Etiket arşivi: Kapitülasyonlar

ÖZELLEŞTİRME SERİ (ARDIŞIK) CİNAYETLERİ

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ardışık (seri) cinayetler, TV ve sinema filmleri ile polisiye romanların değişmez konularından biridir. Bir seri katilin, belirli bir sistemle cinayetler işlemesi, bir kenti hatta bir ülkeyi korku ile teslim almasını, polisin katili yakalamasını nefesimizi tutarak izleriz. Ancak her seri cinayet ille de kan ve vahşet ile yaşamımızı alt üst etmez. Kimi kez de bu cinayetlerin kurbanı kendimiz oluruz da, cinayete kurban gittiğimizin ayırdına bile varmayız! Ekonomik, sosyal, kültürel, inanç cinayetleri bu türden seri cinayetlerdir.

Özelleştirme seri cinayetleri de bu türden katliamlardandır ve ne yazık ki kurbanı olduğumuz bu seri cinayetlerin ayrımında değiliz.

Kutsal Ulusal Kurtuluş Savaşını 9 Eylül 1922 günü İzmir rıhtımında büyük bir utkuyla (zaferle) noktalayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki devrimciler, şimdi çok daha büyük  bir savaşa başlayacaklardı. Ekonomik Bağımsızlık Savaşı… Bu kez düşman  daha sinsi, daha deneyimli idi, savaş uzun solukluydu. 500 yıla yaklaşan kapitülasyonlar ile Türk yurdunun kanını emerek kendi pazarı durumuna getiren, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen Batılı ülkeler, başından beri karşı oldukları genç cumhuriyetin yaşamasına izin vermeyeceklerdi. Bu niyetlerini Lord Kürzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya apaçık söylemişti.

Ulusal Kurtuluş Savaşının mimarı Mustafa Kemal Paşa, zaferden (utkudan) sonra İzmir’e gelen gazetecilere “siyasal, askeri zaferler ne denli büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” diyecekti. Nitekim bu söze uygun olarak zaferden yalnızca 5 ay sonra, 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini toplayacaktı. Ülkenin her yerinden gelen katılımcılar (AS 1150 dolayında) günler boyu (AS: 15 gün!) yanmış, yıkılmış ülkenin nasıl ayağa kalkacağına ilişkin görüş bildirdiler. Zamanın ruhuna (gereklerine) uygun olarak  önce, görece özel sektöre ağırlık veren görüşler benimsendi. Ancak yüz yıllarca kapitülasyonların baskısı altında kalan yurdumuzda ne girişimci vardı, ne sermaye, ne yetişmiş insangücü, ne bilgi birikimi, ne yol, ne tüccar, ne sağlıklı bir pazar düzeni vardı. Zaferi kabullenemeyen Batılı emperyalist güçlerin kuşatması ise hepsinin önüne geçiyordu. Buna ek olarak bütün dünya, 1929’da patlak veren büyük bir ekonomik bunalıma doğru hızla yuvarlanıyordu.

Bu koşullar altında, özellikle 1930’lu yılların başından itibaren (bu yana) genç Cumhuriyet kamuculuğa yöneldi. Onuncu yılda, başta Sümerbank olmak üzere, her alanda devletin büyük sanayi kuruluşlarını yaratmaya yönelmesi, hemen her sektörü kendi alanında kredi sağlayan bankacılık sistemi ile desteklemesi büyük atılım yarattı. Tekstilden, çimentoya, madencilikten, endüstriyel tarım ürünlerine, ulaşım ve haberleşme ağlarına, üretim ve tüketim kooperatifçiliğine dek her alandaki yatırımları, insangücünün eğitimine verilen özen ve bütüncül yatırım politikaları destekledi. Onuncu Yıl Marşı’ndaki coşku ile anlatımını bulan bu büyük atılım Anayasamıza, Atatürk İlkelerine ve CHP’nin “Altı Ok“’una “DEVLETÇİLİK” olarak kazındı. Bu politika yaşamın her alanına yayılarak bütünsel kurtuluş ve kalkınma atılımına dönüştü. Ne acıdır ki iktidarı ile, muhalefeti ile tarikatçısı ile, bölücüsü ile, ikinci cumhuriyetçisi ile büyük bir kesim, adeta nokta atışı yaparak 1930’ların Türkiye’sine saldırdı. Bu saldırı günümüzde de sürüyor.

KAMUCU EKONOMİK POLİTİKA KURTARICI OLDU

Dünya büyük bir ekonomik bunalım içinde yuvarlanıp yabanıl (vahşi) bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken; Türkiye bir yandan Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan da tarihinin en büyük kalkınma hızına ulaştı. Ülke ayakları üzerine dikildi. İşsizlik son buldu. Bütün yurt yüzeyine yayılmış kamu yatırımları büyük kentlere göçü engellediği gibi, tarımsal endüstriye dayalı yatırımlarla köyden kente göçün de önüne geçildi. 1930’ların kamucu politikaları o denli başarılıydı ki; İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası yürütülen Amerikancı politikalar döneminde bile, başta ağır sanayi ve petrokimya kuruluşları olmak üzere kamu yatırımlarından vazgeçilemedi. (İsdemir, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi vb.) Kamu yatırımlarının tamamlanması 1970’li yılların sonlarına dek geldi.

TÜSİAD’CILARIN ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI

Ülkenin siyasal bunalımlarla çalkalandığı 1970’lerin sonlarına doğru sinsi (örtük) bir özelleştirme saldırısı başlatıldı. Bu dönemde TÜSİAD tarafından yayınlanan GÖRÜŞ adlı mini kitapçıkların neredeyse tümünün konusu özelleştirme idi. Siyasal iktidarların yandaşlarına kadro bulma amacıyla kötü yönettiği kamu kurumları, kasıtlı olarak kötüleştirildi. “Önce kötüleştir, sonra özelleştir” dönemi sinsi biçimde ilerledi.

– “Devlet pijama mı diker”,
– “devlet sunta mı üretir”
“devlet don-gömlek mi yapar?

yaygaraları ile kamu kuruluşları kötülendi. Kamu kuruluşlarını destekleyen bankalar bu kuruluşları desteklemek yerine dolandırıcıları, düşsel (hayali) ihracatçıları destekledi. Bu bankalar batırıldı. Sümerbank, Etibank, Şekerbank, Tarişbank, Emlakbank gibi bankaların adları bile unutturuldu. Köylünün bankası iktidar destekçisi yayın kuruluşları ile yüklenicilerin (müteahhitlerin) buyruğuna verildi.

CİNAYETLER SERİSİ ÖZEL TV KANALLARI İLE BAŞLADI

TÜSİAD’cıların adamı Turgut Özal’ın açıkladığı “24 Ocak Kararları“nın (1980) sağlıklı bir demokratik düzende uygulanması olanaksızdı.12 Eylül 1980 faşist darbesi bu kararların uygulanmasının önündeki bütün engelleri kaldırdı. 12 Eylül dönemi, siyasal, demokratik, kültürel, ekonomik hakları alt üst ederken; bunlara engel olacak her türlü örgütlenmeyi de yok etti. Karşı duranlar ölçüsünde karşı durma olasılığı olanlar da cezaevlerine dolduruldu. 1961 Anayasası tümüyle değiştirilirken (AS: 35 maddesi) en önemli darbelerden biri de devlet iletişim kanalı TRT’ye (Türkiye Radyo Televizyon) indirildi ve özerkliği yok edildi. Önce darbecilerin buyruğuna verildi, sonrasında ise siyasal iktidarların buyruğuna verilecekti.

12 Eylül döneminde ekonominin yönetimini emperyalist ülkeler adına teslim alan Turgut Özal, darbeyle getirilen antidemokratik Seçim Yasası, paralel yürüyen veto sistemi ve bir daha düzeltilmeyen Siyasi Partiler Yasası ile tüm yönetime egemen oldu. Her türlü rezalete alışıp şaşırma duygularımızı yitirdiğimiz bu dönemde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Telsiz Yasası başta olmak üzere, TRT Yasası, Basın Yasası ve Türk Ceza Yasa’sını ihlal ederek ilk özel televizyonu yayına soktu ve ilk özelleştirme cinayetini işledi.

Muhalefet başta olmak üzere gazeteciler, haberleşme (iletişim) kuruluşları, aydınlar bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı durmak yerine, akıma ayak uydurdular. Madem TRT özerk olmaktan çıkmış ve siyasal iktidarın buyruğuna girmişti o halde herkes, her çevre, her siyasal parti, her cemaat kendi TV kanalını kursundu. (!) Özel TV kuramayanlar özel radyo kurdular. Bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı çıkması gerekenler, sabahlara dek süren TV tartışma programlarında “özgürce” Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün değerlerine saldırıyordu. ABD’nin komşumuz Irak’a saldırısını sinema filmi izler gibi bizlere izletiyorlardı. Artık haberleşme, gazetecilik mesleğinin parçası olmaktan çıkmıştı. Büyük iş adamlarının bir holdingi, bir bankası, bir de özel televizyonu vardı. Bu TV kanallarında Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının yanında en büyük saldırının hedefinde ekonomik kalelerimiz vardı.

Özelleştirmelerle her ürün, her hizmet daha ucuz ve daha nitelikli (kaliteli) olacaktı!

Siyasal desteğe sahip holding patronları, banka kurmak yerine kamu kuruluşlarını desteklemekle görevli bankaları ele geçirip içini boşalttı. (Etibank en tipik örnektir). Buna bağlı olarak kamu ekonomik kuruluşları kapışılmaya başlandı.

Artık cinayetler serisi çorap söküğü gibi gelecekti. Hastanelerde kuyruk mu var? Gelsin özel hastaneler. Okullarda eğitim sistemi bozulup laik – demokratik eğitim rafa mı kalktı? Gelsin özel okullar. 40-50 yıl önce devlet okullarında başarısız olanların diploma almak için koştuğu özel okullar, artık zorlu sınavlarla girmek için yarış edilen kurumlar durumuna geldi. İşverenler kreş mi açmıyor? Gelsin özel kreşler. Devlet, anaokulları için kaynak mı bulamıyor? Gelsin paralı özel ana okulları. Günümüzde  bu okulların bir yıllık bedeli, yüksek bir memurun bir yıllık gelirine ulaştı. Çocuğunuz üniversitede istediği bölümü mü kazanamadı, gelsin sözde Vakıf üniversiteleri, dindarlar için ayrı cemaat üniversiteleri, zengin (varsıl) çocukları için kantin kapılarında “burslular giremez” (tepkiler üzerine bu yazılar sonraları kaldırıldı) yazan ayrıcalıklı üniversiteler… Bunların ücretlerini ise hiç sormayın. Yurt mu bulamadınız? Tarikat yurdundan sosyete yurduna dek hepsi var. Yeter ki paradan haber verin…

Olanlara ve sonrasında olacaklara küçük bir azınlık dışında hiçbir ciddi itiraz gelmedi. İktidar ve muhalefet “son sosyalist devlet” dedikleri Cumhuriyetimizin temellerine dinamit koydular. Hızını alamayanlar “babalar gibi satarım” diyerek (ANAP Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) kamuya ait her şeyi “tarihten kazımaya” kararlıydı. Bunu söyleyenler sağlıklarını Türk doktorlarında değil, ABD’deki ünlü hastanelerde aradılar. Sonrasında gariban yurttaşlarımız da özel hastane kapılarında soyuldu. Şehir hastanelerinin içine yabancı adlı mağazalar yerleştirildi. Özel araçlarınızla çarşıya pazara giremediniz mi? Tüketim MABETLERİ (tapınakları) Alışveriş Merkezleri (AVM), zincir mağazaları ile buyruğunuzda! Kendinizi güvende duyumsamıyorsanız özel güvenlik şirketleri buyruğunuzda. Yıllarca kamu çalışanlarının tatil (dinlence) gereksinimi karşılayan kamu kamp ve eğitim kuruluşları da kapatılarak arazileri turizm işletmecilerine tahsis edildi (özgülendi), yağmalandı. İnsanlar tatil (dinlence) gereksinimlerini karşılamak için zeytinlikleri, öbür tarım alanlarını yağmalayıp “villa” adı altında gecekondu sahibi oldular. Arsa spekülatörleri, inşaat malzemecileri varsıl (zengin) edildi.

Artık özelleştirmeye o denli alıştık ki; geçiş garantili (güvenceli) köprüler, otoyollar, havalimanları yadırganmaz oldu. Ülkenin en turistik karayolunda bir siyasetçiye tünel, evet yalnızca bir tünel izni verilerek Deli Dumrul’un köprüsünden sonra Deli Dumrul’un tüneli de oldu. (Göcek Tüneli) Bütün bu sömürünün gelecekte de güvence altında olması için Uluslararası Tahkim kuralı önce anayasal (1999, m. 125), sonra da yasal kılıfa (2001) kavuştu.

Sonuçta elimizde ne limanlarımız, ne karayollarımız, ne enerji santrallerimiz, ne elektrik dağıtım şirketlerimiz, ne telefon idaremiz, ne petrol rafinerimiz, ne şeker fabrikamız, ne araç muayene istasyonumuz, ne doğru düzgün eğitim veren okulumuz kaldı! Posta örgütümüzün yerini bile kargo firmaları aldı. Asker ocağında yemeği kendi yaparak aynı zamanda meslek edindirmek yerine yemek firmalarından hazır yemek alınmaya başlandı ve toplu zehirlenmeler yaşandı.

Şimdi ne çocuklarımıza eğitim parası yetiştirebiliyoruz; ne şekere, ne telefona, ne güvenliğe, ne dinlenceye para yetiştirebiliyoruz. Kamu ulaşımı desteklenmediği için herkes özel araç sahibi olma peşinde. İkinci el araç fiyatı sıfır araç fiyatından çok. Lojman bulamayan kamu görevlileri, ev sahiplerinin / bankaların insafına terk edilmiş durumda.

Seri (ardışık) katili bulmak için önce seri (ardışık) cinayetler olduğunu algılamamız gerekiyor. Güzel yurdumuzdan işgal ordularının sürülüp atıldığı şanlı günlerin 101. yılını kutluyoruz. Sinsi biçimde başlatılan özelleştirme seri cinayetlerinin ardından yabancı şirketlerin saldırısı hız kazandı. Bu vahşi istila kuvvetleri (yabanıl yayılma güçleri) yalnızca kamu mallarını ele geçirmekle kalmadı. Türk girişimcisinin  dişiyle, tırnağıyla yarattığı yerli ürünler de birer birer bu azgın yayılma (istila) ordusunun eline geçti. İçme suyumuzdan, zeytinyağımıza, peynirimizden, tank fabrikamıza, sigaramızdan, rakımıza, şarabımıza, sabunumuza dek…

Büyük bir temizliğin vaktidir…

Bütüncül kurtuluş ve kalkınmanın önü, bütünsel istila (yayılma) ile kesildi.
Yeni bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin vaktidir.
Bütüncül (topyekün) bir Ulusal Kurtuluş Savaşı… (26.08.2023)

Lozan Barış Andlaşması’ndan çıkılabilir mi?

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU
Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (ANAYASA-DER) Başkanı

EVRENSEL, 24 Temmuz 2023, Lozan Barış Andlaşması’ndan çıkılabilir mi? – Evrensel

  • “Barış Andlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi özelliği ile çıkılması veya feshedilmesi hukuk tekniği bakımından mümkün olmayan bir ulusal-üstü anayasa metnidir.”
Fotoğraf: historia-europa.ep.eu CC0    

Soru yadırgatıcı gelebilir, ne var ki, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY) kurgu ve uygulamasında, “bu kadarı da olamaz!” denenler oldu:

“Lozan Antlaşması tartışmaya açılmalıdır” sözlerinden yaklaşık beş yıl sonra, “Lozan Antlaşması da İstanbul Sözleşmesi gibi Cumhurbaşkanı kararı ile feshedilebilir” dendi.

Lozan Antlaşması’nın gizli hükümleri iddiası ve 100. yılda süresini dolduracağı söylemleri de yayıldı zaman zaman.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016’da, “Lozan Andlaşması tartışılmalıdır” sözleri, Avrupa Parlamentosunda da yankılandı.

“Lozan Andlaşması’ndan çıkılabilir” görüşü ise, İstanbul Sözleşmesi üzerine yapılan tartışmalar sırasında dillendirildi.

İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin (R.G.: 8 Mart 2012) feshini öngören  Cumhurbaşkanı (CB) kararı (R.G.: 20 Mart 2023) ardından başlayan tartışmalar sırasında Lozan Andlaşması da gündeme getirildi. Bu çerçevede Lozan Andlaşması için de benzer görüş öne sürülerek “CB kararı ile çıkılabilir” iması yapıldı.

TBMM Başkanı’nca dillendirilen bu görüş ne ölçüde geçerli?

Öne sürülen görüşlere kesin yanıt, 100. yılı vesilesiyle Lozan Barış Andlaşması’nın Anayasa hukuku açısından da değerlendirilmesi sonucu verilebilir. Ama öncelikle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış sorunu üzerine yapılan tartışmalara değinmekte yarar var. Kısaca belirtelim:

  • Yasa ile taraf olunan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış,
    usul ve yetki açısından hukuk tekniği olarak ancak yasa ile mümkün olabilirdi.

Kuşkusuz düzenleme konusu bakımından, insan hakları kazanımları söz konusu olduğundan yasa ile de çıkışın zor olduğu, olsa olsa daha ileri bir anlaşmaya katılım amacıyla bunun olanaklı olabileceği görüşü kayda değer.

24 Temmuz 1923 tarihli Barış Andlaşması, öncelikle dış kurucu erk olarak önem taşır. Kurtuluş ve Kuruluş, 1919-1924 yılları arasında içiçe geçen hareketler, kurumlar ve kurallar dizisidir.

Samsun’a çıkış, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanması ile sonuçlanan fikri ve eylemsel çalışmaların dönüm evreleridir. 1921 Anayasası, TBMM’nin eseridir.

Lozan, teknik olarak 1. Dünya Savaşı’nı bitiren Andlaşma’dır

Milli mücadeleyi yürütmüş TBMM ve onun hükümetinin muhatap alındığı, dolayısıyla uluslararası alanda da tescil edildiği bir sonuç olması itibariyle,

  • Türkiye Devleti’ni kuran bir Andlaşma’dır.

Barış müzakereleri, Lozan’da 1922 Kasım’ında başladı. Barış müzakerelerinin sonunda, Batılı güçler; yeni Türkiye Devleti’nin egemenliğini, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi’nin büyük konferans salonunda imzalanan andlaşma ile tanıdılar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olarak da nitelenen Lozan Barış Andlaşması’nın özellikleri nelerdir?

Andlaşma’nın şartları; temel olarak Türkiye’nin sınırları, Boğazları, Osmanlı İmparatorluğu’ nun borçlarının ödenmesi, kapitülasyonlar meselesi ve azınlıklar sorununa ilişkindi:

– Tarafları bakımından; İtilaf Devletleri olarak Britanya İmparatorluğu, Fransa Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya).

– Türkiye’nin sınırların belirlenmesi bakımından;  Ocak 1920’de  ‘Milli Misak’ta öngörülen çerçeveye olabildiğince uygundur.

– İktisadi bakımdan; kapitülasyon sistemi kaldırıldı.

Hak ve özgürlükler bakımından; “gayrimüslim azınlıklara mensup Türk uyruklarına verilen haklar: Dolaşım özgürlüğü, medeni haklardan yararlanma, giderlerini ödeyerek her türlü kurum (vakıf vb.) kurma, yönetme ve denetleme, buralarda dilini kullanma, dinsel özgürlük, (…). Barış Andlaşması, “Müslüman olmayan Türk uyrukları”na haklar yanında, “tüm Türk uyrukları”, “Türkiye’de oturan herkes”, “Türkçeden başka bir dll konuşan Türk uyrukları” şeklinde nitelenen üç grup için  de “dil” eksenli haklar tanımıştır (md.37-45).

Anayasal açıdan; Barış Andlaşması, dış egemenlik ve bağımsızlık belgesidir.

Yeni bir Anayasa girişiminin, Andlaşma’nın başarıyla sonuçlanacağı yönündeki işaretlerin çoğaldığı 8 Temmuz 1923 sonrasında başlamış olduğu görüşü kayda değer.

Lozan’ın önemini batılı uzmanlar da sıkça vurgulamıştır. Prof. P. Dumont  ve Fr. Georgeon’a (1989) göre;

  • Lozan Barışı, bir büyük başarıdır hiç kuşkusuz; öteki devletlerle eşitlik temeli üzerinde hareket edecek, bağımsız, özgür bir millet olarak kendini ortaya koyma olanağını sağlamıştır Kemalist Türkiye’ye… Laikliğe, ilericiliğe, bilimsel anlayışa ve Batı’ya olduğu kadar, ulusal değerler ve geleneklere saygıya da güvenip bel bağlayan genç Cumhuriyet, esinlenmiş kurucusunun itişiyle, gerçekten şaşkınlığa düşen bir dünyaya, ‘uygar uluslar’ topluluğu içinde örnek  bir rol oynamaya yetenekli bir ülke izlenimini vererek, deri değiştirecektir birkaç yılda.” (S. Tanilli çevirisi).

Yeni (2.) Millet Meclisi, 11 Ağustos 1923’te çalışmalarına başladı ve 23 Ağustos’ta Barış Andlaşması’nı yasa ile onayladı. Anayasal bir reform için eylülde bir komisyon kuruldu. Dr. A. Mary-Rousseliere’e (1925) göre; “Tüm değişiklikler kelime kelime, cümle cümle tartışıldı; aynen bizim Batılı parlamentoların en iyilerinde olduğu gibi”.

Barış Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık üç ay sonra, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun” (no.364, 29.10.1339) ile 1921 Anayasası’nın 1. maddesine şu cümle eklendi:

  • Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”.

Cumhuriyet Anayasaları, Andlaşma hükümlerini saklı tutmuşlardır.

Bu değinilen özellikleri ve anayasal gelişmeler bakımından;

Öncelikle,

Barış Andlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi özelliği ile çıkılması veya feshedilmesi, hukuk tekniği bakımından
mümkün olmayan bir ulusal-üstü anayasa metnidir.

Andlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1921 Anayasası ve Türkiye Cumhuriyeti’ni çifte kurucu erk işlevine uluslararası kuruculuk boyutunu katmıştır.

Yerindelik açısından; Barış Andlaşması’nı tartışmaya açmak, Misak-ı Milli sınırlarının –belli istisnalar dışında– tescilini öngören bir belgenin tartışmaya açılması riski nedeniyle, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır.

  • Dahası, bu kurucu çok taraflı uluslararası andlaşmayı tartışmaya açmak,
    Türkiye’nin ulusal güvenliğini tartışmaya açmak anlamına gelir.

Cumhuriyet ve demokrasi bakımından, Cumhuriyet’in 100. yılına ulaşmasında Lozan’ın katkısı, bilimsel çalışmalarla daha somut olarak ortaya konulmalı, Türkiye Cumhuriyeti’nin barış ve demokrasi kuşağı devleti olmasındaki payı gözetilerek çifte yüzüncü yıl kutlaması yapılmalıdır.

Sonuç olarak; Barış Andlaşması’nın uygulanmasını istemek ve Andlaşma’yı sahiplenmek, sınırların değişmezliği ikesi gereği Türkiye’nin bağımsızlığı için önemli olduğu kadar, metinde güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı, toplumsal barış açısından da önem taşımaktadır.

Lozan Barış Andlaşması’nın 2. yüzyılı kutlu olsun!

Dikili konferansımız : Lozan Barış Andlaşması 100 Yaşında!

Dostlar,

Bu yıl, ülkemizin kurucu uluslararası hukuk belgesi olan Lozan Barış Andlaşması’nın 100. yılı!

Türkiye’nin tapusu ve tabusu olan bu Andlaşma, 100 yıl önce 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan kentinde bağıtlanmış ve metne Türkiye / BMM Hükümeti adına Dışişleri Bakanı İsmet Paşa imza koymuştu. (O tarihte henüz 1934 tarihli soyadı yasası çıkmadığından, İNÖNÜ soyadı yoktu..)

İzmir / Dikili Salihleraltı bölgesinde yerleşik ve örgütlü TÜM HALK EĞİTİMCİLERİ, Sn. Sevgi Sanön’ün öncülüğünde, kuruluşlarının 16. yılında aşağıdaki etkinliği düzenlediler :

Yurtsever tarihçi yazar Sn. Sinan Meydan ve biz “2’li Konferans” için çağrılı idik. Aşırı sıcağa karşın, Eğitimciler Gazinosunda boş sandalye yoktu, yüzlerce insan gelmişti. Sn. Meydan, bir Cumhuriyet tarihçisi olarak Lozan Andlaşması’nın tarihsel boyutunu sundu coşku ve yetkinlikle (40 dakika).

Ardından biz, uluslararası hukuk ve siyaset bilimi açısından ülkemizin kuruluş senedi sayılabilecek bu yüzyıllık Andlaşmayı irdeledik (yaklaşık 40 dakika). (Hukukçu ve Siyaset Bilimci şapkalarımızla)

Toplam 1,5 saat dolayındaki oturumu, Viyana’daki dostlarımız DÜZGÜN TV ve yöneticisi Sn. Serdar Altun aracılığıyla eşanlı olarak canlı yayınlama olanağımız oldu. “Gavur icadıinternet sayesinde  dünyanın her yerinden eşzamanlı olarak canlı izlenebildi 2’li konferansımız.

Sn. Meydan’ın kitap satış masası (standı) da Eğitimciler kafede idi ve birbirinden değerli 19 kitabın yazarı Sn. Meydan, uzayan kuyrukta sabırla bekleyen okurlarına kitaplarını imzaladı (eşim ve ben de dahil).

Küçük bir gurupla mütevazi bir yemeğin ardından, yine Eğitimciler gazinosuna döndük ve Sn. Onur Yaman’ın sazından ve sözünden güzelim ezgiler dinledik.

Gece yarısına doğru, yıllardır (2001’den beri) Dikili’ye çağrıldığımızda (geçen yıl da oradaydık) hep evlerinde gecelediğimiz dostlarımıza geçtik.. Ülkemizin sorunları… açıkoturumun irdelenmesi, Viyana’dan “hemen” ulaşan yayın erişkeleri (linkleri)DÜZGÜN TV‘nin youtube ve facebook sitelerinde (kanallarında) paylaşılan 1,5 saatlik kayıt..

Çocuklarımıza ve aldatılan yurttaşlarımıza ulusal tarih bilinci kazandıralım.
Lozan yalanları bitsin..
Gizli madde yok..
100. yıl sonunda bitmiyor, süresiz..
Maden aramalarımızı engelleyen madde yok!
Bu 3 konuda CİMER‘in bir yurttaşın sorularına resmi yanıtı var :

Bunları belgeleriyle açıkladık. Lozan Andlaşması’nın bağıtlanması üzerine istifa etmek zorunda kalan İngiltere başbakanı L. Geroge, daha sonra W. Churchill‘in, İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee‘nin yazdıklarını aktardık :

  • “Türk delegasyonu Misak-ı Milli ile belirlenmiş olan toprak konuları, kapitülasyonlar, borçlar ve diğer milli çıkarlar konularında bir adım bile geriye atmamıştır.
  • Hemen her konudaki milliyetçi istekleri Lozan’da müttefikler tarafından kabul edilmiştir….

İzlemek ve paylaşmak için lütfen tıklayınız..
https://www.youtube.com/live/VIvNR_tMYh8?feature=share

https://fb.watch/lXP3zNBunc/

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

Kabotaj ve Türk Denizcileşmesi

Cem GÜRDENİZ
EMEKLİ TÜMAMİRAL, YAZAR
01 Temmuz 2021, Cumhuriyet

Üç tarafı denizlerle yıkanan, Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, İran, Mezopotamya ve Ortadoğu arasında doğu batı ekseninde uzanan, yarımada biçiminde vatanımız var. Kapsadığı alanın yarısından büyük bir de Mavi Vatanımız var. Ancak her iki vatanın sahibi devletimiz 21. Yüzyılda dahi denizci olamamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda eğer büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk tarih sahnesine çıkmasaydı her iki vatanımız zaten olmayacaktı.

Denizden uzaklaşmış, donanmasızlığı tercih etmiş ve deniz endüstrisini tamamen yabancıların ve azınlıkların ellerine bırakmış Osmanlı’nın çöküşünü Atatürk kaçınılmaz görüyordu. Kurduğu yeni devlet, denizlerle yeniden buluşmalıydı. Devlet ve halkı ile Türkiye, denizci olmalıydı. Her şeyden önce kapitülasyonlardan kurtulmalıydı. Zira hem ekonomik yıkım getiriyor hem de denizcileşmeyi engelliyordu.

KABOTAJ NEDİR?

İttihat ve Terakki 1914 yılında bunu denemiş ama başaramamıştı. Zira alt yapı hazır değildi. Atatürk’ün Lozan Görüşmelerine giden heyete verdiği en önemli direktiflerden birisi kapitülasyonlarda ısrar ederlerse konferanstan çekilme direktifiydi. Nitekim, birinci dönem görüşmeler bu nedenle kesintiye uğradı. Sonuçta 24 Temmuz 1923 tarihinde büyük siyasi zafer elde edildi. Ancak kapitülasyonların sahadaki en önemli pratiği olan Kabotaj hakkının uygulanması için alt yapının hazır olması gerekirdi. O nedenle 1 Temmuz 1926 tarihine kadar beklenmek zorunda kaldı.

Kabotaj, egemen bir devletin kıyıları ve karasuları ile göl ve akarsularında yürüttüğü tüm denizcilik faaliyetlerinin kendi tekelinde icra edilmesi demektir. Kabotaj hakkı kapitülasyonlara Mustafa Kemal’in en okkalı tokadıdır. Atatürk, denizciliğin özgürlük, bağımsızlık, sanayileşme ve zenginleşmenin anahtarı olduğunu en iyi görebilen eşsiz bir Türk devlet adamıydı. 11 Nisan 1926 günü kabul olunan ve 1 Temmuz 1926 günü yürürlüğe giren 815 sayılı Kabotaj Kanunu ile yabancıların Türk denizciliği üzerindeki tahakkümü bıçak gibi kesildi ve böylece yüzyıllarca denizden uzaklaştırılan Türk halkı, Kabotaj Kanunu ile denizlerine geri dönebilmenin kapısını araladı.

ATATÜRK’ÜN BİLİNÇLİ TERCİHİ

Atatürk, Lozan zaferinin bu en önemli başarısını 1 Temmuz 1926 tarihini aynı zamanda Denizcilik ve Kabotaj Bayramı yaparak taçlandırdı. 15 Mayıs 1919 tarihinde Anadolu’daki Kurtuluş ateşini yakmak üzere terk ettiği İstanbul’a tam 8 yıl aradan sonra 1 Temmuz 1927 tarihinde geri döndü. İstese trenle doğrudan Haydarpaşa Garına gidebilecekken, o günün denizcilik bayramı olması nedeni ile İzmit’ten Ertuğrul Yatına binerek İstanbul’a girişini denizden yaptı. Bu önemli tarihi an Denizcilik Bayramıyla buluşturuldu.

Atatürk’ün denizcileşme hamleleri; donanma, deniz endüstrisi, deniz kültürü ve deniz sporları alanında bugüne kadar hiçbir devlet adamının öngöremediği ve icra edemediği kapsam ve boyutta gerçekleşti. Maalesef bu ivme 1938 sonrası ciddi bir duraksamaya girdi. 1946’da başlayan Atlantik çağı ile durma noktasına geldi. Deniz Kuvvetlerinin öncülüğü ve yönlendirmeleri olmasa; değil endüstriyel ve kültürel alan, jeopolitik alanda dahi gerilemenin içine giriliyordu.

ADIM ADIM UZAKLAŞILDI

Türkiye akan yıllar içinde adım adım denizden uzaklaştı. Ne acıdır ki, denizcilikten ve deniz kültüründen önce sahil şehirleri uzaklaştı. Doğayı katleden, halkı denizden ayıran duble yollara, Anadolu’nun en denizci insanlarının yaşadığı Karadeniz bölgesi bile, akıl almaz bir şekilde onay verdi. En güzel kıyılar betonla kaplandı.

Pek çok sahil yerleşiminde, geleneksel balıkçı restoranları ve balık ekmekçilerin yerini kebapçı ve seyyar dürümcüler aldı. Yelken, yüzme ve kürek kulüplerinin yerini futbol kulüpleri aldı. Sahilde yaşayanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ilerde milli yelkenci ya da yüzücü olmasını değil, zengin futbolcu olmasını hayal etmeye başladı.

Ancak en önemli gerileme, deniz ulaştırmasından uzaklaşmayla yaşandı.

Ekonomimizin ülke içi taşımacılığında Atatürk zamanında yüzde 68’lere varan deniz ulaştırmasının yani kabotaj taşımacılığının payı her sene azalarak bugün yüzde 4’lere düştü. Diğer bir deyişle bugün bayram olarak kutladığımız kabotaj denizciliği zaman içinde, endüstriyel medeniyetin ve vahşi kapitalizmin yarattığı en büyük doğa düşmanı, kara yolu taşımacılığına yenik düştü.

BİLİNÇLİ KARA PROPAGANDA

Aynı kaderi demiryolu da paylaştı. Türkiye, Turgut Özal gibi ‘’demiryolu komünist işidir’’ diyen devlet adamlarını gördü. Limanların yerini otogarlar, Karadeniz, Ege ve Akdeniz posta gemilerinin ve mavnalarının yerini otobüsler ve TIR’lar aldı. Günümüzde Türkiye’nin dış ticaretinin yüzde 86’sı deniz yolu ile yapılırken (bunun da sadece yüzde 17’si Türk gemileri ile yapılıyor) iç ticaretinin sadece yüzde 4’ü deniz yolu ile yapılıyor.

Sorun, Anadolu coğrafyasının seçkin özelliklerinin alt yapı ve uygun girişimlerle buluşturularak kendi ekonomimiz ve çevre ekonomilere değişik ulaştırma seçenekleri sunabilmektir. Ekonominin vazgeçilmezi ulaştırmadır. Ulaştırma harcamalarının asgariye indirilmesi önemli bir hedeftir. Bu kapsamda deniz ulaştırması, demir yolundan 3 kat, kara yolundan 7 kat ve hava yolundan 21 kat daha ucuzdur.

YAPILMASI GEREKEN BELLİ

Dolayısıyla Türkiye gibi -sadece üç tarafı değil, en yoğun nüfusun bulunduğu Marmara Bölgesi dikkate alınırsa beş tarafı denizlerle çevrili- yarımada biçiminde bir ülke, eğer enerjide dışa bağımlı ise, yani ulaştırma için petrol ithal ediyorsa, o zaman devletin ulaşım politikası en ucuz ulaşım ortamı olan deniz yolu ve demiryoluna yoğunlaştırılmalıdır.

Kara yolu ancak destekleyici bir ortam olarak kullanılmalıdır. Hava yolunu saymıyorum bile. Ancak ülkemizde son 19 yılda, gerek uçak, gerek yakıtta tamamen dışa bağımlı olduğumuz hava yoluna son derece gereksiz şekilde büyük yatırımlar yapıldı.

SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL

Yurt içi yük ulaştırmasındaki payı yüzde 90 olan kara yolu taşımacılığı, petrolü yüzde 100 ithal eden bir devlet olarak sürdürülebilir bir durum değildir. Sadece enerji faturası olarak senede harcanan 60 milyar doların önemli bir bölümü kara ulaştırması için kullanılıyor. Deniz ulaştırması karadan 7 kat daha ucuzdur. O halde yurt içi ulaştırmada deniz yolu ve entegre demiryolu kullanılsa bu fatura ciddi oranda aşağıya çekilebilecektir. Tabii bu kapsamda demiryolu payının da yüzde 5’ten çok yukarılara çekilmesi gerekir.

Yarımda coğrafyamız ve petrole tam bağımlılık, yurt içi ulaşımda deniz ve entegre demiryolu ulaştırmasını öne çıkarmaktadır. Ulaştırma politikamız yarımda coğrafyası ve denizin bir fonksiyonu olmalıdır. Böylece yurt içi ulaştırmada yüzde 90 olan kara yolu ile taşımacılık payı AB normu olan yüzde 40’lara, petrol faturamız 60 milyar dolardan aşağıya çekilebilecektir. 8333 km’lik kıyısı boyunca serpiştirilmiş 175 liman ile yurt içi ulaştırmasına demiryollarına gereken yatırım yapılırsa Türkiye en uygun çözümleri üretecek potansiyele sahiptir.

KABOTAJ EGEMENLİKTİR, EGEMENLİK SULANDIRILAMAZ

Diğer yandan 2002 sonrası başta yabancı ortaklıkları kapsayan liman özelleştirmeleri ile kabotaj haklarımız sulandırıldı. TPAO, MTA ve BOTAŞ’ın sahip olduğu sismik, sondaj ve LNG gazlaştırma ve depolama gemilerinin önemli sayıda personeli kabotaj kanununa aykırı şekilde yabancı. Liman ve denizdeki endüstriyel projelerde de yabancılara kabotaj haklarımız esnetilerek istisnai durumlar tanınıyor.

  • Kabotaj hakkı egemenlik hakkıdır. Sulandırılamaz. İstisnalar koşulamaz.

Diğer yandan 22 Kasım 2020 tarihinde Arkas Holding’e ait Türk bayraklı, Türk personelli Roseline A isimli konteyner gemisine, AB İrini Harekâtı kapsamında Mora güneybatısında Alman Deniz Kuvvetleri unsurları tarafından adeta devlet korsanlığı ile gemiye çıkma ve arama harekâtı icra edildi. Bu skandal, Türk deniz ticaret filosu tarihinde bir ilki oluşturdu. Zira bayrak devleti Türkiye’nin onayı verilmeden yapıldı. Alman devletinin bu korsanlığına eğer siyasi ve hukuki arenada cevap verilmişse, kamuoyu Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı tarafından bilgilendirilmelidir. Almanya’nın bu hukuksuzluğu yanına kalmamalıdır.

Bu konu ve kabotaj ihlalleri konusunda deniz ticaret dünyasının STÖ ve meslek kuruluşlarının takipçi olmasını dileyelim.

Zenginleşme ve kişisel çıkarlarını devletin egemenlik hakları ve gelecek nesillerin güvenlik ile refahının önüne koyanları gördükçe, Atatürk zamanında kabotaj onurunu kişisel çıkarların üzerinde tutan ticaret erbabını ve denizcileri takdirle ve vefa ile anıyoruz. O altın nesilleri çok özlüyoruz.

  • 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı kutlu olsun.

    (Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kolektif ihanet kumpası Balyoz dava süreci sırasında yakalandığı amansız hastalık sonucunda sonsuzluğa uğurlayışımızın 6. yıldönümünde; silah, dava ve kader arkadaşım Amiral Cem Aziz Çakmak’ı cumhuriyet, bahriye ve geleceğimiz için yaptıkları önünde takdir, minnet, vefa ve sonsuz özlemle anıyorum. Sonsuzluk okyanusunda ışıklar içinde uyusun.)

MÎSAK-I MİLLÎ !

MÎSAK-I MİLLÎ !

Değerli arkadaşlar,
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

1. Dünya savaşından yenik çıkan, zaten topraklarının çok büyük bölümünü yitirmiş olan Osmanlı Devletinin hiç değilse çekirdek “Anavatan topraklarını kurtarmak” hedefiyle 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal‘in önderliğinde milli mücadele başlatılmış oldu….

21/22 Haziran 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa Amasya’da bir Genelge yayınladı :

“Vatanı ve Milletin bağımsızlığını,
yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!”

***
23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresinde (Amasya Genelgesindeki söylemin eyleme geçirilmesi) kararı alınmış, ardından…
4 Eylül1919 Sivas’ta başlatılan Kuvay-ı Milliye toplantısında, Misak-ı Milli hedeflerinin gerçekleştirilmesi için milli mücadelenin sevk ve idaresini yürütmekle görevli Heyet-i Temsiliyye‘nin, Ankara’da faaliyet göstermesi kararı alınmıştı.
Ulusal amaç ve hedefleri ve ulusal sınırları belirleyen Misak-ı Milli (AS: Ulusal And) kararlarını (bkz. haritada kırmızı ile gösterilen alan) İstanbul’daki Osmanlı Meclisi de oybirliği ile kabul etmiş ve 20 Ocak 1920’de bütün dünyaya resmen ilan ederek son tarihsel görevini yerine getirmiştir..

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Zaten “de facto(AS: gerçekte, fiilen) bitik olan Osmanlı devleti, TBMM’nin 1 Kasım 1922’de “Saltanatın ilgası” kararıyla resmen sona ermiş oldu…
Son Osmanlı Hükümdarı Vahdettin, 17 Kasım’da işgalci devlet İngiltere’den iltica ricasında bulunmuş ve bir İngiliz zırhlısıyla (AS: Malaya) İstanbul’dan ayrılmış, Malta’ya gitmiştir…
***
Misak-ı Milli 6 maddeden oluşur. (bu günkü dille)
1. Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, kesinlikle bölünemez.
2. İşgal altında olmayan Osmanlı toprakları bölünmez bir bütündür. Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada işgal altında bulunan bölgelerin ve Arap topraklarının geleceğine, bu bölgede yaşayan halk karar verecektir. Halk oylamasıyla bu toprakların durumu belli olacaktır.
3. Batı Trakya ve Elviye-i Selase (3 vilayet) dâhilinde bulunan Kars, Ardahan ve Batum’un durumu, Arap bölgelerinde olduğu gibi yine halk oylamasıyla karara bağlanacaktır.
4. Türkleri mali, idari ve siyasi yönden olumsuz etkileyen kapitülasyonlar kesinlikle kabul edilmeyecektir.
5. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının güvenliği ve tehlikeden uzak tutulması ile ilgili önlemler alınacak ve bu Boğazların ticaret gemilerine açılıp açılmaması ile ilgili kararlar Türkiye ile birlikte ilgili devletler arasında yapılacak olan anlaşmaya göre belirlenecektir.
6. Ülkemizde yaşayan Hristiyan ve öbür azınlıklara, başka ülkelerde Müslümanlara tanınan haklar ölçüsünde hak tanınacaktır.
***

Değerli arkadaşlar,
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti‘nin bu zor koşullardaki doğuşunu bilmeyenler, değerini de bilemezler; O zamanlar açıkça görünen işgalci düşmana karşı verilen amansız savaşın bugün görünmeyen, sinsi düşmanın içten işgaline karşı davam edişini göremezler.
Bu sinsi düşman, Arap emperyalizmi dahil, küresel Emperyalizmin yandaşlığını yapanlardır;
Küresel Kapitalist-Finans sömürü sisteminin yardakçılığını, ortakçılığını yapanlardır.
Yüz yıl önce, bir Ağacı “yangın” dan kurtaran ve yeniden yeşerten insanların ardıllarına, bugün aynı Ağacın “içten çürütülüşüne” karşı savaşmak düşüyor.
Sevgilerimle. æ
______________
Not. Mustafa Kemal‘in düşündeki harita “misak-ı milli” haritasıydı; özellikle, şimdi güneyde gerekli görülen 30 km güvenlik şeridi ta o zamandan belirlenmişti, Hatay-Halep-Musul hattı olarak.
Sevr‘i dayatanların Türklere bıraktığı (250 bin km2) toprakların haritası Mustafa Kemal’in düşlediği (1 milyon km2) hartanın dörtte biriydi; Lozan’da, o zor koşullarda başarılı bir diplomasi ile Vatan topraklarının ancak %80 kadarı (784 bin km2) kurtarılabildi. (Amiral Soner Polat‘ın da dile getirdiği gibi) Mavi vatanın batı sınırı, Ege’de, 12 adaları da içine alan D25.30′ boylamdır. æ
================================
Dostlar,

Gerçek bir Cumhuriyet aydını olan bilge insan Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızdan (Nükleer Fizik uzmanıdır) öğrenmeyi sürdürüyoruz.. 80’i aşan kronolojik yaşı ile birlikte, Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Aydın sorumluluğu ile her gün bizlere önemli olguları anımsatıyor, öğretiyor.

Kendisinin çok sayıda yazısını web sitemizde paylaşmaktan, birlikte açıkoturum – konferanslara katılmaktan, kendilerinin başkanlığında ADD Genel Merkezi Bilim – Danışma Kurulunda yıllarca bulunmaktan (yazman olarak) çok mutluyuz.

ADD Genel Başkan yardımcılığı görevimizi 2006 Haziran’ında kendisine devretmekten de..

Ve de halen, dostu olmaktan..

Lütfen O’nu kişisel facebook sitesinde izleyiniz..

Biz de Sevr Anlaşması haritasını koyalım, Milli Mücadele’nin ve Lozan’ın başarısını net olarak görelim..

Unutmayalım :
  • Sevr paçavrasını son Osmanlı padişahı onayladı;
  • Ankara’daki ilk Meclis ise kabul edenleri VATAN HAİNİ ilan etti ve bu paçavrayı tanımadığını dünyaya duyurdu!
Atatürk yaşasa idi, Lozan’ın eksiklerinden olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay’ın anavatana katılması gibi, emin olabiliriz ki; 12 Adalar da bize geçerdi, Musul – Kerkük de.. Olmadı ne yazık ki!
Şimdilerde AKP = RTE, “devlet projesi” masalı ile Montrö’yü delmek amacıyla Kanal İstanbul projesine gövdesini siper etmiş durumda.. ABD dayatıyor, çaresizler.. Ancak Montrö’yü böylesine uluslararası hukuku hiçe sayarak delme olanağı yok. Sözleşmenin özü, Karadeniz’deki ticari – savunma amaçlı gemi – silah – asker trafiğini ve rejimini düzenlemektir. Kanal açarak bu rejim değiştirilemez.

Sevgi ve saygı ile. 30 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

EKONOMİDE ÇÖZÜM : ATATÜRK’ÜN DEVLETÇİLİĞİ

EKONOMİDE ÇÖZÜM :
ATATÜRK’ÜN DEVLETÇİLİĞİ

Mustafa SOLAK
Tarihçi-yazar

Dolar 4.90 TL’yi aştı. Sonra Merkez Bankası’nın faiz oranını 3 puan artırmasıyla düştü. Cumhurbaşkanını ve AKP’yi emperyalizm güdümlü para spekülatörleri iktidara getirmişti. Erdoğan her ne kadar anlaşma yollarını arasa da PKK, PYD’ye tavır alması, ABD’nin egemenlik alanı Suriye’ye girmesi, Astana Süreci’nde yer alması ve Avrasya’ya yanaşmasından dolayı ABD’nin hedefindedir. Dolar bu nedenlerle yükseliyor. Türkiye Suriye, Ege, Kıbrıs, Avrasya sorunlarında ABD’ye tam teslim olmadıkça, PYD’ye düşman oldukça da yükselecek. Cumhurbaşkanı, Doların yükselişini üst akılda arıyor. Doğru ama, AKP’nin gelişi de böyleydi. Ekonomiyi onların üst akıl, bizim deyimimizle emperyalizmin yönlendirebileceği şekilde kırılgan hale getirirseniz döviz yükselir elbet.

Üretimden vazgeçtiniz, kaynakları inşaata yönelttiniz. Fabrikaları, madenleri satıyorsunuz. Niye Çin ABD’nin hedefinde olduğu halde orada ekonomik kriz yaratamıyorlar? Çünkü Çin Atatürk’ün devletçi ekonomi modelini uyguluyor. Yalnızca bir döviz krizi değil ekonomik kriz var. Üretimden vazgeçmenin neden olduğu, emperyalizmin kendine bağlı banka ve spekülatörler aracılığıyla yönlendirdiği bir kriz.

EKONOMİK KRİZİN TEMEL NEDENİ SİYASAL

Kimileri dövizin yabancı yatırımcıya güven verecek demokratik, istikrarlı bir ortam olmadığından söz ederek yükseldiğini ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığından indirmesiyle sona ereceğini söylese de, krizin temel nedeni belirttiğimiz üzere siyasal, emperyalizmin etkisi var. AKP ülkemizi krize dayanıksız duruma getirdi, vebali de büyük. Belirttik ama krizi, emperyalizme milli duruşumuzu göstermek ile aşabiliriz.

Salt anti-emperyalist siyasi duruş da yeterli değil, ekonomimizin emperyalist müdahaleye açık yapısını da düzeltmeliyiz. Atatürk’ün devletçi, kamucu ekonomisini uygulamalıyız. Yabancı mal tüketiyoruz, yerli üretimi teşvik etmeliyiz. Üretim ve ürettiğimiz pazarlamak için İran, Suriye, Irak, Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Çin ile ucuz enerji ve pazar olanaklarını değerlendirmeliyiz.
“Avrasya’da, Çin’de demokrasi yok” dediğinizde dünya pazarının 1/4’ünü dışlarsınız.

Genel ve yerel seçimler, Suriye’de PYD üzerinden ABD’ye karşı verilen mücadele, üretim yerine tüketim, döviz, borsa rantının tercih edilmesi, 450 milyar $ dış borç, dış ticaret açığının 100 milyar $ olması ekonominin belirsiz kalmasına neden oluyor ve dövizin yerinde durmasını önlüyor. Her sıkıntıyı faiz lobisine bağlayanlar şimdi lobiye teslim oldu. Dövizin artışını ancak faizleri artırarak engelleyebildiler. Çıkış lobide değil, Atatürk’ün devletçi ekonomisinde.

ATATÜRK’ÜN EKONOMİYLE HARP AKADEMİSİ SIRALARINDAKİ İLGİSİ

Emperyalist etki ne denli olursa olsun üretime, cari dengeye dayanmayan borcu borçla çeviren anlayışın geleceği yer buradaydı. Oysa çözüm tarihimizde; Atatürk’ün devletçi ekonomisi uygulayarak krizden kurtulabiliriz.

Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra “nasıl bir ekonomi politikası?” sorusuna yanıt aramak için 4 Şubat 1923’de İzmir’de İktisat Kongresi toplanmıştır.

Atatürk, sürekli borçlanmanın, kapitülasyonların ülkeyi bağımlı hala getirerek Osmanlının parçalanmasına neden olduğunu biliyordu. Kimilerinin “Atatürk ekonomiden anlamazdı” savına karşı Atatürk, daha Harp Akademisi sıralarındayken ekonomiyle ilgilenmeye başlamıştı.  Gazeteci-yazar Taylan Sorgun “Devlet Kavgası (İttihat Terakki)” kitabında İttihat Terakki içinde yer almış kişilerin anlattıklarından Atatürk’ün ekonomiye ilgisine ilişkin şunları aktarıyor:

“Mütegallibe denilen zümre ile çok az sayıdaki bir zümre ve Saray çevresi hayatın imkânlarından faydalanmaktadırlar. Başımızda kapitülasyonlar denilen bir iktisadi bela vardır. Peki, bununla neler olmuştur? Avrupa zenginleşti, Avrupa milletleri fabrikalarını yaptılar, fakat kapitülasyonların getirdiği iktisadi durum bunları yapmamızı engelledi. Avrupa devletlerinin egemen oldukları topraklardaki öteki milletlerin bireyleri de Avrupa milletlerinin bireyleri için üretim yapmaktadır. Bugünkü mevcut topraklarımız içindeki öteki milletler Avrupa’nın kendi emelleriyle tatbik edecekleri siyaset ile kendi vaziyetlerini tayin etmek siyasetini güdeceklerdir.”

Görüldüğü gibi Atatürk kapitülasyonlardan saray çevresindeki belli bir azınlığın yararlandığını, kapitülasyonların fabrika yapmamıza engel olduğunu belirlemiştir. Harp Akademisi 1. sınıftayken bir gün yine kapitülasyonların zararlarından söz ederken 2. Abdülhamit’in hafiyelerince gözaltına alınarak Yıldız’daki mahkemeye götürülür. Mahkeme heyeti sorar:

“Siz askersiniz. Kapitülasyonları tenkit etmişsiniz. Siyasete karışamazsınız. Neden öyle konuştunuz?”

Atatürk ise “Erkânı harp [subay] olacağız. Bir kumandan memleketinin siyasi ve iktisadi meselelerini bilmezse harpte muvaffak olamaz.” diye yanıtlayarak mahkeme heyetini ikna eder.

Mezun olup sürgünE gönderildiği Şam’da ekonomiye ilişkin düşüncelerini arkadaşlarına şöyle açar: “Avrupa devletlerinin devletin idaresini ele aldıkları ortadadır. Mali vaziyetimiz, iktisadi halimiz hepsi onların elindedir. Peki, biz bu vatan topraklarında neyiz?

Mustafa Kemal’in bu sözleri Tıbbiyeli Mustafa’yı şaşırtmıştır. Çünkü onlar kendi dünyalarındaki tartışmalarda sadece Meşrutiyet’in ilanından söz etmişlerdir. Oysa Mustafa Kemal Atatürk, Meşrutiyet’in ilanından sonrasını düşünmektir. Bilmektedir ki; ülkelerin bağımsızlığı ve kalkınması, hatta Meşrutiyet’in varlığı bile ekonomiye dayanır. Onun için “Hürriyet’in ilanı ama onun sonrası, onun kadar mühimdir” demektedir. Devrimin ordusunun silahlanmasını, maliyeyi Avrupa’nın elinden kurtarmayı, fabrika açmayı düşünmesi gerektiğine dair şunları söyleyecekti:

“Memleket kargaşa içinde. Makedonya’daki vaziyet malumdur. Avrupa devletleri bir paylaşma için neredeyse birbirleriyle bile harp edeceklerdir. İktisadi ve siyasi menfaatlerini temin için bizi bölüşmek gayretindedirler. Harici siyasetin kötülüğü meydandadır. Taht kendi telaşındadır. Elimizden çıkıp giden vatan toprakları bu harici siyasetin ne olduğunu meydana koymaktadır. Araplar, Avrupa’da gizli gizli kongreler yaparak aleyhimizde çalışmaktadır. Kapitülasyonların milleti nasıl perişan ettiğini görmeyen kör beyinler vardır. Ordunun vaziyetine bakınız. İhmaller elimizde vuruşacak silah bırakmamıştır. Maliye idaresi yabancıların elinde değil midir? Eşkıyası, mütegallibesi milletin başında beladır… Mütegallibe sırtını Saray’a dayamıştır. Saray kendi vaziyeti için mütegallibeyi mansıplara boğmaktadır. Ya millet, fakir… Avrupa kendi iktisadi vaziyetini fabrikalarla kuvvetlendirmiştir. Bizim kaç fabrikamız vardır, söyler misiniz? İşte İnkılabımız bunları düşünmelidir.”[1]

Atatürk, Harp Akademisi sıralarında dile getirdiği bu görüşleri İzmir’de İktisat Kongresi’nde de açıklayarak “ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar” diyecektir. Türkiye hızla üretime ağırlık verecektir.

DEVLETÇİLİK NEYDİ?

Yerli sanayiyi teşvik için 1927 yılında Sanayii Teşvik Kanunu çıkarılmış; fakat özel sermayenin yetersizliğinin anlaşılması üzerine 1931 yılında toplanan CHP Kurultayı’nda ekonomide devletçilik modelinin uygulanmasına karar verilmiştir. Atatürk 21 Nisan 1931’deki verdiği demeçte devletçiliği şöyle ele alıyordu:

“Ferdî iş faaliyetini esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alâkadar kılmak prensibimizdir.”

Devletçiliğin “liberalizmden başka bir sistem” olduğunu da belirtiyordu. Liberalizm açık pazar olmaya, bağımlılığa itmişti.

KÖYLÜ ÜRETİCİ HALİNE GETİRİYOR

Köylüye gerekli olan destek kredisi Ziraat Bankası aracılığıyla sağlanacaktır. Kaya, Ziraat Bankası Kanunu’yla ilgili olarak Meclis’te yaptığı konuşmada toprağın verimliliğinin artırılması için Ziraat Enstitülerine gerek olduğunu belirtmişti. Bunun yanında sendika, kooperatif adı altında birleşik, kombine yapılar oluşturularak bilimin sağladığı kolaylıklardan çiftçinin de yararlanması sağlanmalıydı:

“Bunu yapmazsak, çiftçiyi toprağa esir ederiz. Halbuki biz köylüyü bu memleketin efendisi olarak ilan ettik. Biz köylüyü toprağa değil, toprağı köylüyü esir etmeğe mecburuz ve bunu yapacağız. Zaten topraktan azami randıman alınmadığı takdirde toprak nankör bir anadır; yer.”[2]

1937 yılında anonim şirket olan Ziraat Bankası devletleştirilmiş, Tarım Kredi ve Satış Kooperatiflerinin kurulmasına hız verilmiştir. Zirai Donatım Kurumu kurulmuştur.

Yabancı sermayeye ülkemizin kalkınmasına yararlı olacak ve bağımlılığa sokmayacak biçimde izin verilmiştir.

SANAYİLEŞMEYE GİDİLDİ

Sanayileşmeye, üretme hız verildi. 19 Nisan 1925 tarihli 633 sayılı kanunla kurulan Sanayi ve Maadin Bankası, sanayide devletçiliğinin kurumsallaşmasında başlangıç adımlarındandı. 1929’da yürürlüğe giren korumacı tarife ve ithalat kısıtlamaları ile yerli üretici yabancıya karşı korunuyordu.

1923 yılında 3.700 ton olan pamuklu dokuma, 1927’de 9.055 tona; 597 bin ton olan maden kömürü ise 1 milyon 593 bin tona çıkarıldı. 1923’te üretilmeyen şeker, 1927’de 5.184 ton; 1932’de 27.549 ton üretildi. 1927-1932 arasında, çimento 24 bin tondan 129 bin tona, kösele 1.974 tondan 4.105 tona, yünlü mensucat 400 tondan 1.695 tona çıkarıldı. Elde edilen yerli üretimle, 1923’te ithal edilen kösele ve un, 1932’de hiç ithal edilmedi. Şeker ithalatı %37, deri ithalatı %90, çimento ithalatı %96.5, sabun ithalatı %96.5 oranında azaldı.

Türkiye 1923 yılında 36 milyon $ dış ticaret açığı verirken, bu açık 1931 yılında 300 bin $’a düşürüldü. 1930-37 arasındaki dönemde sürekli olarak dış ticaret fazlası sağlanmıştır. 1936’da Türkiye 20.1 milyon $ dış ticaret fazlası veriyordu. 1937 yılında Devlet Hazinesi’nde 26,107 ton altın, 1938 yılında 28.3 milyon $ döviz stoku vardı.

Enflasyon 1922-25 arasında yıllık %3.2; 1925-27 arasında %1’di. Osmanlı’dan devralınan Düyun-u Umumiye borçları ödendi.”

  1. ve 2. Beş yıllık kalkınma planları hazırlanmıştır. Kömür ve maden ocakları işletilmiştir. Ağır

endüstriye önem verilmiştir. Zonguldak ve Karabük havzasında fabrikalar kurulmuştur. Karabük Demir- Çelik Fabrikaları önemlidir. Şeker fabrikaları, bez kombinaları kurulmuştur.

1924-1929 yıllarının ortalama GSMH artışı % 10.9 olmuştur.

BÜTÇE DENKLİĞİ

Maliye politikası denk bütçe esasına dayanır. Yıl içinde ek ödeneklerle denkliğinin bozulmasına karşıdır. Bugünkü yöneticiler gibi bütçe denkliğinin iç ve dış borçlanmadan sağlanan gelirler ile sağlanması kabul edilmez. Zorunlu olmadıkça borçlanmaya gidilmemiştir.

Atatürk 1 Kasım 1937 Meclis açış konuşmasında bütçenin denk olmasını şöyle açıklar:

“Cumhuriyet bütçelerinin belirlenen ve daima kuvvetlenmesi gereken ortak özellikleri, yalnız denk oluşları değil, aynı zamanda koruyucu, kurucu ve verici işlere her defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır.”

TÜRK LİRASI DEĞERLİ KILINDI

Para politikasının temel esası, devlet harcamaları ile gelirler arasında sürekli bir denklik sağlanması, bu yolla enflasyonun önlenmesidir. Harcamalar ile gelirler arasında dengenin paranın değeri üzerinde etkili olduğunu düşünüyor ve Türk Lirasının değerini güçlü tutmaya çalıştığını şu sözleriyle vurguluyordu:

“Samimi bir bütçeye ve hakiki bir ödemeler dengesine dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini kesin surette muhafaza edeceğiz.”

Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkaran Atatürk gibi, döviz, para arzı ve dolaşımını denetim altına aldı.  Karşılıksız para basılmamış ve 15 yıl boyunca denk bütçe gerçekleştirilmiştir.

Türk Lirası’nın İngiliz Sterlin’i karşısındaki değeri 1921’de 615 kuruş iken, 1930’da 1032 kuruşa kadar düşmüş ama 1938’de yeniden 620 kuruş düzeyine yükseltilmiştir. 1927’de 9.5 kuruş olan Fransız Frangı, 1929’da 7.7 kuruşa; 187 kuruş olan ABD Doları, 127 kuruşa düştü.

Türk Lirasının değerini korumak için dış alım ve satımın dengede olmasına çalışarak cari açık verilmemeye çalışılıyordu. Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensibin, “dengemizin aktif (fazla veren) karakterini muhafaza etmekte” olduğunu söylüyordu. Nedeni ise “ödemeler dengesinin en mühim esası” olmasıydı.

Atatürk Türk Bankacılığını millileştirmeye çabalaşmıştır. 1920’de mevduatın % 32’sini elinde bulunduran milli bankalarımız, 1937’de mevduatın % 81’ni toplamışlardı.[3]

Özetle; Devletçi ekonomi; Bütçesi Dengesi, Gelir-Gider Dengesi, Dış ödemeler Dengesi üzerine dayanıyordu.

BUGÜNÜN İHTİYACI: PLANLI VE KARMA EKONOMİ

Kalkınmayı ve bölgeler arasında dengeleri sağlayan Planlı ve Karma Ekonomi, ülkemiz için esaslı çözümdür. Serbest piyasanın kaleleri sayılan Avrupa ekonomisinde bile devletin ekonomideki payı yarı yarıyadır. Borcun borçla çevrilmesinin, dış ticaret açığının, dövizdeki yükselişin önüne geçecek biricik formül üretmektir. Hem kamu hem de özel yatırımcılık teşvik edilmelidir. Kendi ülkemizde üretilebilecek hiçbir ürünü dışarıdan almamalıyız. Türkiye samanı bile dışarıdan ithal edebilir mi!

Zonguldak kömür ocaklarına yatırım yapılarak dışarıdan kömür alımına son verilmelidir. Atatürk’ün millileştirme politikası gibi enerji, ulaştırma, iletişim, haberleşme, bilişim ve gıda güvenliği gibi stratejik sektörlerde özelleştirilen Kamu İktisadi Teşebbüsleri kamulaştırılmalı ve verimli işletilmelidir. Faize, ranta, dolar ve borsa vurgununa giden kaynakları sanayi, tarım, maden, gibi üretim alanlarına yönlendirilmelidir. Gecelik vurgun amaçlı ülkemize giren dövizlerin giriş çıkışları denetime alınarak döviz fiyatlarında ani dalgalanmalar önlenmelidir. İç ticarette döviz değil Türk Lirası kullanılmalıdır.

https://odatv.com/ekonomideki-tek-cozum-ne–29051837.html 29.05.2018

Kaynaklar

[1] Taylan Sorgun, Devlet Kavgası (İttihat Terakki),  7. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2018, s.43, 58, 70-71.
[2]Mustafa Solak,  Atatürk’ün Bakanı Şükrü Kaya, 1. Basım, İstanbul, 2013, s.218.
[3 Esat Çelebi, Atatürk’ün Ekonomik Reformları ve Türkiye Ekonomisine Etkileri (1923-2002),
Doğuş Üniversitesi Dergisi. 2002(5), s.29-30.

Sevr’den Günümüze… ve Seçime Katılmak…


Dostlar,

Değerli dostumuz, ADD Yönetiminde kendilerinin genel başkan, bizim de genel başkan yardımcısı / vekili olarak birlikte çalıştığımız (2004-6) Sn. Ertuğrul Kazancı,
özgün yurtsever duyarlığı ve derin yakın tarih bilgisiyle “SEVR’den GÜNÜMÜZE” başlıklı çok öğretici ve düşündürücü bir makalesini daha Cumhuriyet‘te bu gün (9.8.2014) yayımladı.

İlginçtir, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğunu kurulduğu 1299’dan 621 yıl sonra sona erdirmişti. (Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırıldı)

“Birilerinin” de Türkiye için benzer niyet ve planları olmalı..
Yarın, 10 Ağustos 2014 günü Türkiye 12. Cumhurbaşkanı’nı seçecek..
RTE başarırsa, bu sonuç kimi kesimlerde Türkiye için Sevr benzeri olumsuz çağrışımları pekiştirecektir. En azından gizli gündem “Hedef 2023!” açısından, AKP’nin çelik çekirdeğine çok değerli moral güç katacaktır.

Dolayısıyla bu politik – psikolojik algının yıkılması ve planın bozulması gerekmektedir.
Bize göre reçeteyi 3 madde olarak sitemizin manşetinde verdik, kezlerce de yazdık..

1. Her-kes mutlaka oy kullanmalı; katılım %90’ı aşarsa RTE seçimi kazanamaz.
Oy kullanmamak gerçekte RTE’ye oy vermek demektir!

2. Boş ve geçersiz oy kullanılırsa bu RTE’ye 2 katıyla kazanç sağlar.
Çünkü “geçerli” oyların %50’si hesap edilecektir

3. RTE karşısında en güçlü aday Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu olup;
    duygular ve ayrıntılar olağanüstü koşullar nedeniyle bir yana bırakılırsa,
    politik-matematiksel zorunlulukla desteklenmesi gereken adaydır.

Sevgi ve saygıyla
9.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

====================================================

Sevr’den Günümüze…

  • ‘Sevr’ antlaşması kadar bir alçalmaya imza atan devlet örneği tarihte enderdir. Anadolu ihtilâli, Sevr’i: ‘İmzalayan ve destekleyenler vatan hainleridir’ tepkisiyle değerlendirir. İşte bu bilinç, sömürgeci ve işbirlikçilere karşı ‘Milli mücadele’ destanını yaratır. Cumhuriyet ve devrim gerçekleştirilir. Ama 1950’ler sonrası; ‘tam bağımsızlık’ düşüncesinden yoksun, emperyalizme biat etmiş, ayrımcı, feodal ve teokratik bir zihniyet öne çıkar. Sevr tıpkı eskisi gibi ulusal onurdan yoksun alçalışların sığınma şemsiyesi olur. Bugün Lozan’ı Sevr’e karşı savunmak, ‘vatan’ kavramına sahip ‘namus erbabının’ vazgeçilmez sorumluluğudur.

portresi
Av. ERTUĞRUL KAZANCI
Eğitimci/Hukukçu
Cumhuriyet, 9 Ağustos 2014

 

Sevr nedir?

399 yıl Osmanlılarla yaşayan ama 1915’te demiryolu sabotajıyla
işe başlayıp, İngiliz güdümünde devlet olan Hicaz’ın da karşı taraf olarak imzaladığı antlaşmadır. Osmanlı’nın ‘soylu kavim’ olarak nitelediği ve el üstünde tuttuğu Hicazlılar, artık ‘haçlılarla’ birliktedir.

Osmanlı, böylesine yapay bir devletin varlığına bile itiraz edemeden Sevr masasına oturur. Paylaşımcılar, hep oradadırlar. Sınırları ABD Başkanı Wilson tarafından belirlenecek gelecekteki Ermenistan temsilciliği, ‘himaye’ altında toplantıdadır. Kürdistan projesi sunucuları da hazırdır.

 Onur ve tükeniş:                                                                                            

Sevr’e giden yol ilginçtir. İlkin Fransa’da Antlaşma maddelerini duyurmak üzere
ön görüşmeler yapılır. Osmanlı heyet başkanı eski Sadrazam Tevfik Paşa:
Barış şartları bağımsız bir devlet kavramıyla bağdaşamaz’ deyip dönünce ‘Damat Ferit’ hükümet başına geçirilir. Sultan Vahdettin, işgal edilen ve sonra da kendisince kapatılan meşrutiyet meclisi yerine 22 Temmuz 1920 günü Saltanat Şurası’nı toplar. Devletin, veliaht dahil tüm mülki ve askeri üst görevlileri Şura’dadır. Sevr için gelen antlaşma taslak metni bilgiye sunulur. Padişah onaylatmak ister.
Bir tek ferik (korgeneral) Batumlu Ali Rıza Paşa, imzalanacak maddeleri;
Bu bir ihanettir. Millet kabul etmedikçe siz kabul etseniz ne olur?
diyerek ve bağırarak protesto eder, onaylamaz.

Ali Rıza Paşa, kısa süre sonra vefat edince Atatürk, oğluna telgraf çekerek: Vatanımız, babanızın umduğu gibi kurtulur da hepimiz halâs oluruz.der.1918’deki ‘Mondros mütarekesine’ tavır alarak: ‘Top-tüfek varken
neden teslim oluyoruz?’
sözüyle Padişah’ı şiddetle yeren, Damat Ferit’in makamını hiddetle basan yine Ali Rıza Paşa’dır. Son Osmanlı parlamentosunda, Ermeni sahte soykırım savlarını kabul eden yönelime karşı da: ‘Asıl mağdur biziz’ diyerek
kıyasıya muhalefet eden kişidir. Onurlu davranışların adamı olarak tarihsel değer olmaya hak kazanmıştır.

10 Ağustos 1920’de Paris yakınındaki Sevr porselen fabrikasında atılan imzalarla Osmanlı parça parça edilir. Topraklar İtalyan, İngiliz ve Fransız buyruğuna Ortadoğu’yu kapsayacak şekilde girerken; yasama hakkı, egemenlik hukuku, devlet maliyesi,
İstanbul ve Boğazlar, ordu, kolluk gücü denetimi, Ege adaları, İzmir’in ulaşım ve iletişim seyri elden gider. Kapitülasyonlar perçinleşir. Trakya, ‘Helen’ emeline peşkeş çekilir. Azınlıklar, ayrıcalıklı sınıf olurlar. Antlaşmaya imzalayan ülkeler, kendi parlamentolarının onaylarını beklemeden uygulamaya girişirler. Anadolu’da üç-beş ilden oluşan Osmanlı ‘çiftlikdevlet’ sınırı hükümdar ve maiyetince yeterli görülür. Bir devir bitip- tükenmiştir.

Sonrası:

Sevr’in ağır hükümleri Anadolu’daki anti-emperyalist kalkışmayı hızlandırır.
Ama istilacılara boyun eğerek ayakta kalacaklarını sananları da azdırır.
Hilafet orduları’ harekete geçer. Bildirimlerini Yunan uçakları atar. Bozgunculuklara
ve iç isyanlara karşı zafer kazanılır. Atatürk, İnönü ve Çakmak, İzmir’e Sultan’ın
ağır ceza fermanlarıyla girerlerken, halk coşkular içindedir.

Kurtuluş savaşının bir hedefi emperyalizmi ters yüz etmek öteki de saltanat ve hilafeti kaldırmaktır. ‘Mudanya mütarekesi’ ve nihayet ‘Lozan’, Cumhuriyet ve devrimi beraberinde getirir.

Bazıları sanmışlardır ki, hanedanlık daima kalacaktır. Bu sakat kurum yıkılınca çekişmeler de olağanüstü artar. Bir ailenin saltanat yoluyla ulusal egemenliğe
el koymasını olağan karşılayanlar söz konusudur. Onlar, Rauf Orbay’ın diliyle: ‘Damarlarında Padişah nimetinin dolaştığını’ ifade edenlerdir. ‘Hilafete de terbiyeleri gereği bağlılıklarını’ söyleyenlerdir. 1925’teki ‘Terakkiperver’ ve 1930’daki ‘Serbest’ Fırkalarını, Devrim karşıtlarının çekim merkezleri yapanlardır.

1950’lerden sonra bekledikleri fırsat doğar. Bu ortamın yalnızca siyasal iktidarlarca sağlanan ödünler silsilesi olduğu söylenemez. Şimdilere doğru süregelen kimi yönetimler, Cumhuriyet felsefesine zıt ve hanedanlık özlemine eğilimli davranışlar sergilemişlerdir. Lozan’ı tarih kitaplarından çıkaranlar veya anmayanlar Sevr’den yakınırlar mı?

Lozan’ı dıştan eleştirenlere de bakınız. Kapitalist ülkelerden oluşan AB raporlarını ve sözcülerinin beyanlarını inceleyiniz. AB’nin yolunu Atatürk tıkıyor şeklinde bir yaklaşım söz konusudur(*). Türkiye’de etnik karakterli kümeleşmeleri yıllarca düşünsel ve lojistik olarak hazırlayan AB’dir. AB; Kıbrıs, Patrikhane ve sahte Ermeni soykırım savlarında taraflıdır. Türkiye’yi; özelleştirme, gümrük birliği ve tahkim yoluyla çökertici
ve topraklarını satışa getirici kaynaktır. Gündemin AB ilerleme raporunda; ‘Atatürk’ü koruma yasasının ifade özgürlüğünü kısıtladığı’ belirtilmektedir. AB ile bayrağı
ve ilkeleri aynı olan Avrupa Konseyi de; ‘Lozan’ı aşın’ mesajıyla Sevr’i esas tutmaktadır(**).

Sonuç:

İnönü; ‘Bu memleket kadar haini bol olanına güç rastlanır’ der.‘
Sevr, Lozan’dan yeğdir’ kanısındakiler, birer Damat Ferit, Dürrizade Abdullah
veya Anzavur Ahmet’tirler. Onlar, 2023 yılını ‘federalizm’ için saptayan ulus-devlet düşmanı politikacılarla beraberdirler. Siyasal tercihlerini bilgi, akıl ve bilinç yoksunluğu içinde Cumhuriyet ve devrim karşıtlarından yana koyanlar da vardır. Tamamının verdiği destek, ‘milli mücadele’ kaçkını Sevr’cilerin günümüz uzantılarına sunulan bir
hıyanet armağanıdır.

*AB Raporu – Oostlander/2003
**A. Kons. Parl. Raporu/2010

 

 

 

Lozan’dan Cumhuriyet’e Yürüyüş


Lozan’dan Cumhuriyet’e Yürüyüş

portresi
Ahmet Gürel
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Cumhuriyet tarihimizde Türk diplomasisi Lozan ile başlar denilebilir.
Lozan’da yapılan verilen arayla beraber 8 ay süren görüşmeler çok çetin ve ateşli geçmiştir. Çünkü masada tartışılan sorunlar sadece son 3-4 yılın değil yüzyılların sorunuydu. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye, bağımsızlığını ve özgürlüğünü uluslararası topluma kabul ettirebilen dünyanın tek ülkesidir. Emperyalist ülkelere karşı verdiği kurtuluş savaşından sonra, adeta küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu onurlu mücadelesini anımsayalım.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ 1. BÖLÜMÜ: 
20 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923

Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü, İsviçre Konfederasyonu’nun Başkanı Habab’ın konuşması ile açılmıştır. Görüşmelerde Türkiye’nin karşısında Yunanistan, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) devleti
yer almıştır. İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, taraf bir delege olmasına karşın, kongrenin açılışında bir konuşma yapınca; Türk delegasyonu Başkanı İsmet Paşa, kimseden izin almadan konuşma yapmıştır. İsmet Paşa, konuşmasında Türk ulusunun içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır:

“Barışın nimetlerinden her zaman yoksun kalan Türk ulusu, o tarihten bu yana, hak ve adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı barış girişimlerinin yetersizliğini ve hiç bir şeye yaramadığını görerek ve artık hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, varlığını korumayı ve maddi ve manevî kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı başarmıştır. Türk ulusu, bu yolda, pek çok acılara katlanmış, sayısız fedakârlıklara rıza göstermiştir.”

“Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!” Diyerek, ilk oturumda ağırlığını koymuştur. Uzun görüşmeler sonunda, İsmet Paşa ve Türk delegasyonunun “kapitülasyonun kalkması ısrarı” karşısında, İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyor ve “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa,
bunun yerine başka bir kelime kullanabiliriz” diyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk tarafının “kapitülasyon ve esaret” konusundaki kararlılığı şöyle vurguluyordu:

  • Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir. Osmanlı ve Hindistan Türk-İslam imparatorlukları bunun kanıtıdır.”

Lozan görüşmelerinde Lord Curzon ile aralarında geçen bir konuşmayı İnönü
şöyle aktarmaktadır.

“Lord Curzon; ‘Aylardır müzakere ediyoruz. İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz.
Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık. Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım isteyeceksiniz.’ ABD temsilcisini işaret ederek: ‘Para bende, bir de O’nda var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp birer birer önünüze koyacağız.’ İsmet İnönü’nün Lord Curzon’a; yanıtı ise çok net olmuştu:

‘Biz haklıyız. Lozan’da hakkımızı mutlaka alacağız.
Bugün biz bunları alalım. Şayet yarın kapınıza gelirsek, siz de dilediğinizi yaparsınız.’”

Lozan Antlaşması’nın çıkmaza girme aşamasına geldiğinde Lord Curzon’un:
“Türkiye’nin imza edeceği en iyi antlaşma budur. Eğer imza etmezse,
Türkiye düşünsün! Asya’nın görünmez derinliklerinde kaybolursunuz” sözlerine karşılık, İsmet Paşa kararlı bir şekilde:

“Memleketi esarete mahkûm eden bir belgeye imza koyamam.” karşılığını vermiştir.

“Ben bugüne kadar arkasında ne olduğunu bilmediğim kapıyı açmadım” diyen
İsmet Paşa, görüşmelerin son durumu soran gazetecilere şunları söylemiştir:

“Hangi imtiyazlar, hangi mukaveleler? Hangi koşullar altında verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim. Bunları bana gösteriniz, tetkik edeyim. Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza ediniz, dediler. Reddettim.”

28 Aralık 1922 akşamı, Lord Curzon alaycı ifade ile:

“İsmet, sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırana kadar hep
aynı havayı çalıyorsun; Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik.
Bu sözü duymaktan gına geldi” demiştir.

İsmet Paşa’nın ülkesi adına yaptığı haklı karşı çıkışlarından Lord Curzon adeta çılgına döndürmüştür. ABD delegesi John Grew, görüşmelerin kesildiği 4 Şubat 1923 günü yaşananları şöyle anlatmıştır:

“Curzon’un odasına gitmiştik ki, Curzon kızgın bir boğa gibi odasına girdi ve odada yürümeye başladı ve bağırarak:

‘Dört korkunç saatten beri oturumdayız. İsmet her sözümüze şu adi sözcükle yanıt verdi; Bağımsızlık ve egemenlik.’

Curzon’a İsmet Paşa’nın hangi konuda anlaşmazlık çıkardığını sordum:

‘Hukuki sorunlarda’ dedi.”

17 Şubat 1923 tarihinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı’nın acılarının daha taze olduğu İzmir’de İktisat Kongresini toplamıştır. O, kongrede dünyaya verdiği mesajla:

“Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki; ‘Memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız.’

Dikkatinizi çekmiş olan Lozan Konferansı’nın son görüşmeleri bu nokta ile ilgilidir.

…Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil, üç yüz, dört yüz senelik hesapları görüşüyorlar. Ve hâlâ muhataplarımız Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye’nin mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azim, imanlı ve yiğitlik dolu olduğunu, tam bağımsızlık ve milli egemenlikten zerre kadar fedakârlık yapamayacağını hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf devletleri kararsızlığa düştü. İstedikleri kadar kararsız kalabilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. Bu millet için kararsızlık devirleri çoktan geçmiştir.

***********************************************************************

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ 2. BÖLÜMÜ 
23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923

Lozan görüşmeleri, 23 Nisan 1923 tarihinde tekrar başlamıştır. Yeni başlayan oturumlarda; Lord Curzon’un yerine Sir Horace Rumbold, Fransız delege Bompart’ın yerine de General Pele gelmiştir. Sir Horace Rumbold, Lozan’daki İsmet Paşa’yı
şöyle anlatır:

“Savaş meydanlarından gelen İsmet Paşa sadece usta bir diplomat değil,
aynı zamanda bir devlet adamı olduğunu da kanıtladı” diyordu.

İsmet Paşa, yapılan uzun oturumlar sonra geceleri de bir araya gelip heyetiyle yaptığı çalışmalarla zorlu bir uğraş veriyordu. ABD delegesi John Grew, konferansın sonlarına ilişkin bu konudaki gözlemlerini şöyle aktarmıştır:

“İsmet Paşa’ya ecel terleri döktürüyorlardı. Gözlerinin altında derin halkalar belirmiş, saçları dimdik olmuş, tüm gücü tükenmişti, fakat bütün saldırılara rağmen ayakta durma ve karşı koymaya devam ediyordu. Sonuç sabaha karşı saat 3’te geldi. Anlaşıldı ki müttefikler son bir saldırıdan sonra silahlarını bırakmış ve (…) kabullenmişlerdi. Ertesi sabah Paşa’yı gördüm, on yıl yaşlanmış görünüyordu.”

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması üzerine Gazi Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’ya gönderdiği 24 Temmuz 1923 tarihli mesaj şöyledir:

  • “Ulus ve hükümetin Zât-ı devletlerine verdiği yeni görevi başarıyla tamamladınız. Memlekete bir dizi yararlı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir başarıyla taçlandırdınız. Uzun mücadeleden sonra vatanımızın barış ve bağımsızlığa kavuştuğu bugünde parlak hizmetlerden dolayı Zât-ı devletlerinizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve çalışmanızda size yardım eden bütün heyet delegelerini teşekkür borcumla tebrik ederim.”

En son, Garp cephesi komutanı olarak vatanını savunan İsmet Paşa, vatan için pazarlık yapmanın ne demek olduğunu en iyi bilendi. Nitekim Lozan’da tarih İsmet Paşa’yı bir kahraman olarak kaydeder. O, Avrupa diplomasisinin kurnaz ve sinsi siyaset adamlarıyla nasıl baş edebildiğini kısa makalemde anlatmaya çalıştım. Işıklar içinde kalsın.
Yukarıda kısaca anlatıldığı gibi, emperyalist ülkeler karşısında verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra eşit koşulları sağlayarak tam bağımsızlığını “kayıtsız koşulsuz egemenlik” ilkesiyle kazanmak gerçekten akıllara durgunluk veren büyük bir tarihsel başarıdır.

Bu onurlu mücadelenin kazanımlarıyla gerçekleşen Cumhuriyet’imizin 90. kuruluş yılına geldik. Tüm emperyalist ülkeler, Türkiye’nin “Ulusal Egemenlik” konusunda gösterdiği bu dik duruşu, Lozan Antlaşması’nı imzaladıkları günden beri içlerine sindirememişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün buyurduğu gibi sonsuza dek
özgür ve tam bağımsız yaşatmak hepimizin görevidir. Bu yolda, Atatürk devrim ve ilkeleri yol göstericisi olacaktır.

Bu tarihsel bilinçle Lozan’a ve kazanımlarına tüm gücümüzle sahip çıkmalıyız.
(24 Temmuz 2013)