Etiket arşivi: Lozan

ATATÜRK MODASI

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Bir kavramın önüne Atatürk özel adını getirince ne denli de göz alıcı, göz boyayıcı oluyor. Hele bir de moda gibi ticaretin, sömürü düzeninin bir parçası olarak bayağılaştırılmış bir kavramın önüne Atatürk adını getirmek neleri gizliyor?

Son yıllarda ulusal birliği parçalanmış, kavramları tepetakla edilmiş ülkemizde ulusu birleştirebilen tek ad  tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk. Ancak Atatürk ne bir ticari markadır ne de moda. Sözlükler Moda kavramını “belirli bir süre bir şeye karşı toplumca gösterilen aşırı yaygın düşkünlük” olarak açıklıyor. Burada anahtar sözcük kuşkusuz aşırı düşkünlüğün “belirli bir süre” ile sınırlı olmasıdır. Bu belirli süreyi, modayı ister siyasal, ister ticari (tecimsel), ister sosyolojik olarak kullansınlar, ortaya atanlar belirler. Süre ne denli kısa tutulur ve aşırı düşkünlük dozu yüksek olursa kazanç o denli çok olur.

YIRTIK PANTOLON ve YOKSULLUK

Öyle zamanlar olur ki, yoksulluktan yırtık, yamalı, soluk, yıpranmış giyinenler ile en pahalı markaları, en yüksek fiyattan alıp belirli bir süre kullananlar ilk bakışta birbirine karışır. Yoksullar için yırtıklarını gizleme kaygısı varken, varsıllar yırtıklarını sergileyerek “onurlanırlar”. Yoksullar, yırtık yerlerden eprimiş iç çamaşırları görünürse utanç duyarlar. Varsıllar için kimi kez yırtık yerlerinden iç çamaşırlarının gözükmesi ya da hiç giymediğinin anlaşılması ilgi kaynağıdır. Varsılların özel çabalarla yırtılmış giysiler, modası geçip çıkarılıp atılınca ilgi alanlarından çıkar. Varsıllar için modası geçen yırtık giysi yoksullar için modası geçmeyen bir giysidir. Varsıllar için 6 ay süren “Zühtü sarısı” gecekondu semtleri için modası geçmeyen bir renktir. Moda nedeniyle yırtık gezenler, zorunluluktan yırtık gezenleri hor görürler. Moda nedeniyle yırtık giyenler lüks araçlarıyla özel korumalı gettolarına dönerken, yoksullar halk otobüsleriyle ya da sıkışık dolmuşlarla gecekondu semtlerine dönerler. Gece olduğunda iki yan da kendi gerçeğiyle baş başadır.

Son dönemlerin “Atatürk Modası” da yırtık pantolon modası gibi gelişti. Üstte pahalı marka etiketleri gibi gösterişti unvanlar, kartvizitler, ama yırtığın altında asla terk etmeyecekleri ve “ne olur ne olmaz” diyerek görünmesini istedikleri asıl düşünce sistemleri ve onları güdüleyen sınıfsal yapıları…

Atatürk Modasına uyanlar kendilerine bir Osmanlı Paşası dede buldukları gibi, bir de Cumhuriyetin ilk yıllarından bir dede bulundururlar. Kimisi yakın tarihten de bir baba, amca ya da “dayı” bulundurur. Sıkı “Atatürkçüdürler” ama yeri geldiğinde Atatürk’e küfredenlerle olurlar. İnönücü’dürler ama “Kırkların Milli Şef faşizmi” nutukları atarlar. “Yeter söz milletin” sloganı da onlarındır. “Demokrat Parti diktatörlüğü” deyip 27 Mayıs’çı olurlar. “Kurtar bizi Baba” feryatlarının ardından 12 Eylül faşist darbesinin önderini herkesin ortasında şaaap diye yanağından öpüverirler. Çok geçmeden öpülme sırası Özal’a, Çiller’e, Erbakan’a, Karaoğlan’a, Erdoğan’a da gelir. Sistem tıkanıp geniş halk kesimleri gerçek önder Atatürk’e sarılınca onlar da bu kez Atatürk Modasına uyarlar. Öyle ya “iki ayyaş” diyenler, 2016 yılının 15 Temmuz gecesi başları sıkışınca, en büyük Atatürk posterini parti binalarına asıverirler.

Artık Atatürk rüzgârları esmektedir. Eskiden çok zorunlu durumlarda en çok, en çok Mustafa Kemal Paşa diyenler artık ağız dolusu GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK demektedir. İşin tuhafı, Atatürk’ün partisinde belli mevzileri ele geçirenler de Atatürk demekten vazgeçmiş, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” ilkesini militarist (askercil) bulmaktadır.

YIRTIK PANTOLONUN ALTINDAN SIRITAN…

Hangi kökten gelirse gelsin moda olarak Atatürk diyenler kaçınılmaz olarak bir biçimde kendilerini ele vermektedirler. Yırtık pantolonun altından Batıcılık, Amerikancılık kendini göstermekte gecikmemektedir. Kimisi bu işin kuramını kurarken kimileri de çok araştırmadan parlak etiketlerin, unvanların (sanların) peşine takılarak bu sözde ideologların kötü birer kopyaları olarak Batıcılık sakızını çiğnemektedirler ve asıl tehlikeli ve zavallı olan bunlardır. Çünkü pek çoğu bizim kesimde görünmektedir. Atatürk’ün “Çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine geçme” hedefi bunların dilinde “Batılılaşma” olarak dayatılmaktadır. Atatürk’ün bu konudaki net sözleri bu gibiler için hiç söylenmemiş, toprak altına gömülmesi gereken sözlerdir. Aynı kişiler 300 yıldır bütün yoksul ülkelerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını silah zoruyla sömürüp pazarlarını ele geçirerek varsıllaşan vahşi (yabanıl) Batının kötülüklerini de gizlemek için aynı çabayı gösterirler. Üstelik Batılılar gerçek emellerini her fırsatta apaçık dile getirirler.

Atatürk’ün şu sözleri ne anlama geliyor?

  • “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık,
    Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur.
  • Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.
  • Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin?…
  • Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”

Ulusal Kurtuluş Savaşının ateşi içinde söylenen şu sözlere ne demeli?

  • “Biz hakkımızı savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için,
    bizi yok etmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
    bütün ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

SULARIMIZA BİLE GÖZ DİKTİLER

Lozan görüşmelerinde istediklerini kabul ettiremeyen Lord Curzon‘un İsmet Paşa‘ya apaçık söylediği sözler ile Batı’nın bize her fırsatta uyguladığı baskı, ambargo ve dayatmalar ne denli de uyumludur. Ya da halkımızı yıllarca uyutan AB masalları sırasında önümüze konan tuzaklar çok açık değil midir? AB üyesi olma sevdası ile her yıl AB “müfettişlerinin” önümüze koyduğu raporları nasıl unutacağız? Salt 2004 AB İlerleme Raporu’nun 9. sayfasında yer alan şu dizeleri, bol unvanlı akademisyenlerimiz ile siyasilerimiz nasıl açıklayacak?

  • “Su, önümüzdeki yıllarda giderek stratejik bir konu olacak ve Türkiye’nin AB üyesi olması sonucu, su kaynaklarıyla Dicle ve Fırat üzerindeki barajlar ile sulama tesislerinin uluslararası yönetimi beklenebilir ve bu AB için büyük meseledir.”

Em. Büyükelçi ve ADD Danışma Kurulu Üyesi Dr. Onur Öymen bu konuda Cumhuriyet Gazetesinde 17 Ekim 2004 tarihli yazısında yukarıdaki alıntıyı kast ederek “..aynı cümlelerin içinde İsrail ve diğer ülkelerin adının geçmesini pek de hayra alamet değildir” diyordu. Ülkemizde her dönemde liberalizmin ve Batıcılığın sözcüsü olan Hürriyet Gazetesinde uzun yıllar Başyazarlık ve sonrasında CHP Milletvekilliği yapan Oktay Ekşi 19 Aralık 2004 tarihli “Fırat Dicle ve AB” başlıklı yazısında aynı konuda “Böyle bir niyet şu anda ancak bu kadar ifade edilebilir” diyecekti.

“Medeni” Batının çok uluslu su şirketleri kaynak sularımızı şişeleyip satan su firmalarımızı ele geçirirken, arkalarındaki güç ise ülkemizin en büyük iki akarsuyunun peşine düşmüştü bile. Petrol savaşlarının yanına eklenen su savaşlarının odağına ülkemiz konuyordu.

UNUTKANLIK MI?

Batının bu açgözlü sömürü alışkanlığına pek çok örnek verilebilir. Son 25 yılda elden çıkarılan ya da yok edilen Cumhuriyet kazanımı işletmelerimizin durumuna ek olarak yüzlerce benzer örnek verilebilir. Ancak bizleri en çok üzen ve yaralayan “Atatürkçülük” görünümü altında Batı’nın sömürme alışkanlığını “Batılılaşma, medenileşme, demokrasiyle taçlanma” adıyla bizlere yutturulmaya kalkılması oluyor. Bu denli uzun bir giriş yapmam, bizim kesimde olanların yalın bir “hata” ya da unutkanlık ile böyle yaptıkları iyimserliği ve onları kazanabilme umudundan kaynaklanıyor.
***
Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından yayınlanan “Atatürkçü Düşün Dergisi” nin Ekim, Kasım, Aralık 2022 tarihli ve Cumhuriyetin 100. Yılına özel 149. sayısında Doç. Dr. M. Burak Cop imzasıyla yayınlanan “Uluslararası Bağlamıyla Kemalizm” başlıklı yazı, giriş bölümündeki koyu Atatürk sosundan sonra tam bir Batı hayranlığı ile sürüyor. Yazının ortalarında “Dünyanın Birinci Ligine Katılmak” ara başlığından sonra şu ilginç cümleler yer alıyor:

“İşin aslı, 3. Selim döneminden Cumhuriyete uzanan modernleşme çabalarında da aynı motivasyon vardır: Modernleşmek emperyalizm çağında ayakta kalmak ve Avrupa uluslar ailesine (yani dünyanın 1. ligine katılmayı başarmak.”

Bu anlatımın yazarın düşüncesi mi yoksa değerlendirmesi mi olduğunu tam anlayamıyoruz.
Bu anlatımı ilerleyen satırlarda “Günümüzün sınırsız iktidar erki savunucularının Tanzimat reformcularıyla herhangi bir tarihsel özdeşlik kurmamaları, özdeşliği 2. Abdülhamit despotizmiyle kurmaları dikkate alındığında, ‘Batıcı’ ile ‘bağımsızlıkçı’ arasındaki bir ayrımın günümüzde ancak arkeolojik değeri olabilir.” biçimnde bulanık ama parlak sözleri sürdürüyor. Yani Batıcılık ile bağımsızlıkçılık arasında fark aramayı toprak altında kalmış arkeolojik bir öge olarak ele alıyor.

BAKLA AĞIZDAN ÇIKIYOR…

Yazar aynı yazının son paragrafında ağzındaki baklayı çıkartıyor:

  • “Türkiye hiçbir Ortadoğu ülkesiyle karşılaştırılmayacak kadar Batı’ya entegredir.
    Bu entegrasyonun tarihi bir derinliği var. Avrupa’da ve Türkiye’de kim ne derse desin,
    Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. AB’nin kendi çalkantıları ve yaygın Türkiye karşıtlığından bağımsız olarak, AB üyeliği hiç gerçekleşmeyecek bile olsa hedef olmaktan çıkartılmamalıdır.
    Çok kutupluluğun pekişmesi küresel siyasetin yadsınamaz gerçeği. Ancak Rusya ve Çin gibi dolayımsız sermaye diktatörlükleri mevcut sosyal ve siyasal düzenleriyle Atatürk Türkiye’si için model değil ancak partner olabilirler. Sözün özü, Batı’ya karşın Batılılaşmaya devam!”

Yine de iyimserliğimizi elden bırakmayarak yanlış anladığımızı düşünelim.
En azından yazar, yazısının hangi yayın organında yayınlanacağını unutmuş olsun.

Son sözü dostlara söyleyelim    :

  • Altınızda göstermek istemediğiniz bir şey varsa, yırtık pantolon modasına uymaya kalkmayın.

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi  

Ayşe Gülsün Bilgehan kimdir? - Yeni AkitGülsün BİLGEHAN
10 Eylül 2022, Cumhuriyet 

1971 yılının sonbaharında “Dedepaşası”, Paris’te okuyan torunu Gülsün Toker’e yazdığı mektupta, Ankara’da resmi ziyarette bulunan İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’le görüştüğünü ve kendisini “resimlerdeki gibi güzel ve kibar bulduğunu” yazıyordu.

İran İmparatorluğu’nun 2500. yıldönümü etkinlikleri dolayısıyla Tahran’da düzenlenen törene katılan Kraliçe Elizabeth, dönüşte Türkiye’ye bir haftalık bir ziyaret yapmıştı. 18 Ekim 1971’de Ankara’ya gelen kraliçeye eşi Prens Philip ve kızı Prenses Anne eşlik ediyorlardı. Kraliyet Ailesi başkentte Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Nihat Erim ve bütün devlet ileri gelenleri tarafından özenle ağırlandılar. Çankaya’daki Camlı Köşk’te konuk edildiler. Düzenlenen resmi programda Anıtkabir ziyareti başta geliyordu. Kraliçe Gazi Yetiştirme Yurdu ve Hipodrom’a gitti, adına düzenlenen at yarışını izledi.

PAŞAYI AYAKTA KARŞILADI  

Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi Genel Müdürü Büyükelçi Veysel Versan başta olmak üzere herkes gezinin kusursuz olması için uğraşıyordu. Kraliçe Elizabeth’in hazırlanan programa eklenecek tek bir özel isteği oldu: İlk başbakanı olan Winston Churchill’den çok duyduğu İsmet İnönü ile, resmi programın dışında, baş başa özel bir görüşme istiyordu!

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi

Kraliçe 2. Elizabeth ile İsmet İnönü arasındaki bu çok farklı buluşmanın tek tanığı, daha sonra parlak bir büyükelçi olacak genç bir diplomat, Daryal Batıbay’dı. Batıbay, dönemin Dışişleri Bakanı Osman Olcay tarafından, İnönü’nün görüşme kaydının devlet arşivinde bulunması görüşü üzerine görevlendirilmişti. İsmet Paşa, randevu öncesi Pembe Köşk’te buluştuğu genç diplomata daha önce hazırlandığı Türk-İngiliz ilişkileri ile ilgili bilgilerini doğrulattı. Paşanın istediği, kraliçe ile konuşurken kendisine işitme konusunda yardımcı olmasıydı. Gerçekten genç diplomata bütün görüşme boyunca iki önemli insanın hayret verici sohbetini hayranlıkla izlemekten başka fazla iş düşmedi. Daryal Batıbay bu görüşmeyi yıllar sonra mükemmel bir şekilde paylaştı:

“Camlı Köşk’ün büyük uzun salonuna girince kraliçe ayağa kalkıp, salonun ortasına gelerek İsmet Paşa’yı çok sıcak şekilde karşıladı. ‘20. yüzyılın seçkin şahsiyetlerinden biri ile görüşmekten çok mutluyum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size minnettarım. Sizi ziyarete ben gelemediğim için özür diliyorum; hükümdarlar da geleneksel kurallara uymak zorundalar’ diye mahcubiyetini belirtti.

Kraliçe, tahta çıktıktan sonraki ilk başbakanı olan Churchill’den İsmet Paşa hakkında övgü ve hayranlık dolu sözler dinlediğini, İsmet Paşa’nın, büyük bir ustalıkla, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı dışında bırakarak muazzam insani ve maddi kayıplar vermekten kurtardığını, savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda ortak güvenlik için İngiltere ve Türkiye’nin müttefik ve yakın dost olmasından çok memnun olduklarını belirtti.

CHURCHİLL’İN MEKTUBU 

İnönü de İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgiye uğratılmasında İngiltere ve Churchill’in rolü ve katkılarının tarihin şeref sahifelerinde yer aldığını, Churchill ile zor koşullarda dostça ve açık sözlü müzakereler yaptıklarını söyledi.”

Kraliçe, büyük ihtimalle Churchill’in 14 Mayıs 1950 seçimlerini yitirmesinden sonra muhalefete geçen İsmet İnönü’ye yazdığı mektubu biliyordu:

  • “Bana öyle geliyor ki tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka,
    Türkiye Cumhuriyeti’ni İkinci Cihan Harbi’nin vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş liberal ve ileri hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir. Dostça ve zevkli mülakatımızı daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yolluyorum.”

(Kraliçe 2. Elizabeth, 1971 yılındaki sekiz günlük Türkiye ziyaretinde büyük ilgi gördü. Kraliçe üstü açık arabadan İstanbulluları selamladı.)  

TARİHTE YERİNİ ALDI  

Churchill’in unutamadığı, 30 Ocak 1943’te Adana Yenice’de bir tren vagonu içinde yaptıkları zorlu buluşmaydı. İki gün boyunca İnönü, ülkesini savaşa sokmaya niyetli İngiltere başbakanına karşı koymuştu. Aynı direnci daha önce bir başka İngilize, Lozan’da Lord Curzon’a da göstermişti. Bu nedenle, Churchill “dünyayı atlatıp harbi kazanan adam”, İnönü ise “Churchill’i atlatıp, yurttaşının kanını dökmeden harbi kazanan adam” olarak biliniyorlardı!

Kraliçe ile İnönü’nün Camlı Köşk’teki görüşmeleri bir saate yakın sürdü. Kraliçe, sohbet sırasında, protokol dışına çıkarak, sehpada bulunan çay servisini bizzat yaparak İsmet Paşa’nın fincanına çay koydu. Odada bulunan genç diplomata ise “Lütfen kendinize yardım edin” diyerek yol göstermiş!

Görüşmenin sonunda İsmet Paşa ayağa kalkarak kanepelerin önünde kraliçeye veda etmek istemiş, onu başıyla selamlayarak, sırtını dönmeden kapıya doğru geri geri adım atmaya başlamış ama kraliçe hızlı adımlarla İnönü’nün yanına gelmiş ve koluna girerek O’nu köşkün dış kapısına kadar geçirmiş.

İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth 8 Eylül’de, 96 yaşında yaşamını yitirdi.
Buckingham Sarayı’nın kapısına ölüm ilanı şu basit sözcüklerle asıldı:

“Kraliçe bu öğleden sonra Balmoral’da huzur içinde yaşamını yitirmiştir.” 

Elizabeth-İnönü buluşması da tarih içindeki yerini aldı.

MÎSAK-I MİLLÎ !

MÎSAK-I MİLLÎ !

Değerli arkadaşlar,
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

1. Dünya savaşından yenik çıkan, zaten topraklarının çok büyük bölümünü yitirmiş olan Osmanlı Devletinin hiç değilse çekirdek “Anavatan topraklarını kurtarmak” hedefiyle 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal‘in önderliğinde milli mücadele başlatılmış oldu….

21/22 Haziran 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa Amasya’da bir Genelge yayınladı :

“Vatanı ve Milletin bağımsızlığını,
yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!”

***
23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresinde (Amasya Genelgesindeki söylemin eyleme geçirilmesi) kararı alınmış, ardından…
4 Eylül1919 Sivas’ta başlatılan Kuvay-ı Milliye toplantısında, Misak-ı Milli hedeflerinin gerçekleştirilmesi için milli mücadelenin sevk ve idaresini yürütmekle görevli Heyet-i Temsiliyye‘nin, Ankara’da faaliyet göstermesi kararı alınmıştı.
Ulusal amaç ve hedefleri ve ulusal sınırları belirleyen Misak-ı Milli (AS: Ulusal And) kararlarını (bkz. haritada kırmızı ile gösterilen alan) İstanbul’daki Osmanlı Meclisi de oybirliği ile kabul etmiş ve 20 Ocak 1920’de bütün dünyaya resmen ilan ederek son tarihsel görevini yerine getirmiştir..

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Zaten “de facto(AS: gerçekte, fiilen) bitik olan Osmanlı devleti, TBMM’nin 1 Kasım 1922’de “Saltanatın ilgası” kararıyla resmen sona ermiş oldu…
Son Osmanlı Hükümdarı Vahdettin, 17 Kasım’da işgalci devlet İngiltere’den iltica ricasında bulunmuş ve bir İngiliz zırhlısıyla (AS: Malaya) İstanbul’dan ayrılmış, Malta’ya gitmiştir…
***
Misak-ı Milli 6 maddeden oluşur. (bu günkü dille)
1. Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, kesinlikle bölünemez.
2. İşgal altında olmayan Osmanlı toprakları bölünmez bir bütündür. Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada işgal altında bulunan bölgelerin ve Arap topraklarının geleceğine, bu bölgede yaşayan halk karar verecektir. Halk oylamasıyla bu toprakların durumu belli olacaktır.
3. Batı Trakya ve Elviye-i Selase (3 vilayet) dâhilinde bulunan Kars, Ardahan ve Batum’un durumu, Arap bölgelerinde olduğu gibi yine halk oylamasıyla karara bağlanacaktır.
4. Türkleri mali, idari ve siyasi yönden olumsuz etkileyen kapitülasyonlar kesinlikle kabul edilmeyecektir.
5. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının güvenliği ve tehlikeden uzak tutulması ile ilgili önlemler alınacak ve bu Boğazların ticaret gemilerine açılıp açılmaması ile ilgili kararlar Türkiye ile birlikte ilgili devletler arasında yapılacak olan anlaşmaya göre belirlenecektir.
6. Ülkemizde yaşayan Hristiyan ve öbür azınlıklara, başka ülkelerde Müslümanlara tanınan haklar ölçüsünde hak tanınacaktır.
***

Değerli arkadaşlar,
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti‘nin bu zor koşullardaki doğuşunu bilmeyenler, değerini de bilemezler; O zamanlar açıkça görünen işgalci düşmana karşı verilen amansız savaşın bugün görünmeyen, sinsi düşmanın içten işgaline karşı davam edişini göremezler.
Bu sinsi düşman, Arap emperyalizmi dahil, küresel Emperyalizmin yandaşlığını yapanlardır;
Küresel Kapitalist-Finans sömürü sisteminin yardakçılığını, ortakçılığını yapanlardır.
Yüz yıl önce, bir Ağacı “yangın” dan kurtaran ve yeniden yeşerten insanların ardıllarına, bugün aynı Ağacın “içten çürütülüşüne” karşı savaşmak düşüyor.
Sevgilerimle. æ
______________
Not. Mustafa Kemal‘in düşündeki harita “misak-ı milli” haritasıydı; özellikle, şimdi güneyde gerekli görülen 30 km güvenlik şeridi ta o zamandan belirlenmişti, Hatay-Halep-Musul hattı olarak.
Sevr‘i dayatanların Türklere bıraktığı (250 bin km2) toprakların haritası Mustafa Kemal’in düşlediği (1 milyon km2) hartanın dörtte biriydi; Lozan’da, o zor koşullarda başarılı bir diplomasi ile Vatan topraklarının ancak %80 kadarı (784 bin km2) kurtarılabildi. (Amiral Soner Polat‘ın da dile getirdiği gibi) Mavi vatanın batı sınırı, Ege’de, 12 adaları da içine alan D25.30′ boylamdır. æ
================================
Dostlar,

Gerçek bir Cumhuriyet aydını olan bilge insan Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızdan (Nükleer Fizik uzmanıdır) öğrenmeyi sürdürüyoruz.. 80’i aşan kronolojik yaşı ile birlikte, Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Aydın sorumluluğu ile her gün bizlere önemli olguları anımsatıyor, öğretiyor.

Kendisinin çok sayıda yazısını web sitemizde paylaşmaktan, birlikte açıkoturum – konferanslara katılmaktan, kendilerinin başkanlığında ADD Genel Merkezi Bilim – Danışma Kurulunda yıllarca bulunmaktan (yazman olarak) çok mutluyuz.

ADD Genel Başkan yardımcılığı görevimizi 2006 Haziran’ında kendisine devretmekten de..

Ve de halen, dostu olmaktan..

Lütfen O’nu kişisel facebook sitesinde izleyiniz..

Biz de Sevr Anlaşması haritasını koyalım, Milli Mücadele’nin ve Lozan’ın başarısını net olarak görelim..

Unutmayalım :
  • Sevr paçavrasını son Osmanlı padişahı onayladı;
  • Ankara’daki ilk Meclis ise kabul edenleri VATAN HAİNİ ilan etti ve bu paçavrayı tanımadığını dünyaya duyurdu!
Atatürk yaşasa idi, Lozan’ın eksiklerinden olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay’ın anavatana katılması gibi, emin olabiliriz ki; 12 Adalar da bize geçerdi, Musul – Kerkük de.. Olmadı ne yazık ki!
Şimdilerde AKP = RTE, “devlet projesi” masalı ile Montrö’yü delmek amacıyla Kanal İstanbul projesine gövdesini siper etmiş durumda.. ABD dayatıyor, çaresizler.. Ancak Montrö’yü böylesine uluslararası hukuku hiçe sayarak delme olanağı yok. Sözleşmenin özü, Karadeniz’deki ticari – savunma amaçlı gemi – silah – asker trafiğini ve rejimini düzenlemektir. Kanal açarak bu rejim değiştirilemez.

Sevgi ve saygı ile. 30 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 23 Eylül 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 23 Eylül 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

UZAK

CHP lideri 3 milyon öğrencinin internetsiz, 754 bin öğrencinin televizyonsuz olduğunu açıkladı.
Uzaktan eğitime uzaklık…

TARİH

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu,

“Meis’i İtalyanlar’a vermişiz, onlar da Yunanistan’a vermiş. Yanıbaşımızdaki adaları vermişiz, geçmişteki anlaşmaları büyük bir başarı öyküsü diye bize ders kitaplarında ilkokulda anlatmaya çalıştılar bizlere ama maalesef işte görüyoruz.”

Lozan’dan önce Osmanlı’nın verdiği adalarda suçu Atatürk ve İnönü’ye yüklemek için söylenen yalan mıdır?

Tarih bilmemekten gelen yanlış mıdır?

Hangisi daha ayıptır?…

AŞI

Aydın İl Sağlık Müdürlüğü, yurt dışına çıkacak olan yerli ve yabancı turistlerin yaptırması zorunlu olan ve kişi başı 30 Euro olan ‘Covid-19 PCR testi numune alım noktası’ olarak AKP Milletvekili Metin Yavuz’un EGEMED Hastanesi’ni görevlendirdi.

Kazan kazan…

GİDİŞ

Yunanistan’da yayın yapan Dimokratia gazetesi 18 Eylül başlığında ‘S…. git Erdoğan’ ifadelerini kullandı.

Yunan öyle gitmişti…

MENZİL

Gavs’a Aşık Sofiler” adlı Facebook hesabından yapılan paylaşımda, Menzil ekmeğinin şifalı olduğu, ekmeğin hamuru ve tarifinin Hz. Hatice’ye ait olduğu ve sadece Menzil’de “Gavs’ın evinde yapıldığı iddia edildi.

Menzil MS 600, devam…

AÇIKGÖZ

AKP İlçe kongresinin ardından Malkara İlçe Jandarma Komutanı Teğmen İsmail Erdoğan, AKP İlçe Başkanı Şentürk’ü parti binasında ziyaret etti ve “hayırlı olsun” dedi.

Jandarma dediğin açıkgöz olur…

SAHTECİLİK

Yerel seçimler öncesi sahtecilikle karalanan Mansur Yavaş aklandı. İftiraları atan, hükümlü, AKP’nin saygın iş adamı(!) ise yedi aydır yakalan/a/madı.

AKP’nin A’sı…

YERLÜF?

İçişleri Bakanı Soylu, AYM ile ilgili sözlerine tepki gösterenleri değerlendirirken,

“…yıllardan beri bu ülkenin değerlerini yerlüf etmek (Tarumar etmek, silmek, süpürmek) isteyenler hepsi bir cephe oldular, hepsini bir fotoğrafta Allah, göstermek nasip etti.” dedi.

En önemli değerimiz Türkçemizi o dediğinden etti…

SOPA

Almanya’nın Atina Büyükelçisi Ernst Reichel, “Türkiye yakında Avrupa Birliği (AB) Konseyi’nin sopasını görecek” dedi.

Ucundaki şekeri yalaya yalaya sapına mı geldik?…

HAYIRSEVER

  • AKP’nin hayırsever iş adamı Zarrab, siyasilere 800 milyon dolar rüşvet vermiş.

Hayırseveri severler tabi…

MÜLAKAT

Kocaeli Üniversitesi doktora-yüksek lisans öğrencisi alımında, bitirme ve yazılı notları yüksek olanlar mülakatta elendi, düşük notlular mülakatta 100 tam puan verilerek öne geçirildi.

Mülakat,  torpil kat kat…

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Bedri Baykam
bedri.baykam@gmail.com 
Cumhuriyet, 16 Temmuz 2020
CHP’nin çoğu üyesini üzen, neredeyse sadece yöneticiler ve seçilmesi istenen adayların katılacağı kurultayla Ayasofya olayı birbirinden ayrılabilir mi?

Kılıçdaroğlu, partide Atatürkçülüğün ve laikliğin savunulması üstüne önemli bir cephe oluşturmadı. Kritik noktalara yerleştirdiği siyasetçilerin yarısı liberal, bir kısmı 10 Aralık hareketinden gelen, belki bir kısmı TESEV günlerinden beri dostluğunu sürdürdüğü isimler. Laiklik, Lozan, Kemalizm, Atatürk’ün kararları konusunda hassas bir CHP Genel Başkanı olsa, herhalde Ayasofya konusunda, “dine saygıyı” elden bırakmadan yeri göğü inletirdi. Bütün dünyanın hümanizmi, diplomatlığı ve filozofluğunu öve öve bitiremediği Mustafa Kemal’in, kültürlerin, dinlerin ve medeniyetlerin kesişme noktası İstanbul’da dâhiyane bir şekilde dengelediği bu hareketin kalıcı evrensel değerini CHP Genel Başkanı’nın algılayamaması hayret verici. Erdoğan’ın, Atatürk ve Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararı algılayamayıp kendini tutamayarak “Esasında tek parti döneminde alınan bu karar tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı, çünkü Ayasofya ne devletin ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür” demiş olması üzücü ama pek şaşırtıcı değil. Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun “Açıyorsanız açarsınız. Bunu siyasi rant alanına dönüştürmek kadar büyük bir yanlış yok” sözleriyle yetinmesi ve CHP’nin parlamentoda hiçbir açık muhalefet yürütmemesi pes dedirtiyor.

90’ların ortasına kadar SHP ve özellikle Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, Atatürk’ün izlerine ve laikliğe yönelen tehlikeleri görmezden gelme üzerine kurulmuştur. 1989’da, Türk Ceza Kanunu’ndan şeriatçı propagandayı engelleyen 163. maddenin kaldırılması, SHP’nin Özal döneminde Atatürkçü sola attığı en büyük kazıktır.

Kılıçdaroğlu’nun seçtiği yol

Göreve gelişinin henüz 4. gününde verdiği demeçlerde “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” demişti. Aynı şekilde “Dersim” olayına bakışı, “farklı” yaklaşımı, 2010 yılında verdiği “laiklik tehlikede değil” ve 2012’deki “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” demeçleri, Kemalist bir CHP Genel Başkanı’ndan uzak bir profilin izdüşümleriydi. Öte yandan, Cumhurbaşkanı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Abdullah Gül’ü uygun görebilmek, 2018 seçimlerinde Haluk Pekşen ve Hüsnü Bozkurt gibi Atatürkçü çıkışlarıyla o dönem halkın gönlünü fetheden milletvekillerini tasfiye etmek, Hüseyin Aygün, Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekâroğlu, Muhammet Çakmak gibi etnik siyaset yapan veya İslamcı kimlikleriyle bilinen insanları ana listelere almak, kesin bir ters kadro mühendisliğine işaret ediyor. Benzer birçok sebep, Sayın Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi, 20. yüzyıl CHP tarihini ve partinin soyağacını iyi bilmediğini, Türk siyasetinin köşe başlarına hâkim olmadığını ve sürekli tekrarladığı şekilde CHP’yi 1930’ lardaki, 40’lardaki kimliğinden koparmaya çalıştığını göstermiştir.

Ayasofya konusunda CHP’nin veremediği tepkiler, geçmişte gösterdiği duruşlarla maalesef uyumlu! Atatürk’ün partisinde genel başkanlık yapan biri, büyük önderin en alkışlanacak evrensel boyutlu siyasi ve diplomatik hamlelerinden biri üstünden haddini aşan ve onu “tarihe ihanet etmekle” suçlayanlara karşı elini masaya vurup ayağa kalkamıyorsa, grup toplantısında Erdoğan’ı Danıştay’da yaşananlar konusunda ikiyüzlülükle suçlamakla yetinip, Meclis’te somut karşı duruş sergileyememişse, ne halkın nabzını tutabilmektedir ne de hangi koltukta oturduğunun farkındadır!

Meral Akşener ise camiye dönüştürme tartışmasında olumlu görüş sunmasına karşın, Erdoğan’ın bu sözlerine karşı gereken yanıtları en sert şekilde verebilmiştir. Bu, -başta Kılıçdaroğlu- herkes adına düşündürücüdür. Atatürk’ün Ayasofya’yı Cami-i Şerif olarak tescil ettiğini vurgulayan Akşener, “Bu gerçek ortadayken öyle hukuki hatadan söz etmek, daha da ötesi utanmadan tarihe ihanet yakıştırması yapmak, makamı ne olursa olsun kimsenin haddi değildir” diyerek, Atatürk kızına yakışan bir ders vermiştir.

Kılıçdaroğlu’nu ilgilendiren tek konu “Ben bu, konuda karşı durursam, daha sonra bu seçimlerde fatura olarak önüme konur mu, bana din düşmanı denir mi?” olmuştur. Aynen yakın geçmişte ne zaman alkol ve cinsel içerikli sansür, heykel saldırıları vesaire olduğunda CHP üç maymunu oynadıysa “Aman bana alkol veya çıplaklık düşkünü demesinler” diye çağdaş toplumda üzerine düşen tavırları göstermemişse, burada da CHP’nin oynadığı rol hiç farklı değildir.

Ali Rıza Öztürk’ün kritik ikazları

Eski CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, Danıştay kararının üç açıdan gayri hukuki olduğunu, (davacı derneğin dava açma ehliyeti bulunmaması, davanın 60 günlük süresinin geçmiş olması -evet, çünkü geçen süre 86 yıl!- ve aynı konuda daha önce açılmış davalarda verilmiş emsal ve kesinleşmiş hükümler bulunması) ve burada esas hedefin Atatürk Cumhuriyeti’nin Danıştay üzerinden tasfiye edilmesi olduğunu vurguluyor.

  • “Bu karar ile karşıdevrimi pekiştirmenin, Lozan’dan rövanş almanın yolu açılmıştır. Atatürk’ün imzasının çöpe atılması değildir tek sorun. Sorun, Atatürk’ün kurduğu demokratik laik hukuk devleti olan Cumhuriyetin tasfiye ediliyor olmasıdır. Sorun, herkesin gaflet ve dalalet içinde seyrediyor olmasıdır.”

Bir hukukçu olmadığım için, Sayın Öztürk’ün önemli sözlerini iki kaynaktan içerik olarak doğrulattım: Biri Sayın Yekta Güngör Özden, diğeri Sayın Sabih Kanadoğlu. 92 yaşındaki annem, Öztürk’ün çarpıcı yorumunu okuduktan sonra uyuyamıyorsa ve bu ortamda CHP Genel Başkanı bütün enerjisini kendisine muhalif hiç kimsenin giremeyeceği bir kurultay düzenlemeye verebiliyorsa, burada muhalefette ağır ve ciddi bir sorun var demektir. Şu ortamda, Atatürkçü duruş sergileyen her CHP’linin ısrarla kadro dışı bırakıldığı bir anlayış, bu insanların içeri girip muhalif duruş bile sergileyemedikleri bir kurultay ile çiftleşiyorsa, durum çok vahim demektir!

Behramoğlu’nun tarihe tokat gibi bıraktığı satırlar…

En son, Ayasofya konusunda işin tarihsel özüne dönersek: Gerçekten bugün kime neyi kanıtlamaya çalıştığımızı anlayamıyorum. Bizans’ı 567 yıl önce fethetmiş olduğumuz konusunda şüphe duyan mı var? Atatürk’ün evrensel “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen duruşuna hiç mi hiç uymayan bu Danıştay kararıyla dünyanın tepkisi üzerimize çevrilmişken, Ataol Behramoğlu’nun dünkü makalesinden şu satırlara dikkat:

  • “Kutsal olan evrenseldir. Herkesin eşi, çocuğu, mabedi, sadece onun değil bütün insanlığın kutsalıdır. Savaş hukuku bile, yenilenin en temel insan olma haklarını korumaya yönelik ilkelere sahiptir.. Yaşadığımız çağda, insanlığın bugününde, savaşta ya da barışta, kimden ve kime karşı olursa olsun, kutsalları çarpıştırmak, bir kutsal adına bir başka kutsala tecavüz, ayıptır, günahtır, suçtur, küçüklüktür.”

OSMANLIDA SON DÖNEM EĞİTİM

OSMANLIDA SON DÖNEM EĞİTİM


Prof. Dr. Süleyman Tolun
Devlet Başkanı, bu gün Osmanlı’nın son dönem eğitim düzeyiyle ilgili açıklamalar yapmış. Okuma oranı %50’ydi, sonradan savaşlar ve Harf Devrimi tesiriyle düştü diye de eklemiş.
Ben de biri iki kelam edeyim:
1* 1914’te Osmanlı’da yalnızca ABD’nin tam 426 MİSYONER OKULU bulunuyordu.
2* Bu okulların büyük bir bölümünün bina ruhsatları bile yok. Okulda eğitim veren öğretmenlerin ağırlıklı bölümü Houston merkezli misyoner teşkilatı olan Board kuruluşundan geliyor. Okullardaki müfredat tümüyle bağımsız. Osmanlı, bu okullara diş geçiremiyor.
3* Bu okullarda 25 bin dolayında öğrenci bulunuyor. Aynı zamanda yine salt ABD’nin 9 hastanesi ve 10 dispanseri bulunuyor. Bu teşekküllerin 1879’daki maddi büyüklüğü tam 100 milyon $ ediyor ki o dönem için bu çok büyük bir para.
4* Peki ABD’nin onca yoldan gelip ülkede böyle teşkilatlanmasının ardındaki neden ne ola?
Onu da bizzat Houston merkezli Board kuruluşundan Roger R. Trask’ın 1924 tarihli raporundan anlıyoruz:
5* ABD tüm bu yığılmayı 1830 (AS: 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması) yılında imzalanan Ticaret antlaşmasının barındırdığı “KAPİTÜLASYONLARA” dayandırıyor. Hani şu Lozan’da kaldırılan… Bu antlaşmaya göre ABD istediği yerde konsolosluk açıyor. Sonra da okulu o bölgede kurup MİSYONERLİĞE başlıyor.
6* Bu okullarda yetişenler daha sonra Adana’da örgütlenip devleti tehdit eden sorunlar çıkardı.
Abdülhamit kimi okulları kapatmaya niyetlenince ABD, Kentucky isimli savaş gemisini İzmir’e gönderdi. Geri adım atıldı. Üstüne 1902’de misyonerlere yeni haklar tanındı.
7* İnanmayan varsa The New York Times’ın, 20 Kasım 1900 tarihli baskısının “Warship Send to Turkey” başlıklı haberini okuyabilir. Osmanlı eğitim hususunda özellikle 1850’lerden sonra ipin ucunu böyle kaçırmıştı.
8* Osmanlı ipin ucunu kaçırmıştı derken temelsiz konuşmuyorum:
1891 ve 1894 tarihli Zühtü Paşa imzalı,
1892 tarihli Mihran Boyacıyan imzalı,
1898 tarihli Şakip Paşa imzalı eğitim raporlarını okudum. Osmanlı fark etmiş. Ama geç kalmış.
9* Mihran Boyacıyan, raporunda aynen şöyle yazmış: “Yapılan düzenlemelerle birlikte kötü gidiş engellenememiştir. Lübnan elden çıkmak üzeredir ve memurlar dışında Türkçe konuşan kimse bulunmamaktadır.” Lübnan’da Fransız-Amerikan okulları çekişiyordu.
10* Bu okullar daha sonra görevlerini çok iyi yerine getirdiler.
Bulgar okulları Bulgaristan’ın kuruluşunda,
Merzifon okulu Pontus isyanında,
Adana okulu Ermeni isyanında,
Güneydoğudaki okullar da Fransız işgalinde,
adeta karargah görevi üstlendi.
11* Milli Mücadele bu içerideki hainlerle mücadele için az mı çile çekti?
Bakın o dönem Albay olan İsmet Bey neler anlatıyor:
(TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:1, İçtima: 1, C. 4, 2. Bs., 1942, s. 296)
12* İşte, tüm bu eğitim kapitülasyonları Lozan’da “istisnasız” kaldırıldı.
Okulların elindeki tüm imtiyazlar alındı. Hepsi, “Türk Kanunlarına” uymak ve “Misyonerlik yapmamak” zorunda bırakıldı.
13* Tehvid-i Tedrisat Kanunu, 1924,1925 ve 1926 genelgeleri ile hepsi hizaya sokuldu.
1926 tarihli Board raporunda şu yazıyordu:
Gelişmeler üzerine misyonerler son derece umutsuz duruma düşmeye başladı. (James L. Barton, Status and Outlook of Missionary Work in Turkey, s. 2.)
14* Cumhuriyet politikaları sayesinde misyoner okulları hareket olanağı bulamadı. Hepsi tek tek kapandı. 1928’de misyonerlik faaliyeti belirlenen Bursa Okulu kapatıldı.
1930’lara gelindiğinde 6 Amerikan okulu kalmıştı. Nereden nereye…
15* ABD son şans olarak Türkiye’ye büyükelçi ataması yapıp Joseph Grew isimli bir “misyoner okulu savunucusu” göndermişti. Ama Türkiye ona da kale gibi direndi.
Dönemin eğitim bakanı Mustafa Necati bu başarının mimarıdır.
16* Nitekim Grew, 3-17 Temmuz 1929 tarihlerinde hazırladığı durum değerlendirmesi raporunda kapitülasyon rejimini hatırlatan herhangi bir söz veya hareketten özenle kaçınmak gerektiğini ifade etmiştir. (Joseph C. Grew, Yeni Türkiye, s. 130.)
Çok uzatmayayım. Sözün özü…
Son dönem Osmanlı’nın hatalarını söylemek, yanlışlarını anlatmak Osmanlı düşmanlığı değildir.
Cumhuriyet, o yanlışları da temizleyip, milleti misyoner belasından kurtarmıştır.
Siz, Harf Devrimi nedeniyle Atatürk’e sövenlerin hiç Osmanlı döneminde sayısı 500’ü aşan MİSYONER OKULLARI nedeniyle Osmanlı padişahlarına “LAF ETTİĞİNİ” gördünüz mü?
Göremezsiniz. Zaten mesele laf etmek, sövmek değil. Yanlışı bilip doğruyu yapmak. Birilerinin temelsiz şekilde Atatürk’e sövdüğü gibi, bizlerin de son dönemlerinde “büyük hatalar yapılmış olmasına karşın” dönüp Osmanlı’ya sövmek gibi çabası olmamalı.
Okursun.
Yanlışı belirlersin.
Ders alırsın.
İbret alırsın.
Doğrusuna gayret edersin.
İlke bu olmalı.

LOZAN ANTLAŞMASINI KÜÇÜMSEMEK HİÇ KİMSENİN HADDİ DEĞİLDİR!

tbb_logosu

LOZAN ANTLAŞMASINI KÜÇÜMSEMEK
HİÇ KİMSENİN HADDİ DEĞİLDİR!

LOZAN DEMEK BAĞIMSIZ
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMEKTİR

Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur.

1. Dünya Savaşı sonunda yalnızca İç Anadolu’ya hapsedilmiş bir milletin kurtuluş mücadelesi ile tekrar kazandığı Anadolu ve Trakya’ya sahip olduğunun belgesidir.

Atatürk‘ün sözleriyle,

  • “Lozan Antlaşması, Türk Milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş, büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir…”

Lozan, dünyanın gördüğü en büyük asker ve devlet insanlarından Mustafa Kemal Atatürk ve silah (AS : ve dava) arkadaşlarının önderliğinde, düşman işgali altında bulunan vatan topraklarını, yokluklar içinde ölüm-kalım savaşı vererek, kanıyla, canıyla geri alan yüce Türk Milleti’nin, Türkiye toprakları üzerinde başka hiçbir devletin kurulmasına izin vermeyeceğinin somut belgesidir. Ulusal direncimizin simgesidir…

Lozan Antlaşması, yabancılara kapitülasyonlarla verilen mali, idari, hukuki ve benzeri her türlü imtiyazın iptalidir; Türk milletinin yeniden hürriyetine kavuşmasıdır.

Ve nihayet Lozan; Çanakkale’dir, İnönü’dür, Sakarya’dır, Büyük Taarruz’dur. Kısacası Sevr’e karşı Misak-ı Milli’nin zaferidir.

Hiç kimse Sevr Antlaşmasının yapıldığı gündeki stratejilerden bugün dış mihrakların vazgeçtiği yanılgısına kapılmasın. Lozan Antlaşması’ndan vazgeçilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nden vazgeçilmesi anlamına gelir.

Sevr’i yırtıp mandaya, sömürgeye hayır diyenlerin Lozan’daki başarısını yok saymak, Milli mücadele şehit ve gazilerine hakarettir.

Sonuç olarak Lozan; Milletçe iftihar vesilemizdir. Unutmayız, unutturmayız…
Unutmaya ve unutturmaya cesaret edenleri de affetmeyiz.

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ
(http://www.barobirlik.org.tr/Detay71941.tbb)

======================================

Dostlar,

Söylenecek öylesine çok şey var ki..
Erdoğan ne yapmak istiyor ??
Gündem mi olmak istiyor? Böyle bir sorunu mu var?
Bir ülkenin devlet başkanının gündeme gelme – gündemde kalma sorunu olabilir mi??
Dilediği TV’ye çıkar konuşur, basın danışmanları etkinliklerini medyanın izlemesini ve haberleştirmesini sağlar kolaylıkla.. Erdoğan’a karşı basında bizim bil(e)mediğimiz bir medya ambargosu mu vardır?!

Erdoğan Türkiye gündemini mi değiştirmek istiyor??
Eğer böyle ise nasıl başaracaksınız?? Gerçek yaşamda öylesine okkalı gündem sorunları var ki!
Yarın, 1 Ekim 2016 günü TBMM’nin yeni yasama yılı açılışında konuşacaksınız.. TV’ler baştan sona canlı olarak verecek.. Meramınızı anlatırsınız uzun uzun.. BM genel kurulunda olduğu gibi boş salona da konuşmuş olmazsınız.. Yerleşik geleneklerle 15 dakikayı geçmeyen konuşma süresini ikiye katlarsınız ve Türkiye’ye naklen canlı yayın yapmasına izin verdiğiniz ayrıcalıklı – yandaş medya 27-28 dakika boyunca kameralarını hiç ama hiç genel kurulıun boş sıralarına çevirmezler!

Erdoğan’ın Lozan’ı sorumsuzca ve saygısızca hedef alan bu günkü muhtarlar konuşması içim başkaca olası gerekçeler de ileri sürülebilir..

Ancak bir hekim olarak bizim aklımıza düşen çoook ciddi bir kuşku var!

  • Erdoğan ara sıra zaman ve yer yönelimini yitirmekte ve yaşamın gerçekliğinden koparak
    sanal iç alemine mi savrulmaktadır?? Azalan – zayıflayan  – kalkan kortikal denetim yüzünden bilinçaltını mı dışavurmaktadır??

    Bunlar hiiiç yabana atıl(a)mayacak ciddi ve Erdoğan’ın bilinen sağlık durumuna dayalı yerinde tıbbi gerekçeleri olan rasyonel kuşkular, olasılıklardır.. ,

    Dünyada aklı başında hiçbir devlet başkanı, kendi ülkesinin temel kurucu antlaşmasını = tapusunu ölçüsüzce ve sorumsuzca kamuoyu önünde küçümsemez ve aşağılamaz.

  • Erdoğan’ın tam donanımlı bir hastaneden sağlık raporu alarak kamuyoyuna sunması kaçınılmaz bir zorunluk durumuna gelmiştir.

Gelişmiş ülkelerde oturmuş, her yıl yinelenen yerleşik bir uygulamadır bu raporlar.. Demokratik toplumlarda kamuoyunun, yöneticilerinin sağlık durumunu bilme hakkı vardır.. En kolay işe, memurluğa girişte, askerlikte.. belli aralıklarla sağlık raporu yasalarla zorunlu kılınmıştır..

Ülkemiz iç – dış bunca ağır – yaşamsal sorunlarla boğuşurken Cumhurun başı Erdoğan’ın Lozan’ı, -gerçekte hiç haddi olmamakla birlikte- aşağılamaya kalkışması esef ve endişe vericidir. Gelin bir Polyannavari beklentiyle bağlayalım :

AKP içi – Erdoğan ailesi içi bir akl-ı selim / bir üst ya da kamil akıl devreye girer de
yarın düzeltici bir açıklama yapar mı? Yanlış anlaşıldığını vb. dile getirir mi?? Özür diler mi??
Bekleyip görelim, bu krediyi de bir kez daha Erdoğan ve AKP’sine verelim..
Erdoğan ve AKP’sinin akıllandığını düşünen, uman, ummak isteyen.. hayal eden.. herkese de
bir turnusol kağıdı sunmuş olalaım??

Yoksa siz hala, “çıkmamış canda ümit vardır..” atasözünün Erdoğan özelinde de
geçerli olabileceğini mi düşlemektesiniz??

Sevgi ve saygı ile.
30 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

 

TBMM ve Mustafa Kemal

Dostlar,

Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D.Ali ERCAN,
“TBMM ve Mustafa Kemal” başlıklı bir yazı paylaşıyor..
Bu metni, bir tıp hocası olan, Türkiye’nin 1945’te ilk Çalışma Bakanı
ve Başbakanlık da yapmış olan (38. kabine; Kasım 1974 – Mart 1975)
Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak‘tan aktarıyor..
(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)

Gündemimiz öylesine yabanıl (vahşi) biçimde yapay olarak, istendik biçimde
işgal ediliyor ki; gerçekten gereksinimimiz olan konuları konuşup – yazamıyoruz..

Bu kısır döngüyü kıralım ve Sn. Ercan’ın aktarımını aşağıda paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
17.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

TBMM ve Mustafa Kemal

Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak

Ben kimim?

İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.”
Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe göndermek… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi  içinden
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim,
geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.

‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.’
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu:

  • Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum; alevler olarak
    geri dönmelisiniz. (İmza) Mustafa Kemal

Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi istersen gitme, git de çalışma ve dön de bu ülke için canını verme, olacak şey mi? ’ dedim kendi kendime…
Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu Ülke için can verilmez mi?”

Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi
Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü’nü kurdum. Kürsü başkanı oldum.
Daha sonra ülkemin Başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim?

Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ım…

***

“Bu inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini, o dönemi yaşamış,
başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları
ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır.

Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu kadar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan
o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:

A- Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişmek zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B- Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C- Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D- Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, Önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E- O dönemde Yurdun ve Dünyanın durumu ve koşullan;
F- O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).

İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar
gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletilmesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.

ATATÜRK Millet egemenliğini 1907’de tasarladı

Goethe der ki;

“En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.”

Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır.
1923’te gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini
1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz :

O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan İrene Melikof’a şunları söylemiştir :

“- Gün gelecek şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim.
– Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
– Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis (bağdaşık) bir temele dayandırılmalıdır.
Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır.
– Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.
– Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız.
– Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız.
– Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız.
– Latin alfabesi kabul etmeliyiz.
– Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz.
-Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a
ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti.

Mustafa Kemal Paşa, 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit’e
Türkiye’nin bir Cumhuriyet olacağını “millî sır” olarak tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal Paşa, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zik-zak’a yer vermeden düz bir çizgide birleştirmiştir. Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür?
Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:

1- Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. O’na göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir.
Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından başlayarak daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa,
büyük ve tehlikeli bir maceraya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almaktadır.

1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız O’na bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy paşalar da O’nun emrine girmeye hazırdılar.
Fakat O, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan Temsil Heyeti‘nin başına geçti.
Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsil heyetinin başkanı seçildi.
Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün
en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Artık, O, Meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.

2- Mustafa Kemal Paşa’ya göre özgürlüğün de, eşitliğin de, insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda
adlî, askeri, malî, ekonomik ve kültürel, yani istiklâl-i tam (tam bağımsızlık) olmalıydı.
Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.

3- Mustafa Kemal, büyük bir (rasyonel plancı) zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:

Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden memnun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi
o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birliğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi.

Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medreseyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar
imkân vermemiştir. Toplumu yeniliklere hazırladı

4- Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet, kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa bir halk öğretmenidir. Milletimizin asırlarca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen olarak gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini
gereği gibi anlayabilmek için O’nun zihin ve ruh yapısını göz önünde tutmak lâzımdır.

Mustafa Kemal Paşa, hele Millî Mücadele önderliğini -âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde- üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev -sahip olduğu olanaklarla kıyaslanınca- bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, adeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı. Gerçi tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve O, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar
O’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kanamakta; maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik milyarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi.

Bütün olanaklar onların elinde! Bu tablonun karşısındaki adam;  üstelik en güvendiği
silah arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri
“ihtiraslı adam” damgasını taşımakta! İşte böylece O, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir. Her yalnız adam gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: Milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “Bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya
karar verirse O’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.”

İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, O’nun örneğine uyan, daha nice
“Mazlum milletlere” örnek olacak, kurtuluşuna yol açacaktır.

Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen Millî Mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir; Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve O’nun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbi’nden yeni çıkmış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve
iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşinde olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş
İttihat ve Terakki
nin yönetimine girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve farklı kültürlere mensup olan toplumlar,
Devletimiz aleyhine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler.

Bir yanda “Dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak” hayali,
(AS: Pan-Türkizm) öte yanda  İslâm dayanışmasına (?) güvenerek “Üç yüz milyon Müslüman’ı Türkiye’nin önderliği altında birleştirmek” sevdası (AS: Pan-İslamizm). Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere ve Rusya’nın kurdukları büyük blok; bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku… Yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistan’ı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde
Alman diplomasisi daha becerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi
şerlerin
ehveni saymıştı.

Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da aslında genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetinmeyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz emperyalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının
bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin baskısı altındaydık. Zamanla genişleyen Rusya, Avrupa’yı ve
bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa olduğu halde, İttihat ve Terakki’nin
ileri gelenleri Almanya’nın yenilmezliğine inanmışlardı.

Hürriyet inkılâbı(A: 1908’de 2. Meştutiyrt’in ilanı) başarmış olan Türk Ordusu,
o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu artırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fiilen bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki,
bir emri-vaki halinde memleketi Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de
İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek gereğini duymuştu.

Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte olduğu uçurumu anlayan
bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal,
başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki, Mustafa Kemal kaybedileceğine inandığı
bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlanmaya,
o günlerde başlamıştır… (devamı var)

(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)
========================

19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…


19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Ertuğrul Latif KAZANCI
Eğitimci – Hukukçu
Cumhuriyet, 20 Mayıs 2014

  • Cumhuriyet ve Devrime yönelik kasıtlı eleştiriler, bir özgürlük sahteciliğidir. ‘Mütareke’ döneminin ‘Hürriyet ve İtilâf’ zihniyeti, sanki yaşamsal yazgımız olmuştur. Ayırımcı, feodal, neoliberal ve teokratik eğilimlere göre; ‘19 Mayıs 1919’da temeli atılan Cumhuriyet ve devrim binası, yıkılmaya yüz tutmuştur’. Ama yanılmaktadırlar. Çünkü bunca ‘şakîliğe’ karşın Atatürkçü düşünce, değerbilmez inkârcıların üstesinden gelecektir.

19 Mayıs 1919 tarihi bu ülke ve halkın onur günüdür. Emperyalist boyundurukta ezilen dünyanın da insanlık hukukunun kazanımına yönelik ilk adımıdır.
Ulusal eksenli antiemperyalist bir isyan, artık Anadolu’nun devrimci geleceğidir.
Bu isyan bir yönüyle de halkın egemenlik iradesine yüzyıllarca el koymuş ‘saltanathilafet’ rejimini alaşağı etme hareketidir.

Devrimci ideoloji, toplumun ilerici kıstaslardaki dirlik ve esenliğini öngörür.
Ülke toprakları üzerinde tasa ve kıvançta beraberlikle tarihsel derinlikten gelen ideal ve kültür birliği, ulusal bilinci oluşturur.19 Mayıs 1919 işte böylesine bir bilincin temelidir. Ama giderek yoğunlaşan olumsuz hız ve çabalarla 19 Mayıs olgusunun getirdikleri, kimilerince reddedilmektedir.

İnkârcılık:

Bir anekdotu tekrar etmemizde yarar vardır: İzmir’in kurtuluşundan sonra Atatürk  ve Halide Edip arasında bir konuşma geçer.

“Zafer kazanıldı. Artık bir kenara çekilir, dinlenirsiniz..”

diyen Adıvar’a verilen yanıt şudur:

HayırBundan sonra birbirimizle didişeceğiz !..”.

Halide Edip, yalnızca meraklı bir yazar mı yoksa bir niyet yoklayıcısı mıdır?
Aslında tek amaç Atatürk’ün gelecekteki işlevini öğrenmektir. Askeri başarılardan sonra kurulacak devletin niteliği ne olacaktır? Bir halk devleti mi inşa edilecek veya
Saltanatın sürdürülmesi mi söz konusu edilecektir?

Halide Edip yani Sultanahmet mitinginin o parlak yıldızı, yaşamsal çelişkilerle doludur. Söylevinden sonra Amerikan mandacısı ama ulusal mücadelede cephede onbaşıdır. Ardından da Türkiye’yi terk ederek Britanya sömürgelerinde öğretim üyesi olacaktır. Devrimle uyuşamayan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı, İngilizlerle uyuşabilmiştir. 1950’de de DP milletvekilidir.

Lozan’dan dönen İnönü’yü karşılamamak için Başbakanlıktan bile istifa eden Rauf Orbay’la fikir arkadaşları; Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele
ve Adnan 
Adıvar Terakkiperver Cumhuriyet’ Partisinde kümeleşmişlerdir.
Bu adlar ulusal mücadelenin askeri aşamasında önemli uğraşlar verirlerken,
ilerisinde niçin başka yerlerdedir? Çünkü Cumhuriyet ve Devrim düşüncesine
yabancı ama Hanedanlık ve Hilafete yakındırlar.

Atatürk, ‘Nutuk’ ta şöyle der:

  • “Bu parti, kendine ad olan ‘terakki’ ve ‘Cumhuriyet’ sözcüklerinin tam tersi anlamlarla gelişmiştir. Program hain kafaların işidir. Memlekette suikastçıların, gericilerin sığındığı ümitlerin dayanağı oldu”.

Sonrası             :

19 Mayıs 1919 çıkışının içerik, anlam ve yönünü sindiremeyenleri, düpedüz inkârcı (AS: yadsımacı) bir kadro izler. Bu süreç,14 Mayıs 1950 günü kıyasıya başlatılır ve günümüze doğru yoğunlaştırılır. Tam bir “yalan rüzgârı” kıvamıyla siyasal, tarihsel ve gerçek dışı ahlaksızlıklara dönüşür.

Atatürk’ün Başbakanlığını yapmış Bayarın 1950’ler sonrası tavrı, Atatürk-İnönü dönemlerini hedefleyen:

27 yıl bu ülkede çivi bile çakılmadı..” noktasıdır. Bayar, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ecnebi (AS: Yabancı) elinden alan, demiryolları döşeyen, kağıt, çay, ağır sanayi, deri, tuz, tekstil başta olmak üzere KİT’leri kuran başarıyı yok saymaktadır. İktisat Bakanı olarak yer aldığı işleri de inkâr etmektedir (AS: yadsımaktadır).

İnönü’ye “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan” sanının verildiği 26 Aralık 1938 tarihli CHP Kurultayı’nı toplantıya çağıran Başbakan Bayar’dır. Önergeyi okuyan
divan üyesi de Menderes’tir. Gün gelecek, DP’nin üst politikalarını çizen bu adlar, Devrim aşamaları için:

“ Yalnızca halka mal olmuşları saklı tutacağız..” veya “İsterseniz Hilafeti bile geri getirilebilirsiniz” ya da: “Kapitalizm, iktisaden geri kalmış bir ülkeyi kalkındıracak en iyi sistemdir” sözleriyle, geçmişi inkâr edeceklerdir.

16 Kasım1938 tarihli ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki yazısında Necip Fazıl, Atatürk’ün vefat töreninden konu açarak: “Osmanlı İmparatorluğunun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir uğurlanışa hedef olabilmiş hükümdar yoktur ” dedikten sonra övgüler yağdırmaktadır. Ama aynı Kısakürek, zamanla: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” diyebilecek ve1960 öncesi Başbakanlık örtülü ödeneğinde adı geçenlerden olacaktır (*).

Önce İnönü’nün ; “ Ak saçlarında parıltılar seyrettikten” sonra siyaseten yer değiştiren ve tam100 şiir içeren hiciv kitabı çıkaran şair Orhan Seyfi, örtülü ödeneğin içindedir. “Akbaba” mizah dergisinin DP karşıtı çizgisini birdenbire bırakan sahibi Yusuf Ziya’nın ödenek istek dilekçeleri unutulabilir mi? İlkin sol siyasette yer alıp sonra yön şaşıran yazar Peyami Safa’dan tutunuz da ressam Çallı, hatip Hamdullah Suphi, tarihçiCemal Kutay, şair Yahya Kemal’lere kadar sıraya girenler, saymakla bitirilemez. Tamamı, 27 yıllık sürecin eleştirisiyle saf tutmuşlardır.

19 Mayısları inkârların başını, Kurtuluş savaşı zaferlerini küçülterek neredeyse yok saymak çeker. Uşak’ta esir düştükten sonra Atina’ya salıverilen General Trikopisyıllarca TC Büyükelçiliğinde Atatürk’e saygılarını kaleme almıştır. Ama “İnönü,SakaryaDumlupınar” zaferleriyle, Mudanya ve Lozan’da atılan imzaları görmek istemeyen Sevr’in iç destekçileri, Yunanlı komutanın düzeyine ulaşamamışlardır. “Jenosit” deyimini onaylamayan AİHM kararına karşın: “Ermenileri katlettik” diyenler, “Yunanlılara zulmettik ” saptırmasını öne sürenler, gerçekleri tersyüz edenlerdir.

Sonuç   :

Anadolu İhtilâli; sömürgecilik, bağımlılık ve bağnazlığa karşı başkaldırıdır. Cumhuriyet ve devrim için, halkçı-devletçi sosyal gelecek adına, ulusalcı ve laik amaçlar uğruna görkemli bir kalkışma, 19 Mayıs 1919’da başlatılmıştır. Devrimci demokratik irade, inkârcılığa ders veren; siyasal, sosyo- ekonomik ve kültürel anlayışıyla 19 Mayıslara mutlaka sahip çıkacaktır.

———————————–

(*)YAD Tutanakları/1961

Prof. Dr. Sina AKŞİN : 10 Kasım…

10 KASIM

portresi_sina_aksin

Prof. Dr. Sina AKŞİN
ADD GYK Üyesi

Bu gün Büyük Önderimizin ölüm yıldönümünde, önce O’nun Türk Ulusuna yaptığı
en büyük hizmeti analım. O büyük hizmet, Sevr Antlaşması ile yakın bir ölüme mahkum edilmiş olan Türkleri ölümün kapısından çekip kurtarmasıdır.

  • 30 Ağustos Zaferi öyle parlaktır ki Sevr’i yırtıp atmıştır.

Yerine, Lozan Antlaşması ile parçalanmamış bir Anadolu üzerinde
bağımsız bir Türkiye doğmuştur.

Sevr ile kurnaz ve sinsi Emperyalizm Rumeli’de Türklerin etnik temizliğini
büyük ölçüde gerçekleştirdikten sonra, 1. Dünya Savaşının sonunda yüzyıllardır beklediği fırsatın oluştuğunu düşünerek Anadolu hakkındaki planını açık etmiştir.

  • Sevr Antlaşması Anadolu topraklarını Ermenistan, Yunanistan,
    nüfuz bölgeleri olarak Fransa ve İtalya arasında paylaştırıyordu.

Ermenistan ve Yunanistan aldıkları yerleri midelerine indirip sindirdikten sonra
Fransız nüfuz bölgesi Ermenistan’a, İtalyan nüfuz bölgesi de Yunanistan’a eklenecekti. Bu arada ordusuz bırakılmış, maliyesi Avrupalının elinde olan Osmanlı Devleti
kara yazgısını bekleyen kurbanlık bir koyun durumunda olacaktı. Demek ki
Yunanistan ve Ermenistan o noktada Osmanlının üzerine çullandıklarında
onlara direnilemeyecek ve Türk Devleti tarihe karışacaktı. Sonra da o iki devlet
etnik temizlik süreçlerini işletmeye devam ederek Türklüğü Anadolu’dan sileceklerdi. Sevr’i biraz dikkatle inceleyenler planın bu olduğunu görüyorlardı.

Lozan ile Türkler bu korkunç akıbetten kurtuldular. Fakat Atatürk ilerisini de düşünüyordu. Batılılar planlarında başarısızlığa uğramışlardı. Ama onlar dünyanın
en zengin, en güçlü, en bilgili insanlarıydılar. Böylesine bir yeryüzü egemenliğine sahip olanlar, planları başarısız oldu diye ondan tümüyle vazgeçerler miydi? Yoksa aynı planı başka zamanlarda, gerekirse başka yollardan giderek gerçekleştirmeye mi çalışırlardı? Bu denli güçlü ve egemen olanlar herhalde ileride fırsat bulduklarında aynı hedefe varmak isteyeceklerdi. Atatürk bunu gördü. Demek ki Lozan’ı sağlamak yetmezdi. Sevr’in bir daha hiçbir zaman Türklerin karşısına çıkarılmaması gerekiyordu.

Bunun olabilmesi için Türklerin her alanda Batılılarla boy ölçüşecek konumda olmaları gerekirdi. Oysa Türkler okumasız yazmasız, şeyhlik ve ağalık düzeninin, ortaçağın tutsağı durumundaydılar. İşte Atatürk devrimi insanlarımızı en kısa zamanda şeyhlik ve ağalık düzeninden çıkarıp çağcıl bir düzene eriştirmeyi hedefliyordu. Atatürk Büyük Zaferle, kazandığı büyük nüfuzla yalnız Lozan’ı değil, Atatürk Devrimini de başardı. Böylesine büyük bir nüfuz, böylesine bir şan olmasa, böylesine kökten bir Devrime karşı büyük bir direnç oluşur, başarılamazdı.

Bu söylediklerimizden önemli bir sonuç çıkıyor:

  • Atatürk Devrimine sarılıp gereğini yaptığımız sürece
    yeni bir Sevr’den uzaklaşırız. Atatürk Devrimine sırtımızı döndüğümüz oranda yeni bir Sevr’e, o büyük felakete yaklaşırız.

Ne yazık ki Atatürk Devrimi denen o kurtarıcı atılım, o mucize 1950’de başlayan Karşıdevrim süreci ile büyük ölçüde (duruma göre) yavaşlatıldı, zayıflatıldı, donduruldu, hatta kimi zaman geri çevrildi.

İşte cumhuriyet tarihimizin büyük faciaları:

– O canım Halkevlerinin kapatılması (1951).
– O görkemli buluş, Köy Enstitülerine son verilmesi (1954).
Öğretimin Birliği Yasasının adeta çöpe atılarak zaman içinde ortaçağ yuvaları olan kıyamet kadar İmam Hatip okulunun açılması.
Devrimin kahraman askerleri, işçileri olan öğretmenlerin mesleklerinin ikinci sınıf meslek durumuna düşürülmesi. Bunlar olmasaydı, Atatürk Devrimi yürümeye devam etseydi Türkiye günümüzde kim bilir nerelerde olacaktı!

Bu gün 10 Kasım’da sevgili Atatürk’ümüzü özlemle anarken;

Atatürkçülük yolunda daha kararlı olarak çabalamaya, ilerlemeye ant içiyoruz!

Çünkü biliyoruz ki, şu günlerde Türkiye’mizin karşı karşıya bulunduğu tehlikelerden, felaketlerden tek kurtuluş yolu Atatürk Devrimidir! Er geç, zorunlu olarak Türkiye’nin
o yola döneceğini, güzel günler göreceğimize inancımız tamdır! (10.11.2010)

Yaşasın Atatürk Devrimi!

     Yaşasın Atatürkçülük!

     Yaşasın Atatürkçü Düşünce Derneği!