre sonra öngörüsü gerçekleşti ve Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce 16 Mart 1920 günü basılarak dağıtıldı, mebusların önemli bir kesimi tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Bunun üzerine bir yandan misilleme olarak Yarbay Ravlinson dahil Anadolu’daki birçok İngiliz subayını tutuklatan Mustafa Kemal, bir yandan da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla derhal harekete geçerek Milli Meclis’ini Ankara’da toplamak üzere eksilen mebusların yerine yenilerinin seçilmesini isteyecek, kalan ve yeni seçilen 324 mebusun ulaşım güçlüklerini aşıp Ankara’ya gelebilen 115’i ile de 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açacaktı. Artık kurtuluşun ve savaşın meşruiluk zemini Ulusal Meclis olacak, Milli Mücadele bu meclise dayanılarak yönetilecekti. Yani Atatürk önce Ulusal istencin yansıyacağı meclisi, sonra da savaşacak orduyu örgütlüyor, meclisin adını Büyük Millet Meclisi, ordunun adını da Büyük Millet Meclisi Orduları olarak belirliyordu. Yakın tarihte, Atatürk maskeli sözde askerler demokrasi(!) adına meclis kapatırken Atatürk kutsal savaşını, her türlü muhalefete rağmen Meclise dayanarak kazanacaktı.

ANTİEMPERYALİST – ANTİKAPİTALİST DEVLET ADAMI

Mustafa Kemal Paşa kurtuluşun; ideolojik bir temel, bu ideolojiyi kararlılıkla uygulayacak bir önderlik ve duyurup yayacak bir yayın organı olmadan gerçekleştirilemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’dan itibaren (başlayarak) bir yayın organına sahip olma çabası içine girdi ve 10 Ocak 1920’de Hakimiyet-i Milliye gazetesini çıkardı. Kurtuluşun ve devrimin ideolojisi bu gazetede inşa edilecek, özellikle emperyalizme ve kapitalizme çok net vuruşlar yapılacaktı. Örneğin Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli “Biz, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız.” demeci gazetenin manşetindeydi.

Atatürk, 1935 yılında yapılan CHP 4. Kurultayındaki “Bizim 19 Mayıs 1919’dan bugüne kadar yaptıklarımızın, Türk Devrimi’nin ve yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın esası KEMALİZM prensipleridir” sözleriyle de, ideolojisini tanımlıyor, adını koyuyordu.

EZİLEN ULUSLARIN DA UMUDU 

Mustafa Kemal Paşa salt Türk Ulusunun değil, bütün mazlumlar dünyasının da umudu ve önderiydi. Ulusal Kurtuluş Savaşına başlarken zafere ulaşacağına ne denli inanıyorsa, ezilen ulusların bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacağına da o denli inanıyor, bunu her fırsatta dile getiriyordu.

Daha 1922’de bu davayı gerçekleştirmekle yeni bir tarih yapılacağını duyuruyor ve diyordu ki :

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletleriyle birlikte yürüyeceğinden emindir.”

Keza, Mısır Büyükelçisi ile elçilik bahçesinde sabaha dek süren 27 Mart 1933 tarihli sohbetinde ise şu tarihi sözleri söyleyecekti:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”

300 YILI 15 YILA SIĞDIRAN BÜYÜK DEVRİMCİ

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştırdıktan hemen sonra hızla devrimlere girişti. İlk büyük devrimini zaferin üzerinden 6 hafta geçmeden, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıyla yaptı. Cumhuriyet’in ilanının ardından da, başta Öğretim Birliği Yasası ve Halifeliğin Kaldırılması olmak üzere Kılık Kıyafet Devrimi, Medeni Yasa, Uluslararası Takvim ve Ölçü Birimlerine geçiş, Harf Devrimi, Dil Devrimi, Üniversite Reformu, büyük tarım ve sanayi atılımı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve öbürleri aralıksız sürdü. En önemlisi de, gerçekte 1920’den beri devletin yazılı olmayan temel niteliği olan Laiklik, 1937’de Anayasaya kondu.

15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı dönemine, başka ulusların kan revan içinde yüzyıllara sığdıramadığı devrimleri sığdırdı. Bu devrimlerle çağ atlattığı Ulusunu diline, tarihine, kültürüne kavuşturdu, kula kulluk etmekten kurtarıp özgür yurttaşlar olmalarını sağladı. Devlet yönetiminde namus ve yaraşırlığı (liyakatı), hukuk ve adaleti, akıl ve bilimi egemen kıldı. Bugün zoraki “Mustafa Kemal” deyip, bir türlü “Atatürk” diyemeyenlerin hemen tümünün kabullenemedikleri işte bu “Devrimci Atatürktür.

SAVAŞTIĞI DÜŞMANLAR BİLE SAYGIYLA ANARKEN

Atatürk yaşamı boyunca temel olarak emperyalistler ve piyonları ile savaştı. Yazgılarını emperyalizm ile birleştirmiş dahili bedhahlarla (içte işbirlikçi hainlerle) hem Ulusal Kurtuluş Savaşı hem de devrimler sürecinde mücadele etti. Atatürk’ün yenilgiye uğrattığı emperyalist devletlerin temsilcileri zaferden sonra, sonsuzluğa göçüşünün ardından ve hâlâ büyük önderden saygı ve övgü ile söz eder, Birleşmiş Milletler oybirliği ile doğumunun 100. yılı 1981’i “Atatürk Yılı” olarak kabul ederken, Laik Cumhuriyet düşmanı gericiler her fırsatta Atatürk’e ve mücadelesine hakaret ve saldırılarda bulundular, bulunuyorlar. Bunların “Deccal”, “İki Ayyaş ”, “Keşke Yunan kazansaydı”, “Kafir” ve benzeri pek çok talihsiz ve hadsiz söylemlerine karşın, en önemli rakiplerinden biri olan, istifa etmesine ve siyasal yaşamdan 20 yıl uzak kalmasına neden olduğu Winston Churchill O’nu şu sözlerle uğurlamıştır:

“Savaşta Türkiye’yi kurtaran, savaştan sonra da Türk milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük yitiktir. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye’nin Ata’sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.”

Büyük Zafer’den 12 yıl sonra, 1934’te, Yunanistan başbakanı Eleftherios Venizelos’un Mustafa Kemal Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermesi ise, dünya tarihinde benzeri bir daha kolay kolay görülmeyecek bir olaydır.

Atatürk yalnızca Türk Ulusu için değil, dünyanın dünü, bugünü ve yarını açısından da değeri her geçen gün daha iyi anlaşılan büyük bir önderdir. Saldıranlar cüceleşirken O, yokluğunda büyümekte, tarifsiz özlenmektedir. Milyonlarca yurttaşımızın her fırsatta akın akın Anıtkabir’e koşmaları, komşumuz İran’da kadınların yükselttiği “Tek yol Atatürk” çığlıkları, Irak’tan duyulan “Bir Atatürk’ümüz olmadığı için bu haldeyiz” hayıflanmaları boşuna değildir. O denli ki; her fırsatta Atatürk’e hakaret etmeyi hüner bilenler bile başları sıkıştığında boydan boya Atatürk posterlerinden medet ummak, Lozan’a “Hezimet” deyip Montrö’den bir imza ile çıkılabileceğini söyleyenler, dönüp dolaşıp Lozan’a, Montrö’ye sarılmak, O’nun 86 yıl önceden Karadeniz’i kan gölüne dönmekten, Dünyayı 3. Dünya Savaşına sürüklenmekten kurtaran dehasına şapka çıkarmak zorunda kalmaktadırlar.

ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ !

Değerlerinden, devrimlerinden, birliğinden ve özgüveninden yoksun bırakmak için iç ve dış olumsuz güçlerin onyıllardır elbirliğiyle çabaladıkları Türk Ulusu, hiç kuşkusuz Atatürk’ün akıl ve bilim yolunda aydınlık geleceğine güvenle yürüyecektir.

Atatürk’ü anlamayı, ilke, devrim ve yapıtlarını koruyup yaşatmayı varlık nedeni ve temel görevi sayan Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizin acil gereksinimi olduğunu düşündüğü devlet yönetim anlayışını 23 Nisan 2022’de yayınladığı YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU ile duyurmuştur.

Tarihin en büyük devrimcisi Atatürk’ü;

Aramızdan bedeniyle ayrılışının 84. yılında özlem ve minnetle anarken, O’nun da isteği olduğu inancıyla, bir kez daha siyaset kurumunu Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine yönelmeye, Aziz Milletimizi de bu hedefe sahip çıkmaya çağırıyoruz.

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK ATATÜRK !
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR !

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

TÜRKİYE İÇİN NE YAPMALI?

Prof. Dr. Tolga Yarman
CHP Kurultay Onur Üyesi
 

  • İktidar “şantaj” (kaçınılamayacak baskı) altındadır. Cumhurbaşkanımız’ın hakkında ABD Temsilciler Meclisi’nde açılmış bulunan “mal varlığı soruşturması” bunun baş bir göstergesidir. Şantajın ucu, “Kanal İstanbul”u kazmaya, iktidarın mecbur bırakılmasına kadar varmaktadır.
  • Muhalefet, iktidara, dış baskıyla çanak tutmaktadır. Bunun çok örneği vardır. Bilhassa rejim, 2017’de, “geçersiz” oy pusulaları “geçerli” sayılmak suretiyle değiştirilirken, muhalefet sesini çıkartmamıştır. Cumhurbaşkanı’nın “yüksek öğrenim” görmemiş olması, İstanbul 15. Noterliği’nden diplomanın, “aslı” yerine “suretinin” onaylanmasıyla, iyice sübut bulurken, muhalefet bu konuya, anayasayı ihlâl pahasına, ne 2014’te ne de 2018’de, ses çıkartmamıştır. Buna karşılık söz konusu Noter ve “diplomanın aslına uygunluk onayını ön büroda sağlayan Kâtibe”, Noterler Birliği’nden “ceza” almıştır.
  • İçeride finans kaynaklarımızı tırtıklayan “kara delikler” kocamanlaşmıştır. Mezhebî dürtülerle dünyanın dört bir yanında yapılan, dış harcamaların ardı arkası, gelmemektedir. PKK, acılarımızın merhemi olmadığı bir yana, kaynaklarımızı soğuran diğer bir kara deliktir.
  • Türkiye, bir anlamda yağmalanmaktadır. Hazinemiz soyulmuştur.
  • Türkiye’nin toplumbilimsel fay hatlarından kök alan, laik-antilaik çatışması, aynı bağlamda Türk-Kürt, alevî-sünni ayrışması, dışarıdan, fena halde kaşınmaktadır.
  • “Yeni Osmanlıcılık” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) zemininde kundaklanan “mezhep savaşında”, Türkiye ne yazık ki, ham hayaller içinde, oyuna gelmiştir; taraf olmuştur. Kendi eliyle, dünyada benzeri görülmemiş ve bir tek Kürtçüler’e dokunmamış, müthiş stratejik bir tehcir ve etnik temizlik uzantısında, kendi kucağında, Türkmeni, Arabı, hemen hepsi, mezhebî olarak Şam’dan ayrıştırılmış “sünnisi”, ile, beş milyon Suriyeli’yi, o arada enva-i cins, “taşıma teröristi”, buluvermiştir.
  • Tam da bu amaçla, yargıda demokratişleşme bahanesiyle, 12 Eylül 2010 referandumu yapılmış, “yargı” kafeslenmiştir. Ele geçirilen yargıyla, tek kurşun dahi atılmadan, Silahlı Kuvvetler’in tepesi, “çakma delillerle”, biçilmiştir. Bu suretle, “cemaat unsurları” ordunun tepesine kadar tırmanmıştır; 15 Temmuz 2016 faciasına, bu suretle sebebiyet verilmiştir.
  • Ankara; Güney Sınırımız”la Suriye arasında tesis olunmak istenmiş “Kürtçü Koridor”a, kendi elimizle neden olduğumuzu, idrak etmemizden sonradır ki, buna mani olmaya çalışmıştır. Ancak işte, Türkiye, son toplamda,1980’lerdeki İran-İrak savaşındaki İrak gibi, İran’a karşı, ağızdan yel alsın, Saddamlaştırılmak istenmiştir.
  • Son yirmi yıl; “dincilerden” memlekete hiç bir yarar sağlanamayacağını, göstermiştir. Şu da var ki, onları başımıza, laikofaşistler, Gardrop Atatürkçüleri, samimi inananları küstüren, “görenekten” nasibini alamamış, Cumhuriyet’i anlamamış, Atatürk’ü hiç anlamamış, halka, sanki “anadan doğma onu gütmek için bu dünyaya gelmiş” gibi, tepeden bakan, kibirlerinden geçilmeyen, “sözde ilerici gabiler”, bela etmiştir…
  • Seçmene ve sandığa derin bir saygı içinde ifade ediyorum, iktidarın çok parası vardır, sandığın ise, olağan şekliyle bir fiyatı… İktidarın oylarının düşmesi, sandığın fiyatını yükseltir. Bu fiyat, çok çok, on milyar doları geçmez ki, bu, iktidarın cebinde, “rahat” bulunan bir tutardır. Bu demek olmaktadır ki, çok akılcı, bir o kadar inanç ve coşku dolu bir hareketin öncüsü olamazsak; muhalefet; iktidara, yine ve yeniden, iktidarın sebebiyet verdiği bütün gayrı meşru tasarrufların ayrıca aklanmasına imkan verilecek olarak, altın tepsi içinde yeni ve bu sefer, “süresiz bir iktidar” sunacaktır, ki bu, ulusal soluğumuzu, Allah korusun, tam kesmek üzere, BOP’un günümüzdeki stratejik hedefi dahi olabilir.

Bugün 4 Haziran 2021. Yukarıda, günceldeki temel sorunlarımızı, kavrayabildiğim kadarıyla özetledim. Bu durumda şunları muhakkak yapmalıyız:

  1. Misak-i Milli [Milli Yemin / Kurtuluş Savaşımız’ın Siyasi Çerçevesi (7 Şubat 1920)], o arada, Sevgili Amiral Cem Gürdeniz’in “mavi vatanı” kapsayan, sınırlarımızın dışında ve macera peşinde, hiçbir biçimde koşmamalıyız. Örneğin, önümüze hangi “albenili, ancak amansız bir zoka örten davet” konulursa konulsun, ayıkmalı, “cup” diye Şam’da, Emeviyye Camisinde Cuma Namazı kılma peşinde koşmaktan çıkmalıyız. Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı gibi; Osmanlıyı’yı kurtarmak ya da diriltmek hayalinden çıkıp, en önce ve yalnızca Anayurdumuz’daki dirliğimize kilitlenmeliyiz. Aksi, hem mümkün olmamakta hem de hafsala dışı kaynak kaybına neden olmaktadır. Olsa olsa, avara kasnak gibi boşta enerji tüketmek üzere, başkalarının çevirdiği çarklara hapsolmak demek olmaktadır… Sovyetler Birliği yıkılırken, Rusya’nın, kendini Sovyetler’den çözme sürecinde, yaptığı, tam da budur. Bizse, akıntıya karşı kürek çekmekteyiz. Buradan çıkmak ve en önce yurdumuzun dirliğini ihya etmek zorundayız.
  2. Bu kıstas, aynı zamanda, “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” ilkesiyle eşdeğerdir. Yani, bizim kimsenin topraklarından gözümüz yoktur, aynı bağlamada tek bir karış toprağımıza göz dikenin, anasından emdiği sütü, kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki, burnundan getiririz…
  • “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” koşulunun baş yaptırımı, yurtta sosyal adaletin ve gelir dağılımında gerçekçi bir eşitliğin sağlanmasına omuz vermektir… Aynı bağlamda, Karadeniz Bölgemiz’le Güneydoğumuz’u, Batı İllerimiz’le Doğu İllerimiz’i, “ilerici göçer dinamiklerle”, “ilerici yerleşik dinamikleri”, sarmaştırmaktır… Giderek, toplumbilimsel yarılmaların kanamasına, son vermektir. Bunların başında, laik-antilaik çatışmasının çözümlenmesi ve buradaki açmazların giderilmesine dönük öğretinin oluşturulması ve ulusumuza anlatılması gelir…
  • “Cumhuriyetimiz” için binlerce kitap yazılmıştır. Daha binlercesi yazılacaktır. Cumhuriyet’i, hele günümüzde, gençlere anlatabilmek üzere, kestirmeden, şu iki temel anlayışla tasvir etmeyi dilerim:

1)    Cumhuriyet; “yönetimde akıl” demektir, ki, bu düstur TBMM alnına, “Hakimiyet Kayıtsız, Şartsız Milletindir”, şeklinde kazınmıştır. Ne padişah vardır, ne halife-i ru-yi zemin (Yeryüzü’nde, “Yaratıcı” adına yönetim eyleyecek vekil); ne kul vardır, ne teba…  Bir tek Millet’in şuuru ve iradesi vardır. Hakimiyet O’nundur.
2)  Cumhuriyet, aynı  bağlamda, “inançta akıl” demektir, ki bu düstur, “laiklikte”, vücut bulur. “İnançta akıl”, en önce, “inanç barışı” ve “inanç özgürlüğü” demektir. Aynı bağlamda,  “Diyanet İşleri Başkanlığı bir Cumhuriyet Kurumu’dur” ve “Cumhuriyet’in laikliği”, ilk şıkta, “yönetim anlayışımız” çerçevesinde dile gelenler yanı sıra, “inancımızda, nakilden evvel, akıl”, demektir. Cumhuriyet’in laikliği, kestirmeden söylersek, demek ki, her şekilde, yönetimde ya da inançta “akıl”, demektir. Başka bir deyişle Cumhuriyet’in inançla bir sorunu yoktur, güya inanç adına “dediğim dedik”, diyen tartışmayı, sorgulamayı dışarlayan, kafasını belli bir “şekle” mengenelemiş dayatmacıyla, yobazlıkla, hurafeyle, sorunu vardır.

O kadar böyledir ki, Çanakkale Savaşları’ndan, giderek Kurtuluş Savaşımız’dan, “Allah Allah” nidalarını, giderek “inanç üstünlüğümüzü” çıkartırsanız, geriye pek bir şey kalmaz… Ancak; o savaşların; Gazi’nin ve silah arkadaşlarının üstün dehalarını, tarih bilinçlerini, vatanseverliklerini, cesaretlerini, kahramanlıklarını, hiç utanmadan es geçerek, üstüne üstlük, elbette derin, “anlamı” dahi bilinmeden, bir tek salat-ı tefriciye duası okumak suretiyle kazanıldığını ileriye sürenlerle, ödünsüz mücadelemiz vardır.

Bakın, sabah namazından sonra, Beyazıt Camisinden kendin bilmez bir hırsla çıktıktan sonra, aşağıya Mahmut Paşa Sobacılar Çarşısı’na inip, bir soba borusuna binerek, “deh” deyiverince, Apollo vari Ay’a uçuvereceği hipnozuna kapılmak, ne kadar illetli ise; bıçkının bıçkını bir astronot olarak, her türlü hazırlığını ifa ettikten sonra füze rampasına doğru yola revan olmadan, insanın içini, inanç üstünlüğüyle doldurması, dua ile, misyonuna kilitlenmesi, tam tersine bir o kadar, bu toprakların ulviyetine yaraşır bir davranıştır.

  • Cumhuriyet, demek ki, yönetimde ve inançta, biat ve nakle karşı, akıl ve akılcılık, giderek özgür irade, demektir. Bunu, baş bir öğreti olarak, yığınlara anlatmalıyız.
  • “Klerikus” (kiliseden maaşlı ceberrut memur) kavramına karşı “layman / laikus” (sokaktati ve birincisinin tahakkümünde yaşamaya baş kaldıran adam) kavramından kök alan “Laiklik” sözcüğünü, Türkçeleştirme tembelliğine ayrıca kapılıp, öylece bırakarak, kuşaktan kuşağa, dil iklimimizde, istismarla olsun çağrıştırdığı olumsuzluklara da sırtımızı dönerek, aktarmaktan çıkamazsak, Cumhuriyet’i kuranların neyi kast ettikleri anlaşılmaz oluyor ve ortalık bağnazlığa, giderek hurafeye kalıyor.Hurafe ile, göreneğin özünü ortaya koyup, yukarıda işaret ettiğim şekliyle geniş cepheli bir mücadele başlatmamız, önem taşıyor… Tam da bu noktada Emperyal İngiliz Muhibi (yalakası) İskilipli Atıflar‘la (ki, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için idam fetvası vermiştir), Kuvva-yı Milliye’nin inanç önderi Börekçizade Rifatlar’ın, birbirlerinden ne kadar ayrı olduklarını anlamamız ve anlatmamız gerekiyor… Yoksa Türkiye “Ilımlı – Ilıman – İslamcılığın” kucağında, emeviyeleşmeye, vahabileşmeye, yozlaşmaya ve taşeronlaşmaya itiliyor. “Laikiz” diye, göreneğin özüne sırtımızı dönmeye kalkarsak, ortalık görenek diye, “işbirlikçi İskilipliler’e” kalıyor… Demek istediğim, budur…Bölgede, petrol ve doğal gaz sömürüsüne, en büyük mâni, Atatürk Cumhuriyeti olduğu için, Cumhuriyetimiz yozlaştırılmak üzere, elden gelen her türlü şer eylem gündeme getirilmiştir. Rejim bunun için değişmiştir. Bölgede mezhep savaşları bunun için körüklenmiştir… Böylesi bir operasyona ne yazık ki, muhalefet, ayrıca alet edilmiştir.

    Dış dayatmalı ve iktidarı olduğu kadar muhalefeti de kapsayan, kurguyu bozmanın yegâne yolu; her cenahtan ilericileri toplayacak tabandaki seçmenle, Cumhurbaşkanı adayımızı belirleyebilmek üzere, “önseçim” gerçekleştirmektir… Bu yönde kamuoyu oluşturulmalıdır…

  • Adaylar belli bir yöntemle örneğin beşe indirgenir, sonra yarıştırılır.
  • Bir rüzgar estirelim… Fikrî zenginlik çağlasın… Coşku olsun, heyecan dorukta olsun… Umutlar kocaman kocaman tomurcuklansın…
  • Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını nasıl tasavvur ediyoruz, anlatalım, görüşlerimizi, önerilerimizi yarıştıralım, onları yan yana koyalım… Dev bir yürek olalım, dev bir erek… Bütün Türkiye ile, bölge ile, dünya ile kucaklaşalım… Barışı kurumsallaştıralım… Seçeceğimiz aday, cumhurbaşkanımız olacaktır… O’nun etrafında kilitlenince Türkiye, enginlere sığmayacak, taşacaktır…Güneş ufuktan şimdi doğar… Gümüş dere durmaz akar… Yürüyelim arkadaşlar!..
    ***
    29 Mayıs Salı İkindi vakti… Üniversite’deki dersimden, Polonezköy tarafından ormanlar içinden geçe geçe geliyorum… Telefonum çaldı, baktım, Sevgili Prof. Övgün Ahmet Ercan… Sevinçle açtım telefonumu… Yavaşladım ama, yol almaktayım… “Türkiye için Ne Yapmalı” Kitap Projesi’ni, anlatıyor Ahmetçim… Fikir soruyor… Dilim döndüğünce söylüyorum… Bir de yazı istedi, kitap için… Heyecan duydum… Yukarıdaki yazı böylece yazıldı. Prof. Ercan’a, şükranlarımı sunuyorum… Türkiye için hep beraberce, bir şey yapacaksak, işte tam da böyle yapacağızdır… Öteki, birbirinden değerli yazarların yazılarını okumak için can atıyorum… Onları ayrı ayrı, şimdiden, kutluyorum… Türkiye için çok şey yapacağız. Allah utandırmasın!
    ***

1963’te Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Üniversite öğrenimini Fransa’da gördü; Institut National des Sciences Appliquées de Lyon Mühendislik Okulu’ndan, 1967’de mezun oldu. “Doktora çalışmasını” ABD’de yaptı; Massachusetts Institute of Technology’den, 1972’de “Bilim Doktoru” ünvanını aldı. İTÜ’de, 1982’de Profesör oldu. CHP kapatıldıktan sonra yerine kurulan Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) (Ankara, 1983), kurucu üyesi oldu… … Binlerce öğrencinin hocası… Pek çok akademik yapıtı, bulunuyor. Yıllarca, birikimleri ile toplumun sorunlarının kesiştiği alt alanlarda, hep ulusumuzu ve insanlığı savundu.

Her biri birbirinden değerli tüm sevgili arkadaşlarıma…

Her biri birbirinden değerli tüm sevgili arkadaşlarıma…

1632 yılında Hezârfen Ahmet Çelebi, kuş kanatlarına benzer aracı kollarına takarak Galata Kulesi’nden kendini boşluğu bıraktıktan ve binlerce yıldır ölümsüzlük ırmağı gibi akan Boğaziçi’ne süzüldükten sonraaa…

Uçan ilk insanın gölgesinin düştüğü,470 yıl Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış olan Şehr-i İstanbul, 13 Kasım 1918’den 6 Ekim 1923 tarihine dek 4 yıl, 10 ay 23 gün süren düşman işgalinde inim inim inlerken…

İşte o Galata Kulesi’nin tepesinde İngiliz bayrağı dalgalanıyordu. (Eminönü’nde İş Bankası Müzesini gezdiğinizde bunları görebilirsiniz)

Bu ahval ve şerait içinde; Vahdettin’den Damat Ferit’e, Mustafa Sabri’den Dürrizâde Abdullah’a ve Ali Kemal’lere kadar emperyalizmin kuklalarının ölüm fetvası – idam fermanı ve hainliklerine karşın Mustafa Kemal dünyanın en haklı ve en hukuklu Milli Mücadelesini başlatarak, elde avuçta hiçbir şey yokken, savaşlarla millet harap ve bitap düşmüşken, hiçbir şeyden koskoca bir ülke inşa etmiştir.

Misak-ı Milli sınırları içinde “Özgürlük ve Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, varsa eğer, Galata Kulesi’nde olduğu gibi bugün semalarımızda; şehitlerimizin kanıyla allanmış, gökyüzünün ay ve yıldızıyla nakışlanmış şanlı bayrağımız dalgalanıyorsa, özgürce nefes alıp verebiliyorsak eğer; bunları Atatürk’e borçluyuz.

Atatürk’ün silah arkadaşı Rauf Orbay’ın;

  • “Şunu itiraf etmeliyiz; eğer hiçbirimiz olmasaydık, Atatürk yapılanı yine yapardı, ama o olmasaydı hiçbirimiz yapamazdık.” dediğini de anımsatmak isterim.

1922 yılında İngiltere Başbakan’ı David LIoyd George;

  • “Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki 20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu ve kader O’nu bizim karşımıza çıkardı. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelirdi?”

diyerek çaresizliğini dile getirmiş ve bu yenilgiden sonra başbakanlıktan istifa etmiştir.

Yunanistan Başbakan’ı Eleftherios Venizelos ise dünya siyasal tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, eski düşmanı olan Atatürk’ü 12 Ocak 1934’te Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir!

Milli mücadele ve çağdaşlaşmanın lideri olması nedeniyle; Atatürk’ün doğumunun 100.yılı şerefine UNESCO 1981 yılını dünyada “ATATÜRK YILI” olarak ilan etmiştir.

Tüm dünya ve dünyanın mazlum milletleri Atatürk’ü örnek alırken, ülkemizde Fesli Kadir ve O’nun ziyaretçilerinin, siyasal islamcıların Atatürk sevgisizliğini ve karşıtlığını çok iyi biliyoruz.

1911 Trablusgarp savaşından 30 Ağustos 1922’ye dek ömrü savaş meydanlarında geçmiş, varını yoğunu ülkesi ve milleti için harcamış, koskoca bir ülke inşa etmiş, büyük bir askeri deha ve devlet adamı olan kurucu liderimize yönelik saygısızlığa benim tahammülüm yok.

Naçiz vücudu elbet toprak olmuştur ama öğütlediği; aklın ve bilimin aydınlık yolunda yürüyen manevi mirasçıları olarak “bir ölüm bu denli mi ölümsüz olur?” diyerek ömrümce Atatürk’üme minnet ve şükran duyarak yaşayacağım.

En içten sevgilerimle…

Dr. Bilal ERMERAK

Bin Yılın Devrimi Yüz Yaşında…

Bin Yılın Devrimi Yüz Yaşında…

Lütfü Kırayoğlu

Bir ulusun, hem de büyük bir ulusun bile tarihinde bin yılda gerçekleşemeyecek, müthiş bir devrimin yüzüncü yılını kutluyoruz.

Türk ulusu 100 yıl önce, bütün olanaksızlıklara, bütün güçlüklere inat, özgür iradesiyle geleceğini kendi ellerine almış, egemenliğin kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirerek zafere yürümüştür. İşgalci emperyalistler yüz yıl önce 23 Nisan 1920 günü kurulan Büyük Millet Meclisi ordularının önünde 2,5 yıldan kısa sürede paramparça olarak tarihlerinin en büyük yenilgisini almışlardır.

Birinci Paylaşım Savaşından yenik çıkan Osmanlı devleti sultanının tam teslimiyet politikaları sonucu 13 Kasım 1918 günü işgalciler Türk yurdunun kalbi İstanbul Boğazına demirledikleri filolarıyla Başkenti teslim almışlardı. İşgal edilen bir ülke genellikle sınırlardan girilerek başkente doğru ele geçirilirken, Türk yurdu Sultanların teslimiyeti ile doğrudan başkentinden teslim alınmıştı.

13 Kasım günü (AS:  1918) cepheden dönerek İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa büyük bir inançla “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER” diyecekti.

Mustafa Kemal Paşa ülkesini kurtarmak için Samsun’a hareket edeceği 16 Mayıs 1919 tarihine dek İstanbul’da kurtuluş planlarını yaparken, işgal altındaki İstanbul yerine, kurtuluşun yönetileceği yeni, devrimci başkentin de hazırlıklarını yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktıktan sonra Anadolu’nun bağrında kongreler toplarken, son Osmanlı Mebusan Meclisi için de seçimler yapılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk, Erzurum Mebusu olarak bu Meclise katılma hakkını elde etmişti. Ancak Paşa, 12 Ocak 1920 günü İstanbul’da toplanacak Meclise katılırsa tutuklanacağını da biliyordu. Bu nedenle İstanbul’a gidecek öbür mebus arkadaşlarından 2 istekte bulundu:

İsteklerden biri Misak-ı Milli kararının Mebusan Meclisinden geçirilmesiydi. Ancak daha önemli ve Mustafa Kemal Paşa’nın ne kadar öngörülü olduğunu kanıtlayan istek, arkadaşlarının kendisini Meclis Başkanı olarak seçtirmesiydi. Mustafa Kemal Paşa işgal altındaki İstanbul’da meclis çalışmalarına uzun süre izin verilmeyeceğini biliyordu. Bu nedenle Anadolu’nun bağrındaki Ankara’da Meclis Başkanı sıfatı ile meclisi yeniden toplantıya çağıracak yetkiye sahip olmak istiyordu. Ne yazık ki arkadaşları Paşa’nın bu isteğini yerine getiremediler.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu öngörüsü kısa sürede gerçekleşti. İngilizler 2 ay sonra 16 Mart 1920 günü son Osmanlı Mebusan Meclisine kanlı bir baskın düzenledi. Pek çok mebusu tutuklayarak Malta adasına sürgün ettiler. Mustafa Kemal Paşa bu işgale karşı 19 Mart 1920 tarihinde illere, bağımsız sancaklara ve kolordu komutanlıklarına gönderdiği bir telgrafla Ankara’da olağanüstü yetkilerle toplanacak bir Meclis için yapılacak seçimlerin usulünü belirleyen 11 maddelik bir genelge düzenlemişti.

Paşa’nın 19 Mart tarihli bu telgrafından yalnızca 35 gün sonra, 23 Nisan 1920 günü Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip Büyük Millet Meclisi ulus iradesinin temsilcisi olarak törenle çalışmaya başlamıştır. Bu bir ulusun tarihinde görülebilecek en büyük devrimlerden biridir.

  • Yetkisini Tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğu söylenen Sultan yerine ulustan almış bir meclis, emperyalizme başkaldırının yanında, bin yıllık saltanata da başkaldırıdır.

Bu devrimci meclis 20 Ocak 1921’de yaptığı yeni anayasaya “Egemenlik Bila Kayd-ı Şart Milletindir” ifadesini koyarak Meclisin duvarına bir daha indirilmemek üzere asmıştır. Bu ifade yüz yıldan bu yana içte ve dışta pek çok kesimi rahatsız etmiş, ne var ki bu devrimci Meclis bütün yoksunluklara, idam fermanlarına karşın zafere ulaşmıştır.

Dünya tarihinde ender görülecek bir büyük asker, Mustafa Kemal Paşa, yurdu işgal altında iken “önce ordu” yerine, “önce Meclis, sonra Ordu” diyecek, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kararları ve onun örgütlediği Türk Ordusu ile zafere ulaşacaktır.
Emperyalistler öbür ezilen uluslara da örnek ve önder olan zaferimizi ve büyük yenilgilerini asla unutmadılar, hazmedemediler.

Bu nedenle, bizim bin yıl sürecek devrimimizi bastırmaya yönelik “bin yılın meydan okuması” adını verdikleri askeri tatbikatlar düzenleyip güzel yurdumuzu yeniden işgal etme hayalleri kurdular.

Ülkemiz bu büyük devrimin yüzüncü yıldönümünü görülmemiş bir coşku ile kutlamaya hazırlanırken, bir salgın hastalıkla boğuşmak zorunda kaldı.

Siyasal iktidarın da yakın zamana dek unutturmaya çalıştığı Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 100. yılında sessiz sedasız ve sokağa çıkma yasağı ile coşku bastırıldı.

Ne yaparlarsa yapsınlar, kaynağını Türk ulusundan alan Ulusal Egemenlik fikri, artık yalnızca Meclisin duvarına değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün

  • “Milli egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur”

sözleriyle Türk ulusunun belleğine de silinmemek üzere kazınmıştır.

Bin yılın devrimi, binlerce yıl daha yaşayacaktır.

LOZAN ANTLAŞMASININ 96. YILI

LOZAN ANTLAŞMASININ 96. YILI

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Değerli arkadaşlar,

Birinci Dünya Savaşından, müttefiki Almanya ile birlikte, yenik çıkan Osmanlı Devletinin “de-facto” bitişinin Belgesi olan Sevres Antlaşması 10.Ağustos.1920 de imzalanmıştı. Müttefik Almanya da daha önce 28 Temmuz.1919’da çok ağır koşullarda Versailles Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı.

Osmanlı Meclisinin Savaş öncesi elinde tuttuğu, “Misak-ı milli” ile gösterilen sınırlar içindeki Topraklarının ancak dörtte bir kadarını Türklere bırakan bu meş’um antlaşmayı Mustafa Kemal ve arkadaşları tanımamışlar….

Ve Anadolu’yu dört bir yandan işgale başlayan İngiliz, Fransız, İtalyan… ve bunların taşeronu Yunan Ordularına karşı amansız bir direniş harekatıyla, milli mücadeleyi başlatmışlardır.

(AS: 1. TBMM Sevr Antlaşmasını tanımamış ve imza koyanları (Osmanlı saltanatını) VATAN HAİNİ ilan etmişti!)

Ulusal Kurtuluş (İstiklal) Savaşı Mustafa Kemal’in 19.Mayıs.1919’da Samsuna çıkışından İzmir’in işgalden kurtuluşu 9.Eylül1922’ye dek sürmüş, Vatanın Kurtuluşunun ardından, 29 Ekim1923’te “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” kurulmuştur. Sevr antlaşması çöpe atılmıştır.

Misak-ı milli ile belirlenmiş toprakların yaklaşık %90’ı kurtarılmıştı. Ülke sınırlarımız da 24 Temmuz.1923’te, çok çetin koşullarda imzalanan Lozan Barış Antlaşmasıyla uluslararası tanınmış oldu.

Misakı Milli içindeki Selanik, Batum, Nahçivan, Musul, Halep, Hatay ve 12 Adalar maalesef Lozan’da sınırlarımız dışında kalmıştı. (Mustafa Kemal’in ömrü yetseydi, büyük olasılıkla Hatay gibi bunları da çözecekti)

Evet, o zamanki ağır koşullar dikkate alındığında Lozan Antlaşması büyük bir diplomatik zaferdir. Başta büyük Atatürk olmak üzere, bu zaferde Lozan heyetimizin başındaki İsmet İnönü‘nün ve de Antlaşmasının gerçekleşmesi için ağırlığını koyan V.I. Lenin‘in emeklerini saygıyla anıyoruz.

Lozan Antlaşmasını akılları sıra “başarısız” bulanların, kötüleyenlerin aslında “Sevr yanlısı” olan, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyenlerin torunları olduklarını da biliyoruz…

Bunlara aldırmadan “it ürür, kervan yürür” diyerek, Mustafa Kemalin eserine, Laik Türkiye Cumhuriyetine, Devrimlerine sahip çıkarak, O’nun gösterdiği yönde, Bilimin ışığında aydınlık yarınlara doğru azimle yürümeye devam edeceğiz.

Sevgilerimle.æ

Fotoğraf açıklaması yok.
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor, müzik enstrümanı çalıyor ve iç mekan

SEVR Antlaşması’nın 94. Yıldönümü…

SEVR Antlaşması’nın 98. Yıldönümü....

Dostlar,

Geçtiğimiz yıl bu gün, son Osmanlı Padişahı Vahdettin‘in onadığı lanetli Sevr Antlaşması’nın 93. yılında sizlerle paylaştığımız dosyayı güncelleyerek sunuyoruz.

Türkiye yangın yeri,, Ekonomi çöktü.. Tek sorumlu AKP = Erdoğan..

Bu gün Sevr’e kimse değin(e)medi dolayısıyla..
Oysa bu gün yaşadığımız 1920’nin Sevr’inin güncel uzantısı gibi değil mi??
Tam bağımsızlığınızı yitirirseniz olacağı budur..

10 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK

=======================
Türkiye’nin 12. CB / Yarıbaşkanı seçimi ne yazık ki ülkemizin gündemini kilitledi.

Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nu resmen bitiren ve anayurt Anadolu’nun bile işgalini öngören bu lanetli Antlaşma’nın unutulmaması ve genç kuşaklara tarih bilinci verecek biçimde sürekli işlenmesi gerek..

SEVR paçavrasını yırtan ulus kahramanlarına, başta önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, 94 yıl sonra bitmeyen bir şükran ve minnetle..

Yeni Osmanlıcıların da aklını başına alması dileğiyle..
Böylesi bir yok edici Antlaşmaya Vahdettin’in onay verdiğini unutmadan..

Bir de, 2. Padişah Orhangazi’dan başlayarak tüm Osmanlı Padişahların eşlerinin, dolayısıyla 3. padişah sonrası padişah analarının Türk olmadığını unutmadan..

Basit ama, anlayana anlamlı bir hesap yapalım :

36. ve son Padişah Vahdettin’in Oğuzların Kayı boyundan genetik kalıtım oranı
(1/2)^34 = 11 milyarda 6’ya düşmektedir. Hala biyolojik – etnik olarak Asya Türkmen genetiğinden söz edilebilir mi? O halde bu “Atalarımız Osmanlılar” ne demektir??

Sevgi ve saygıyla.
11.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

==============================================


SEVR ANTLAŞMASI’nın 93. YILDÖNÜMÜ..

Bu gün, 10 Ağustos 1920’de hain Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahdettin ve
Sadrazamı Damat Ferit’in Sevr Anlaşması’nı Fransa’da bağıtlayışlarının
93. yıldönümü..

1. Dünya Paylaşım Savaşı sonunda 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi ile fiilen çökertilen Osmanlı Devleti, Sevr Antlaşması ile tümüyle parçalanıyor ve hukuksal olarak da ortadan kaldırılıyordu. Türklere, İstanbul dolayı ile Anadolu’nun ortasında Akdeniz ve Ege’ye kapalı küçük bir toprak parçası (280 bin km2, şimdiki topraklarımızın 1/3’ü kadar) bırakılıyordu. Aşağıdaki haritaya bakınız lütfen..

Bu sınırlı toprakların bile Yengin (galip) İtilaf Devletleri gerek görürse (!) işgali
Sevr Antlaşması’na göre olanaklıydı (md. 206).

Bu boğulmaya isyan, zincirleri kırma bağlamında Mustafa Kemal Paşa tarafından
30 Ağustos 1922’de “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” buyruğu ile veriyordu. Ege ve Akdeniz’i bir bütün görerek denizlere açılmak, özgürleşmek, Sevr’i yırtmak için..

İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni birlikleri öz yurdu bile tümüyle işgal ediyordu. Boğazlar uluslararası güce bırakılıyordu. Ordu’nun tank, ağır top, uçak ve gemilerine el konuyor; asker sayısı elli bin ile sınırlanıyordu. Azınlık hakları Türklerin haklarını aşıyordu.

Tam bir aşağılanma, onursuzluk ve tutsaklık hatta Türkleri tarihten yok ediş belgesi idi Sevr!

  • Bir Ulusa topyekun suikast (soykırım!) girişimi!

Atatürk Sevr Antlaşmasıyla ilgili olarak şunları söylemişti SÖYLEV‘inde :

  • “Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak
    yaşama hakkımızı inkar ve ortadan kaldırmaya yönelik olan
    Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir.”

Gazi Mustafa Kemal Paşa ile İnönü, başta dava ve silah arkadaşları ulusumuza öncülük ederek, tarihte benzeri olmayan bir Kurtuluş Savaşı verdiler ve bu uğursuz ihanet belgesini, şanlı İstiklal Savaşımız ile yırtıp attılar. Bize, Lozan Antlaşması ile Ulusal And (Misak-ı Milli) sınırları içindeki bugünkü güzelim yurdumuzu, özgürlüğümüzü ve onurumuzu sağladılar (24 Temmuz 1923).

Bizler; yüce önder ATATÜRK’ün bize armağanı ve kutsal emaneti olan
bağımsız, özgür, demokrat, halkçı, laik ve insan haklarına saygılı, çağdaş
Türkiye Cumhuriyeti’mizi sonsuza dek yaşatacağız.

Tüm Türkiye toplumunu (Atatürk’ün deyimi ile “ahalisini”) bilinç ve kararlılıkla,
varlığımızın özü ve güvencesi olan bu temel değerlere sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Özellikle BOP vb. AB-ABD süreçleriyle sinsice tuzaklanan kimi uluslararası girişimlere karşı son derece uyanık olmak zorundayız. Sözde “Yeni Anayasa”,
dünkü İtilaf Devletleri’nin, günümüzün ise sözde stratejik / trajik müttefiklerinin diplomatik “Yeni Sevr” dayatmasıdır. AB yasama organı AP’nin (Avrupa Parlamentosu), açıkça Sevr’in uygulanmasını isteyen utanmaz istekleri olmuştur
ne yazık ki! Hem de kezlerce..

Ama köprülerin altından çok sular akmıştır.

  • Artık Türkiye halkı uluslaşarak TÜRK MİLLETİ olmuştur

ve bu tür bildik oyunlara gelmeyecek denli deneyimlenmiş, bilinçlenmiştir.

Tarihin “aptallar için tekerrürüne” asla izin vermeyecektir.

Atatürk’ün SÖYLEV’inde vurguladığı üzere;

  • Türk Ulusu’nu tarih sahnesinden silme amaçlı olup, yüzyıllardan beri hazırlanagelen bir “suikast planı” (apaçık SOYKIRIM!) olan meş’um (lanetli) Sevr paçavrasını 

yırtarak bizlere Lozan Antlaşması ile günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukukta adeta tapusunu sunan Anadolu İhtilalcilerini ve Anadolu Aydınlanmacılarını, Türk Devrimi’nin harcını kanları ve canları ile karan tüm şehit ve gazilerimizi
(artık hiçbiri yok galiba!?) sonsuz bir minnetle anıyor; kutsal emanetlerini sonsuza dek tam bağımsız ve dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olarak yaşatacağımıza söz veriyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Bu Sevr haritası ile Lozan’da sağlanan ve Atatürk’ün büyük çabalarıyla 1939’da Hatay’ın anavatana katılımıyla; ayrıca yine Atatürk’ün başarısı 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile tamamlanan günümüz T.C. sınırları (Musul – Kerkük dışında ne yazık ki) Misak-ı Milli karşılaştırıldığında, her şey çok daha net anlaşılacaktır..

Not     : Fransız işgal bölgesi neredeye Karadeniz’e ulaşacak! Niye acaba?
Divriği demir madenlerini de ele geçirmek için!

Hüsnü MAHALLİ : LAMI CİMİ YOK

LAMI CİMİ YOK

portresi

Hüsnü MAHALLİ
YURT Gazetesi
, 27.10.2016

Suriye’ye destek veren İran’ın etkin olduğu Bağdat’a kızan ve başından beri IŞİD, Nusra ve benzeri Sünni örgütlere destek veren bölgenin Sünni iktidarları 9 Haziran 2014’te IŞİD’in Musul ve diğer kentleri işgal etmesinden büyük sevinç duymuştu. Şimdi aynı ülkeler ve özellikle Türkiye Musul’un kurtarılmasına kızıyor.
Gerekçe aynı: Şii İran destekli Şii Irak Ordusu ve Şii gönüllüler Sünni Musul’u Şiileştirecek.
Acayip bir mantık. Geri kalan her şey teferruat.
Yani Musul ile ilgili duyduğunuz ya da okuduğunuz hemen hemen her şey yalan ya da algı operasyonuna dönük. Hızla bakalım:
TSK 24 Ağustos’ta (AS: 2016) başta ÖSO olmak üzere birçok terör örgütüyle Cerablus’a girdi.
Hedef ‘IŞİD’in el-Bab ve PYD’nin Menbiç kasabası’ denildi. IŞİD ve PYD birbirine düşman.
Ankara her ikisinden gıcık alıyor. ABD ve müttefikleri PYD’yi seviyor. Fırsat bu fırsat PYD ve IŞİD orada duruyor. Tam bu sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan’ı tartışmaya açtı. Sonrasında Misak-ı Milli sınırları. Yani ‘Halep ve Musul bizim’ modu. ‘Misak-ı Milli’de Batı Trakya da bizimdi’ ama oradan söz eden yok. Cesaret ister. Varsa yoksa Müslümanlar Müslümanlar’ı kırsın.
Yandaş medyanın palavracı hamaset manşetleri işin ne denli laçka olduğunu yeterince kanıtlıyor. MHP lideri Bahçeli de dünkü grup toplantısında kendini bu hamasete  kaptırmış olacak ki Osmanlı’nın bütün topraklarına talip oldu.
Türkiye içi bu tartışmalar bölge ve dünya medyası ve siyasal çevreleri tarafından şaşkınlıkla izleniyor. Batıda bazı çevreler ve İsrail bu süreçten çok mutlu.
Araplar; Türkler, Acemler, Kürtler, Şiiler, Sünniler, Aleviler, Ezidiler ve diğerleri birbirini kırsın biz de rahat edip zengin olalım modundalar. Bir düşünün bütün dünya IŞİD, Nusra ve benzeri ruh hastası tiplerle uğraşıyor. Emperyalist ülkeler ve onların bölgesel işbirlikçilerinin Alevi Esad’dan kurtulmak için yarattığı canavar yaratıklar. Söylemde değişiklik olabilir ama özünde ideoloji ve amaç aynı.
Bölgenin Sünni kral, emir ve şeyhleri ve onların emrindeki binlerce din adamı ve onların etkisindeki  yüz milyonlarca sosyal medya hesabı bu işten çok memnun. Kafalar, vicdanlar ve ruhlar beton.

Suriye’yi bir yana bırakalım dönelim Musul’a. Irak ve bölge medyasını özetleyerek:
Musul operasyonu henüz başlamadı. Bu operasyon aylarca sürebilir çünkü IŞİD bin kadar intiharcı ile şehri savunmaya hazırlanıyor. Üstelik şehrin bütün köprüleri, yolları ve önemli merkezleri mayınlanmış.

Irak Ordusu belli bir plan çerçevesinde  hazırlıklara ve operasyonlara devam ediyor.
Şii gönüllüler olası tüm gelişmeleri karşılamak üzere birçok bölgede hazır durumda bekliyor.
IŞİD, Musul dışında da etkinliğini sürdürüyor.
Başika’daki Türk askeri iki adet top atışı dışında operasyonlara hiç katılmadı. 
Uçaklar henüz uçmadı. Başika’daki Türk askerinin amacı Musul’da bulunan Türk kökenli iki bin IŞİD’çiyi kurtarmakmış. Başika’yı kuşatan 20 bin kadar Peşmerge’nin yarısı Barzani’ye diğer yarısı Talabani’ye bağlı. Bunlar birbirine güvenmez. TSK Barzani’ye bağlı olanlarla işbirliği yapıyor çünkü her iki taraf PKK ve PYD’ye karşı.
PKK ve PYD Musul’un batısında yani Suriye sınırına yakın bölgelerde güçlü.
Örneğin Mahmur, Duhok, Şangal, Sincar ve Şii Türkmenler’in yaşadığı Telafer çevresinde.
Başka yerlerde de varlar. Örneğin Kerkük bölgesinde.

Musul’dan çok uzakta bulunan Kerkük saldırısını gerçekleştiren 100 kadar intiharcı IŞİD’çinin kente sızması tüm Irak’ta güvenlik sorununun ne denli ciddi olduğunu kanıtlıyor. Bazı Peşmergeler IŞİD ile işbirliği yapmış. Bu durum karşısında şaşkına dönen Irak ordusu ve Peşmerge, İran Devrim Muhafızları komutanlarından Kasım Süleymani’den yardım istedi. Özellikle Halep’te Suriye Ordusu’na da yardım eden Süleymani önceki gece aniden Erbil’e geldi. Yani Mesut Barzani Türk generallere değil İranlılar’a güveniyor. Bunu bilen Tahran Ankara’dan farklı olarak her şeyi yaygarasız sakin bir şekilde izliyor ve attığı her adımdan sonuç alıyor. “Bir zamanlar dünyanın şu kadarı bizimdi..” hiç demiyor!
Örneğin Bağdat merkezli ve Irak, Suriye, Rusya ve İran’ın katıldığı IŞİD’e karşı ortak istihbarat kurulu çok iyi çalışıyor. Musul operasyonu Suriye’de IŞİD, Nusra ve diğer gruplara karşı sürdürülen mücadeleden ayrı düşünülemez.
Suriye’de Alevi Esad’a karşı mücadele eden bu gruplara destek veren uluslararası ve bölgesel ülke ve güçler nasıl olacak da Irak’ta Şii Abadi ve İran düşmanı IŞİD’e ve onun destekleyicileri yerel Sünni aşiretlere karşı savaşacak?
Sorun bir ideoloji sorunudur. IŞİD, Nusra ve diğerleri belki yok edilebilir ama bu anlayış çok geniş tabanlara yayılmıştır. Türkiye’de belki henüz değil ama Müslüman ülkelerin büyük bölümünde bu ideolojik tartışma ve izler çok tehlikeli boyutlarda.
Özetle Musul ve Musul’a bağlı her şey giderek çok daha karmaşık bir hal alıyor. Bu konuyla ilgili olarak çok ilginç  ve bir o kadar tehlikeli hikâyeler anlatılıyor. Türk medyasında bunları anlayacak ve anlatacak hiç kimse yok. Varsa yoksa Lozan, Misak-ı Milli, Osmanlı ve içi boş hamasi söylem ve tartışmalar. Üç ay öncesinde Putin’e söylemediğini bırakmayanlar şimdi onu ‘en büyük Türk dostu’ olarak kendi yandaşlarına takdim ediyor.

Zavallı insanlar hangi söyleme inanacaklarını bilmiyor ya da artık umursamıyor. ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan ne derse doğrudur’ modundalar. Dışarda herkes Erdoğan’ın ne yapacağına bakıyor. Ankara
– Ya  2011 sonrasındaki tüm politikalarından vazgeçer  ve coğrafyamız kurtulur
– Ya da 2011 sonrasında kapıldığı mezhepsel içerikli hilafet ve saltanat hayalleriyle kin, nefret ve kan politikalarına devam eder.
Ya savaştan ya da barıştan yana olacaksınız. Ben olsam barıştan yana olurum. Çünkü benim çağ dışı, ilkel, bağnaz kral, emir ve şeyhlerle çetrefilli ve cukkalı alakam yani ilişkim yok. Çünkü ben ruh hastası, sapık ve katil sürülerini çok iyi tanır ve onların ‘özel ama defolu üretim’ olduklarını bilirim.

Bu işin lamı cimi yok. Hele şakası hiç yok.
Beş yılda yaşananlar ortada. Yetmiyorsa 15 yıl daha alın.
Ama sonunda akrep sizi de sokar. Adamlar dostunuz Fetö’ye de benzemez!
Vallahi de billahi de ben sizi düşünüyorum.
====================================

Çooook teşekkürler değerli yazar Hüsnü Mahalli..
Sabır, sebat ve yüreklilikle acı gerçekleri yazmaya, kamuoyu ve iktidarı aydınlatmaya, uyarmaya devam… Asla boşa değil..

Merhum Levent Kırca‘nın dediği gibi sabırlı olmak ve enerjinizin etkili olmasını beklemek gerek.

Bu son yazınızı yarım saat önce 41 bini aşkın insan internetten okumuştu. Gazeteden okuyanlar da var.. Hiç de fena sayı değil.. Pek çok gazetenin tirajından fazla..

Durmak yok, yola devam.. Çarpıcı gerçekleri kavramak öyle kolay değil. Pek çok ısrarla yinelemek gerek. İnsanın doğası böyle..

Sevgi ve saygı ile.
27 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

KÜRT MESELESİ

KÜRT MESELESİ

“Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu
tavsiye ederim ki:
sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar
çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i aslîyi,
çok iyi tahlil etmek dikkatinden,
bir an dahi feragat etmesin!...”
Mustafa Kemal Atatürk

 
Portresi_gulumseyen

Prof. Dr.. D. Ali ERCAN
Değerli arkadaşlar, 
Kısa süre önce sizlerle paylaştığım bir iletide,
Ülkemizdeki Kürt sorununa ve HDP’nin seçim başarısına değinmiştim. (Kurtler_ve_HDP_Ali_Ercan
Kürt sorunu aslında 100 yıllık bir sorundur.. 1. Dünya savaşında donanmasını petrol gücüyle yürütmek isteyen ve bu nedenle Orta Doğu petrollerine gözünü dikmiş olan İngilizlerin yardım ve desteğini alan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ve “Kürt Azadi Cemiyeti” (Kürdistan Bağımsızlık Komitesi) … gibi İngiliz muhibbi (sempatizanı) dernekleri, Ali Galipleri,
Yusuf Ziyaları, Şeyh Saitleri unutmayalım..  
İstiklal Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde bir düzine Kürt isyanı çıkmıştır.
Bu isyanlarda ölen asker sayısı İstiklal Savaşı sırasında 
(İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ölen asker sayısının yaklaşık 2 katıdır; yani Batı cephesinden çok Doğu cephesinde savaştı Türk Ordusu.
 
1921’de Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken, Koçgiri isyanını başlatan Alişer ve 3 bin silahlı adamı TBMM’ni arkadan vurmak için Tunceli üzerinden Sivas’a doğru ilerliyordu. 1925’te Mustafa Kemal, Petrol zengini bir bölgenin, Musul ve Kerkük bölgesinin Misak-ı Milli‘ye dahil edilmesi için uğraşırken, tüm planları altüst eden Şeyh Sait isyanı baş göstermiştir. Musul’u kurtarmaya gidecek kuvvetler isyanı bastırmak için kullanılınca, fırsat elden kaçmış ve 400 yıldan beri Osmanlı toprağı olan (ve gelecek umutlarını Türkiye’ye bağlamış yüz binlerce Türkmen’in de yaşadığı) bu bölge İngiliz denetiminden kurtarılamamış, topraklarımıza katılamamıştı. (Bkz. Milli Micadele’de İşbirlikçiler; Milli_Mucadelede_ Isbirlikciler_Ali_ERCAN)
 
Mustafa Kemal‘in Cumhuriyet Ordusu, bu isyanları ödün vermeden,
isyanın adına ‘terör’ diyerek sorunu saptırmadan, bütün olanaklar kullanılarak, şiddetle ve kısa sürede bastırmıştır. 1940’lara gelindiğinde, 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Doğu Anadolu’da sınırları güvene almış, asayiş ve sükûnu
tesis etmişti; “Devlete isyan” fikrini kafalardan silerek, tüm yurttaşları kucaklayan bir
Laik Cumhuriyetin eşit Yurttaşları olmak bilincine ulaştırmaya çabalamıştı… Özellikle 1940 sonrasında bölgede kurulan (Pamukpınar, Cılavuz, Erciş, Dicle, Pulur) Köy Enstitülerinin Genç Türkiye’nin çağdaşlık projesine büyük katkıları olmuştur. Her şeye karşın,
Toprak Reformunu gerçekleştiremeyen, Ortaçağ sosyal yapılarını kökünden kazıyamayan Cumhuriyet için bu bölge sürekli sorunlar yumağı olagelmiştir.
Mustafa Kemal‘in ölümünden epey sonra cesaret toplayan Ermeni Diyasporası‘nın faaliyetini, ardından Kürt ayrılıkçı hareketinin başlayışını görüyoruz. 30 yıldır süregelen bu ‘düşük yoğunluklu iç savaş’ Devlet tarafından yaklaşık 10 bin, İsyancılar tarafından yaklaşık 30 bin, toplamda 40 bin insan ölümüne mal olmuştur. Türkiye’nin bu savaş nedeniyle 30 yıllık maddi kaybının ~300 milyar $ olduğu hesaplanıyor. Bu hesaba yalnızca askeri harcamalar değil,
savaş nedeniyle yitirilen üretim, iş gücü vs. tüm ekonomik yitikler de dahildir.
Dolayısıyla 1 ‘teröristin’ * ölümü Türkiye’ye ~10 milyon dolara mal olmuş demektir
Oysa 10 milyon dolara değil bir kişiyi, dağa çıkmış olanların tümünü, -ABD, İsrail, Emperyalizm yaveleri okumadan- Devlete Millete yararlı yurttaşlar haline getirmek
işten bile değildir. Türkiye’nin yıllardan beri nasıl bir Vatan haini işbirlikçiler-acizler-vurdumduymazlar-geri zekalılar-saftirikler koalisyonu tarafından yönetildiği
apaçık görülüyor. 
 
Ve bu yitiklerin insan kaybının, zaman kayının, para kaybının, özetle ‘Ülkenin geleceğinin kaybı’ nın sonu ne zaman gelecek, akan kan ne zaman duracak, bilinmiyor… Görünen o ki; Türkiye’de Devleti yönetenlerin basiretsizliği, öngörüsüzlüğü, beceriksizliği, teknik kadroların yetersizliği, bilgisizliği böyle sürdükçe, başta silah ve petrol tacirleri, uyuşturucu kaçakçıları olmak üzere Bölge bataklığından nemalanabn grupların ve yarattıkları ‘kontrollu kaos’
(AS: denetimli karmaşa) ortamında sömürü düzenini sürdüren emperyal güçlerin planları
tıkır tıkır işleyemeye devam edecek demektir. 30 yıldır bu sorun çözülemedi.
Bu kafa ile çözüme erişileceğini de sanmıyorum.Kaygılarımla… æ
12 Eylül 2015
_____________________

* Aslında bunlara hiç gocunmadan ‘ayrılıkçı, isyancı’ veya ‘gerilla’ demek gerekir;
ama bizim her şeyi bildiğini sanan kimi aklı evvellerimiz, gerillanın özgürlük savaşçısı anlamında “kutsal bir kavram” olduğunu ileri sürerek itiraz edebilirler. Polemiğe girmemek için, ben de terörist diyeyim. Oysa Gerilla hiç de sanıldığı gibi, özel ve kutsal  bir kavram değildir. Gerilla da fırsat bulduğunda terör eylemleri yapar. PKK’nin yıllardır Türkiye’ye karşı yürüttüğü organize savaş, açıkça ayrılıkçı bir isyan hareketidir; istilacı bir yabancı güç olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun düzenli Ordusuna, güvenlik güçlerine karşı yürüttükleri “gayr-i nizami harp” şeklidir, gerilla savaşıdır.
Terör ve terörist diyerek gerçeği görmezden gelmeyelim, kendimizi aldatmayalım.
Halktan geniş çapta destek alan, kadınlı-erkekli sayıları on binlere varan ve 30 yıldır Dünyanın en büyük 10 Ordusundan birine kafa tutan, varlığını inatla sürdüren bir örgüt var karşımızda.
***
Bu arada dikkat ettiniz mi, yukarıda, “…PKK’nin…” dedim; yani PE-KE-KE dedim.
Çünkü bizim alfabemizde KA diye bir harf yoktur.. KE vardır. 29 harfimizin okunuşları
(adları) şöyledir:
 
a, be, ce, çe, de, e, fe, ge, yumuşak ge, he, ı, i, je, ke, le, me, ne, o, ö, pe, re, se, şe, te,
u, ü, ve, ye, ze. 
Dolayısıyla alfabemizde ka, ha, er- aş, eyç, en, ti, vi, şeklinde okunan harfler yoktur..
Ce-Ha-Pe şeklinde söyleyen, Atatürk’ün alfabesini bilmeyen CHP lileri, Te-Ka diye anons
(AS: duyuru) yapan THY personelini (AS: çalışanını) , Pe-Ka-Ka veya Ka-Ka-Te-Ce veya er-aş negatif diyen Türkçe’ye saygısız cahilleri duydukça üzülüyorum. æ
(AS: Biz de Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..)

======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan’a teşekkür ederek ve yazdıklarına katılarak makalesini paylaşıyoruz.
Ayrıca 2 önemli dosya da bu yazının ekleri.. Metin içinde erişkeleri (linkleri) verilmiştir.

– Kürtler ve HDP
– Milli Mücadele’de İşbirlikiler

Sevgi ve saygı ile.
12.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..

TBMM ve Mustafa Kemal

Dostlar,

Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D.Ali ERCAN,
“TBMM ve Mustafa Kemal” başlıklı bir yazı paylaşıyor..
Bu metni, bir tıp hocası olan, Türkiye’nin 1945’te ilk Çalışma Bakanı
ve Başbakanlık da yapmış olan (38. kabine; Kasım 1974 – Mart 1975)
Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak‘tan aktarıyor..
(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)

Gündemimiz öylesine yabanıl (vahşi) biçimde yapay olarak, istendik biçimde
işgal ediliyor ki; gerçekten gereksinimimiz olan konuları konuşup – yazamıyoruz..

Bu kısır döngüyü kıralım ve Sn. Ercan’ın aktarımını aşağıda paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
17.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

TBMM ve Mustafa Kemal

Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak

Ben kimim?

İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.”
Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe göndermek… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi  içinden
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim,
geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.

‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.’
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu:

  • Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum; alevler olarak
    geri dönmelisiniz. (İmza) Mustafa Kemal

Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi istersen gitme, git de çalışma ve dön de bu ülke için canını verme, olacak şey mi? ’ dedim kendi kendime…
Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu Ülke için can verilmez mi?”

Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi
Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü’nü kurdum. Kürsü başkanı oldum.
Daha sonra ülkemin Başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim?

Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ım…

***

“Bu inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini, o dönemi yaşamış,
başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları
ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır.

Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu kadar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan
o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:

A- Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişmek zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B- Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C- Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D- Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, Önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E- O dönemde Yurdun ve Dünyanın durumu ve koşullan;
F- O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).

İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar
gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletilmesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.

ATATÜRK Millet egemenliğini 1907’de tasarladı

Goethe der ki;

“En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.”

Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır.
1923’te gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini
1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz :

O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan İrene Melikof’a şunları söylemiştir :

“- Gün gelecek şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim.
– Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
– Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis (bağdaşık) bir temele dayandırılmalıdır.
Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır.
– Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.
– Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız.
– Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız.
– Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız.
– Latin alfabesi kabul etmeliyiz.
– Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz.
-Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a
ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti.

Mustafa Kemal Paşa, 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit’e
Türkiye’nin bir Cumhuriyet olacağını “millî sır” olarak tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal Paşa, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zik-zak’a yer vermeden düz bir çizgide birleştirmiştir. Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür?
Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:

1- Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. O’na göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir.
Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından başlayarak daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa,
büyük ve tehlikeli bir maceraya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almaktadır.

1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız O’na bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy paşalar da O’nun emrine girmeye hazırdılar.
Fakat O, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan Temsil Heyeti‘nin başına geçti.
Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsil heyetinin başkanı seçildi.
Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün
en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Artık, O, Meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.

2- Mustafa Kemal Paşa’ya göre özgürlüğün de, eşitliğin de, insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda
adlî, askeri, malî, ekonomik ve kültürel, yani istiklâl-i tam (tam bağımsızlık) olmalıydı.
Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.

3- Mustafa Kemal, büyük bir (rasyonel plancı) zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:

Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden memnun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi
o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birliğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi.

Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medreseyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar
imkân vermemiştir. Toplumu yeniliklere hazırladı

4- Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet, kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa bir halk öğretmenidir. Milletimizin asırlarca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen olarak gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini
gereği gibi anlayabilmek için O’nun zihin ve ruh yapısını göz önünde tutmak lâzımdır.

Mustafa Kemal Paşa, hele Millî Mücadele önderliğini -âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde- üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev -sahip olduğu olanaklarla kıyaslanınca- bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, adeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı. Gerçi tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve O, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar
O’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kanamakta; maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik milyarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi.

Bütün olanaklar onların elinde! Bu tablonun karşısındaki adam;  üstelik en güvendiği
silah arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri
“ihtiraslı adam” damgasını taşımakta! İşte böylece O, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir. Her yalnız adam gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: Milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “Bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya
karar verirse O’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.”

İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, O’nun örneğine uyan, daha nice
“Mazlum milletlere” örnek olacak, kurtuluşuna yol açacaktır.

Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen Millî Mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir; Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve O’nun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbi’nden yeni çıkmış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve
iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşinde olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş
İttihat ve Terakki
nin yönetimine girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve farklı kültürlere mensup olan toplumlar,
Devletimiz aleyhine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler.

Bir yanda “Dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak” hayali,
(AS: Pan-Türkizm) öte yanda  İslâm dayanışmasına (?) güvenerek “Üç yüz milyon Müslüman’ı Türkiye’nin önderliği altında birleştirmek” sevdası (AS: Pan-İslamizm). Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere ve Rusya’nın kurdukları büyük blok; bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku… Yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistan’ı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde
Alman diplomasisi daha becerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi
şerlerin
ehveni saymıştı.

Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da aslında genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetinmeyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz emperyalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının
bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin baskısı altındaydık. Zamanla genişleyen Rusya, Avrupa’yı ve
bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa olduğu halde, İttihat ve Terakki’nin
ileri gelenleri Almanya’nın yenilmezliğine inanmışlardı.

Hürriyet inkılâbı(A: 1908’de 2. Meştutiyrt’in ilanı) başarmış olan Türk Ordusu,
o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu artırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fiilen bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki,
bir emri-vaki halinde memleketi Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de
İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek gereğini duymuştu.

Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte olduğu uçurumu anlayan
bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal,
başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki, Mustafa Kemal kaybedileceğine inandığı
bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlanmaya,
o günlerde başlamıştır… (devamı var)

(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)
========================

AKP’Yİ PAKETLEMEK


Dostlar,

Cumhuriyetimizin ağabeyi bilge insan Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN düşünmeyi, yazmayı, paylaşmayı ve ülkemizi aydınlatma çabasını sürdürüyor..

Üstelik geçtiğimiz günlerde oğlu Demir’i yitirmesine karşın..

Aşk olsun..

Sn. Öçen ve eşi Makbule hanım, örneği göeülmez destansı bir bakım verdiler bu engelli yavrularına.. Tıbbi öngörülerin üzerinde bir yeti düzeyine taşıdılar.
Ve de beklenmedik süre yaşamasını.. Üstelik epey “kailteli” bir düzeyde..

Engelliler için kurumsal girişimlerde buludular..

Makbule hanım inanılmaz güzellikte bir belgesel kitap yazdı.. Okunmalı

Sn. Ölçen’in ülkemiz için kurtuluş reçetesi yazısı aşağıda..

Başsağlığı dileyerek ve şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 05.10.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

AKP’Yİ PAKETLEMEK

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

 

 

Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen

 

 

Yakınma kültürünün en üst düzeyde geliştiği ülkelerden biridir Türkiye’miz.
600 yıl Osmanlı hanedanının zulmü altında kul olarak yaşamaya tutsak edilen ümmet toplu­luğunda elbette yakınma kültürü gelişecekti. Osmanlı’nın zulmü Anadolu’muzun ezgi­lerini de kuşatmıştır. O ezgilerde hüzün vardır, acılar vardır ve çaresizliğin yüreği­mizde yankılanan çaresizliği vardır.

AKP iktidarının ülkemizi sürüklediği onarılamaz karmaşanın içinden çıkacak paketin yakınma kültürü’müze katkılar sağlayacağı belliydi. AKP karşıtı siyasal parti başkan ve sözcüleri, öğretim üyeleri, köşe yazarlarının tümü paketi paketlemek yerine yakın­maktan kendilerini alıkoyamadılar. Aslında AKP’yi paketleyip iktidar dışına itekleyecek etkinliği yaratmak gerekir. Gezi parkındaki diriliş böylesi yakınma kültürüyle düş kırıklığı ile sonuçlanabilir.

Yakınma uzmanlarına ve üyesi olduğum CHP yönetimine soruyorum:

Demokrasiyi özümsemiş hangi uygar ülkede kişi, parlamenter seçildiğinde
tutuklu kalabilmiştir? Demokrasiyi özümsemiş ülkelerin hiçbirinde böylesi rezalete rastlanamaz.

  • AKP kar­şıtı iki siyasal parti MHP ve CHP, TBMM’ini terk ederek
    “Sine-i Millet”e dönmeli ve AKP’yi sorumluluğuyla baş başa bırakarak
    kitleleri ayağa kaldırmalıydılar.

Bu iki parti ve üyesi olduğum CHP genel başkanları, R.T. Erdoğan ile çene yarışına
son vermeli­dirler. Misak-ı Milli sınırlarımızın kuşattığı toprağımızda
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne o devletin ulusal bütünlüğüne sahip çıkmanın gücünü kanıtlamalıdırlar.

Yakınma kültürünü terk derek kitleleri harekete geçirmedikçe, böylesi ihanetler dizgesi paketler halinde devam edecektir.

  • Bugüne kadar AKP iktidarının tüm paketlerinin içinde
    Sevr’i güncelleştiren ihanetler ağı gizlidir..

  • Vahidüddin’in ihanetini ABD-AB çap­razı, ülkemizi işgal etmeden
    AKP aracıyla yürürlüğe koymaya başlamıştır.
  • Doğu Perinçek’in CHP + MHP + İP’nin Güç Birliği tasarımı gerçekleşmelidir.

Sine-i Millet’in bağrında hemen ivediyle yaratılacak Güç Birliği, il il ilçe ilçe AKP’yi paketleyip iktidar dışına atmayı, yerel seçimlerdeki başarısıyla sağlayabilir.
Ulusal Güç Birliği yaratılmalı. O nedenle:

AKP karşıtı siyasal partilerin başkan ve sözcüleri çene yarışıyla bu ihanete ortak
ol­dukları bilincine de ulaşmalıdırlar.

Ülkenin kurtuluşu, AKP’nin iktidardan uzaklaşmasını gerektiriyor.

Böyle biline, çare buluna.

Dr. Ölçen.