Etiket arşivi: Magna Carta

AKP anayasa yapamaz

Ali Sirmen
Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr 

Son Yazısı / Tüm Yazıları
08 Kasım 2022, Cumhuriyet

AKP’nin fırsatı yakalayınca ortaya attığı türban için anayasa referandumu önerisinin tartışmaları sürüyor. Hafta sonunda anayasa profesörü ve eski milletvekili Süheyl Batum, Ruhat Mengi ile yaptığı söyleşide, toplumsal sözleşme olan anayasaların parti ziyaretleriyle yapılamayacağını söylüyordu. AKP temsilcilerinin anayasa değişikliği konusunu HDP ile görüşmeleri ise bizzat AKP bünyesinden itirazlar yükselmesine neden oluyordu. Cumartesi günü Cumhuriyet‘in altını çizdiği üzere, Cumhur cephesinin türban referandumu için daha 26 milletvekiline ihtiyacı vardı. Onu da bulamıyordu.

Sözün özü Millet cephesinden herhangi bir kurtarıcı aklı evvel öneri çıkmaz ise AKP anayasa değişikliğini yaşama geçiremeyecekti.

Bu defa (kez) AKP’nin anayasa değişikliliğinin önündeki engel parlamento aritmetiğidir. Ama öyle olmasa da AKP zaten kendi kafa yapısı dolayısıyla da anayasa yapamaz.
***
Bunun neden böyle olduğunu görebilmek için anayasaların özelliklerine bakmak gerek. İlk anayasal belge olan Magna Carta’dan bu yana (1215…) bütün anayasal metinlerin ortak yönleri, iktidarın yetkilerini yönetilenler lehine sınırlamalarıdır.

Her ne kadar kutsal devlet tutkusundan bir türlü kurtulamamış olan ülkemizde anlatılması epeyce güç olsa da aslında devlet bir şer odağıdır.

Vatandaşları tebaası olan bireylere yaptırım gücü olan yasalarla nelerin serbest, nelerin yasak olduğunu saptayan devletin tescil ettiği özgürlükler ve haklar geçerlidir ancak.

Vergi yoluyla, tebaası olan bireylerin emeğinin ve ürünlerinin bir bölümüne el koyan, savaş açma yetkisiyle bireyi ölüme yollayabilen, ceza yasalarıyla bireyi ölüme kadar (dek) varan yaptırımlarla cezalandıran devlet, hâkimi mutlak olmuştur uzun süre boyunca.

Hitler’in Nazi İmparatorluğu, hâkimi mutlak olan devletin yıkımı nereye dek varabilecek bir şer odağı olduğunun çok çarpıcı örneğidir.

Devletin, bu mutlak gücünün Tanrı’dan kaynaklandığı savı da yeterince inandırıcı değildir. Bu sav zamanla, kilise tarafından bile yeterince inandırıcı bulunmamış olsa gerek ki, bir kilise mensubu olan Akinolu Aziz Thomas bile zamanla “Omnis potestas a Deo, per populum” (Bütün iktidar Tanrı’dan gelir ama halk aracılığıyla) demek zorunluluğunu duymuştur.
***
Evet, devlet bir şer odağıdır. Ama toplumsal yaşamın zorunluluğu, bu kötülüğü kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durumda yapılacak şey, yokluğu varlığından daha büyük bir şer olan devleti gücünü denetleyecek mekanizmalarla birlikte kabul etmektir. Öyle de olmuştur. Toplumların tarihleri bir bakımdan yönetilenlerin, aslında (gerçekte) devletin egemen sınıfların baskı aracı olduğu tanımlamasının genel kabul gördüğü çağımızda devletin erkinin denetiminin, toplum ve muhalefet adına denetlenmesi savaşımının öyküsü olarak görülmektedir.

Gücün bozduğu, mutlak gücün mutlaka bozduğu düşüncesi Montesquieu tarafından ileri sürüldükten ve kabul gördükten beri kuvvetler (güçler) ayrılığı demokrasinin onsuz olmazı olmuş ve devletin gücünün iktidar tarafından kullanılmasının denetimi önem kazanmıştır.

  • Anayasa böylece vatandaşı devlete karşı koruyan bir metindir aynı zamanda.

Bu işlevin yerine getirilebilmesi biat kültürü ile mümkün (olanaklı) olmayacaktır. Vatandaşın devlete ne olursa olsun sorgusuz sualsiz biat etmesiyle, devletin iktidarının denetlenmesi fikri bir arada yürümemektedir.

Çağımızda, yalnızca yönetilene sınırlamalar getiren, yönetenin gücünün denetimini ıskalayan kafa ile anayasa yapmak mümkün değildir. Böyle bir şey yapıldığı takdirde bu anayasa olmayacaktır.

Özetle biatçı AKP kafasıyla anayasa yapılamaz.

Ama şimdi itiraz olarak denecek ki: “Geçmişte pek de âlâ yapıldı.”

Evet yapıldı. Yapıldı da ne olduğu da görüldü işte!

Magna Carta’dan 2023’e: ‘Bütçe Hakkı’

Recep Yılmaz

Recep Yılmaz

1986 yılında Kırşehir Çiçekdağı’nda doğdu. Yozgat Anadolu Lisesi’nin ardından 2009’da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi. Askerlik hizmetini Ağrı’da yaptıktan sonra Mayıs 2010’dan başlayarak İnşaat Mühendisliği mesleğini sürdürdü. Özel sektörde ve kamuda görev yaptı. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Eskişehir Şubesi ve KESK-ESM Sendikası’nda DSİ İşyeri Temsilcisi olarak görev yaptı. Çeşitli tarihlerde Cumhuriyet’te ve yerel gazetelerde güncel siyaset, tarımsal üretim, mühendislik tarihi ve yerel tarih gibi konularda yazılar kaleme aldı. İnşaat Mühendisleri Odası, Büro-İş Sendikası, Sosyal Demokrasi Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Çankaya Şubesi Başkan Yardımcılığı görevini yürütmektedir. Ankara Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisidir.

Magna Carta (Büyük Ferman), İngiltere kralının kimi yetkilerinden feragat ettiği ve hukukun üstünlüğü için ilklerden kabul edilen tarihsel bir anlaşma. 1215’te İngiltere Kralı John’a (Yurtsuz John) yani saraya karşı aristokrat derebeylerin bir zaferi (utkusu) olarak tarihe geçmiştir.

“Yasalar dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli din adamları ile baronlardan oluşan bir kurula danışmadan haciz yoluyla veya zor kullanarak toplanamaz.” ve “Adalet satılamaz, geciktirilemez, hiçbir özgür yurttaş adaletten yoksun bırakılamaz.” gibi 807 yıl öncesinin ilerici maddelerini krala kabul ettirebilmiştir.

Bütçe hakkı ve vergiye rıza kavramları; İngiltere’de yürürlüğe giren 1215 Magna Carta’dan sonra 1628 Haklar Dilekçesi ve 1689 Haklar Beyannamesi (Bildirgesi) ile tarihsel bir savaşıma işaret ediyor. Demokrasi mücadelesiyle eşdeğer ilerleyen bu savaşımda verginin nerelere harcandığını sorgulamak, harcamalara rıza göstermek 17. yüzyıl Avrupa’sında kazanılmış bir haktır.

“İngiltere’de parlamento 1689’dan başlayarak vergi konusunda verdiği izinleri yalnızca bir yıllığına vermeye başlamıştır. Keza parlamento vergi toplanmasına izin vermeden önce de yapılması düşünülen harcamaların ayrıntılı dökümünü istemeye başlamıştır. Böylece ‘harcamalara rıza’ ilkesi de doğmuştur. ‘Vergiye rıza’ ve ‘harcamalara rıza’ ilkelerinin birleşmesiyle de ‘bütçe’ uygulaması ortaya çıkmıştır.” (Prof. Dr. Kemal Gözler, Malî Hukukun Anayasa Hukukundan Eskiliği Üzerine Bir Deneme)

Magna Carta, bütçe hakkının miladı kabul edilir. İngiltere’den Kıta Avrupa’sına demokrasi savaşımının bir kazanımı sayılan ve verginin nerelere aktarıldığına ilişkin hesap sorma anlamına gelen bütçe hakkı, son yıllarda neredeyse unutulmuş bir yurttaşlık hakkı. 807 yıl sonrasına bakarsak bütçenin Meclis çatısı altında tartışılıyor olması, aritmetik hesaba indirgenmiş demokrasimizde halk için pek anlam taşımıyor. Çünkü Türkiye’de halkın bütçeye karşı ilgisizliği Meclis’in etkisizliği ile birleşerek tek bir kişinin iradesiyle (istenciyle) yapılan bütçe yasalarının sorgulama hakkı olmayan bir kesimce onaylanmasını doğuruyor.

Bütçe hakkı tarihimizde ilk olarak 1. Meşrutiyet (1876) ile dile getirilse de uzun sürmemiş ve 2. Meşrutiyet ile (1909) yeniden gündeme gelerek 1910’da çıkarılan Muhasebe-i Umumiye Kanunu ile yürürlüğe girmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu madde 85: “Vergiler ancak bir kanun ile tarh ve cibayet olunabilir.” demektedir. Yani vergilerin ancak yasayla salınacağı ve tahsil edileceği anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Madde 96 ise “Devlet emvalinden muvazene haricinde sarfiyat caiz değildir.” yani ‘devlet varlığından, denge dışında harcama yapılamaz(AS: açık verilemez!) demektedir. 1927’de ise 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu kimi değişikliklerle yeniden yürürlüğe girmiştir. 2003’te yürürlüğe konan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile bu yasa yürürlükten kaldırılmıştır. Cumhuriyet döneminde çağdaş anlamda 1924 Anayasası’yla kullanılmaya başlanan bütçe hakkı böylelikle yasal bir hak olarak süregelmiştir.

Ta ki her kararın tek 1 kişiye bağlandığı 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği halkoylamasına dek!

Bugüne gelirsek, 2023 bütçe önerisine ayrıntılı bakınca ne görülür?

Önerilen bütçe gideri 4 trilyon 469 milyar 570 milyon TL. Bütçe geliri ise 3 trilyon 810 milyar 149 milyon TL. Yani 660 milyar TL bütçe açığı var.

Faizin, garanti ödemelerinin, yüklenicilerin (müteahhitlerin), verimsiz projelerin ve kur korumalı mevduatın bütçesine yakından bakalım : Hazine ve Maliye Bakanlığı için önerilen 2 trilyon 210 milyar TL bütçenin 565 milyar TL bölümü salt faiz ödemelerine ayrılmaktadır. Bütçenin %12,7’si faize gitmektedir. (AS: Bütçedeki her 8 TL’den 1’i!) Peki, ek bütçe de içinde olmak üzere 2022 yılı bütçesinde faize ne denli ayrılmıştı? 330 milyar TL. 2022’de bütçenin %11,7’si faiz gideri iken 2023 için %12,7’ye yükseldi. Bir başka önemli nokta da, bütçe giderleri bir yılda %58 artmışken faiz gideri %71,5 artmış oldu. Büyük ekonomist, sözde ‘faiz’ düşmanı..

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu Bütçe İlkeleri-Madde 13: “Bütçe, kamu mali işlemlerinin kapsamlı ve saydam bir şekilde görünmesini sağlar.” demesine karşın, saydamlığı Sinoplu Diyojen gibi fenerle arıyoruz. ‘Borç verme’ kalemi olarak değiştirilen KİT’lerin görev zararları için 359 milyar TL ayrıldı. Yol ve köprü projelerinin garanti ödemeleri ile şehir hastanelerinin hizmet bedelleri için ise toplam 100 milyar TL ayrıldı.

Öte yandan yaklaşık iki milyon çiftçi için önem çok önem taşıyan tarımsal destekleme ödemelerine ayrılan bütçe 54 milyar TL. Çiftçi kesiminin salt mazota ödediği vergiyle, bu paranın yarısı zaten Hazine’ye geri dönüyor.

Tarım Yasasında ulusal gelirin en az %1’i oranında olması gerektiği belirtilen tarımsal destekleme oranı %0,29’da kaldı. Önceki yıllarda bu oran %0,5 idi. Orta Vadeli Program’da (OVP) 2023 yılı ulusal geliri (GSYH) 867 milyar $ olup, TL karşılığı 18 trilyon 654 milyar TL olarak açıklanmıştı. %1’i hesap edilirse en az 186.5 milyar TL ayrılmalıydı tarımsal destekleme için!

Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması ile 7 ayda 85 milyar TL’nin mevduat varsıllarına ödendiği düşünülürse, tarıma yapılan desteklemenin (!) boyutu daha iyi anlaşılabilir.

Bütçenin nereye harcanacağına elbette;

  • Ülkeyi yüksek faizle borç sarmalına sokanlar,
  • Yüksek enflasyonla büyüyebileceğini düşünenler,
  • Açıklanan büyüme rakamlarının yanında halkın yoksullaştığını görmeyenler,
  • Sosyal yardımları ve tarımsal desteklemeyi kaşıkla artıranlar,
  • Al gülüm ver gülüm ihalelere yol verenler,
  • Varlık aktarımının en kolay yolu olan garanti ödemeleriyle bütçeyi delik deşik edenler..
    karar veriyor!

Küçük ortakla birlikte yeterli sayıya ulaşan iktidar, Meclisin bütçeyi onaylama yetkisini kolayca yönlendiriyor ve gelen öneriler olduğu gibi onaylanıyor. 86 milyona da bu tiyatroyu izlemek düşüyor.

Oysa yurttaşlık görevi, salt vergi vermek değil, toplanan verginin hesabını sormak, neyin nereye harcanacağına karışmak ve bütçe yapma yetkisinin verildiği seçilmişlerin bu hakkı kullanmalarında ısrarcı da olmaktır.

Magna Carta’dan günümüze 807 yıl geçti ama Türkiye’de bütçe hakkı, Hak getire!

10 Aralık ve “10 Aralıkçılık”

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. / İTÜ

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948’de yürürlüğe girmesinin üzerinden 73 yıl geçti. Elbette pek çok ülkede yaşayan insanlar için 10 Aralık 1948 Bildirgesi ileri bir adımdı. Ancak insanlık tarihi açısından bakıldığında 10 Aralık 1948 gerçekten ileri bir nokta mıydı? Yoksa bir geri adım mıydı? Cesaretle tartışmak gerekiyor.

Bildirge’nin kabul edildiği tarihte dünyanın pek çok ülkesi için insan hakları mücadelesi açısından ileri bir adım olduğu tartışılamaz. Ancak bu ülkelerde insan haklarının düzeyi, Bildirge’nin yürürlüğe girdiği tarihi bırakın, bugün bile yüzyılların gerisindedir. Sözleşme kâğıt üzerinde kalmıştır. Zaman zaman da bizim ve bizim gibi ülkeler açısından da benzer durumlara düşülmediği söylenemez. Ancak bu gibi ülkelerde insan haklarının bulunduğu düzeyin geriliğinin kaynağı doğrudan doğruya insan hakları mücadelesinin ilk ortaya çıktığı ve adının önüne “çağdaş”, “gelişmiş”, “kalkınmış” gibi sözcükler eklenen emperyalist devletlerdir.

İnsan hakları mücadelesi tarihine baktığımızda, ilk sırada 1215 yılında İngiltere kralına kabul ettirilen Magna Carta adlı sözleşmeyi görürüz. Yine 1776 yılında Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile birlikte yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini görürüz. Denilebilir ki Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, kimi önemli maddeler açısından 10 Aralık 1948 bildirgesinden daha da ileridedir. Ve tarihin gördüğü en ileri insan hakları belgesi ise 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. En ileri belgedir diyoruz, çünkü bu Belge kanla yazılmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan meşruluğunu yitiren hükümetleri değiştirme hakkı, 1789 Büyük Fransız Devrimi‘nin simgesi olan Bildirge’de daha ileri bir adımla “DİRENME HAKKI” olarak yer almıştır. Direnme Hakkı sonraları unutturulmaya çalışılmış ancak Türkiye’de 1961 özgürlükçü anayasası “Direnme Hakkı’nı” anayasanın Başlangıç bölümüne koymayı başarmıştır.

İnsan hakları mücadelesine (AS: savaşımına) öncülük eden ülkelerden İngiltere, ABD ve Fransa yüz yıllardır bütün dünyaya kan, zulüm ve esaret (AS: tutsaklık) götüren ülkeler olmuşlardır. Bu durum, içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok daha çıplak bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Toprakları üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk adıyla bilinen İngiltere’nin egemen olduğu ülkelerde özgürlük güneşinin doğması hiç kabul edilmemiş, ABD son 75 yıldır bütün dünyayı kana boğmuş, Fransa kara Afrika’nın kara talihi olmuştur. Bu ülke ve benzerleri için ezilen ülkelerde İnsan Hakkı, eğer o ülke yönetimlerinde emperyalizme karşı bir direnç varsa mevcut (AS: varolan) yönetimleri devirmenin aracı olarak gündeme getirilmiştir.

TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı topyekûn bir mücadele içinde doğmuş ve gelişmiştir ki, bu mücadele içinde yaşama hakkı en temel insan hakkı olarak var olmuştur. Kurtuluştan sonra ise dışarıdan gelen kuşatmalar, yine dış destekli ayaklanma ve darbelerin izin verdiği ölçüde insan hakları gelişebilmiş, ülkemizin verdiği bu kutsal savaşım, öbür ezilen ülkelere de umut ışığı olmuş, bu ülkeler özgürleştikçe insan hakları konusunda da adımlar atmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Aydınlanma Savaşımında Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi her alanda görülür. Bu etkiyi Atatürk’ün sözlerinden olduğu ölçüde, okuduğu kitaplar listesinden de izleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgürlükler yolculuğu 1950-60 yılları arasında diktatörlük hevesleri ile kesilmek istense de 1961 Anayasası ile “Direnme Hakkı” anayasanın giriş bölümüne yazılırken, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki engelin üzerinden atlayarak, 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile buluşmuştur.

“10 ARALIKÇILIK”

Büyük Fransız Devriminin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi arasında 159 yıllık bir zaman var. 10 Aralık tarihli Bildirgenin zaman olarak daha ileride olması, bu Bildirgenin insanlığın gelişimi açısından daha ileride olduğunu ne yazık ki göstermiyor. 73 yıl önceki Bildirgeyi hazırlayanlar 232 yıl önce kanla yazılan Bildirgedeki ölçüde cesur ve özgürlükçü olamamışlar, insanlara “zulme dur!” diyecek direnme hakkını vermekten korkmuşlardır. O halde şöyle bir saptama yapabiliriz : 232 yıl önceki 1789 Bildirgesi, 73 yıl önceki İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden (İHEB) daha cesur ve daha ileridedir.

Bu saptamadan sonra “10 Aralıkçılık” kavramı ve “10 Aralıkçılar” üzerinde durabiliriz. Türkiye Cumhuriyetini kuran parti içinde son 12 yılda etkin duruma gelen ve “ilerici” olduklarını söyleyenler, 10 Aralık 1948 tarihinden esinlenerek kendilerine “10 Aralıkçılar” adını takmış, ilk zamanlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapatılarak müzeye dönüştürülmesini” savunmuşlardır. Ancak, parti içinde üst kademeleri işgal edip giderek etkinlik kazanınca partiyi ele geçirip, Kemalist çizgisinden saptırmayı kendileri ve “etkin güçler” için daha uygun bulmuşlardır.

– Ekmeleddin Vakası
,
– Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı için adının geçebilmesi,
– “Kefere Kemal” diyenlerin kadın kotası ile Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– Apo’nun avukatı “TR 705” kodlu şahsın Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– “Dersim Katliamı” sözleri,
– Seyit Rıza heykeli önünde milletvekili nöbeti ve son olarak
– “Helalleşme” adıyla partinin geçmişinden hesap sorma hareketi

hep “10 Aralıkçılar” marifetiyle olmuştur.

Bugün büyük bir özgüvenle kendilerine “10 Aralıkçı” diyenler 10 Aralık 1948 ile 26 Ağustos 1789 arasındaki farkı bilemeyecek ölçüde cahil mi? Bir bölümünün adları önünde kocaman Prof. unvanı (AS: sanı) taşıyanların bu denli cahil oldukları düşünülemez. Pekalâ kendilerine “1919’cular”, “1923’cüler” ya da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin tarihi ile Büyük Taarruz’un tarihini birleştirerek “26 Ağustoscular” da diyebilirlerdi. Ama diyemezler, çünkü Mustafa Kemal deyip Atatürk diyemeyenlerden başka bir şey beklenemez. Kendilerine “10 Aralıkçı” adını verenler, bilinçli bir tercihle CHP içinde kendilerini daha gerici bir yerde konumlandırmaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyetine ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olanların başından beri Atatürk adına, hatta Mustafa Kemal adına karşı olduklarını biliyoruz. Bunlar arasında çok “cesurları” pervasızca “keşke Yunan kazansaydı” diyebilmekte, bir kesimi ise Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı tutum alamadıkları için Mustafa Kemal Paşa demekten öteye gidememekteydi. Son yıllarda başları sıkışınca Atatürk demeye başlayabildiler. Ne acıdır ki Atatürk’ün partisi içinde mevzilenmiş “10 Aralıkçı” kafalar yeminli Atatürk düşmanlarından da daha geri bir noktaya gittiler. “10 Aralık” kavramının ilericilik görüntüsü altında yatan tutuculukla birleşerek Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün partisi olarak kalmasını isteyenlerin direnme hakkını yok ederek partiyi “ulusalcılardan” temizlemekle öğündüler.

Çabaları boşunadır. Kemalizm’in devrimci düşünceleri er ya da geç Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisini yeniden Atatürk’ün devrimci partisi yapacaktır. 26 Ağustos, “10 Aralıkçıları” yenecektir.
====================

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Özdeyişlerim (Aforizmalar)

KENDİME YAZILAR

Özdeyişlerim (Aforizmalar)

Dr. Mahfi EĞİLMEZ
07 Nisan 2021

“Bir kez yalan söylemeye başlarsanız sonuna dek yalan söylemek zorunda kalırsınız.”
“Sorunu yanlış tanımladığımız sürece çözümü bulamayız.”
“İnsanlar gördüklerine değil de duyduklarına inanmaya başlamışsa doğruları anlatmak giderek zorlaşır.”
“Yaptığınız hataları kabul edip düzeltmek yerine kendinizi haklı göstermeye çabalarsanız yaşamınız bir hatalar zincirine dönüşür.”
“Riskleri düşürmek istiyorsanız, hatalarınızı kabul edip düzeltmeye başlayın.”
“En büyük risk hatayı kabul etmemekle oluşur.”
“Kimse dinlemese de gerçekleri konuşmaya devam etmek gerek. Gerçekleri konuşmazsak bir süre sonra gerçeğin ne olduğu unutulur.”
“Hata yaptığımızı kabul etmenin zayıflık değil erdem olduğunu görebildiğimiz andan başlayarak doğruyu bulmaya yaklaşabiliriz.”
“Gerçekler teorimize uymuyorsa teorimizi değiştirmemiz gerekir. Teorimizi değiştirecek yerde gerçekleri değiştirmeye çalışırsak yalnızca kendimizi kandırmış oluruz.”
“Türkiye, son kırk yılda risklerini düşürmeye değil faizi düşürmeye odaklandığı için enflasyon sorununu çözemedi.”
“Faizi düşürmenin yolu riskleri düşürmekten geçer. Riskleri düşürebilirseniz kur düşer, kur düşünce enflasyon düşer, enflasyon düşünce faiz düşer. Mesele bu kadar basittir. Yapılması gereken tek şey konuya bilim penceresinden bakarak neden-sonuç ilişkisini doğru kurabilmektir.”
“Bir ülkede sürekli irrasyonel kararlar alınıyorsa irrasyonellik istikrar kazanmış olur ve insanlar kendilerini bu duruma uyarlamaya çalışırlar. Buna irrasyonelliği rasyonalize etme eylemi diyebiliriz.”
“Türkiye, istikrarsızlığı istikrarlı hale getiren, irrasyonelliği rasyonelleştiren bir yapı içinde görünüyor.”
“Faiz artırmayla sorunlar çözülebilseydi Türkiye dünyanın en sorunsuz ülkesi olurdu. Faiz artırımı geçici çözümdür. Yalnızca asıl adımları atabilmek için zaman kazandırır.”
“Bugüne dek açıklanan her reform paketi reform umudunun biraz daha azalmasına yol açtı.”
Yapısal reformların yapılmamasından daha kötüsü, yapılıyormuş havası yaratılmasıdır.”
“Bir insan büyürken bilgisini, kültürünü, görgüsünü artırırsa nitelikli insan olur. Artıramazsa salt büyümüş olur. Ekonomi de böyledir. Büyürken demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, düşünce özgürlüğünü geliştirebilirse büyümeyle birlikte kalkınır, geliştiremezse yalnızca büyümüş olur.”
“Risk almak başka şeydir, risk yaratmak başka şey. Risk alırsanız kazanabilirsiniz ama risk yaratırsanız kaybedeceğiniz kesindir.”
Sıcak para faizin yükseldiği, kurun düştüğü ortamları sever. Kur yükseldiğinde faiz değişmiyorsa sıcak para kaçar. Faizi sürekli artıramayacağımıza göre sıcak parayı sürekli tutmanın yolu yoktur. Asıl olan doğrudan yatırımı çekebilmektir. Onun da yolu risk yaratmamaktır.”
“Bizde yapısal reformların ilk adımı, kamu yönetiminde ‘söz gümüşse sükût (susmak) altındır’ atasözüne uygun davranılmasını sağlamak olmalı.”
“Bir toplum, geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendirmezse aynı acıları çekmeye mahkûmdur. Tarihini doğru okumayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar.”
“Bir okur: Peki siz niye siyasete girmiyorsunuz da benden istiyorsunuz diye sorarsanız Mahfi bey, ben sizin kadar tecrübeli değilim. Ben: Siz yeteri kadar tecrübeli olmadığınız için girmiyorsunuz siyasete, bense yeteri kadar tecrübeli olduğum için.”
“Enflasyon yükselirken bankalar mevduat faizlerini indiriyorsa ortada bir tuhaflık var demektir.”
Öğrenciler geleceğimizdir. Onların önerilerini dinlemeliyiz. 1968’de biz öğrenciydik. Başka ülkelerdeki öğrenciler gibi taleplerimiz vardı. Herkes öğrencilerini dinledi, çözümler getirdi, ileri gitti. Bizde kimse kimseyi dinlemedi ve kaybettik. Aynı hatayı tekrarlamayalım.”
“Kapitalizmin reset’i yani fabrika ayarlarına dönüşü bugünden çok daha kötüye dönüş anlamına gelir. Kapitalizmin fabrika ayarlarının nasıl olduğunu anlamak için Charles Dickens romanlarını (mesela Zor Zamanlar) okumak yeterli.”
“Geçmiş, geleceğin aynasıdır derler. O nedenle büyük sıfırlama adı altında masum görünen bu yaklaşımdan kuşku duymakta haksız değiliz.”
“Türkiye ekonomisinde sorunların temelinde risklerin yüksekliği yatıyor. Bir sorunu çözmenin yolu nedeni bulup onu ortadan kaldırmaktan geçer. Biz tersini yapıp sonuçtan gitmeye çabalıyoruz.”
“Riskleri ortadan kaldıramadığınız ya da en azından azaltamadığınız bir ortamda çözümler hep geçici olmaya mahkûmdur.”
“Bugünkü ekonomik sıkıntıların çoğu, gerçekte ekonomik olmayan nedenlerin yarattığı risk artışından kaynaklanıyor. O nedenle çözüm de oralardan başlamak zorunda.”
“İnşaata dayalı büyüme modeli uygulayan ekonomilerde faiz, neden gibi görünür.”
“2000’lere gelirken, seçimi yitirenlerin koltuktan kalkmasının erdem haline geleceği bir dünyayı hiçbirimiz düşünmemiştik sanırım.”
“Dünya, her alanda ve her yerde ciddi bir nitelik düşüşü yaşıyor. Meritokrasi hızla mediokrasiye, demokrasi hızla ahbap çavuş demokrasisine dönüşüyor. Kurtuluş gibi sunulan küreselleşme tam anlamıyla bir karabasana dönüştü.”

  • “Devlet, Varlık Fonu olsa da olmasa da her durumda hastalarına bakmalıdır. Devlet olmak böyle bir şeydir. Devlet, şirket değildir, kâr amacı gütmez, vatandaşını korur, hastasına bakar, toplum yararını gözetir.”

“Ekonominin temel uğraşı konuları bazı arkadaşların sandığı gibi dolar, borsa, türev işlemler gibi sorunlar değildir. Ekonomi, asıl olarak; tüketim, üretim, yatırım, tasarruf, değerin kaynağı, gelirin paylaşımı, paranın reel dünyayı etkileme biçimi gibi sorunlarla uğraşır.”
“Bir sorunun çözümü için her şeyden önce ortada bir sorun olduğunu kabul etmek gerekir.”
“Bir dönem yüksek faiz düşük kur vardı. Sonra düşük faiz yüksek kur dönemi geldi. Şimdi yüksek faiz yüksek kur var. Bütün bu dönemlerde riskler hep yüksekti. Riskleri düşüremediğimiz sürece faiz ve kurla oynayarak bir yere varamayız.”
“Ne oldu da kur yükseldi? Düşerken ne olduysa şimdi tersi olduğu için yükseldi. Faiz artırıldığı halde niçin böyle oldu? Faiz artışı tek başına kur sorununu çözmez. Asıl olan riskleri düşürmektir. Risk yaratmaya devam edersek kur da yükselmeye devam eder.”
“Benim yapısal reform yaklaşımımla IMF‘nin yapısal uyumlandırma yaklaşımının çakıştığı alan yalnızca ekonomideki bazı kısımlardır. Siyasal ve sosyal reformlar IMF programlarında hiçbir zaman yer almaz. Oysa onlar olmadan yapısal reform olmaz.”
Magna Carta‘dan beri (1215) demokrasinin olmazsa olmaz (sine qua non) koşulu; hükümetin halktan topladığı vergileri nerelere harcadığının hesabını kuruş kuruş vermesidir. Bu hesabın verilmediği yerde demokrasi yok demektir.”
Keynes: “Bir ülkede sermayenin gelişimi kumarhane faaliyetlerinin yan ürünü haline gelmişse, orada işler hastalıklı bir hal almıştır” der. Bugünün dünyasında büyük ölçüde kumarhane faaliyetine dönmüş finansal sistemi görse ne derdi acaba?”
“Her hipotez, altındaki varsayımlar ve çevrelendiği koşullarla ele alınıp değerlendirilmelidir. Aksi takdirde hipotez olmaktan çıkar, slogan haline dönüşür.”
“Kur yükselmesin diye döviz rezervlerini kullanıp kura müdahale ederseniz rezervler düşer, rezervler düşünce riskler artar, riskler artınca kur yükselir ve tekrar aynı noktaya gelirsiniz. Buna kısır döngü deniyor.”
“Önemli olan bizim dolara bakmamamız değil doların bize bakmaması.”
“TCMB’nin faiz konusunda ne karar vereceği sorusuna verdiğim yanıt hiç değişmez. Bu kez de aynı yanıtı vermiştim: TCMB’nin faiz kararını tahmin edemem, çünkü neye göre karar verdiğini bilmiyorum.”
“Uzman olmadığın konuda konuşma” diyen kişiye bakıyorsun, o konuda onun yaşı kadar okumuşluğun var. Gülsen mi ağlasan mı bilemiyorsun. Sonra bir bakıyorsun aynı kişi hiç anlamadığı ekonomi ve finans konularında uyduruk teoriler geliştirmekte sınır tanımıyor.”
Osmanlıyı bilim yolundan ayrılması, aydınlanmaya sırt çevirmesi batırdı. Bilimden ayrılanı kurt kapar.”
“Yaşam değişir, insanlar da değişir. Eğer yaşam değiştiği halde insanlar değişmiyorsa orada gelişme sağlanamaz. Türkiye, bugüne kadar değişime gösterdiği dirençle inanılmayacak kadar zaman yitirdi.”

  • “Analiz yapmayı, soru sormayı, sorgulamayı öğretemediğimiz bir kuşağa hangi bilgiyi verirsek verelim, sonuç almak mümkün değil.
  • Eğitimde öbür ayrıntıları ayıklayarak yalnızca bilim, felsefe, mantık ve analiz yapmaya yönelik bir anlayış benimsemeliyiz.”

Biri ‘reform’ mu dedi?

Biri ‘reform’ mu dedi?

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
05 Mart 2021, Cumhuriyet

Basın-yayın âleminin, hem şekil hem de içerik açısından yaptığı ve bir türlü düzeltemediği yüzlerce temel hatadan biri de “reform” sözcüğünü olur olmaz yerde ve uluorta kullanmasıdır. Bakın, özellikle “basın-yayın âlemi” diyorum. Siyasetçilerden söz etmiyorum. Siyasetçiler istedikleri şeye istedikleri etiketi yapıştırmakta serbesttir (!) zaten. Hani şu “doktorun, artık ne yerse yesin demesi” hesabı. Onlara hiçbir konuda yasak yok.

“Reform”un hemen her dilde sözlük anlamı, aşağı yukarı şudur:

“Yanlış, yozlaşmış, tatmin edici olmayan vb. şeylerin iyileştirilmesi veya köklü değiştirilmesi” ve “Zararlı bir durumun veya koşulların onarılarak iyiye dönüştürülmesi.”

Özetle, “iyi, pozitif ve ileri yönde bir değişim”den söz edilir, “reform” diyorsak.

Bir başka deyişle, “her türlü değişim”e reform demek yanlıştır. Hele ki bir şeyleri mevcut durumun ötesine yani daha ilerisine taşımıyorsanız, daha çağdaş, zamana uyumlu ve daha nitelikli hale getirmiyorsanız “reform” demek abestir.

Ama gel gör ki kurumları ya da ülkeleri yönetenlerin, her yaptıkları veya “yapıyormuş gibi yaptıkları” değişikliğe “reform” etiketini yapıştırmaları âdettendir. Yukarıda da belirttiğim gibi “siyasetçi-yönetici” tayfası bunu bilerek ya da cehaletinden yapabilir. Arkasında bir amaç vardır mutlaka. Ancak medyanın, her önüne gelen değişimden “reform” diye söz etmesi, eğer “yandaşlık ya da başka bir niyet taşımıyorsa” yanlıştır. Hatadır.

AKP iktidarının, “gider ayak” önümüze getirip “yememizi” istediği son sözde insan hakları (!) adımları da bunun en somut örneklerinden biridir. Daha önce de yani geçen 19 yıl boyunca ülkeyi neredeyse 100 yıl öncesine götürecek bir yığın değişikliği de “reform” diye adeta bu topluma “kakalamaya” çalışmadılar mı? Bunların ve yardakçılarının (ve tabii her tuzluk gördüğünde eline hıyarı alıp koşturan yetmez ama evetçi işbirlikçi liboş tayfasının) en sevdikleri şeydir bu. 2010 Anayasa Referandumu, hani şu Pennsylvanialı alçak Ağlak Vaiz’in “Ölüleri bile mezardan çıkarıp oy kullandırın” diye fetva verdiği değişiklikleri bile “reform” diye satmadılar mı?

“Başkanlık Sistemi Pazarlamacısı” rahmetli Burhan Kuzu Hoca’ya (AS: hocaya) sorduklarında “reform”un da ötesinde, adeta “devrim” değil miydi bugünkü ucube antidemokratik rejim?

Bugün de mesela Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Metin Feyzioğlu da “devrim” demiyor mu, “reform”la uzaktan yakından ilgisi olmayan son pakete?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın; sanki yargı bağımsızlığını yerin yedi kat dibine gömen, hâkimlere talimat veren, önüne geleni “terörist ve hain” diye yaftalamaya bayılan, AİHM kararlarını ve AYM kararlarını tanımamanın kitabını yazan kendisi değilmiş gibi neredeyse dakika başı ihlal ettiği tüm temel ilkeleri ısıtıp “reform” diye önümüze getirmesi, son yıllarda yaşanan en büyük garabet değil mi?

Tam da bu yüzden, bu ülkenin aklı başında tüm insanlarının “reform”u bu zevatın ağzından duyduklarında bir yandan müstehzi bir eda ile gülümsemesini, bir yandan da sırtını dönmesini yadırgamamak gerekmiyor mu?

Magna Carta’yı (1215) ve Fransız İhtilali’ni (1789), Islahat Fermanı (1856) ve hatta Tanzimat Fermanı’nı (1839) bile açsak, bugünkü “pratik uygulamanın ötesine geçecek” özgürlükler içerdiğini bilenler için bizim “muhteremlerin” satmaya çalıştığı ucube paketi konuşmaya bile zaman harcamak abestir.

FEZLEKE FETİŞİZMİ

“Ben sevmiyorum. O halde vurun, öldürün” zihniyetinin TBMM çatısı altında vücut bulmuş, oraya uyarlanmış halidir, fezlekeler. Bugün paketler halinde TBMM’ye getirilip, halkın seçtiği milletvekillerini kafileler halinde hapishaneye yollamanın acınası bir pratiğidir. DEP’li bir grup milletvekilinin o utanç verici sahneler eşliğinde 1994’te Meclis’ten “Başları eğilerek polis aracına bindirilmesi” pratiğine, Türkiye’yi geri götürmektir. Bakın, 1994 diyorum. Bu utanç size yeter…

Sandıkta yenemediğini, kayyım yoluyla, fezleke yoluyla alt etmeye çalışmak, demokrasiye inanmamaktır.

Demokrasi, muhalefete tahammüllü olmanın, itirazlara kulak verebilmenin ve en önemlisi de hesap verebilmenin, kendinizden hesap soranları kolluk ve yargı yolu ile bastırmaya çalışmamanın adıdır. Bunların hepsini ayaklar altına aldığınız bir rejime demokrasi diyemezsiniz. Hele ki “reform” ve “demokrasi” sözcüklerini her ağzınıza aldığınızda millet size gülmez bile. Hazin hazin seyreder.

Ve sandıkta ağır bir ders verir.

İsterseniz devam edin.

23 Haziran 2019’u unutmayın.

Zaten hiç aklınızdan çıkmıyor ki.

Ve zaten, hırçınlığınız ve saldırganlığınız da bundan.

Bütçe Hakkı

Bütçe Hakkı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Önümüzdeki pazartesi TBMM’de bütçe görüşmeleri başlıyor. Şu haber klişesiyle duyuruldu: “12 gün sürecek bütçe maratonu 10 Aralık’ta başlıyor”. Parlamentoda bütçe mesaisi, galiba artık sahici bir maraton olmaktansa, heveskârların gücü yettiği kadar koştuğu, gösterisel bir “jogging”dir.
***
Oysa bütçe dediğiniz, parlamentoculuğun, anayasacılığın, yurttaş haklarının tarihinde, kurucu değer taşıyan bir ‘şey’ değil miydi? Vergi gelirlerine kim nasıl tasarruf edecek? Merkezî otorite ile ‘derebeyleri’ arasındaki güç mücadelesinin önemli bir kalemiydi bu. Amerikan bağımsızlık savaşının sloganıydı: No taxation without representation, temsil yoksa vergilendirme de yok. Yasama hakkının özü sayılır: royal law’ın yani kraliyetin / egemenliğin hakkının-hukukunun eş anlamlısı: budget law, bütçe hakkı-hukuku. Demokrasinin ve parlamentoculuğun tarihsel gelişme seyrinde ilk adım, vergi koyma yetkisinde söz hakkı olmuş; ikinci adım, gelirlerin kullanımında, kaynak tahsis tercihlerinde söz hakkı.[1]***

Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki TBMM’lerinin ‘en özerk’ mebusu (Orhan Kemal’in babası, diye bildiğimiz) Abdülkadir Kemali Öğütçü’nün amasız-fakatsız has bir demokratik cumhuriyet uğruna yürüttüğü muhalefetin aslî konularından biri, bütçe hakkıdır. 1921 Mart’ında yeni konan vergileri eleştirirken, “(devlette) yeni bir teşkilât yaptınız mı, biliniz ki, memleketin başına bir müstebit ve bir zalim daha gelmiştir,” der. 1924 Ağustos’unda, “bizzat Reisicumhur Hazretlerine ayda on beş bin lira aylık vermeye bu fakir milletin tahammülü var mıdır?” diye sorar, 1924 Kasım’ında “bütçe israfları”nı sorgular. 1924 Aralık’ında bir yazısında, sözün özünü söyler: egemenliğin üç kuvvetinden birinin “milletin gelir ve giderleri üzerinde kayıtsız şartsız egemenliği” olduğunu vurgular. Evet, sözün özü budur: milletin temsilcileri aracılığıyla gelirler-giderler üzerinde karar, söz ve denetim sahibi olması, kısaca bütçe hakkı, şu meşhur milli egemenliğin kurucu ilkelerindendir.
***
Adnan Menderes, Demokrat Parti’nin muhalefet döneminde, yani liberal-demokrat donunda görünürken, bütçe hakkının da heyecanlı müdafiidir. 1948 Bütçesi görüşmelerinde, bütçe hakkını ihlâl eden uygulamaları yeren şu veciz sözlerini aktarayım:

“Vergi olarak toplanan paraların herhangi hizmet ve ihtiyaçlara ayrıldığını bir bakışta görebilmek ve hükümet ve bürokrasinin güttüğü politikayı bütçe denen belgede kolayca takip edebilmek… … öteden beri alışılmış itiyatların bir sonucu olarak bütçede görülen her bir kısmın mutlaka bir zaruretin ifadesi ve bir hükme dayanır olduğu zihniyeti… şuna buna yardım ve ihsanlarda bulunabilmek, yeni yeni kadrolar ihdası ile iktidar ve yetki sahalarını genişletmek eğilimleri…”[3]

Oysa, “Milletten alınan paraların, millet adına murakabesi esastır,” O’na göre.
Demirel’in de, –yine liberal-demokrat suretinde göründüğü anlarda–, “Bütçe hakkı demokrasinin en muhteşem kurumudur” dediği zikredilir.

11 Aralık 2000’de, Anavatan Partili –aslında Demirel ‘kökenli’– Maliye Bakanı Sümer Oral, bütçeyi sunuş konuşmasında, bütçelerin, “hukuki, sosyal, iktisadi, mali ve siyasi boyutları itibariyle ülkenin ve insanlarının geleceğe hazırlanmasında etkin bir role sahip” olduğunu söylemiş, “bütçe hakkı” ve “bilmek hakkını” vurgulamış. “Toplumun, ödediği verginin nasıl kullanıldığına haklı olarak büyük duyarlılık gösterdiğini” söyleyerek, “toplumun bilme hakkına özen göstereceklerini” taahhüt etmiş.
***
“Eski Türkiye”de, bütçe hakkının iyi kötü bir itibarı varken bile, neoliberal rejim bütün dünyada olduğu gibi bütçe hakkını ihlâl hatta ilga etmeye başlamıştı. Anavatan Partisi iktidarlarında “verimlilik-etkinlik” gerekçesiyle kurulan bütçe dışı fonlar, bütçe kaynaklarının denetiminde kibar tabiriyle “belirsizliğe kapı açmıştı. Bu çeşit bütçe (yani denetim [4]) dışı ‘açılımların’ 1994 ve 2001 krizlerindeki rolünü herkes teslim ediyor. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları altında, 2001 krizi sonrası rejime bağlı olarak parlamentonun bütçeye müdahale yolları önceleri yine ‘teknokratik’ akılla kısıtlanırken, sonra ek olarak denetim dışına çıkan yeni yan yollar da açılmaya başladı. Bunun zirvesi herhalde, 2016 Ağustos’unda ihdas edilen Türkiye Varlık Fonu’dur.

Sonuçta hesap vermezlik, gitgide kurumlaştı, kurumlaşıyor. Piyasanın hikmetine bağlılık, “devletin yüksek menfaatlerine” bağlılıkla beraber, ekonominin ‘sırrına’ teslimiyet, devlet sırrına teslimiyetle beraber, bütçe hakkının hükmünü folklorik bir ritüele indiriyor. Anayasasızlaşma sürecinin oldukça ‘maddî’ bir unsuru…
***
Daha 2016 yılı bütçe kanun tasarısı görüşülürken konuşulanlar, kaybedilmiş bir hakkın ardından yakılan ağıtlara benziyordu. CHP adına Mehmet Bekaroğlu’nun ‘tane tane’ söyledikleri, mesela: “Değerli arkadaşlarım, ‘bütçe hakkı’ dediğimiz, milletin bize emanet ettiği en temel, en kutsal hakkımızdır. Eğer bütçe hakkını hakkıyla kullanamıyorsa, bu parlamentonun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Maalesef, bu bütçe, Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçe hakkını gasbeden bir bütçedir. ‘Bütçe hakkı’ deyip geçmeyin. Şu, diyoruz ya, ‘tüyü bitmemiş yetim hakkı’, işte bütçe hakkı tam da budur. Hani dindarız ya, hani ‘medeniyet’ diyoruz ya, hani ‘millî-yerli’ diyoruz ya, hani ‘Dicle’nin kenarında bir kuzuyu kurt kaparsa’ diyoruz ya, işte bütçe hakkı bu.” Hükümete müzahir diyebileceğimiz bir tanığımız da var. MHP Grubu adına konuşan Samsun milletvekili Erhan Usta’nın söyledikleri: “2015 yılı için merkezî yönetim bütçesinde bu parlamentodan alınan ödeneğin 33 milyar TL üzerinde harcama yapılmıştır. Bu, parlamentonun bütçe hakkının ihlâli anlamına gelmektedir.”
***
Dava, müşterek varlıklarımız olarak yeniden tanımlanacak kamusal kaynakları, tümüyle kamusal’ı, devletin kıskacından kurtarmaktır aslında. Mülga bütçe hakkını yine de hâlâ ciddiye almak, işte bu iddia için, bu ufuk için kıymetli. Mesela Su Hakkı kampanyasını yürütenlerin, İSKİ bütçesini itinayla sorgulayışları, bunun için muhterem. Bütçe hakkı, doğrudan doğruya, hak sahibi olma hakkımızla ilgili, değil mi?

Ekşi sözlük’te “Benim vergilerimle bla bla…” diye bir entry var. “Bizim vergilerimizle… ne hakla!” sorusunun sadece bir şaka, sadece bir naiflik alâmeti olması, nasıl bir zillet…

Üç hafta önce kaybettiğimiz Kürşat Bumin, yurttaşlık ‘işini’ pek az kimse kadar ciddiye alırdı. Bir zamanlar vergi dairelerinin alnında yazan “İradesi ile kendini vergilendiren halk, millettir” düsturunun ‘sahihliğini’ sorgulamakla birlikte, asıl bu ilkenin ciddiye alınmazlığından yakınan bir yazı yazmıştı.[5] “Millet”in bir tarifi olarak, “iradesi ile kendini vergilendiren halk” denir mi?

Peki, vergilerinin niçin, nasıl, nereye harcandığını bilme hakkını, sorgulama olanağını, buna ilişkin merakını yitirmiş bir nüfusa ne denir?
—————————————–
[1] Osmanlı’nın son devrinde bütçe hakkının gelişimi hakkında bkz. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/528498
[2] Merâl Demirel’in çalışması: Tam Bir Muhalif: Abdülkadir Kemali Bey. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006. Aktardığım sözler şu sayfalardan: s. 131, 166, 173, 177.
[3] Süleyman İnan: Muhalefette Adnan Menderes. Kendi yayını, Denizli 2003, s. 212, 215.
[4] Denetim demişken… İktisadiyata dair bir gaf işlemememi sağlayan denetimi için Refet Gürkaynak’a teşekkür borçluyum. Onun şu notunu da icazetine güvenerek iliştiriyorum: “Bağımsız merkez bankaları-bağımsız para politikası için büyük bir baskı, -haklı olarak-, varken kimse bağımsız maliye politikasından bahsetmiyor çünkü maliye politikası bağımsız olursa, orada karar yetkisini kullanan fiilen hükümet olur. Hükümetin karar verdiği vergileri bağımsız bir kurumun denetleyip toplaması mümkün ama vergiye bağımsız olarak karar vermek o karar alıcıyı hükümet haline getirir. Bu da bütçe hakkının bir cephesi.”
[5] https://www.yenisafak.com/yazarlar/kursatbumin/iradesi-ile-kendisi-vergilendiren-halk-millettir-15425
====================================
Dostlar,

TBMM’nin BÜTÇE YETKİSİ (!) ve CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET REJİMİ AÇMAZI

Önce Anayasanın Bütçe ile ilgili 3 maddesini paylaşalım :

Anayasa md. 87 – (Değişik: 21/1/2017-6771/5 md.)
Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; bütçe (ve kesinhesap) kanun tekliflerini görüşmek ve kabul etmek;

Anayasa md. 160 – Sayıştay, merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir.

Bütçe ve kesinhesap
Anayasa md. 
161 – (3. ve 4. fıkralar) Cumhurbaşkanı bütçe kanun teklifini, malî yılbaşından en az yetmişbeş gün önce, Türkiye Büyük Millet Meclisine sunar. Bütçe teklifi Bütçe Komisyonunda görüşülür. Komisyonun ellibeş gün içinde kabul edeceği metin Genel Kurulda görüşülür ve malî yılbaşına kadar karara bağlanır.
Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde, geçici bütçe kanunu çıkarılır. Geçici bütçe kanununun da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanır.
****
21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanun (TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASINDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN) ile yapılan Anayasa değişiklikleri, 29976
RG’de 11 Şubat 2017’de yayımlandı, 16 Nisan 2017’de yapılan halkoylaması ile onaylandı ve 24 Haziran 2018 günü genel seçimlerle birlikte yapılan cumhurbaşkanı seçimi ardından AKP’li CB Erdoğan’ın 09 Temmuz 2018 günü yapılan “cülus” (tahta çıkma!) töreni ardından bütünüyle yürürlüğe girdi.

TBMM, birçok işlevini, yetkisini yitirdiği gibi, Bütçe yapma veya hükümetin bütçe önerisini reddederek hükümeti düşürme erkini de yitirdi.

  • Malum Cumhurbaşkanına soru bile sorulamıyor Yüce Mecliste.. üstelik olağanüstü yetkilerine karşılık.. 

Son değişikliği ile Anayasa md. 161 uyarınca, Yüce Meclis, partili Cumhurbaşkanınca kendisine sunulan Bütçe Kanunu Teklifini süresi içinde yasalaştır(a)mazsa, “Geçici bütçe kanunu” çıkarmak zorundadır. Bunu da yap(a)mazsa, ne gam, partili CB Erdoğan, “yeniden değerleme oranına göre artırarak” bütçesini 2019’da da uygulayabilecektir! Bu orani ise Damat Maliye ve Hazine Bakanı / Sekreteri Albayrak belirleyecek.

Majestelerine hiçbir engel söz konusu değildir ve olamaz da!

Zaten Bütçe Plan Komisyonundan başlayarak çoğunluk AKP’de olduğundan, sıkışıldığında MHP hazır ve sadık yedek güç olduğundan, kimsenin Erdoğan’dan gelen bütçeye laf etmek haddi  bulunmadığından… gerisi laf-ı güzaftır (boş sözdür). Aynen RTE’nin istediği, gibi bütçe TBMM’den “biçimsel” olarak onanıp geçirilecektir.

Yüce Meclis’in içi boşaltılmıştır.

  • Erdoğan, bu durumda, 1215’te 64 maddelik Magna Carta ile (bir tür anayasa!) başta bütçe – vergi salma yetkisi sınırlanan İngiltere Kralından daha çok yetkili, ya da “daha çok kral” dır!

Adına “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilerek halkın aklıyla alay edilerek kabul ettirilen ve dünyada örneği olmayan “ucube” rejim işte böyle bir şeydir.

Gün geçtikçe boyası ve de foyası daha da dökülmektedir, dökülecektir..

Necip milletimiz çıplak gerçeği algıladığında korkarız ki, Türkiye mahv-ü perişan biçimde karanlık – koyu bir mutlakiyet (faşizm!) ve ekonomik çöküntü içinde bulacaktır kendini..

Sevgi ve saygı ile. 08 Aralık 2018, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Erdoğan’ın akıl sağlığı

Erdoğan’ın akıl sağlığı

Mustafa_ALTIOKLAR_portresi

 

 

Uz. Dr. Mustafa ALTIOKLAR..

 

Erdoğan’ın akıl sağlığı durumu…

Mart 17, 2015 |Facebook Paylaş

Dr. Mustafa Altıoklar’ın,

Tayyip Erdoğan için “Kişilik bozukluğu var,
46 raporu vemek lazım.”

sözleri mahkemeye taşınmıştı.
Uz. Dr. Mustafa Altıoklar’ın davadaki savunması ortaya çıktı Ünlü sinema yönetmeni
Mustafa Altıoklar CNN Türk Aykırı Sorular programında Başbakan Tayyip Erdoğan için “Narsistik Kişilik Bozukluğu” olduğunu söyleyerek” kendisine rapor vermek lazım,
46 raporu.” ifadelerini kullanmıştı.

Başbakan Erdoğan için kullandığı ifadeler için mahkemede savunma yapan Altıoklar
Erdoğan için söylediği ifadelerden geri adım atmadı. Altıoklar, hakaret etmediğini,
bir doktor olarak teşhis koyduğunu söyledi.

Oyuncu Levent Üzümcü Altıoklar’ın savunmasını Twitter’dan paylaştı…

Dr. ALTIOKLAR’IN SAVUNMASI

SAYGIDEĞER YARGIÇLAR,

Ben bugün burada bir hakaret davasından yargılanırken savunmamı
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ kavramı üzerine kurmayacağım. HAYIR…
Ben aslında bugün burada bir SAVUNMA YAPMAYACAĞIM… Bugün ben burada sizlere bana daha 24 yaşındayken verdiğiniz resmi bir görevi hatırlatacağım ve
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI’nın 27. maddesinden bahsedeceğim.

ANAYASAMIZ’ın 27. maddesi; “Herkes, bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkına sahiptir.” demektedir. Bendeniz, 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, bir hekimim (BELGE 1). Mezuniyetimi takip eden hafta hekim olarak mesleki kariyerime başladım. Henüz 24 yaşındayken
sizler gibi hâkimler ya da savcılar karara bağlayacakları dosyaları tarafıma göndererek davalarıyla ilgili şahısların akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair raporlar talep ettiler. Benim ve benim gibi pratisyen hekimlerin, dikkatinizi çekerim psikiyatri uzmanları değil, pratisyen hekimlerin verdikleri kanaat raporları doğrultusunda adaletin gereğini yerine getirdiler. Bizler o akıl sağlığı raporlarını vermeyecek olsak kanun önünde suçlu sayılabilirdik. Özetle şahsımın verdiği kanaat raporları sizlere ışık tuttuğu için yargıya varabildiniz. Şimdi ise o günlerin üzerinden tam otuz yıl geçti ve değirmende değil, hekimliğimin yanı sıra yazar ve yönetmen olarak iştigal ettiğim karakter analizleriyle ağarmış saçlarımla, artık epeyce tecrübeli bir hekim olarak vardığım
Narsisistik Kişilik Bozukluğu kanaatimden dolayı “şüpheli” sıfatıyla karşınızdayım.

Söz konusu şüphe ise hakaret ettiğimdir. Savcılık makamı iddianamesinde
“Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.” demektedir.

Her şeyden önce akıl hastalığına hakaret demek, akıl hastalarına hakarettir.
Ben sözlerimde hakaret unsuru bulmamaktayım, eleştirmeye niyet dahi etmedim,
hele hakaret yoluyla suç işlemeye kastım hiç olmadı. Çünkü ben teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Müştekide Narsisistik Kişilik Bozukluğu olduğunu söylerken
ne bir benzetme, ne bir yakıştırma, ne bir aşağılama düşüncem olmadı.

Hekim, Hekimlik etiği hastalarının durumlarını alay konusu yapmaz, aşağılamaz,
hele hakaret amaçlı asla kullanmaz. Biz hekimler Tababet ve Şuabatı Sanatlarının
Tarzı İcrası
na ehliyet almadan önce bu madde üzerine de and içeriz ve içtik.
Davaya söz konusu olan açıklamamda ise aynen meslektaşlarım olan
Türk Tabipler Birliği mensubu hekimlerin duyduğu kaygıyı kamuoyuyla paylaştım.

“ Bizler hekimiz. İnsanın bin bir ruh halini, bin bir duygu durumunu biliriz.
Başbakan Erdoğan’ın duygu durumundan endişe duyuyoruz.
Fevkâlâde endişe duyuyoruz.
Kendisi, çevresi, ülkemiz adına endişe duyuyoruz. Endişemizi kamuoyuyla paylaşıyoruz.” (BELGE 2)

Bakın ben sadece altı yıllık tıp fakültesi eğitimi almakla kalmamış, 1987-1991 yılları arasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak akademik kariyer yapmış uzman bir bilim adamıyım (BELGE 3). Bu belgeyle ve Anayasa’nın 27. maddesine göre “bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkı”na fazlasıyla sahibim. Yayma hakkıma sahip olduğumu ben değil sizlere kılavuzluk eden T.C. Anayasası söylemektedir.

“Bu kanun maddesinden açıkça anlaşılabileceği gibi, doktor kimliğimle tıbbi kanaatlerimi açıklarken, örneğin; ilk cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün sol göğsünde, Çanakkale’de aldığı şarapnel yarası nedeniyle ömrü boyunca yanık skarı taşıdığını,
2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün sağır olduğunu, yine Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel’in obes olduğunu, Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in Parkinson olduğunu söylememle veya Şafak Pavey’de ekstremite yoksunluğu; Meclis Başkanvekili Sadık Yakut’ta vitiligo varlığı ya da sabık Başbakan’ın uzaktan gördüğüm kadarıyla omurga sorunundan bahsetmem hakaret sayılmazken; bir psikiyatrik kanaat teşhisimin hakaretten sayılması esas itibariyle ikirciklidir.

Müşteki vekilleri; “müvekkilimiz Altıoklar’a sormamıştır ki kendi akıl sağlığını.
Bu nedenle açıklamaları hakarettir demektedir.” Oysa Recep Tayyip Erdoğan yolda düşse, ilk müdahale edenlerden biri ben olurum. Doğru tedaviyi uygulamadan önce de kalp krizi nedeniyle mi, inme indiği için mi yoksa sara nöbetinden dolayı mı düşüp düşmediğini teşhis etmem gerekir,.Ve bu teşhisi koyarken hastanın bana sormasını da beklemem. Beklersem suç sayabilirsiniz. Çünkü durum acildir. Davamız konusu olan teşhisim de
acil bir durumun önlemi olarak kamuoyuyla paylamıştır. Bununla birlikte,
içinde bulduğum çevrede kuduz hastalığı taşıyan bir vaka teşhis etsem, hem müdahale etmek, hem de kamuoyuna bildirmekle yükümlü olduğumu yasalar söylemektedir.
Çünkü burada kamuoyunun sağlığı söz konusudur. Davamızda da kamuoyunun akıl ve bedensel sağlığı tehlike altında olduğu için yetkili kuruluşları uyarmak üzere teşhisimi açıkladım. Teşhisim koruyucu hekimliğin gereğidir. Bunlarla birlikte bir doktorun kamuoyuna mal olmuş, her gün defalarca televizyon başta tüm medya organlarında karşılaştığı şahsiyetlerle ilgili fiziksel hastalık teşhisinin olağan ama psikiyatrik hastalık teşhisinin suç unsuru sayıldığını yazan bir kanun maddesine Magna Carta dâhil
hiçbir kanun kitabında rastlayamazsınız.

Fiziksel hastalıklarla ilgili teşhis koymam ve rapor vermem suç teşkil etmezken,
akıl hastalığıyla ilgili teşhis koymam suç olamaz.

Müştekinin doktor yorumu yapmamı hakaret sayarak şikâyet etmesi, narsisistik kişilik bozukluğu teşhisini doğrulamaktadır.

Çünkü narsisistik kişilik bozukluğunun en temel teşhis kriterlerinden birisi de
eleştiriye tahammülsüzlüktür.

NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU

Bu noktada Sayın mahkemenin müsadesiyle şikayetçi tarafından hakaret olarak addedilen narsisisistik kişilik bozukluğu hakkında özet bir bilgi vermek isterim. Karar yüce
Türk adaletinindir. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel özelliği büyüklenmecilik ve üstünlük duygusudur. Tüm dünya Psikiyatristlerinin kabul ettiği DSM-IV tanı ölçütlerine göre, bir kişiye narsisistik kişilik bozukluğu denebilmesi için aşağıda verilen kişilik özelliklerinin beşinin bulunması yeterlidir: (BELGE 4)

1. Kendisinin özel, eşi bulunmaz ve herkesten çok daha önemli olduğunu düşünür.
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ve yetenekleri olduğunu sürekli deklare eder.
3. Üstün, seçilmiş ve ilahi kuvvetlerce vazifelendirilmiş olarak bilinmeyi bekler.
4. Kendilerine hayrandır. Çok beğenilmek ve sürekli dışardan onay görmek ister.
5. Her şeyi yapmaya hak kazanmış ve özellikle kayırılacak bir kişi olduğunu düşünür.
6. Kendi çıkarları için, amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını kullanır.
7. Empati yapamaz, başkalarının duygularını ve gereksinimlerini tanımaz.
8. Her başarılıyı kıskanır ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanır.
9. Küstah, kendini beğenmiş davranış ya da tutumlar sergiler.

Narsisist kişi her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür. Eleştiriye duyarlılık
ve kırılganlık narsisitik kişilik yapısının en belirgin özelliklerindendir. Narsisistik kişi kendini aşırı değerli hissettiği için eleştirilmeye karşı çok duyarlı ve kırılgandır.
Şikayetçi Erdoğan da kırılgandır. Bir doktor teşhisini şikayet ederek dava açtığına göre, belli ki epeyce kırılmıştır. İşte kendisi için de, yakın çevresi için de, ülkemiz için de, içinde yaşadığımız coğrafyamız ve hatta dünya için de endişelerimiz bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede şikayetçi Erdoğan’ın bir sonraki celseye teşrif etmesini, sizlerin huzurunda, sizlere ve şikayetçi olduğu bendenizin gözetiminde şikayetinin derinindeki dinamikleri, nereden rencide olduğunu anlatmasını talep ederim.

Bununla birlikte şikayetçinin şikayetlerini ve dinamiklerini dinlemek ve bilirkişi
heyet raporu vermek üzere, tarafsız bir üst kurum olan Türk Tabipler Birliği’ni temsilen bir Psikiyatristler heyetinin yüce mahkemenize gelerek gözlem ve inceleme yapmasını talep ederim.

Böylelikle şikayetçi için kullandığım “narsisistik kişilik bozukluğu” kavramının
bir teşhis mi, yoksa teşbih mi olduğu konusunda yüce mahkemenizin karara varmasının da daha adil olacağını düşünmekte olduğumu bildiririm.

Hal böyle olunca özetle şikayetçi Recep Erdoğan’ın bu mahkemeye gelmeyecek olursa, tam teşekküllü bir hastanede söz konusu belirti ve bulgulara sahip olmadığının belgelenmesini, aksi halde hatalı teşhis ve beyanda bulunduğumu kabul edeceğimi
açıkça beyan ederim.

Kısaca,

Recep Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun bilirkişilerce rapor edilmesini talep ederim.

SON SÖZ

Yüce mahkemenizin, hekim olan şahsımı, bu davayla suçlu bulması halinde
tarihe geçeceğini düşünmekteyim. Şöyle ki; “hakaret davası” olarak anılan bu davada, dava konusu olan bir hakaret söz konusu değildir. Çünkü ben bir teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Teşhis koyan bir hekimi yargılayan bu mahkeme, hakaret davasına baktığı için değil, teşhis koyan tıp bilimini yargıladığı için tarihe geçecektir.

Saygılarımla…

————
Gezi’de,”Camiye ayakkabılarıyla” girdiler diyerek kıyameti koparan da;
türbenin yıkılmasını başarı sayan da aynı Recep Tayyip Erdoğan..

=================================

NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU ve ERDOĞAN

Dostlar,

Son derece ilginç bir tablo ile karşı karşıyayız.
80 milyona varan nüfusuyla dev bir ülke ve pek çok başka devlet, uluslararası kurum..
RT Erdoğan’ın 1 yılı aşan yönetiminden illallah demektedir.

Bir “hal” çaresi bulunamamaktadır.
Toplum neredeyse nefsi müdafaya geçmiştir.
RT Erdoğan’ın davranışlarındaki tutarsızlıklar, çelişkiler onlarca, yüzlercedir.

Önceki gün de “ülkemizin bir anonim şirket gibi yönetilmesi gerektiğini” söyleyerek demokrasiden ne denli uzak ve son derece tehlikeli niyet ve düşünceler taşıdığını
kendi ağzıyla açıklamıştır. Şirketler Kapitokratik / Kapitokrasi ile (sermeye gücü ile, kapital ile) yönetilen yapılardır; toplumlar ise Demokrasi ile yönetilirler.
Kadim Plato’dan bu yana Demokrasi 2500 yıldır insanlığın özlemi – hedefidir ve Anayasamız da Türkiye’nin Demokratik bir Cumhuriyet olduğunu değiştirilemez bir hüküm olarak koymuştur (md. 2 ve 4).
***
“Narsisitik kişilik bozukluğu” seyrek görülen bir durum değil, tersine “sıkça” rastlanan
bir tablodur. RT Erdoğan’ın, haydi “Bozukluk” (İngilizce Disorder) sözcüğünü kullanmayalım, “Narsisitik bir kişilik” olduğu ülkemizde yaygın olarak konuşulmakta ve kabul görmektedir. Eski deyimle böylesi bir tanı vaka-i adiyedendir, sıradanlaşmıştır.

Öte yandan bir insana “Narsisitik kişilik bozukluğu” tanısı koymak için hekim olmak bile gerekmez. Hele tıpta herhangi bir dalda uzman hekim olmak hiç gerekmez.
Başta Pikologlar olmak üzere, ortalama her aydın, özellikle siyaset bilimciler, diplomatlar, öğretmenler…  böylesi bir tanıyı koyabilirler. Kişinin bir hekimin muayenesinden geçmesi de gerekmez. Kamuoyu önünde sergilenen sürgit davranışlar yeter ipucu hatta kanıttır.

RT Erdoğan’ın kişilik özelliği herkesin malumu iken, hekimler arasında yaygın olarak kabul görmekte iken; saygın ve kıdemli meslektaşımız Uz. Dr. Mustafa ALTIOKLAR “Kral çıplak” deme cesaretini göstermiştir.

Apaçıktır ki; aleme malum bu değerlendirmeyi – yargıyı – nitelemeyi … TIBBİ TANIYI “hakaret” gerekçesiyle dava etmek ise merdi kıptinin şecaat arzını çağrıştırmakta,
kendini ele vermektedir.

Bu sitede daha önce benzer kaygılar dile getirilmiş, Türk Tabipleri Birliği ile
Türk Psikiyatri Derneği‘nin, Türk Psikologlar Derneği‘nin meşru girişimlerde bulunması gerektiği vurgulanmıştı.

Şimdi, davacı olarak, aslında ayna tutarak kendisine ve ülkemize çok hayırlı bir iş yapmış olan Sayın Dr. Mustafa ALTIOKLAR’ın cezalandırılmasını istemek yerine, RT Erdoğan, resmi bir Psikiyatristler kurulunca muayeneyi kabul etmeli ve böylesi bir kişiliğinin olmadığını kanıtlamalıdır. Böylelikle şüyuu vukuundan beter bir durum aydınlatılmış olur.
Kendisi muayeneye yanaşmazsa, mahkemece, durumun netleşmesi için bilirkişi kurulu oluşturularak Uz. Dr. Altıoklar’ın koyduğu tıbbi tanının, kendisinin de pek yerinde istemine dayalı olarak yerindeliği / yerindesizliği belirlenmelidir.

Dr. Altıoklar’ın RT Erdoğan’ı sağlık raporu almaya zorlaması kişisel olarak
olanaklı değildir.

Öte yandan davaya bakan mahkeme böylesi bir yola başvurmadan nasıl hüküm kuracaktır?

Sav sahibi, savının kanıtlanması için mahkemeden yardım istemekte,
mahkemeyi göreve çağırmaktadır.

Ceza mahkemesi, ceza yargılaması hukukunun gereği olarak sanığın lehine ve aleyhine tüm kanıtları toplamak zorundadır. Dr. Altıoklar’ın, Erdoğan’a kurul sağlık raporu verilmesi isteminin reddi olanaklı değildir.

Kaldı ki; ülkenin üst düzey yöneticilerinin beden – ruh sağlığı ile ilgili olarak kamuoyunda bir kaygı – kuşku doğduğunda, demokratik gelenekler, bu kişilerin kendiliğinden
sağlık kurumlarına başvurarak durumlarını belgelemelerini ve kamuoyu ile paylaşmalarını gerekli hatta zorunlu kılar.

Dr. Altıoklar, Türkiye’de de böylesi bir geleneğin yerleşmesine hizmet etmiş olacaktır.

Açık bilimsel veridir ki; “Narsisitik kişilik bozukluğu”
demokrasi ile bağdaşmaz.
Narsisist kişiler demokrat değillerdir, olamazlar.

Bu durum Ülkenin selameti açısından son derece sakıncalıdır. Nitekim demokrasi ve Anayasa dışı pek çok istem ve eylem RT Erdoğan tarafından Türkiye’ye dayatılmaktadır.
Örneğin Demokrasinin bir tramvaya benzetildiği, istenen durağa gelindiğinde inileceği, laikliğin cumhur isterse tabii gideceğini… vd. apaçık söylenmiştir.
Cumhurbaşkanlığı yemini ve Anayasa ayaklar altındadır; Demokrasinin olanakları
kötüye kullanılarak fiili bir darbe yapılmakta, ülkemiz hızla totaliter bir rejime sürüklenmektedir.

Cumhurbaşkanı bile olsa, kişilik haklarına hakaret edildiği sözde savları ardına saklanarak sorumlu yurttaşlık görevini yüreklilikle yerine getiren kişilerin üzerine, “en iyi savunma saldırıdır” taktiğiyle gitmek hukuk ve demokrasi içi değildir. Dava açan savcılığın yargısı son derece sığ ve bilim dışıdır :

“Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.”

31 yıllık kıdemli hekim Uz. Dr. Mustafa Altıoklar akıl hastalığı vurgusu / iması da yapmamakta, akıl hastalığı tanısı koymaktadır. Tıbbi tanı koymak “eleştiri ve düşünce özgürlüğü” kategorisinde bir davranış değildir ki, bu sınırlar aşılarak hakaret suçu
işlenmiş olsun! Bu davranış ve eylem; yani “narsisitik kişilik bozukluğu” tanısı koymak, profesyonel sorumluluk gereği yetki ile yerine getirilen, üstün kamu yararı açısından kaçınılması olanaklı olmayan bir edim, bir eda / borçtur, Hipokrat yemininin gereğidir.
Yavuz hırsızlık yöntemleri ile agresyon göstererek Dr. Altıoklar’ı linç yerine,
buyurun, resmi bir uzman hekimler kurulundan raporla durumunuzu belgeleyin.
Bu sizin de ülkenin de hayrına olacaktır.

Türk Tabipleri Birliği derhal devreye girerek, bilimsel gerçeğin hızla aydınlatılması için tüm olanaklarını seferber etmelidir.

Unutulmasın; söz konusu Vatan olunca, geri kalan her şey teferruattır.

Yazının tümü, pdf olarak : NARSISTIK_KISILIK_BOZUKLUGU_ve_ERDOGAN

Sevgi ve saygıyla.
19.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : 46, eski Türk Ceza Yasası’nın maddesidir, 5271 sayılı yeni Ceza Yasasında karşılığı 32. maddedir.

AKIL HASTALIĞI
Madde 32 – (1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. 

Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur.

(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte işlediği fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmibeş yıl, müebbet hapis cezası yerine yirmi yıl hapis cezası verilir.
Diğer hâllerde verilecek ceza, altıda birden fazla olmamak üzere indirilebilir.
Mahkûm olunan ceza, süresi aynı olmak koşuluyla, kısmen veya tamamen, akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir.

Naci BEŞTEPE : ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 12 Mart 2014


Naci BEŞTEPE : ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 12 Mart 2014

Naci_Bestepe_portresi

 

 

 

 

HIRSIZ

Başbakan ve AKP’i bakanların gittiği yerlerde “HIRSIZ VAR!” diye bağıran vatandaşları polis tartaklıyor ve gözaltına alıyor.

Bakanlar Kurulu’nu hırsız kabul ediyor?…

YERLEŞTİRME

Evindeki ayakkabı kutularında 4.5 milyon dolar bulunan Halk Bankası eski müdürü Süleyman hapisten çıkarıldı, bankaya yönetim kurulu üyesi yapıldı.

Kutulama işi eksik kalmış…

CİDDİYET

Bilal Erdoğan, TÜRGEV’e arsa bağışı işini konuşurken KİPTAŞ Genel Müdürü Yıldırım’a “Kanunu çok ciddiye alıyorsunuz..”  diyor.

Kanunun sökmediğini babadan biliyor…

SALAK

AKP’li  milletin vekili (maalesef) Külünk,”17 Aralık, günah işleme özgürlüğüne darbedir.”

Salakça açıklama özgürlüğü geçerlidir…

YÜZSÜZ

Erzincan davasını gizli tanığı, yargını yüz karası, eski İliç Savcısı B. Bozkurt’un yüzünü değiştirip yeniden savcı yapmışlar.

Yüz kez de estetik yüz yapılsa, yüzsüzlük kalıcıdır

GERÇEK

RTE, Eskişehir’de “evlatlarıma helal lokma yedirmediğim halde…” dedi.

Dil sürçmesi dendi.

Neresi sürçme, gerçekleme…

GERİYE

MAGNA CARTA ile 800 yıl önce hukukun üstünlüğü kabul edildi.
(AS: İngiltere’de, 1215’te bir tür erken meşrutiyet; Osmanlıda 661 yıl sonra 1876!)

800 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı yargıyı yönlendiriyor ve kararlarını dinlemiyor.

Bu kafayla Türkiye hangi yüzyıla gidiyor?

BAŞ?

RTE, ODTÜ’lüleri “ateist ve terörist” olarak niteledi.

Başbakan mı, başbölen mi?

Baş da ne başı?

AŞAMA

“Ben bu davanın savcısıyım” dan  avukatlığına geldi.

Sonraki aşama kısa süreli tanıklık,

Sonuç sanıklık…

DİKTATÖR

RTE,nin “diktatör” dediği İsmet İNÖNÜ, bütün gelir giderini özel defterine yazmış.

Kendisinin hesaplarına bankalar yetmiyor, evlat, hısım akraba seferber ediliyor…

HATIRNAZ

RTE, tahliye olan Org.BAŞBUĞ’u aramış.

“Terörist yapıp biraz yatırdık, rahat etmişsinizdir inşallah” demiştir, yüzü kızarmadan…

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Sevr’in Anayasası


Dr. A. Nejat ÖLÇEN

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

Sevr’in Anayasası

1. Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un koşul gördüğü Yeni Anayasa Ha­zırlığı
Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP’nin hazırlamaya giriştiği Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok ederek onu İslam “Cemahiriyesi’ne dö­nüştürmeyi amaçlamış olduğu içindir ki; Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını üstlenmiştir R.T. Erdoğan.

Her halde Başbakan olmaktan daha önemlidir O’nun için BOP eşbaşkanı olmak.
Hazırlanmasına girişilen Anayasa’da BOP’un öngördüğü Türk, Türklük kavramlarının
yer almaması için çaba harcamakta, Ab­dullah Öcalan de­nilen ikiyüzlü zavallı cani ile Sevr’i diriltecek Pazarlıklara girişilmektedir.

Avrupa Birliği’nin 2004 yılında hazırladığı raporda, Fırat ve Dicle nehirleri havzasının uluslararası bir kurul tarafından yönetilmesi ve İsrail’in sınır komşumuz olması nasıl sağlanacaktır? ABD’de kurulan Atlantic Conucil’in hazırlayarak Başkan Obama’ya 2009 yılında sunduğu raporda şu sorulara yer veriliyor :

– Ankara’nın Kürt kimliğini tanımak için ek adımlar atması nasıl sağ­lanacak, vatandaşlığın temeli olan Türklük tanımının ortadan kaldı­rılması ve nihai çözümün
PKK lideri ve kadrosu için af düzenlen­mesi nasıl gerçekleşecek?

Başkanlığını David L.Ph illips’in üstlendiği Atlantik Council’in Başkan Obama’ya sunduğu rapordaki bu öngörüleri ülkemizde kim gerçekleştirebilirdi BOP eşbaşkanı olmasaydı? Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki coğrafyamız, o coğrafyanın sahibi
Türk Ulusu ve o Ulusumuzun Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Cumhuriyetimizin temeli olan ulus-devlet bütünlüğünün yok edilmesi olgusunu yaşamaktayız. Bu amaç için, önce hu­kuksuzlu­ğun hukuku yaratılmalıydı:

2. Sevr’i Güncelleştirecek Anayasa için Hukuksuzluğun Hukuku oluşmalıydı.
Türk Ceza Yasasındaki 135’inci maddede değiştirilerek “zabıta amir ve memurlarına iddianame hazırla­ması yetkisi” verildi. Kimlerin suçlanacağna Cumhuriyet Savcıları değil, iktidarın buyruğunda güvenlik güçleri karar verme yetkisiyle donatılmış oldu.
Gizli tanık ifadeleri, imzasız mektuplar suç kanıtı olabilmeli ki; subay ve generaller ordusuz ve ordumuz da zabi­tansız kalmalı; direnmesi olası generaller düzmece suçlarla zindana tı­kılmalı, yurtsever aydınlar, bilim adamı, parti genel başkanı olsa da,
mil­letvekili de se­çilseler Silivri tecrit Kampında müebbet hapse mahkum edilmeliydiler.

Hukuksuzluğun hukuku sayesinde bunlar gerçekleştirildi.

Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki coğrafyamızın bölünerek ulus-devlet bü­tünlüğün
yok edilişi nasıl sağlanabilirdi, toplumsal korku yaratılamaz, di­renecek güçler zindanlara atılmasaydı?

3. Hazırlanan Anayasa, 137 yıl önceki 1876 Kanunu Esasi’sinin de gerisinde
Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP’nin oluşturduğu hukuk (daha doğrusu  hukuksuzluğun hukuku) Mecelle’nin de gerisinde iken  hazırlanmakta olan yeni Anayasa da 137 yıl önceki Kanun Esasi’nin de gerisine düşmüştür.

BOP’un eşbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti devletini ordusuz, ordusunu ko­mutansız bırakarak Misak-Milli sınırlarımızı savunmaktan Devletimizi yoksunlaştırmıştır.

Ülkemizin eyaletlere bölünmesi planlanırken; “Ulus-Devlet-Yurt” bütünlüğünü 
yok edecek kararlar alırken, 137 yıl önceki Ka­nun Esasi’nin 1’nci maddesi,
Memaliki Osmaniye’nin bölünmez “yek vücut” ol­duğunu karara bağlamıştı:

“Devleti Osmani memalik ve kıtaatı haziriye vilayeti mümtaziyeyi muhtevi yek vücut olmakla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik ka­bul etmez.”

  • Türkiye Cumhuriyeti‘nin Anayasası,
    BOP’un eşbaşkanı eliyle Kanunu Esasi’nin de gerisine düşürülmektedir.

Kanun Esasi’nin 8’nci maddesi :

“Devleti Osmanlı tebaasında bulunan efradın herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur.” diyor. O bunu söylerken, 137 yıl sonra AKP iktidarı Türkiye Cumhuriyeti Dev­letinde başbakan olan  R. T. Erdoğan, Anayasa’dan Türk’ü silmeye yelte­niyor. Oysa bilmiyor ki: Misak-Milli sınırları içinde ve dışındaki toprak­larda yaşayan Türk’leri uygarlık tarihinden değil, Anayasa denilen ka­ğıttan bile silmeye gücünün yetmeyeceğini ve kendisinin silinip gidece­ğini bilmelidir BOP’un eşbaşkanı.Kanun Esasi’nin 9’ncu maddesi de, “Osmanlıların kaffesi’nin hürriyeti şahiyelerine malik” olduğunu hükme bağlarken 10. maddesi ”Hürriyeti şahsiyenin her türlü tecavüzden ma­sun olduğunu” koşul görüyor ve de:“Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz.” (cezalandırılamaz) koşulunu hükme bağlıyordu.4. Hazırlanan Anayasa, 334 yıl önceki (1679) Habeas Corpus Act’ın da gerisinde!137 yıl önce Osmanlı çökerken bile AKP iktidarından daha çok yurt bütün­lüğüne ve insan haklarına özen göstermeye başlamıştır. Aslında o Kanunu Esasi, 334 yıl önceki (1679) İngiliz Parlamentosu’nun yayımladığı “Habeas Corpus Act”ın bir  benzeridir.

Habeas Corpus Act, yasal ge­reklilik olmadıkça hiç kimsenin tutuklanmamasını, tutuklandığında 24 saat içinde yargı önüne çıkarılmasını, işkence ve zulüm görmemesini öngörü­yordu. Aslında Habeas Corpus hukuku, İngiltere’de iktidara karşı temel hak ve özgürlük­leri koruyan Magna Charta’nın (1215) tamamlayıcısıdır.

Bu iki temel hukuk metni, Av­rupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 6. maddesiyle demokrasinin (Adil yargılanma hakkı!) evrensel ilkelerinin kurumlaşmasında
etkili olmuştur.

Magna Carta te­mel hak ve özgürlükleri korumayı Kral’a karşı temel alırken,
12 Eylül 1980 müdahelesi, 1961 Anayasası’nın 11. maddesindeki “temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunulamayacağı” hükmünü iptal etmişti!

  • Adaletsiz ve Kalkınmasız  Parti AKP,
    İngiltere’nin 334 yıl önceki hukukunun da gerilerine düşmüştür.

5. Emperyalizmin ülkelerinde millet tanımı dokunulmazdır.

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Anayasasında 1’nci maddenin ikinci bendi;
“das Deutsche Volk bekennt sich zu unverletzlichen und unver-ausserlichen Menschenrechten.. inder Welt. (Türkçesi: Alman halkı dokunulamaz devredilemez insan haklarına yeryüzünde sahip çıkar.) koşuluna yer vermiştir.

O ülkede biri çıkıp da “Alman halkı” deyimi bölücülüktür Ana­yasa’dan çıkmalıdır diyecek kadar alçalabilir mi? Fransa’da Anayasanın 3. maddesindeki “Fransız” deyimine kim karşı çı­kabilir? “Fransız” deyimini Anayasadan çıkarmaya yeltenen bir devlet adamı kendisini nerede bulur, tahmin edebilir misiniz?
6. Türk Ulusu, kendisine zarar veren iktidarları sırtında taşımak zo­runda değildir!Çünkü: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yurtsever aydınlar tarafından yönetilmenin
“ulus-devlet” bütünlüğünü özenle ve azimle korumayı sahiplenen siyasal ikti­darı  yaratacaktır, elbet, yakında ve belki yarından da yakında.
Dr. Ali Nejat Ölçen
4.4.2013
Dipnotlar :
1. “Habeas Corpus” Latince “vücudum benimdir” anlamında bir deyimdir. O de­yimi temel alan yasa, kişiye yargı aşamasındaki işlemlerin yasalara uy­gunluğunu isteme hakkını tanımaktadır. (Kaynak : The Oxford Universal Dictionary, vol.1, p. 849;
ayrıca bkz : Encyclopedia International, vol 8, p. 251: The Writ is a protective device against arbitrary incarceration and, it still serves to protect personal liberty.
(Hüküm-ferman, keyfi tutuklamaya karşı kişi özgürlüğünü savunmaya hizmet edecek önlemleri içermelidir.)2. A. N. Ölçen, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 74, Ekim 2010

ORGENERAL NUSRET TAŞDELER, BÖYLE İFADE EDER!

E. Tümg. Naci BEŞTEPE



ORGENERAL NUSRET TAŞDELER,  BÖYLE İFADE EDER!

     ERGENEKON uydurma isimli torba davanın İNTERNET ANDICI sanıklarından Org. Nusret Taşdeler, tedavi görmekte olduğu Ankara GATA’da, 26-27 Kasım 2012 tarihlerinde ifadesini verdi.
    Gündemde uluslararası konular öne çıktığından gecikerek yazmak durumunda kaldım.
    İfade 112 sayfa ve 28 ekten oluşuyor.
    Kendisi kısaltarak okudu.
    İfade metnini okudum.
    İlginç buldum.
    Savunmadan çok hukuk dersi gibi.
    Felsefe dersi gibi.
    Tarih gibi.
    Edebiyat gibi.
    Öyle alıntılar var ki, çok iyi bir birikimin ve çok titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu bağırıyor.
    Kimler yok ki adı geçen?
    Devlet adamları, şairler, yazarlar, tarihçiler, filozoflar, hukukçular.
    Evrensel hukuktan, Roma Hukukundan, Magna Carta‘dan, AİHS‘den,
kendi yasalarımızdan örnekler.
    Ata sözleriyle, deyimlerle zenginleştirilmiş anlatımlar.
    Çok renkli, çok yönlü.
    Alıntı yapılan isimlerden tespit edebildiklerim şunlar;
    Namık Kemal, Nietzsche, Hammurabi, Romalı Ovidius, Konfüçyüs, Prof.İzzet Özgenç, Heredot, Platus, Koca Ragıp Paşa, Ziya Paşa, M.Akif Ersoy, H.Cahit Yalçın,  Mevlana, Sami Selçuk, Metin Feyzioğlu,Yekta Güngör Özden, İbrahim Okur, Shopenhauer, Durrieu, Hatemi İbrahim Bey, Plutarkhos, Tevfik Fikret, Ataol Behramoğlu, Abraham Lincoln,Tolstoy, İlber Ortaylı, Klemens von Metternich,
Ahmet Cevdet Paşa, ATATÜRK
    Çok da sert yeri geldiğinde.
    Taşı gediğine koymaktan hiç çekinilmemiş.
    İddia makamının hataları, eksikleri, yanlı tutumları, sanık lehine delilleri görmeyişi şamar gibi vurulmuş yüzüne.
    Tekniği de yumruğu da çok iyi bir boksör gibi.
    Okurken o kadar çok not almışım ki yarısını yazsam bile çok uzun olur.
    Kısa başlıklar halinde özetlersem;
    – Genelkurmay’ın gerektiğinde hiyerarşik yapı, gerektiğinde gizli örgüt olarak
ele alındığı,
    – İddianamenin hukuki bir metin değeri taşımadığı,
    – İddianamenin veriliş zamanının hemen YAŞ öncesine dayandırılmasının KUVVETLER AYRILIĞI  ilkesini zedelediği,
    – Sekiz yıl önce başlatılmış ve kendisi tarafından hiçbir ekleme yapılmayan
internet sitelerinin kendisinin göreve başladığı günden itibaren suç sayıldığı,
    – İhbarcının (iftiracının) tutarsızlıklarının, yanlışlarının göz önüne alınmadığı,
    – İddia makamının sanık aleyhine delil üretmeye çalıştığı,
    – Gnkur. Bşk.lığınca, internet sitelerinin İRTİCA İLE MÜCADELE dahil olmak üzere amaçları ve yasal dayanaklarının yazılı olarak bildirildiği,
    – Gnkur. Biligi Destek Daire Başkanlığınca, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu’na 2783 adet laiklik karşıtı eylem hakkında bilgi verildiği ve bunların 784 adedine işlem yapıldığı bilgisinin alındığını, yani gizli kapaklı değil resmi etkinlikler olduğu,
    – İnternet sitelerinin MSB’lığının oluru ve tahsis ettiği ödenek ile kurulmuş olduğu,
    – İrtica ile mücadele görevinin Başbakan RTE tarafından imzalanan 2006- TÜMAS (Türkiye’nin Milli Askeri Stratejisi) ve 2005- MGSB (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi)‘nin irtica ile mücadele görevini verdiği, bu belgelerde görev olarak verilen irticanın savcılığa göre HEZEYAN olduğu,
 çok açık ve net ifadelerle, yasal  ve tarihi örneklerle zenginleştirilerek anlatılmış.
    Son bölüm ise olduğu gibi aktarılmazsa anlatılamaz ve eksik kalır.
    İşte ifadenin altın bölümü;
    – TSK; bazı gafillerin zannettiği ve bazı hainlerin göstermeye çalıştığı gibi bir TERÖR ÖRGÜTÜ değil;
       Asil Türk milletinin özüdür,
       Namus saydığı hudutlarındaki, aziz vatanın topraklarındaki, engin mavi denizlerindeki, sonsuz semalarındaki istikbale bakan yüzüdür,
       Yeri ve zamanı geldiğinde, devletin bekası için söylenecek sözüdür.
    İnternet Andıcı Davası‘nın 21. dava olarak ERGENEKON’la birleştirilmesinden doğacak sıkıntıları vurgulayarak diyor ki;
    – ERGENEKON davasının görüldüğü bu mahkemenin savcısı ve yargıcı olmaktansa sanığı olmayı tercih ederim.
    
    Ve bitiriş;
Org. Taşdeler Ergenekonda savunma yaptı
    – Dünyadaki hiçbir karanlık güç odağının, tarihteki en eski hukuk metinlerinin yazıldığı bu kutsal topraklarda yaşayan yüce Türk milletini, adalet güneşinin aydınlığından uzun süre mahrum bırakmayacağına, sarsılmaz bir inanç beslediğimi belirtmek istiyorum.
    Hasılı kelam; Güçlüyüm çünkü haklıyım. Zira hak gücün fevkindedir.
    Vatanım  sağolsun.
    Milletim varolsun.
    Cumhuriyet ebediyen payidar olsun!
    Türk Silahlı Kuvvetleri’nin orgeneraline, tanıdığım Nusret Paşa’ya yakışır bir ifade olmuş.
    Yüreğine sağlık komutanım.
    ” BEN YAPMADIM” dan çok ” BİZ SUÇ İŞLEMEDİK, GÖREVİMİZİ YAPTIK” ağırlıklı; eğilmeyen, bükülmeyen, dimdik bir ifade.
    Tarihte yerini alacaktır.
    Gönüllerde aldı bile.
    Naci BEŞTEPE, 9.12.12
========================================
Dostlar,
ORGENERAL NUSRET TAŞDELER’in Ergenekon davası savunmasını,
yakın mesai arkadaşı Sayın E. Tümg. Naci Beştepe^’nin özeti ve yorumlaması ile paylaşmak istedik.
Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 9.12.12
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net