Etiket arşivi: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)

TÜRKİYE İÇİN NE YAPMALI?

Prof. Dr. Tolga Yarman
CHP Kurultay Onur Üyesi
 

  • İktidar “şantaj” (kaçınılamayacak baskı) altındadır. Cumhurbaşkanımız’ın hakkında ABD Temsilciler Meclisi’nde açılmış bulunan “mal varlığı soruşturması” bunun baş bir göstergesidir. Şantajın ucu, “Kanal İstanbul”u kazmaya, iktidarın mecbur bırakılmasına kadar varmaktadır.
  • Muhalefet, iktidara, dış baskıyla çanak tutmaktadır. Bunun çok örneği vardır. Bilhassa rejim, 2017’de, “geçersiz” oy pusulaları “geçerli” sayılmak suretiyle değiştirilirken, muhalefet sesini çıkartmamıştır. Cumhurbaşkanı’nın “yüksek öğrenim” görmemiş olması, İstanbul 15. Noterliği’nden diplomanın, “aslı” yerine “suretinin” onaylanmasıyla, iyice sübut bulurken, muhalefet bu konuya, anayasayı ihlâl pahasına, ne 2014’te ne de 2018’de, ses çıkartmamıştır. Buna karşılık söz konusu Noter ve “diplomanın aslına uygunluk onayını ön büroda sağlayan Kâtibe”, Noterler Birliği’nden “ceza” almıştır.
  • İçeride finans kaynaklarımızı tırtıklayan “kara delikler” kocamanlaşmıştır. Mezhebî dürtülerle dünyanın dört bir yanında yapılan, dış harcamaların ardı arkası, gelmemektedir. PKK, acılarımızın merhemi olmadığı bir yana, kaynaklarımızı soğuran diğer bir kara deliktir.
  • Türkiye, bir anlamda yağmalanmaktadır. Hazinemiz soyulmuştur.
  • Türkiye’nin toplumbilimsel fay hatlarından kök alan, laik-antilaik çatışması, aynı bağlamda Türk-Kürt, alevî-sünni ayrışması, dışarıdan, fena halde kaşınmaktadır.
  • “Yeni Osmanlıcılık” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) zemininde kundaklanan “mezhep savaşında”, Türkiye ne yazık ki, ham hayaller içinde, oyuna gelmiştir; taraf olmuştur. Kendi eliyle, dünyada benzeri görülmemiş ve bir tek Kürtçüler’e dokunmamış, müthiş stratejik bir tehcir ve etnik temizlik uzantısında, kendi kucağında, Türkmeni, Arabı, hemen hepsi, mezhebî olarak Şam’dan ayrıştırılmış “sünnisi”, ile, beş milyon Suriyeli’yi, o arada enva-i cins, “taşıma teröristi”, buluvermiştir.
  • Tam da bu amaçla, yargıda demokratişleşme bahanesiyle, 12 Eylül 2010 referandumu yapılmış, “yargı” kafeslenmiştir. Ele geçirilen yargıyla, tek kurşun dahi atılmadan, Silahlı Kuvvetler’in tepesi, “çakma delillerle”, biçilmiştir. Bu suretle, “cemaat unsurları” ordunun tepesine kadar tırmanmıştır; 15 Temmuz 2016 faciasına, bu suretle sebebiyet verilmiştir.
  • Ankara; Güney Sınırımız”la Suriye arasında tesis olunmak istenmiş “Kürtçü Koridor”a, kendi elimizle neden olduğumuzu, idrak etmemizden sonradır ki, buna mani olmaya çalışmıştır. Ancak işte, Türkiye, son toplamda,1980’lerdeki İran-İrak savaşındaki İrak gibi, İran’a karşı, ağızdan yel alsın, Saddamlaştırılmak istenmiştir.
  • Son yirmi yıl; “dincilerden” memlekete hiç bir yarar sağlanamayacağını, göstermiştir. Şu da var ki, onları başımıza, laikofaşistler, Gardrop Atatürkçüleri, samimi inananları küstüren, “görenekten” nasibini alamamış, Cumhuriyet’i anlamamış, Atatürk’ü hiç anlamamış, halka, sanki “anadan doğma onu gütmek için bu dünyaya gelmiş” gibi, tepeden bakan, kibirlerinden geçilmeyen, “sözde ilerici gabiler”, bela etmiştir…
  • Seçmene ve sandığa derin bir saygı içinde ifade ediyorum, iktidarın çok parası vardır, sandığın ise, olağan şekliyle bir fiyatı… İktidarın oylarının düşmesi, sandığın fiyatını yükseltir. Bu fiyat, çok çok, on milyar doları geçmez ki, bu, iktidarın cebinde, “rahat” bulunan bir tutardır. Bu demek olmaktadır ki, çok akılcı, bir o kadar inanç ve coşku dolu bir hareketin öncüsü olamazsak; muhalefet; iktidara, yine ve yeniden, iktidarın sebebiyet verdiği bütün gayrı meşru tasarrufların ayrıca aklanmasına imkan verilecek olarak, altın tepsi içinde yeni ve bu sefer, “süresiz bir iktidar” sunacaktır, ki bu, ulusal soluğumuzu, Allah korusun, tam kesmek üzere, BOP’un günümüzdeki stratejik hedefi dahi olabilir.

Bugün 4 Haziran 2021. Yukarıda, günceldeki temel sorunlarımızı, kavrayabildiğim kadarıyla özetledim. Bu durumda şunları muhakkak yapmalıyız:

  1. Misak-i Milli [Milli Yemin / Kurtuluş Savaşımız’ın Siyasi Çerçevesi (7 Şubat 1920)], o arada, Sevgili Amiral Cem Gürdeniz’in “mavi vatanı” kapsayan, sınırlarımızın dışında ve macera peşinde, hiçbir biçimde koşmamalıyız. Örneğin, önümüze hangi “albenili, ancak amansız bir zoka örten davet” konulursa konulsun, ayıkmalı, “cup” diye Şam’da, Emeviyye Camisinde Cuma Namazı kılma peşinde koşmaktan çıkmalıyız. Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı gibi; Osmanlıyı’yı kurtarmak ya da diriltmek hayalinden çıkıp, en önce ve yalnızca Anayurdumuz’daki dirliğimize kilitlenmeliyiz. Aksi, hem mümkün olmamakta hem de hafsala dışı kaynak kaybına neden olmaktadır. Olsa olsa, avara kasnak gibi boşta enerji tüketmek üzere, başkalarının çevirdiği çarklara hapsolmak demek olmaktadır… Sovyetler Birliği yıkılırken, Rusya’nın, kendini Sovyetler’den çözme sürecinde, yaptığı, tam da budur. Bizse, akıntıya karşı kürek çekmekteyiz. Buradan çıkmak ve en önce yurdumuzun dirliğini ihya etmek zorundayız.
  2. Bu kıstas, aynı zamanda, “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” ilkesiyle eşdeğerdir. Yani, bizim kimsenin topraklarından gözümüz yoktur, aynı bağlamada tek bir karış toprağımıza göz dikenin, anasından emdiği sütü, kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki, burnundan getiririz…
  • “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” koşulunun baş yaptırımı, yurtta sosyal adaletin ve gelir dağılımında gerçekçi bir eşitliğin sağlanmasına omuz vermektir… Aynı bağlamda, Karadeniz Bölgemiz’le Güneydoğumuz’u, Batı İllerimiz’le Doğu İllerimiz’i, “ilerici göçer dinamiklerle”, “ilerici yerleşik dinamikleri”, sarmaştırmaktır… Giderek, toplumbilimsel yarılmaların kanamasına, son vermektir. Bunların başında, laik-antilaik çatışmasının çözümlenmesi ve buradaki açmazların giderilmesine dönük öğretinin oluşturulması ve ulusumuza anlatılması gelir…
  • “Cumhuriyetimiz” için binlerce kitap yazılmıştır. Daha binlercesi yazılacaktır. Cumhuriyet’i, hele günümüzde, gençlere anlatabilmek üzere, kestirmeden, şu iki temel anlayışla tasvir etmeyi dilerim:

1)    Cumhuriyet; “yönetimde akıl” demektir, ki, bu düstur TBMM alnına, “Hakimiyet Kayıtsız, Şartsız Milletindir”, şeklinde kazınmıştır. Ne padişah vardır, ne halife-i ru-yi zemin (Yeryüzü’nde, “Yaratıcı” adına yönetim eyleyecek vekil); ne kul vardır, ne teba…  Bir tek Millet’in şuuru ve iradesi vardır. Hakimiyet O’nundur.
2)  Cumhuriyet, aynı  bağlamda, “inançta akıl” demektir, ki bu düstur, “laiklikte”, vücut bulur. “İnançta akıl”, en önce, “inanç barışı” ve “inanç özgürlüğü” demektir. Aynı bağlamda,  “Diyanet İşleri Başkanlığı bir Cumhuriyet Kurumu’dur” ve “Cumhuriyet’in laikliği”, ilk şıkta, “yönetim anlayışımız” çerçevesinde dile gelenler yanı sıra, “inancımızda, nakilden evvel, akıl”, demektir. Cumhuriyet’in laikliği, kestirmeden söylersek, demek ki, her şekilde, yönetimde ya da inançta “akıl”, demektir. Başka bir deyişle Cumhuriyet’in inançla bir sorunu yoktur, güya inanç adına “dediğim dedik”, diyen tartışmayı, sorgulamayı dışarlayan, kafasını belli bir “şekle” mengenelemiş dayatmacıyla, yobazlıkla, hurafeyle, sorunu vardır.

O kadar böyledir ki, Çanakkale Savaşları’ndan, giderek Kurtuluş Savaşımız’dan, “Allah Allah” nidalarını, giderek “inanç üstünlüğümüzü” çıkartırsanız, geriye pek bir şey kalmaz… Ancak; o savaşların; Gazi’nin ve silah arkadaşlarının üstün dehalarını, tarih bilinçlerini, vatanseverliklerini, cesaretlerini, kahramanlıklarını, hiç utanmadan es geçerek, üstüne üstlük, elbette derin, “anlamı” dahi bilinmeden, bir tek salat-ı tefriciye duası okumak suretiyle kazanıldığını ileriye sürenlerle, ödünsüz mücadelemiz vardır.

Bakın, sabah namazından sonra, Beyazıt Camisinden kendin bilmez bir hırsla çıktıktan sonra, aşağıya Mahmut Paşa Sobacılar Çarşısı’na inip, bir soba borusuna binerek, “deh” deyiverince, Apollo vari Ay’a uçuvereceği hipnozuna kapılmak, ne kadar illetli ise; bıçkının bıçkını bir astronot olarak, her türlü hazırlığını ifa ettikten sonra füze rampasına doğru yola revan olmadan, insanın içini, inanç üstünlüğüyle doldurması, dua ile, misyonuna kilitlenmesi, tam tersine bir o kadar, bu toprakların ulviyetine yaraşır bir davranıştır.

  • Cumhuriyet, demek ki, yönetimde ve inançta, biat ve nakle karşı, akıl ve akılcılık, giderek özgür irade, demektir. Bunu, baş bir öğreti olarak, yığınlara anlatmalıyız.
  • “Klerikus” (kiliseden maaşlı ceberrut memur) kavramına karşı “layman / laikus” (sokaktati ve birincisinin tahakkümünde yaşamaya baş kaldıran adam) kavramından kök alan “Laiklik” sözcüğünü, Türkçeleştirme tembelliğine ayrıca kapılıp, öylece bırakarak, kuşaktan kuşağa, dil iklimimizde, istismarla olsun çağrıştırdığı olumsuzluklara da sırtımızı dönerek, aktarmaktan çıkamazsak, Cumhuriyet’i kuranların neyi kast ettikleri anlaşılmaz oluyor ve ortalık bağnazlığa, giderek hurafeye kalıyor.Hurafe ile, göreneğin özünü ortaya koyup, yukarıda işaret ettiğim şekliyle geniş cepheli bir mücadele başlatmamız, önem taşıyor… Tam da bu noktada Emperyal İngiliz Muhibi (yalakası) İskilipli Atıflar‘la (ki, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için idam fetvası vermiştir), Kuvva-yı Milliye’nin inanç önderi Börekçizade Rifatlar’ın, birbirlerinden ne kadar ayrı olduklarını anlamamız ve anlatmamız gerekiyor… Yoksa Türkiye “Ilımlı – Ilıman – İslamcılığın” kucağında, emeviyeleşmeye, vahabileşmeye, yozlaşmaya ve taşeronlaşmaya itiliyor. “Laikiz” diye, göreneğin özüne sırtımızı dönmeye kalkarsak, ortalık görenek diye, “işbirlikçi İskilipliler’e” kalıyor… Demek istediğim, budur…Bölgede, petrol ve doğal gaz sömürüsüne, en büyük mâni, Atatürk Cumhuriyeti olduğu için, Cumhuriyetimiz yozlaştırılmak üzere, elden gelen her türlü şer eylem gündeme getirilmiştir. Rejim bunun için değişmiştir. Bölgede mezhep savaşları bunun için körüklenmiştir… Böylesi bir operasyona ne yazık ki, muhalefet, ayrıca alet edilmiştir.

    Dış dayatmalı ve iktidarı olduğu kadar muhalefeti de kapsayan, kurguyu bozmanın yegâne yolu; her cenahtan ilericileri toplayacak tabandaki seçmenle, Cumhurbaşkanı adayımızı belirleyebilmek üzere, “önseçim” gerçekleştirmektir… Bu yönde kamuoyu oluşturulmalıdır…

  • Adaylar belli bir yöntemle örneğin beşe indirgenir, sonra yarıştırılır.
  • Bir rüzgar estirelim… Fikrî zenginlik çağlasın… Coşku olsun, heyecan dorukta olsun… Umutlar kocaman kocaman tomurcuklansın…
  • Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını nasıl tasavvur ediyoruz, anlatalım, görüşlerimizi, önerilerimizi yarıştıralım, onları yan yana koyalım… Dev bir yürek olalım, dev bir erek… Bütün Türkiye ile, bölge ile, dünya ile kucaklaşalım… Barışı kurumsallaştıralım… Seçeceğimiz aday, cumhurbaşkanımız olacaktır… O’nun etrafında kilitlenince Türkiye, enginlere sığmayacak, taşacaktır…Güneş ufuktan şimdi doğar… Gümüş dere durmaz akar… Yürüyelim arkadaşlar!..
    ***
    29 Mayıs Salı İkindi vakti… Üniversite’deki dersimden, Polonezköy tarafından ormanlar içinden geçe geçe geliyorum… Telefonum çaldı, baktım, Sevgili Prof. Övgün Ahmet Ercan… Sevinçle açtım telefonumu… Yavaşladım ama, yol almaktayım… “Türkiye için Ne Yapmalı” Kitap Projesi’ni, anlatıyor Ahmetçim… Fikir soruyor… Dilim döndüğünce söylüyorum… Bir de yazı istedi, kitap için… Heyecan duydum… Yukarıdaki yazı böylece yazıldı. Prof. Ercan’a, şükranlarımı sunuyorum… Türkiye için hep beraberce, bir şey yapacaksak, işte tam da böyle yapacağızdır… Öteki, birbirinden değerli yazarların yazılarını okumak için can atıyorum… Onları ayrı ayrı, şimdiden, kutluyorum… Türkiye için çok şey yapacağız. Allah utandırmasın!
    ***

1963’te Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Üniversite öğrenimini Fransa’da gördü; Institut National des Sciences Appliquées de Lyon Mühendislik Okulu’ndan, 1967’de mezun oldu. “Doktora çalışmasını” ABD’de yaptı; Massachusetts Institute of Technology’den, 1972’de “Bilim Doktoru” ünvanını aldı. İTÜ’de, 1982’de Profesör oldu. CHP kapatıldıktan sonra yerine kurulan Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) (Ankara, 1983), kurucu üyesi oldu… … Binlerce öğrencinin hocası… Pek çok akademik yapıtı, bulunuyor. Yıllarca, birikimleri ile toplumun sorunlarının kesiştiği alt alanlarda, hep ulusumuzu ve insanlığı savundu.

Suriye’de ABD’nin oyun değişikliği

Suriye’de ABD’nin oyun değişikliği

ABD’nin yeni bir taktik ortaya koyacağının ipuçları seziliyor.

ABD’NİN DEĞİŞMEYEN HEDEFİ

ABD’nin bölgemizde değişmeyen 60-70 yıl önce belirlediği  hedefi Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak eski dışişleri bakanı tarafından dünyaya ilan edilmişti;

  • 22 Ülkenin sınırları değiştirilecek!

Yani; 22 ülke yeniden dizayn edilecek.
Kürt Devleti (İkinci İsrail) kurulacak,

ABD güdümünde yönetimler oluşturulacak. Böylece; petrol ve doğalgaz yatakları ile bunların ulaşım yolları (Akdeniz, Süveyş Kanalı, Basra Körfezi) denetim altına alınacak ve İsrail’in güvenliği sağlanacak.

Diğer yandan; NATO’ya alınan eski Demirperde ülkeleri ile batı-güney batıdan sıkıştırılan Rusya’nın güneye (Akdeniz’e) inmesi engellenecek.

ABD’nin bu hedefi gerçekleştirecek stratejisi nedir? Etnik ve dini gruplar istismar edilerek iç kargaşa çıkarılacak, güvenlik, demokrasi ve insan hakları gerekçe gösterilerek güçle müdahale edilecek, ülkeler bölünüp parçalanarak uydu yönetimler kanalıyla kolay güdülenir hale getirilecek.

Strateji aynen uygulanıyor. Koşullar gereği taktik değişiklikleri yapılıyor, o kadar.

IRAK VE SURİYE’DE TÜRKİYE NE YAPTI?

Türkiye, ne acıdır ki, hem Irak’ta hem de Suriye’de ABD’nin bu emperyalist stratejisine yardımcı oldu. Osmanlı hayalindeki Özal, “Bir koyup üç alcağız” diye ağzına sürülen bir parmak bala kanarak Irak’ın işgaline her türlü desteği verdi.

Eğer ulusal damar devreye girmese daha da ileri giderek Türk Ordusunu Irak’a sokacaktı. İslam liderliği ve halifelik eklentisi ile aynı hayalin devamı olan Erdoğan yönetimi, ikinci harekatta ABD ordusuna sınırlarımızı açmayı çok istedi, yine ulusal damar kabardı, izin verilmedi.

Ama ABD’nin istediği her kolaylık sağlandı. Netice, Irak’ın durumu ortada; üçe bölünmüş, yanmış, yıkılmış, zayıflamış, otoriteyi yitirmiş bir ülke. Sınır güvenliğimiz sağlanamıyor. Suriye’de de benzer oyun oynandı. İkili ilişkilerin tarihteki en iyi dönemi yaşanırken ABD ittirmesi ile Esad bir gecede zalim Esed oluverdi.

Ülkeyi karıştırmak için muhaliflerden ve değişik ülkelerin ihvancı-yağmacı unsurlarından oluşturulan gruplara eğitim-silah-teçhizat desteği verilerek Suriye’ye salınmasında vatan topraklarımız üs yapıldı.

Daha beteri ise sınırımıza yakın bölgelerdeki bölücü Kürt grupların (PKK/PYD) otonom kantonlar oluşturmasına Barzani ile birlikte destek verildi. 29 Ekim günü Peşmergelerin Urfa’dan alınıp Kobani’ye götürülüşü unutulur mu? İşte o yenen hurmalar hala bizi tırmalıyor.

YANLIŞTAN DÖNÜŞ, SÜREN YANLIŞ

AKP iktidarı 2016’da yanlışını anladı ve tamamlanmak üzere olan Kürt (ABD-İsrail) koridoruna hançeri soktu. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı haklı, gerekli ve doğru operasyonlardı. Devam eden yanlış ise, ABD’nin izinde, Suriyeli muhaliflerle birlikte hareket ve Esad yönetimine karşı tutumun sürdürülmesidir.

ABD oyununa karşı başlatılan Astana Süreci uluslararası alanda atılan doğru bir adımdı. Devamındaki yanlış ise Esad karşıtlığının sebep olduğu Rusya ile uyumsuzluktur. Rus uçaklarının vurduğu askerlerimizin vebali bu yanlışı yapanların omuzlarındadır. Hem Rusya ile birlikte devriye yapacaksınız hem onun desteklediği Esad güçlerine karşı operasyon yapacaksınız.

Hem Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olacaksanız hem Suriye devlet güçlerinin kendi topraklarında kontrolü sağlamasını engellemeye çalışacaksınız. Yok böyle bir dünya.

YENİ OYUN

Bir görüşe göre, ABD artık eskisi gibi güçlü değil ve Suriye’de kaybetti. Öyle olmasını dilerim. Bu sav tam doğru olmasa da haklı yönü var. En azından vurup çıkamıyor. Başlayıp bitiremiyor. İşler uzuyor. Suriye’de istediğini elde edemedi ama hedefinden vazgeçtiği de söylenemez. Şimdilerde oyun/taktik değiştirmiş görünüyor. Aylardır Kürt bölgesine yığınak yapıyor. Araç, gereç, silah, mühimmat, personel, terörist (Haseke’deki ABD üssüne bin kişi) getiriyor. Bu yığınağın uzun vadede iki amacı olabilir;

Bölgenin güvenlik açısından yeterli güce ulaşması,

İran ve/veya Türkiye’ye karşı yapılacak harekatta koçbaşı oluşturması.

Yakın vadede ise bölgedeki Türk ve Rus birliklerine saldırılar düzenleyerek kurulmakta olan dengenin bozulması. 2019 Aralık ayında Barzani ile Kürt Ulusal Konseyi arasında ABD koordinatörlüğünde görüşmeler başladı. Barzani, Şubat 2020’de Kürt tarafları birleştirme çalışmasını sürdürdüğünü açıkladı. Nisan 2020’de, Teröristbaşı Öcalan telefonla görüştüğü kardeşine, “PKK, Barzani, Talabani çatışmamalı. Az olsun benim olsun yaklaşımı yanlış” mesajı verdi.

ABD oyununa uyumlu bir mesajdı. Mayıs ayında bölgede petrol arama hazırlıkları artırıldı. Yakında başlayacağı duyuruluyor. PYD, Barzani ile diyaloğun olumlu ilerlediğini açıkladı. Çatışan taraflar arasında anayasa hazırlığı sürüyor.

Başkenti Al-Tawrah olmak üzere kantonlara ayrılmış otonom bir Kürt devleti oluşturularak ABD/Kürt koridorunun yeniden tesisinin planlandığı yazılıp-söyleniyor.

OYUN NASIL BOZULUR?

Bölgede ABD tek oyuncu değil. Oyununu bozacak potansiyel var. Yeter ki Türkiye akıllı hareket etsin. Yönetenler kinine, hırsına, hayallerine esir olmasın. 6-7 Yıldır sürekli söylenen ve birazcık değerlendirme yeteneği olan herkesin ortak görüşü; Esad ile doğrudan görüşmek olmazsa olmazdır. Karşılıklı işbirliği Suriye sınırımızın güvenliği için ön koşuldur.

İki komşu devletin ulusal güçlerinin çatışmasın değil yardımlaşması iki tarafın da çıkarınadır. Bu gerçekleşirse bölgedeki diğer güçler dışarı atılabilir. Teröre karşı birlikte önlem alınabilir. Kaldı ki Suriye sınır bölgesi terörle mücadele açısından kolaylıklar sunmaktadır.

İkinci aşama Rusya ile güvene dayalı ilişki kurulmasıdır. Bağımlılık veya bağlılık yaratılmaması esas alınarak tabii.  Yapılabilir mi? Esad düşmanlığına son verildiği anda Suriye ile her sorun çözülür. Rusya’ya karşı güven vermek içinse ABD ve NATO ile ilişkilerimizde tutarlı olmamız gerekir. Kürecik radar üssü Rusya’ya karşı yapılan önemli bir yanlıştır. Yıllardır ABD/NATO’nun Karadeniz’e girmemesi ve MONTRÖ Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmemesi için mücadele verilmiştir.

Amirallerimizin bu mücadelesi Ergenekon kumpası ile cezalandırılmak istenmiştir. 29 Mayıs 2020’de, ABD’nin Polonya, Romanya ve Ukrayna ile müştereken Karadeniz’de yaptığı tatbikata katılarak ABD’ye ait 2 adet B-1 uçağına (nükleer yetenekli, ağır bombardıman) tanker uçaklarımız ile havada yakıt ikmali desteği verilmiştir. Suriye’de ortak devriye yaparken ABD/NATO- RUSYA anlaşmazlığının içine girmemiz ve NATO şemsiyesi altında Rusya’ya karşı yeni yükümlülükler almamız akılcı olmasa gerektir. Oysa Anadolu Ajansı analizcisinin kaleme aldığı değerlendirmede bu konuda isteklilik vurgulanmaktadır. Bu vurgu yazarın bireysel fikri gibi görülmüyor. Diğer yandan Rusya ile Libya’da karşı karşıya gelmemiz için ABD’nin her fırsatı kullanacağı açıkça görülmektedir.

Sözün özü; Ülke yönetim kademleri  bireysel arzuların, hırsların, hayallerin gerçekleştirme yeri değil, ülke çıkarlarının gerektirdiğini en akılcı şekilde yerine getirme yeridir.

Oyuna gelmeyelim, oyunu bozalım. Bozabiliriz.

Türker Ertürk : RUSYA’NIN MESAJI?

RUSYA’NIN MESAJI?


portresi_papyonlu

Türker Ertürk
E. Amiral, Araştırmacı – Yazar

Mart 2011’de Suriye’de başlatılan dış destekli savaşta 4,5 yılı geçmiş bulunuyoruz. Suriye, Büyük Ortadoğu Projesi’nin halledilmesi gerekli önemli başlıklarından biriydi. Proje gereğince Esad düşürülecek, BAAS Partisi tasfiye edilecek, rejim değişikliği yapılacak ve ülke etnik, dinsel ve mezhepsel olarak atomize edilecekti.

Suriye’de işin Libya’daki gibi kolay bitirileceği sanıldı. Bu yüzden bizimkiler
Suriye politikasında ani bir rota değişikliği ile “kraldan çok kralcı” oldular.
Ama Rusya, Libya’da yaptığı hatayı tekrarlamadı çünkü bu gidişin
nereye geleceğini görmeye başlamıştı.
Başından itibaren Rusya, İran ve Çin Suriye yönetimine destek verdi. Sahada en aktif olanı İran’dı. Beşar Esad liderliğinde Suriye iyi dayanıyor ve mücadele ediyordu.
Ama nereye dek! Öldürdükçe dışarıdan yenilerini getiriyorlar. Teröristlerin arkasında sınırsız mali ve lojistik olanaklar var. Ayrıca 911 km ortak sınırı olan Türkiye bu savaşta teröristlere kucak açmış ve her türlü olanağı sunuyordu.
Veto yetmez
ABD Suriye’de sıkı bir dirençle karşılaşmasına rağmen hedeflerinden vazgeçmedi. Suriye’nin halledilmesi işinin planını revize etti ve zamana yaydı. Çünkü Suriye’ye direkt olarak müdahale edebilmek için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden alması gereken yetkileri vetolar yüzünden alamıyordu. Ayrıca ABD’nin müdahale için
iç kamuoyu desteği de yoktu!
Savaşın 1. yılında bombalar patlarken Suriye’ye gittik, her şeyi yerinde gördük ve Savunma Bakanı ile de görüştük. Tam olarak 3,5 yıl önce köşemizde “Veto Yetmez” başlığı ile yazdığımız yazıda ABD niçin Suriye’ye müdahale etmek istiyor,
İsrail ile birlikte çıkarları nedir konusunu anlattıktan sonra yazımızı aşağıdaki gibi bitirdik.
“Görünen o ki, ABD’nin Suriye’de rejim değişikliğine yönelik askeri müdahale hedefinde bir değişiklik yoktur. Suriye’ye karşı kısmen örtülü, kısmen açık savaş
tüm hızıyla sürmektedir. Bu savaşta ülkemiz toprakları Suriye’ye yönelik olarak
gizliliğe bile ihtiyaç duymadan çok açık olarak kullanılmaktadır. 
Suriye’ye
Türkiye olmadan, Türkiye’nin aktif desteği sağlanmadan müdahale mümkün gözükmemektedir. 
Savaşın engellenmesi için 2 yol vardı/vardır. Birincisi bölge ülkeleri olan Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın dayanışmasıdır. Türkiye gizli işgal altında olduğundan ve rejim değişikliği yolunda epey mesafe kat ettiğinden,
bunun yolu, emperyalizmin başarılı öngörüsü ile kesilmiştir. 2. yol bölgesel güç olan Rusya’dır.” 
Yoksa Suriye çözülürdü! Evet, Çin ve Rusya, askeri, ekonomik ve siyasi olarak verdikleri desteklerle müdahaleyi engellemeye çalışmaktadır. Hatta
bu iki ülke müdahalenin meşruiyetini sağlayacak kararları BM’de veto etmektedir. Fakat bu yetmez. Özellikle Rusya, bu konuda savaşı bile göze alabileceğini ve kararlılığını göstermek zorundadır. 
Yoksa ABD kararlıdır. Rusya ve Çin’in muhalefetine rağmen bir oldubitti yaratarak ve işbirlikçilerini devreye sokarak müdahale edecektir. Sadece zamanlama ve yöntemi konusunda şüpheleri vardır.”
Geçtiğimiz günlerde Rusya tankıyla, topuyla, savaş uçağı ve Hazar Denizi’nden
oyuna giren harp gemileri ile Suriye harekat alanına girdi ve savaşmaya başladı.
Yoksa bu gidişle Beşar Esad düşer Suriye çözülürdü.
ABD, Suriye’de güçlü bir dirençle karşılaşınca stratejisini değiştirmişti. Hedeflerin
ele geçirilişini zamana yaydı, oyalama ve dilimleme siyasetinin yanında oyuna kendisine durum üstünlüğü ve oldubitti sağlayacak enstrümanlar soktu. Bunların en önemlileri IŞİD ve PYD idi. Bunlar sayesinde Suriye’ye fiili olarak müdahale edebilmenin bahanesini buldu ve kamuoyu desteği aldı.
NATO’ya gereksinim yok!
Eylül 2015 itibarıyla Suriye’deki vekalet savaşında 250 bin insan yaşamını yitirmiş,
1 milyon insan sakat (AS: Engelli) kalmış, 2011’de 22.5 milyon olan nüfusun yarısı
evini barkını terk etmiş, dörtte biri ise 2 milyonu aşkını Türkiye’ye olmak üzere
yurt dışına mülteci olarak göç etmiştir. Yine bu süre içinde Suriye’de taş üstünde taş kalmamış, farklı alt kimliklerin (Etnik, dinsel, mezhepsel) bir arada beraber ve barış içinde yaşama koşulları kısmen yok olmuştur. Ayrıca Esad yönetimi halen ülkenin ve nüfusun yarısını kontrol edemez durumdadır. İşte Rusya’nın Suriye’de işin içine
aktif olarak girmesine bu koşullar neden olmuştur.
Rusya’nın Suriye’de savaşa girmesi bugüne kadarki yanlış ve öngörüsüz politikaları nedeniyle Türkiye’yi zor durumda bırakmıştır.
Rus savaş uçaklarının Türk hava sahasını ihlalleri, F-16’larımıza radar kitlenmesi yapması ve Hazar’dan Suriye’nin kuzeyine muhaliflere yönelik füze saldırısının mesajları çok nettir:
  • – “Suriye konusunda savaşı göze alıyorum. Artık Suriye’nin kuzeyinde uçuşa yasak bölge ve güvenlikli bölge tartışmaları kapanmıştır. Suriye’nin çözülmesine müsaade etmeyeceğim. Türkiye NATO’nun kışkırtmasına gelir tek taraflı bir girişim yaparsa
    iki ateş arasında kalır, bu konuda çok ciddiyim.”
diyor Rusya!
Rusya’nın Türkiye’ye saldırmak gibi bir niyeti yok ama Suriye’deki çıkarları yaşamsaldır.
Artık her şeyi göze alabilir.
Rusya’nın niyetlerini bu şekilde okumak lazım!
Rusya bizi tehdit ediyor bahanesi ile NATO’yu, dolayısıyla Amerikan askerini güneydoğumuza konuşlandırmamız çok sakıncalıdır.
Terörle mücadelemizi bile sekteye uğratır.

Türk Silahlı Kuvvetleri NATO’dan destek almadan ülkemizi koruyabilecek durumdadır.
Saygılar sunarım.

============================

Evet dostlar,

Rusya’nın artık tüm sabır sınırlarını aşan Suriye’deki haklı ve meşru savunma müdahalesine ilişkin 4/4’lük bir okumayı (irdelemeyi) Sn. E. Amiral Ertürk’ten alıyoruz.

Bu olgu, BOP’un artık uygulanamayacağını da ortaya koyarken,
tek kutuplu – ABD merkezli küresel tasarımında sonunu net olarak vurgulamaktadır.
Dünya artık çok kutupludur ve Rusya – Çin ekseni Asya’dan Atlantik ötesine “dur” demektedir.

ABD’den küresel baron neo-con‘ların AB’yi de dümen suyuna alarak, ölçüsüz ihtiraslarının ve mutlak dünya egemenliği paranoyak hegemonik tasarımının
sonu gelmiştir. Zaten BRIC adımı (sonra Güney Afrika’nın da katılımı ile BRICS; Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ), öncesinde Şanghay İşbirliği Örgütü ekonomik – ticari ağırlıklı politik dayanışmayı getirmiş ve ABD’nin
DÜNYA İMPARATORLUĞU sanrısı
nın (hezeyanının) önüne set çekmişti.

Suriye laboratuvarındaki güncel gelişmeler, üst paragrafta yazdıklarımın sağlamasıdır.

Türkiye ne yazık ki bu süreçte onursuz – kişiliksiz – yüz kızartıcı – emperyalizmin maşası.. bir politika izleyerek 911 km sınırı olan, nüfusunun çoğu Müslüman komşusunu vurmuştur. Bu bir utanç tablosudur ve Büyük ATATÜRK‘ün dış politikasıyla taban tabana terstir. Rusya’nın uyarısı çok nettir.. Türkiye 2 ateş arasında kalabilir.
Hava sahası ihlalleri bilinçlidir ve Türkiye’ye birşeyler söylenmektedir.
Yersiz efelenmeler ve NATO‘nun şımarık çocuğu rolünü oynamanın anlamı yoktur.

Bu olağanüstü hatalardan geri dönülmelidir. Hem de 180 derece!
İnsan hakları – insan onuru – YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ adına AKP iktidarıyla sürüklendiğimiz utandırıcı konumdan hızla kurtulmalıdır Atatürk’ün onurlu ve barışçı Türkiye’si! Bunun ivedi çaresi;
1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP’yi asla iktidar yapmamaktır!
Sevgi ve saygı ile.
09.10.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Türkiye İç ve Dış Politikasında Ne Yapmalı?

Türkiye İç ve Dış Politikasında Ne Yapmalı?

portresijpg

Prof. Dr. Kemal ARI

Çok açık; artık Ortadoğu’da sınırları değiştirmeyi, yeni güç odakları yaratmayı ve
var olan ülkelerin sınırlarında köklü değişimler yapmayı öngören ve adına
“Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) denilen yapı, demokratikleşme-özgürleşme gibi yaftalar altında ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafyayı yalım ateşi gibi sardı.
Ancak hemen belirtelim:

Ortaya çıkan yapı, BOP’u kurgulayanların bile öngörülerinin dışına taşacak denli güçlü kökten dinci, radikal ve demokrasi dışı güçlerin etkisi altında yeni bir şekillenmeyle sonuçlanacaktır. Bu yeni yapı, gelecekte kendileri için tam olarak enerji kaynaklarını
etki alanına alacak bir yapı oluşturmaya çalışan batılı güçlerin bile öngörülerinin dışına taşacaktır. Buna isterseniz, öngörülemeyen etkenlerin bölgeyi sonu öngörülemez bir sonuca ve kaosa sürüklemesi diyelim. Bu kaosun sonu kesinlikle belli değil. İstediğiniz kadar sonunu görmeye çalışın, göreceğiniz görüntü oldukça bulanık, dumanlı ve
son derece dağınıktır. Artık Batının egemen güçleri de bu gerçeği anlamalıdır.

Büyük Ortadoğu Projesi denilen şey, onlar için büyük iştahların kabarmasına
neden olmuştur, bu doğru. Ancak,  Ortadoğu onların istediklerinin de dışında bambaşka doğumlara gebedir. Çin ve Rusya gibi devleşen ekonomik güçler; bölge üzerine
yeni stratejiler oluşturmaktadır. Daha da ötesi, ne milliyeti, ne dini, ne ideolojisi
net olarak ortada bulunmayan ve ancak para ile örgütlenebilip, taşeron olarak kullanılabilen güçler, akıl almaz oyunları sahneye koyabilmektedirler.
Bugün, bu güçlerin ellerinde olduğunu ve kendi istedikleri yönde faaliyet gösterdiklerini düşünenler, yarın bu durumun bütünüyle tersine dönüşebileceğini hiç akıllarına getiriyorlar mı?

Suriye’de olup biteni görmüyor muyuz?
Neymiş?

“ÖSO”; yani “Özgür Suriye Ordusu”, katil Eset’e (!) karşı özgürlük savaşına girişmiş. Aman ne özgürlük savaşı? Özgürleşemeyen beyinler, ne denli özgürlük savaşına yönelebilirler, bunu olan bitenden anlıyoruz.

  • Tekbir getirerek kameralar karşısında insanları boğazlayan,
    iç organlarını döken, sonra da avuçlayıp sırıta sırıta yiyormuş gibi yapan canavarların eliyle gerçekleşecek bir özgürlük ha?

Ele geçirdikleri tutsakları acımadan kurşuna dizişlerini bir övgü gibi dünya kamuoyuna servis eden bir gücün, bırakın özgürleşmiş beyinler olarak özgürlük ve demokrasi getireceğini düşünmeyi; bir sürü ruhuyla hareket eden bir “güruh” olarak görmemizin önündeki engel ne? Böyle bir “güruh”, nasıl olacak da savaştıkları topraklara özgürlük, barış ve demokrasiyi getirecek?

Konuya daha geniş çerçeveden bakalım:

Irak’a demokrasi getirilecekti; geldi mi?

Afganistan’da Taliban yıkılacak, demokrasi ve özgürlük hâkim olacaktı; oldu mu?

Hatta Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta demokrasi rüzgârları esiyordu güya;
umut edilenler gerçekleşti mi?

Olmaz! Olamaz!

Kabile kültüründen, mezhep ve etnik temelde örgütlenmiş ve zoraki bir araya getirilmiş yapılardan demokrasi çıkmaz. Demokrasi çıkabilmesi için öncelikli olarak bir kültür devrimi yapmak gerekir. Bunu gerçekleştirecek olan güç de bu kültürlerin ve coğrafyaların dışarıdan gelen zorlamacı, sömürgeci dayatmalar değildir. Bu olacaksa, bu toplumların ancak kendi iç dinamikleriyle gerçekleşebilir. Ancak ne yazık ki günümüz koşullarında bunun gerçekleşmesini beklemek, bir düşten başka bir şey değildir.
Geri kalmış ya da bırakılmış sosyo-ekonomik, kültürel ve ulus kimliğinden bütünüyle
geri yapılarda; bunun gerçekleşmesi asla olanaklı olamaz…

Gelelim Türkiye’ye…

Ünlü halk sözü: “Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine…”

Görüyoruz, sözde demokrasi ve özgürlük masallarıyla, Ortadoğu; Kuzey Afrika ve hatta başka coğrafyalarda ulus olma kimliğini tamamlayamamış, ulusal egemenlik kavramını gerçekleştirememiş toplumlarda, ne türlü facialara tanık oluyoruz!

Kabile kültüründen demokrasi çıkacakmış; böyle bir yapıdan çıksa çıksa,
ancak Barzani Demokrasisi çıkar.

Daha ötesi beklenebilir mi?

O halde, ulus devletten vazgeçmek ne?
Çok açık:

  • Ulus devletten vazgeçmek demek, ulusal egemenlikten de vaz geçmek demektir. 

Ulus yoksa ulusun egemenliği nasıl oluşacak?
Bu gücü kim, kimler ya da hangi gruplar dolduracak?
Ulus değilse, kim?

Etnik, dinsel ve mezhepsel kimlikler mi?

İyi ama bu kimlikler zaten Ortadoğu’da var.
Biz, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, onca zorluklarla ulus devletimizi kurduk. Eksikleri vardı, ancak yine de çok önemli yol almıştık. Derken, bu yolda ilerleyişimizde kimi darbeler yedik. Demokrasiye geçtik sözde; ancak bu kez, ulus kimliği altında baskılanmış etnik, dinsel ve mezhepsel yapılanmalar yeniden meydana döküldü ve
bu oluşumlar, kimi aklı evveller tarafından demokratik ortamın gereği olan sivil toplum örgütlenmeleri olarak yutturulmaya çalışıldı. Ancak; hayır! Doğru değildi bu…

Bu, ulus devletin çözülüşünün ayak sesleriydi. Ve böylelikle öyle bir noktaya geldik ki; sonunda ulus devlete savaş açmayı, bunun yerine adına “adem-i merkeziyetçilik” denilen yerelleşmeyi ilericilik sanan bir anlayışla karşılaştık. Bu yaftalı sözler altında kimi zaman aşiretlerin, kimi zaman etnik kimliklerin, kimi zaman dinsel yapılanmaların
ya da coğrafik eğilimlerin belirlediği yapılar içinde; ülkede ulus kimliğinin daha altında ayrışmaları öngören yapılar çağdaş ileri demokrasi olarak topluma pompalandı…

Bu ne demek?

Adım adım, Ortadoğu’da zaten var olan; bizim ulusal değer ve örgütlenmelerden
dolu dizgin geriye doğru gidişimiz demektir. Yani yükselmiyor, var olduğumuz düzeyden de aşağılarda bir toplumsal yapılanmaya doğru gidiyoruz. Ulus devletimizi daha da demokratikleştirmemiz hedefimiz olmalıydı. Bu ulus devleti yıkarak değil, onu daha da demokratik bir yapıya dönüştürerek yapılabilir. Bunun için bireysel özgürlükler geliştirilmeli;

  • etnik, mezhepsel, dinsel ya da başka türlü kimlikler ancak
    kültür zenginlikleri olarak algılanmalı; ama asla ulus kimliğinin üzerine çıkmamalıydı.

Pekala; biz ne yaptık?

Önce bireysel kimliği, bireyin özgürlüğünü geliştirerek; ondan gerçek anlamda
sivil demokratik bir toplum yaratmak için çaba harcayacağımıza;
yeniden cemaat ve feodal kimlikleri hortlattık.

Olması gereken şeylerin tam tersi bir yönde gelişmeleri topluma demokratikleşmek olarak yutturduk. Ulus devlet şemsiyesini kaldırdık; altından çıkan her türlü etnik, dinsel, mezhepsel ve feodal kimlikleri kazıdık. Bunun bir şizofreni olduğunun farkında bile değildik: Kim Kürt’tür ve ne kadar Kürt’tür ve ne kadar başka bir şeydir? Yine kim Çerkez’dir ve ne kadar Çerkez’dir ve onun Çerkezliğinin dışında ne kadar başka kültür ve etnik kimliklere mensubiyet vardır? Kim nereye, hangi kimliğe dâhildir; bunu aklımıza bile getirmeden, bir rüzgâra kendimizi kaptırdık ve sonu karanlık yollarda ilerlemeye başladık. Böylece topluma gerçekten bir deli gömleği giydirdik.

  • Bu yalnız ulus devletten geriye düşmek değil; bireyin özgürlüklerinden,
    çağdaş değerlerden; laik düşünceden, ulus kimliğinden geriye gitmek ve
    küçük küçük etnisite kimliklerine kaymak demektir.

Üstelik 75 milyon Türk Yurttaşı’nın hiçbiri, kendisinin hangi kimliğe ne kadar dâhil olduğunu kestiremeyecek bir durumdayken, bu ölçüyü sonu gelmez bir denklem gibi önüne koyduk. Öyle ya; herkes bir düşünsün; kendi aile yapılarında, şöyle beş altı kuşak gerilere gitse; hangi kimlikler, hangi kültür ve aidiyet duygularının oluşturduğu kanallardan geçilmiş; bunu kestirmek zor bir iş mi?

Bu deli gömleğinde ısrar etmek neyi getirir?

Daha da keskin ayrışmaları ve kopuşu… Bunun için de önce kimlik bunalımları
ortaya çıkacak, daha sonra da ayrıştırılmış kimlikler ister istemez birbirleriyle dalaşmaya yöneleceklerdir.

Pekâlâ; Türkiye ne yapmalı?

Derhal, ulus kimliğini; ulus kimliğini oluşturan birey kavramını geliştirecek eğitim ve yönetim anlayışına yönelmelidir.

Bireyselleşemeyen kimlikler ancak feodal kültürlerin, kabile anlayışlarının içinde varlığını bir “hiç” sayan teb’a ve “kul” olarak nitelendirilebilir.

Kul’dan ulus ortaya çıkmaz.

Önce özgür düşünen bireyi yaratacağız; ardından ulus devletimizi güçlendireceğiz; sonra da ulusun egemenliğini, bütün yasa, kurum, kuruluş ve kavramlarına yansıtacağız…

Ulus, kendi iradesini özgürce kullanacak ve egemenliğini oluşturacak.
Hiçbir alt kimlik; ulus değerlerinin üzerine çıkmayacak. Yasalar ve kurumlar önünde insan önce “birey” olarak değerli olacak. Etnik kökeni, dinsel kimliği ya da başka bir grup eğilimiyle kesin olarak ayrımcılık olmayacak. Bu tür ayırımcılık yaratan yasa ve uygulamalar varsa bunlar tek tek ayıklanacak.

Şunu düşüneceğiz:

Hangi etnik kökenden, kültürden, dinden ya da mezhepten gelirse gelsin; bütün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, bir üst kimlik ve büyük bir ulusun adı olan Türk Ulusu’nun onurlu ve eşit yurttaşlarıdır.

Atatürk ne demişti?

“Dış Politika kesin olarak iç politika ile uyumlu olmalı..” demişti; değil mi?
O halde dış politika da bu yapıya göre oluşturulmalıdır. İç yapı karmaşıksa, deli gömleği giymiş toplum bireyleri, bir savruluş yaşıyor ve kimlik bunalımı içinde kıvranıyorsa; toplumsal birlik ve bütünlük zaten büyük bir darbe yemiş ve dış politika da bu yapının etkisiyle hedefsiz, renksiz, her bir yana sürüklenen bir yapıya zaten yönelmiş demektir.

Unutulmaması gereken şudur                     :

Türkiye öncelikli olarak ulus kimlik yapısını kemiren politikalardan
derhal uzaklaşmalı
, ulus kimliğini güçlendirecek ve onu daha da demokratikleştirecek açılımlar yapmalıdır.

Dış Politikamız da bu yapıya dayalı ve ona koşut olarak kurgulanmalıdır.
Milli / Ulusal değeri olmayan bir dış politika anlayışı; ulusa yarar getirmeyeceğine göre, Türkiye, kendi ulusal çıkarları, insanlarının güvenlik refah ve mutluluğu; buradan da bütün insanlığın ortak gönenci içinde; uluslar ailesiyle ortak hareket edecektir.

Bu anlayış da kendini büyük Atatürk’ün; “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesinde bulur.
Yurdunu sevmeyenin ve onda barışı sağlamayanın, çıkıp dünyada barışı sağlamak adına düş peşinde koşmasının anlamı ne?

“Aç tavuk, kendini darı ambarında görürmüş!” diyeceğim; hayır; içimden gelmiyor; onun yerine şunu demeyi tercih ediyorum:

Bir an önce ulusu ve ulus devleti önemseyip; hem iç hem de dış politikalarımızı bütünüyle ona ve onun ortak gücüne göre kurgulayalım…

Bulunduğumuz coğrafyaya da katkımız; öteki halkların egemenlik haklarını önde tutarak, onlarla iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmekle oluşacaktır.

Bundan ötesi yok.

Artık bunu görmekten başka çaremiz de yok…

Kemal Arı, 13.05.2013.

Sevr’in Anayasası


Dr. A. Nejat ÖLÇEN

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

Sevr’in Anayasası

1. Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un koşul gördüğü Yeni Anayasa Ha­zırlığı
Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP’nin hazırlamaya giriştiği Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok ederek onu İslam “Cemahiriyesi’ne dö­nüştürmeyi amaçlamış olduğu içindir ki; Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını üstlenmiştir R.T. Erdoğan.

Her halde Başbakan olmaktan daha önemlidir O’nun için BOP eşbaşkanı olmak.
Hazırlanmasına girişilen Anayasa’da BOP’un öngördüğü Türk, Türklük kavramlarının
yer almaması için çaba harcamakta, Ab­dullah Öcalan de­nilen ikiyüzlü zavallı cani ile Sevr’i diriltecek Pazarlıklara girişilmektedir.

Avrupa Birliği’nin 2004 yılında hazırladığı raporda, Fırat ve Dicle nehirleri havzasının uluslararası bir kurul tarafından yönetilmesi ve İsrail’in sınır komşumuz olması nasıl sağlanacaktır? ABD’de kurulan Atlantic Conucil’in hazırlayarak Başkan Obama’ya 2009 yılında sunduğu raporda şu sorulara yer veriliyor :

– Ankara’nın Kürt kimliğini tanımak için ek adımlar atması nasıl sağ­lanacak, vatandaşlığın temeli olan Türklük tanımının ortadan kaldı­rılması ve nihai çözümün
PKK lideri ve kadrosu için af düzenlen­mesi nasıl gerçekleşecek?

Başkanlığını David L.Ph illips’in üstlendiği Atlantik Council’in Başkan Obama’ya sunduğu rapordaki bu öngörüleri ülkemizde kim gerçekleştirebilirdi BOP eşbaşkanı olmasaydı? Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki coğrafyamız, o coğrafyanın sahibi
Türk Ulusu ve o Ulusumuzun Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Cumhuriyetimizin temeli olan ulus-devlet bütünlüğünün yok edilmesi olgusunu yaşamaktayız. Bu amaç için, önce hu­kuksuzlu­ğun hukuku yaratılmalıydı:

2. Sevr’i Güncelleştirecek Anayasa için Hukuksuzluğun Hukuku oluşmalıydı.
Türk Ceza Yasasındaki 135’inci maddede değiştirilerek “zabıta amir ve memurlarına iddianame hazırla­ması yetkisi” verildi. Kimlerin suçlanacağna Cumhuriyet Savcıları değil, iktidarın buyruğunda güvenlik güçleri karar verme yetkisiyle donatılmış oldu.
Gizli tanık ifadeleri, imzasız mektuplar suç kanıtı olabilmeli ki; subay ve generaller ordusuz ve ordumuz da zabi­tansız kalmalı; direnmesi olası generaller düzmece suçlarla zindana tı­kılmalı, yurtsever aydınlar, bilim adamı, parti genel başkanı olsa da,
mil­letvekili de se­çilseler Silivri tecrit Kampında müebbet hapse mahkum edilmeliydiler.

Hukuksuzluğun hukuku sayesinde bunlar gerçekleştirildi.

Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki coğrafyamızın bölünerek ulus-devlet bü­tünlüğün
yok edilişi nasıl sağlanabilirdi, toplumsal korku yaratılamaz, di­renecek güçler zindanlara atılmasaydı?

3. Hazırlanan Anayasa, 137 yıl önceki 1876 Kanunu Esasi’sinin de gerisinde
Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP’nin oluşturduğu hukuk (daha doğrusu  hukuksuzluğun hukuku) Mecelle’nin de gerisinde iken  hazırlanmakta olan yeni Anayasa da 137 yıl önceki Kanun Esasi’nin de gerisine düşmüştür.

BOP’un eşbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti devletini ordusuz, ordusunu ko­mutansız bırakarak Misak-Milli sınırlarımızı savunmaktan Devletimizi yoksunlaştırmıştır.

Ülkemizin eyaletlere bölünmesi planlanırken; “Ulus-Devlet-Yurt” bütünlüğünü 
yok edecek kararlar alırken, 137 yıl önceki Ka­nun Esasi’nin 1’nci maddesi,
Memaliki Osmaniye’nin bölünmez “yek vücut” ol­duğunu karara bağlamıştı:

“Devleti Osmani memalik ve kıtaatı haziriye vilayeti mümtaziyeyi muhtevi yek vücut olmakla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik ka­bul etmez.”

  • Türkiye Cumhuriyeti‘nin Anayasası,
    BOP’un eşbaşkanı eliyle Kanunu Esasi’nin de gerisine düşürülmektedir.

Kanun Esasi’nin 8’nci maddesi :

“Devleti Osmanlı tebaasında bulunan efradın herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur.” diyor. O bunu söylerken, 137 yıl sonra AKP iktidarı Türkiye Cumhuriyeti Dev­letinde başbakan olan  R. T. Erdoğan, Anayasa’dan Türk’ü silmeye yelte­niyor. Oysa bilmiyor ki: Misak-Milli sınırları içinde ve dışındaki toprak­larda yaşayan Türk’leri uygarlık tarihinden değil, Anayasa denilen ka­ğıttan bile silmeye gücünün yetmeyeceğini ve kendisinin silinip gidece­ğini bilmelidir BOP’un eşbaşkanı.Kanun Esasi’nin 9’ncu maddesi de, “Osmanlıların kaffesi’nin hürriyeti şahiyelerine malik” olduğunu hükme bağlarken 10. maddesi ”Hürriyeti şahsiyenin her türlü tecavüzden ma­sun olduğunu” koşul görüyor ve de:“Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz.” (cezalandırılamaz) koşulunu hükme bağlıyordu.4. Hazırlanan Anayasa, 334 yıl önceki (1679) Habeas Corpus Act’ın da gerisinde!137 yıl önce Osmanlı çökerken bile AKP iktidarından daha çok yurt bütün­lüğüne ve insan haklarına özen göstermeye başlamıştır. Aslında o Kanunu Esasi, 334 yıl önceki (1679) İngiliz Parlamentosu’nun yayımladığı “Habeas Corpus Act”ın bir  benzeridir.

Habeas Corpus Act, yasal ge­reklilik olmadıkça hiç kimsenin tutuklanmamasını, tutuklandığında 24 saat içinde yargı önüne çıkarılmasını, işkence ve zulüm görmemesini öngörü­yordu. Aslında Habeas Corpus hukuku, İngiltere’de iktidara karşı temel hak ve özgürlük­leri koruyan Magna Charta’nın (1215) tamamlayıcısıdır.

Bu iki temel hukuk metni, Av­rupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 6. maddesiyle demokrasinin (Adil yargılanma hakkı!) evrensel ilkelerinin kurumlaşmasında
etkili olmuştur.

Magna Carta te­mel hak ve özgürlükleri korumayı Kral’a karşı temel alırken,
12 Eylül 1980 müdahelesi, 1961 Anayasası’nın 11. maddesindeki “temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunulamayacağı” hükmünü iptal etmişti!

  • Adaletsiz ve Kalkınmasız  Parti AKP,
    İngiltere’nin 334 yıl önceki hukukunun da gerilerine düşmüştür.

5. Emperyalizmin ülkelerinde millet tanımı dokunulmazdır.

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Anayasasında 1’nci maddenin ikinci bendi;
“das Deutsche Volk bekennt sich zu unverletzlichen und unver-ausserlichen Menschenrechten.. inder Welt. (Türkçesi: Alman halkı dokunulamaz devredilemez insan haklarına yeryüzünde sahip çıkar.) koşuluna yer vermiştir.

O ülkede biri çıkıp da “Alman halkı” deyimi bölücülüktür Ana­yasa’dan çıkmalıdır diyecek kadar alçalabilir mi? Fransa’da Anayasanın 3. maddesindeki “Fransız” deyimine kim karşı çı­kabilir? “Fransız” deyimini Anayasadan çıkarmaya yeltenen bir devlet adamı kendisini nerede bulur, tahmin edebilir misiniz?
6. Türk Ulusu, kendisine zarar veren iktidarları sırtında taşımak zo­runda değildir!Çünkü: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yurtsever aydınlar tarafından yönetilmenin
“ulus-devlet” bütünlüğünü özenle ve azimle korumayı sahiplenen siyasal ikti­darı  yaratacaktır, elbet, yakında ve belki yarından da yakında.
Dr. Ali Nejat Ölçen
4.4.2013
Dipnotlar :
1. “Habeas Corpus” Latince “vücudum benimdir” anlamında bir deyimdir. O de­yimi temel alan yasa, kişiye yargı aşamasındaki işlemlerin yasalara uy­gunluğunu isteme hakkını tanımaktadır. (Kaynak : The Oxford Universal Dictionary, vol.1, p. 849;
ayrıca bkz : Encyclopedia International, vol 8, p. 251: The Writ is a protective device against arbitrary incarceration and, it still serves to protect personal liberty.
(Hüküm-ferman, keyfi tutuklamaya karşı kişi özgürlüğünü savunmaya hizmet edecek önlemleri içermelidir.)2. A. N. Ölçen, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 74, Ekim 2010