Etiket arşivi: Onuncu Yıl Marşı

ÖZELLEŞTİRME SERİ (ARDIŞIK) CİNAYETLERİ

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ardışık (seri) cinayetler, TV ve sinema filmleri ile polisiye romanların değişmez konularından biridir. Bir seri katilin, belirli bir sistemle cinayetler işlemesi, bir kenti hatta bir ülkeyi korku ile teslim almasını, polisin katili yakalamasını nefesimizi tutarak izleriz. Ancak her seri cinayet ille de kan ve vahşet ile yaşamımızı alt üst etmez. Kimi kez de bu cinayetlerin kurbanı kendimiz oluruz da, cinayete kurban gittiğimizin ayırdına bile varmayız! Ekonomik, sosyal, kültürel, inanç cinayetleri bu türden seri cinayetlerdir.

Özelleştirme seri cinayetleri de bu türden katliamlardandır ve ne yazık ki kurbanı olduğumuz bu seri cinayetlerin ayrımında değiliz.

Kutsal Ulusal Kurtuluş Savaşını 9 Eylül 1922 günü İzmir rıhtımında büyük bir utkuyla (zaferle) noktalayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki devrimciler, şimdi çok daha büyük  bir savaşa başlayacaklardı. Ekonomik Bağımsızlık Savaşı… Bu kez düşman  daha sinsi, daha deneyimli idi, savaş uzun solukluydu. 500 yıla yaklaşan kapitülasyonlar ile Türk yurdunun kanını emerek kendi pazarı durumuna getiren, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen Batılı ülkeler, başından beri karşı oldukları genç cumhuriyetin yaşamasına izin vermeyeceklerdi. Bu niyetlerini Lord Kürzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya apaçık söylemişti.

Ulusal Kurtuluş Savaşının mimarı Mustafa Kemal Paşa, zaferden (utkudan) sonra İzmir’e gelen gazetecilere “siyasal, askeri zaferler ne denli büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” diyecekti. Nitekim bu söze uygun olarak zaferden yalnızca 5 ay sonra, 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini toplayacaktı. Ülkenin her yerinden gelen katılımcılar (AS 1150 dolayında) günler boyu (AS: 15 gün!) yanmış, yıkılmış ülkenin nasıl ayağa kalkacağına ilişkin görüş bildirdiler. Zamanın ruhuna (gereklerine) uygun olarak  önce, görece özel sektöre ağırlık veren görüşler benimsendi. Ancak yüz yıllarca kapitülasyonların baskısı altında kalan yurdumuzda ne girişimci vardı, ne sermaye, ne yetişmiş insangücü, ne bilgi birikimi, ne yol, ne tüccar, ne sağlıklı bir pazar düzeni vardı. Zaferi kabullenemeyen Batılı emperyalist güçlerin kuşatması ise hepsinin önüne geçiyordu. Buna ek olarak bütün dünya, 1929’da patlak veren büyük bir ekonomik bunalıma doğru hızla yuvarlanıyordu.

Bu koşullar altında, özellikle 1930’lu yılların başından itibaren (bu yana) genç Cumhuriyet kamuculuğa yöneldi. Onuncu yılda, başta Sümerbank olmak üzere, her alanda devletin büyük sanayi kuruluşlarını yaratmaya yönelmesi, hemen her sektörü kendi alanında kredi sağlayan bankacılık sistemi ile desteklemesi büyük atılım yarattı. Tekstilden, çimentoya, madencilikten, endüstriyel tarım ürünlerine, ulaşım ve haberleşme ağlarına, üretim ve tüketim kooperatifçiliğine dek her alandaki yatırımları, insangücünün eğitimine verilen özen ve bütüncül yatırım politikaları destekledi. Onuncu Yıl Marşı’ndaki coşku ile anlatımını bulan bu büyük atılım Anayasamıza, Atatürk İlkelerine ve CHP’nin “Altı Ok“’una “DEVLETÇİLİK” olarak kazındı. Bu politika yaşamın her alanına yayılarak bütünsel kurtuluş ve kalkınma atılımına dönüştü. Ne acıdır ki iktidarı ile, muhalefeti ile tarikatçısı ile, bölücüsü ile, ikinci cumhuriyetçisi ile büyük bir kesim, adeta nokta atışı yaparak 1930’ların Türkiye’sine saldırdı. Bu saldırı günümüzde de sürüyor.

KAMUCU EKONOMİK POLİTİKA KURTARICI OLDU

Dünya büyük bir ekonomik bunalım içinde yuvarlanıp yabanıl (vahşi) bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken; Türkiye bir yandan Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan da tarihinin en büyük kalkınma hızına ulaştı. Ülke ayakları üzerine dikildi. İşsizlik son buldu. Bütün yurt yüzeyine yayılmış kamu yatırımları büyük kentlere göçü engellediği gibi, tarımsal endüstriye dayalı yatırımlarla köyden kente göçün de önüne geçildi. 1930’ların kamucu politikaları o denli başarılıydı ki; İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası yürütülen Amerikancı politikalar döneminde bile, başta ağır sanayi ve petrokimya kuruluşları olmak üzere kamu yatırımlarından vazgeçilemedi. (İsdemir, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi vb.) Kamu yatırımlarının tamamlanması 1970’li yılların sonlarına dek geldi.

TÜSİAD’CILARIN ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI

Ülkenin siyasal bunalımlarla çalkalandığı 1970’lerin sonlarına doğru sinsi (örtük) bir özelleştirme saldırısı başlatıldı. Bu dönemde TÜSİAD tarafından yayınlanan GÖRÜŞ adlı mini kitapçıkların neredeyse tümünün konusu özelleştirme idi. Siyasal iktidarların yandaşlarına kadro bulma amacıyla kötü yönettiği kamu kurumları, kasıtlı olarak kötüleştirildi. “Önce kötüleştir, sonra özelleştir” dönemi sinsi biçimde ilerledi.

– “Devlet pijama mı diker”,
– “devlet sunta mı üretir”
“devlet don-gömlek mi yapar?

yaygaraları ile kamu kuruluşları kötülendi. Kamu kuruluşlarını destekleyen bankalar bu kuruluşları desteklemek yerine dolandırıcıları, düşsel (hayali) ihracatçıları destekledi. Bu bankalar batırıldı. Sümerbank, Etibank, Şekerbank, Tarişbank, Emlakbank gibi bankaların adları bile unutturuldu. Köylünün bankası iktidar destekçisi yayın kuruluşları ile yüklenicilerin (müteahhitlerin) buyruğuna verildi.

CİNAYETLER SERİSİ ÖZEL TV KANALLARI İLE BAŞLADI

TÜSİAD’cıların adamı Turgut Özal’ın açıkladığı “24 Ocak Kararları“nın (1980) sağlıklı bir demokratik düzende uygulanması olanaksızdı.12 Eylül 1980 faşist darbesi bu kararların uygulanmasının önündeki bütün engelleri kaldırdı. 12 Eylül dönemi, siyasal, demokratik, kültürel, ekonomik hakları alt üst ederken; bunlara engel olacak her türlü örgütlenmeyi de yok etti. Karşı duranlar ölçüsünde karşı durma olasılığı olanlar da cezaevlerine dolduruldu. 1961 Anayasası tümüyle değiştirilirken (AS: 35 maddesi) en önemli darbelerden biri de devlet iletişim kanalı TRT’ye (Türkiye Radyo Televizyon) indirildi ve özerkliği yok edildi. Önce darbecilerin buyruğuna verildi, sonrasında ise siyasal iktidarların buyruğuna verilecekti.

12 Eylül döneminde ekonominin yönetimini emperyalist ülkeler adına teslim alan Turgut Özal, darbeyle getirilen antidemokratik Seçim Yasası, paralel yürüyen veto sistemi ve bir daha düzeltilmeyen Siyasi Partiler Yasası ile tüm yönetime egemen oldu. Her türlü rezalete alışıp şaşırma duygularımızı yitirdiğimiz bu dönemde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Telsiz Yasası başta olmak üzere, TRT Yasası, Basın Yasası ve Türk Ceza Yasa’sını ihlal ederek ilk özel televizyonu yayına soktu ve ilk özelleştirme cinayetini işledi.

Muhalefet başta olmak üzere gazeteciler, haberleşme (iletişim) kuruluşları, aydınlar bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı durmak yerine, akıma ayak uydurdular. Madem TRT özerk olmaktan çıkmış ve siyasal iktidarın buyruğuna girmişti o halde herkes, her çevre, her siyasal parti, her cemaat kendi TV kanalını kursundu. (!) Özel TV kuramayanlar özel radyo kurdular. Bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı çıkması gerekenler, sabahlara dek süren TV tartışma programlarında “özgürce” Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün değerlerine saldırıyordu. ABD’nin komşumuz Irak’a saldırısını sinema filmi izler gibi bizlere izletiyorlardı. Artık haberleşme, gazetecilik mesleğinin parçası olmaktan çıkmıştı. Büyük iş adamlarının bir holdingi, bir bankası, bir de özel televizyonu vardı. Bu TV kanallarında Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının yanında en büyük saldırının hedefinde ekonomik kalelerimiz vardı.

Özelleştirmelerle her ürün, her hizmet daha ucuz ve daha nitelikli (kaliteli) olacaktı!

Siyasal desteğe sahip holding patronları, banka kurmak yerine kamu kuruluşlarını desteklemekle görevli bankaları ele geçirip içini boşalttı. (Etibank en tipik örnektir). Buna bağlı olarak kamu ekonomik kuruluşları kapışılmaya başlandı.

Artık cinayetler serisi çorap söküğü gibi gelecekti. Hastanelerde kuyruk mu var? Gelsin özel hastaneler. Okullarda eğitim sistemi bozulup laik – demokratik eğitim rafa mı kalktı? Gelsin özel okullar. 40-50 yıl önce devlet okullarında başarısız olanların diploma almak için koştuğu özel okullar, artık zorlu sınavlarla girmek için yarış edilen kurumlar durumuna geldi. İşverenler kreş mi açmıyor? Gelsin özel kreşler. Devlet, anaokulları için kaynak mı bulamıyor? Gelsin paralı özel ana okulları. Günümüzde  bu okulların bir yıllık bedeli, yüksek bir memurun bir yıllık gelirine ulaştı. Çocuğunuz üniversitede istediği bölümü mü kazanamadı, gelsin sözde Vakıf üniversiteleri, dindarlar için ayrı cemaat üniversiteleri, zengin (varsıl) çocukları için kantin kapılarında “burslular giremez” (tepkiler üzerine bu yazılar sonraları kaldırıldı) yazan ayrıcalıklı üniversiteler… Bunların ücretlerini ise hiç sormayın. Yurt mu bulamadınız? Tarikat yurdundan sosyete yurduna dek hepsi var. Yeter ki paradan haber verin…

Olanlara ve sonrasında olacaklara küçük bir azınlık dışında hiçbir ciddi itiraz gelmedi. İktidar ve muhalefet “son sosyalist devlet” dedikleri Cumhuriyetimizin temellerine dinamit koydular. Hızını alamayanlar “babalar gibi satarım” diyerek (ANAP Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) kamuya ait her şeyi “tarihten kazımaya” kararlıydı. Bunu söyleyenler sağlıklarını Türk doktorlarında değil, ABD’deki ünlü hastanelerde aradılar. Sonrasında gariban yurttaşlarımız da özel hastane kapılarında soyuldu. Şehir hastanelerinin içine yabancı adlı mağazalar yerleştirildi. Özel araçlarınızla çarşıya pazara giremediniz mi? Tüketim MABETLERİ (tapınakları) Alışveriş Merkezleri (AVM), zincir mağazaları ile buyruğunuzda! Kendinizi güvende duyumsamıyorsanız özel güvenlik şirketleri buyruğunuzda. Yıllarca kamu çalışanlarının tatil (dinlence) gereksinimi karşılayan kamu kamp ve eğitim kuruluşları da kapatılarak arazileri turizm işletmecilerine tahsis edildi (özgülendi), yağmalandı. İnsanlar tatil (dinlence) gereksinimlerini karşılamak için zeytinlikleri, öbür tarım alanlarını yağmalayıp “villa” adı altında gecekondu sahibi oldular. Arsa spekülatörleri, inşaat malzemecileri varsıl (zengin) edildi.

Artık özelleştirmeye o denli alıştık ki; geçiş garantili (güvenceli) köprüler, otoyollar, havalimanları yadırganmaz oldu. Ülkenin en turistik karayolunda bir siyasetçiye tünel, evet yalnızca bir tünel izni verilerek Deli Dumrul’un köprüsünden sonra Deli Dumrul’un tüneli de oldu. (Göcek Tüneli) Bütün bu sömürünün gelecekte de güvence altında olması için Uluslararası Tahkim kuralı önce anayasal (1999, m. 125), sonra da yasal kılıfa (2001) kavuştu.

Sonuçta elimizde ne limanlarımız, ne karayollarımız, ne enerji santrallerimiz, ne elektrik dağıtım şirketlerimiz, ne telefon idaremiz, ne petrol rafinerimiz, ne şeker fabrikamız, ne araç muayene istasyonumuz, ne doğru düzgün eğitim veren okulumuz kaldı! Posta örgütümüzün yerini bile kargo firmaları aldı. Asker ocağında yemeği kendi yaparak aynı zamanda meslek edindirmek yerine yemek firmalarından hazır yemek alınmaya başlandı ve toplu zehirlenmeler yaşandı.

Şimdi ne çocuklarımıza eğitim parası yetiştirebiliyoruz; ne şekere, ne telefona, ne güvenliğe, ne dinlenceye para yetiştirebiliyoruz. Kamu ulaşımı desteklenmediği için herkes özel araç sahibi olma peşinde. İkinci el araç fiyatı sıfır araç fiyatından çok. Lojman bulamayan kamu görevlileri, ev sahiplerinin / bankaların insafına terk edilmiş durumda.

Seri (ardışık) katili bulmak için önce seri (ardışık) cinayetler olduğunu algılamamız gerekiyor. Güzel yurdumuzdan işgal ordularının sürülüp atıldığı şanlı günlerin 101. yılını kutluyoruz. Sinsi biçimde başlatılan özelleştirme seri cinayetlerinin ardından yabancı şirketlerin saldırısı hız kazandı. Bu vahşi istila kuvvetleri (yabanıl yayılma güçleri) yalnızca kamu mallarını ele geçirmekle kalmadı. Türk girişimcisinin  dişiyle, tırnağıyla yarattığı yerli ürünler de birer birer bu azgın yayılma (istila) ordusunun eline geçti. İçme suyumuzdan, zeytinyağımıza, peynirimizden, tank fabrikamıza, sigaramızdan, rakımıza, şarabımıza, sabunumuza dek…

Büyük bir temizliğin vaktidir…

Bütüncül kurtuluş ve kalkınmanın önü, bütünsel istila (yayılma) ile kesildi.
Yeni bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin vaktidir.
Bütüncül (topyekün) bir Ulusal Kurtuluş Savaşı… (26.08.2023)

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 3 Kasım 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

KİRLİ

CHP ve İYİ Parti maden şehitlerinin yakınlarına devlette iş verilmesi ve maaş bağlanması için Meclis’e önerge verdi, AKP-MHP ittifakı reddetti.

Tepkiler üzerine aynı önergeyi iktidar kendi verdi ve komisyonda kabul etti.

Siyasetin kirlisi…

ZAMAN

“Türkiye Yüzyılı” programında RTE, Atatürk’ün adını andı ve ekrana Atatürk görüntüsü yansıtıldı.

Seçim yaklaştı, kuyruk sıkıştı…

OMURGA

Birkaç gün önce “Bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.” diyen AKP’li Mahir Ünal, gelen tepkiler üzerine “U” dönüşü yaparak, “Ses bayrağım Türkçemle gurur duyuyorum” dedi.

Yumuşakçalar ailesinden…

AF

Cumhuriyet düşmanı ifadeleri nedeniyle tepkiler alan Mahir Ünal, AKP’deki görevinden affını istedi.

Birisi arayıp “Yaa Mahir, ben bile seçim öncesi günlerde Atatürk adını söylerken şimdi beynimizin arkasındakiler dile getirmenin sırası mıydı? Bak, koltuk değneği bile kızmış numarası yaptı. Sen partideki görevinden affını istemiş ol da soğutup, unutturalım” demiş olmasın…

AYRIŞTIRMA

RTE, ”Yıllarca ülkemizi kutuplaştıran, insanımızın birliğinin, beraberliğinin, kardeşliğinin ürünü olan muhabbet iklimine zarar veren tüm tartışmaları, tüm ayrışmaları bir kenara bırakmanın ahdi için bir araya geldik.”

Yaptığının farkına varmış…

KASAP

Kadınları hedef alarak “Sokaklar kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor.” diyen imam Halil Konakcı hakkındaki suç duyurusuna savcılıkça “işleme konulmama” kararı verildi.

Kasaptaki ete soğan doğranmamış…

İNTİKAM

28 Şubat intikam kumpasından tutuklu bulunan 82 yaşındaki Emekli Koramiral Aydan Erol kanser rahatsızlığı gerekçesiyle tahliye edildi.

Ölmeden çıkardılar ya, ne büyük kayra!..

AVUNTU

Daha önce Kuran kursunun elektrik faturasını ödeyenlere “cennet müjdeleyen” Yalvaç İlçe Müftüsü Ömer Can, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı‘ndan bir gün sonra yaptığı paylaşımda Fatih Sultan Mehmet’i fetihten  ve RTE’yi ekonomideki başarısından dolayı övdü, muhalifleri için “Onuncu Yıl Marşı ile tagutlarına (tapınılan varlık, put) tapınarak avunuyorlar” ifadelerini kullandı.

RTE’nin ekonomik başarısı (!!!) da fena bir avuntu sayılmaz…

BİLİRKİŞİ

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, aralık ayından başlayarak baz etkisiyle enflasyonun düşmeye başlayacağına işaret ederek, “Önümüzdeki yıl enflasyonun düştüğü ve bunun toplum tarafından hissedilir şekilde yaşandığı bir döneme girmiş olacağız.” dedi.

Elbet bir gün düşecek, ileriye tarih vere vere sonunda bilecek…

VARSA

Mafya iddiaları ile ilgili atışmada Kılıçdaroğlu Bakan Soylu’ya “Sırtını mafyaya dayarsan zaten bunları göremezsin. Bana dönüp diyorsun ki ‘İspatla’. İşte ispatladım, ne yapacaksın? Onurun varsa, şerefin varsa istifa edersin.”

Etmez…

İsmet İNÖNÜ : Ben Sizi Aç Bıraktım Ama Babasız Bırakmadım



İSMET İNÖNÜ : Ben Sizi Aç Bıraktım, Ama Babasız Bırakmadım

portresijpg
Prof. Dr. Kemal Arı

“ONUNCU YIL MARŞI” TAKINTISI…

 (-Ben Sizi Aç Bıraktım, Ama Babasız Bırakmadım)

 

Her ulus, kendi ulusunun geçmişiyle övünç duymak ister.

Bu övüncü de ya ünlü bir söylevle, ya bir anıtla ya da marşlarla ve
buna benzer başka bir şeyle tarihe not düşmek ister…

Cumhuriyetin “Onuncu Yıl Marşı” böyle bir tutkunun ve coşkunun eseridir.

Yazarı, cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden iki kişiye aittir:
Behçet Cemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel

Bestesi de Türk Müzik Tarihi’nin unutulmaz abidelerinden Cemal Reşit Rey

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yılı olan 1933 yılına girilirken,
ülkenin her yanında “Cumhuriyet on yaşını doldurdu” diye büyük bir coşku yaşanıyordu. Piyesler ve şiirler yazılıyor; bunlar okullarda değişik gösteri ve müsamerelerde okunuyor; izci yürüyüşleri yapılıyor; değişik spor etkinlikleri düzenleniyor; Cumhuriyet coşkusu toplumun her kesiminde büyük bir coşkuyla
terennüm ediliyordu.

  • Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
    On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan,
    Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan!
    Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.

Her marş, kendi döneminin koşulları içinde anlam kazanır. O günü empati yaparak
kendi iç dünyanızda canlandırıp yaşayamadığınız sürece ne yaparsanız yapın,
onu yeterince anlayacağınızı, kanıksayacağınızı ve hatta benimseyebileceğinizi sanmıyorum.

Eğer Cumhuriyetle ve onun değerleriyle bir derdiniz varsa;
onlara karşı allerji duyuyorsanız, bir biçimde o söylenen sözler size batıyorsa;
tarihe ön yargılar, ön yargıların oluşturduğu gözü karalık ve olumsuz etkilerle bakıyorsanız, o coşkuyu duyumsamanız elbette olanaklı olmaz…

Bunu geçtik…
Hep söylenir:

  • “Cumhuriyetin onuncu yıl marşını söylemek karın doyurmuyor.
    On yılda her yanı demir ağlarla örmüş de ne yapmış?
    Atatürk’ün ölümünden sonra, O’nun zamanında başlayan ilerleme ve gelişmeden eser mi kalmış?”

İlk başta eleştiri, Onuncu Yıl Marşı ile sınırlı kalacak sanıyorsunuz.
Hayır…
Ortada aslında bir İsmet İnönü alerjisi var…
Daha doğrusu İsmet Paşa üzerinden Atatürk alerjisi

Sağ gösterip, sol gösterme; Marş perde olarak kullanılırken, başka kimi değerlere ve tarihsel dönemlere vurarak siyaset yapma anlayışının öne çıktığı derhal anlaşılıyor…Uzatın da uzatın. Sonu yok ki bu tür bakış biçiminin?

Ama söz Atatürk’ten sonraki dönemin yani Tek Parti zamanlarının eleştirisi ise,
elbette onu da kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekiyor.
Hemen bir saptama yapalım:

  • 10 Kasım 1938 günü Atatürk öldü mü?

Öldü…
Hemen bir yıl sonra büyük bir dünya (AS : paylaşım) savaşı başladı mı?
Başladı… Ve bu savaş, bütün dünyayı yalım ateşi gibi sardı mı?
Kuşkusuz ve kesin olarak “evet”…
Peki; o zaman Türkiye’nin görüntüsü neydi?

Şöyleydi: Türkiye bir tarım ülkesiydi. Nüfusunun büyük bölümü hala köylerde yaşıyordu. Halkın temel üretim ve tüketim maddeleri tarım ürünleriydi. Savaş yıllarında Türkiye, Meriç’e dek Alman orduları dayandığında ve Meriç üzerinden Türkiye’ye doğru uzanan köprüler yapmaya başladıklarında, İsmet Paşa’nın başkanlığındaki Türkiye,
derhal savaş ekonomisi uygulamaya başladı.

Üretim süreçlerinde yer alması gereken nüfusun önemli bir bölümü askere alındı. Ülkenin bütün limanları; herhangi bir saldırı riskine karşı kapatıldı.
Dış Ticaret, krom ve magnezyum gibi değerli madenlerin satışı dışında
hemen hemen durdu.
Limanların önlerine mayınlar döşendi ve kentlerde karartma uygulanmaya başladı. Ardından da her an savaşa girilebileceği düşünülerek; zaten dış pazarlara sunulamayan, üstelik de o yıllarda yaşanan büyük kuraklık nedeniyle iyice düşen tarımsal verim düşüklüğüne karşın, devlet silolarında yoğun bir lojistik birikim yapıldı. Bu yıllarda ekonomi alt üst olduğu için, kimi temel tüketim malları karneye bağlandı.

Kimi açıkgözler karaborsacılık gibi yöntemlere başvurarak, yoksul halkın daha da
acı çekmesine neden oldular. Tahıl stoklarına el konuldu. Ekmek, zeytin ve şeker gibi ürünler karneyle verildi. Buğday unu çok değerli olduğu için, ondan pasta vb. gıda üretimi yasaklandı. Kimin ne denli ekmek alacağını Hükümet belirledi. Alınan ekmek karnelere işleniyor ve yeniden alınmasının önüne geçiliyordu.

Büyük kentlerde özel araçların trafiğe çıkması yasaklandı. Sonradan ticari araçlar da
bu kapsama alındı. Yeni vergiler uygulandı.
Tifo, kolera ve salgın hastalıklarda yoksulluk nedeniyle artış görüldüğü için
buna dönük çalışmalar yapıldı. Askeri harcamalar zorunlu olarak arttı.
Karadeniz’deki gemi seferleri durduruldu. Radyo yayınlarına kesintiler yapıldı ve
kimi bölgelerde gece sokağa çıkma yasağı uygulandı.

İnsanlar bu uygulamlalardan elbette çok etkilendiler; ama bütün bunlar savaş günlerinin doğurduğu zorunluklardı ve böyle bir ortamda ve bu etkenlerden olumsuz olarak etkilenen bir ülkede elbette sağlıklı bir kalkınma politikası izlenemezdi…
Can derdine düşmüş ve güvenliği en öncelikli konu olarak gören bir zaman diliminde, normal demokratik dönemlerin koşulları aranabilir mi?

Ara istersen… Kafa bu kadar algılıyorsa, yapılacak bir şey yok…
Ancak buna karşın, kimi önemli işletmelerin ve fabrikaların temeli atıldı.
Türkiye’de çok önemli görülen maddelerin üretilmesi için devlet yatırımları daha da artırıldı. Aşırı tasarruf düşüncesi uygulamaya konuldu. Çünkü bir anda savaşa girilirse, hangi cephelerde ne kadar durulabilir, ne denli büyük zorluklarla karşılaşılabilir;
bunu kestirmenin ve ateşin nerede duracağının önceden hiçbir güvencesi yoktu.
Söz konusu olan vatandı; ülke topluca yok olabilecek bir noktaya gelmişken,
çay yoktu, şeker yoktu yaklaşımı ne denli içten olabilir?

Bunları anlamak zor gelebilir bugün; ama koşullar öyleydi.
Devam edelim: Türkiye üç önemli ekonomik karar aldı:

1. Milli Korunma Kanunu
2. Varlık Vergisi Kanunu
3. Toprak Mahsulleri Vergisi’ne İlişkin Kanun

Türkiye ateş çemberi içinde kıvranır ve her an savaşa çekilmeye çalışılırken,
İsmet Paşa bir yandan İngiltere’yi, öte yandan Almanya’yı karşısına almamak için
son derece başarılı bir dış politika izledi.

Savaşın sonlarına doğru, sonradan Türkiye’yi Batı’ya daha da yanaştıracak sonuçlar doğuracak olan Sovyetler Birliği’nin kimi doğu illeri ve Boğazlar üzerinde hak isteği geldi. Bu durum karşısında, 1945 yılında savaş bittiği halde, Türkiye’nin sıkıntıları
sonradan NATO’ya girene dek (AS: Kore savaşına katkımız sonrası 1952) sürdü.

Diyeceksiniz ki; bunların tümü doğru şeyler miydi yani?
Eleştirebilirsiniz… Ben de eleştirebilirim…
Yanlışları bir bir sıralayabilirim. Şunlar olmamalıydı diyebilirim… Olabilir.
Hangi iktidar döneminde yanlışlar yapılmıyor ki?
Ama o zor koşullarda her şeye karşın Türkiye’yi savaşa sokmamayı ilke edinmiş kuşaklar, bunu bir övünç nedeni yaptılar ve gerçekten de ülkeyi savaşa sokmadılar.

Pisliklere, yolsuzluklara, akıl almaz ve vicdana sığmaz ahlaksızlıklara malzeme oldular.
Yurtseverlikleri tam; ülkelerine sevgisi dağlarca büyüktü…

Her şeyi bir yana bırakalım; bu içtenliklerine karşı bir saygı duygusu taşımak
gerekmiyor mu?

Sonradan Demokrat Partisi bu savaştan uzak kalma politikasını,
“Milletin erkekliğini öldürmek” gibi kırsal bir söylemle eleştirirken;
Yurt gezisinde ellerine döviz verilen çocuklar;
“Sen bizi aç bıraktın!” diye
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya karşı bağırtıldılar…

Buna karşın İsmet Paşa onlara şu yanıtı vermişti:

“Ben sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım…” (29.10.2014)

Kim sevmedi senWi başkan?

 

 

Kim sevmedi senWi başkan?
portresi

 

SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com

 

Gezi Parkı Olayları’nın çekirdeğini 1990’dan sonra doğan gençler oluşturdular.
Sonra, bunlara her yaştan yurttaşlar eklendi

  • “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan”

diyen Onuncu Yıl Marşı’nı doğrularcasına…

Başlangıcından bu yana çok zaman geçmedi; bugün Gezi Parkı Olayları’nın önemi konusunda herkes aynı düşüncede ama yorumlar alabildiğine farklı!
Mesela, Başbakan nasıl yorumladı?

– Önce sen haddini bileceksin. Bilmem ne platformuymuş, ne platformu olursan ol. Ayaklar ne zamandan beri baş olmaya başladı. Böyle şey olur mu? Milletin vermiş olduğu bir yetki var. Milletimizin verdiği bu yetkiyi kullanamaz duruma gelirsek
o zaman bittik demektir.

Bu tanı yanlıştır ve her yanlış tanı gibi yanlış tedavilere sürükler insanları.
Doğru tanıya varmanın yolu 90 doğumluları bilmekten geçer:
Bu kuşaktan olanlar genellikle analarından babalarından baskılanmamışlar,
dayak yememişlerdir, internet yoluyla ve konuştukları yabancı diller aracılığıyla yeryüzünün başka yerlerinde olup bitenleri iyi izlerler: Sadece hangi ülkenin hangi
pop şarkıcısının dinlemeye değer olduğunu değil dünyanın neresinde hangi çevre sorununun öne çıktığını da bilirler. Yeryüzünün gelişmiş ülkelerinin gençleri gibi
farklı olana saygılı, değişik düşünceye de hoşgörülüdürler.

Onlara “Önce sen haddini bileceksin!” diyenler böyle midir?

Hayır!

F. Çalmuk ve R. Çakır’ın “Kasımpaşalı” başlıklı kitaplarında yazıyor:

  • Başbakan çocukken kendini sık döven babasını yumuşatmak için onun ayakkabılarını öpermiş.

Bir gün Tayyip bir komşu kadına küfretmiş. Babası O’nu ayaklarından tavana asmış.
Yirmi dakika asılı kalmış, dayısı kurtarmış.
Çocukluğunda dayak yiyenler, gençliklerinde cemaat önderinin huzurunda haddini bilmenin gerektiğini belleyenler, baskı görmeden büyümüş gençlerin yaşamlarına, önemsedikleri çevreye vb. akla yatkın açıklama yapılmadan,
“Ayaklar ne zamandan beri baş oldu?” denerek zarar verilmesine
ne boyutta tepki vereceklerini kavrayamazlar.

Gençler bunu da anlamışlardır: H. Badilli’nin Gezi şarkısı ne diyor?

“Kim sevmedi söyle seni sayın başkan sen çocukken”

Anaları ve babaları tarafından dövülmemiş, baskılanmamış yurttaşlarını
sen bu yaştan sonra baskılamaya, dövdürmeye kalkarsan ne olur?
Gezi olur işte!
(Cumhuriyet pazar Dergi, 08.09.2013)
 

 

Rifat SERDAROĞLU : Ne çektin be Türkiyeli ?


Rifat SERDAROĞLU

portresi3

 

 

 

 

 

Ne çektin be Türkiyeli ?

Ne çektin be Türkiyeli şu Bakanlarından?
Çoğunu önce Belediyede işe aldın, adamlar para yüzü gördü.
Sonra Milletvekili yaptın, adamlar itibar gördüler.
En sonunda Bakan yaptın, adamlar Devlet gördüler.
Görmesine gördüler ama bir türlü istediğin kıvama gelemediler be Türkiyeli!

İşte bu demokrasi denen illet, böyle bir dert be Türkiyeli.
Adamı yoktan var edersin, mevki-makam-şöhret verirsin, adam gelir olmayacak yerde bir laf eder, düzelt düzeltebilirsen. Atsan atamazsın, satsan alan olmaz.
Hâlbuki Başkanlık veya Sultanlık gibi bir rejim olsa, adam bir gecede kaybolur,
bir daha kimse bulamaz, can korkusundan arayanı soranı da olmaz.

*BB (Bilinmeyen Bakan) (Bizce Bilinen!)
Hürriyet Gazetesinden Mehmet Y. Yılmaz kezlerce yazdı. Türkiyelinin görmemesi mümkün değil. Ama ne yalanlama ne de bir açıklama gelmiyor. Duvardan ses var, Müslüman Türkiyeliden yok!Kılıçdaroğlu’na akıl vermeye kalkan Swoboda’nın karısının üst düzey yöneticisi olduğu şirket ,1 milyar 400 milyon Dolar “RÜŞVET” dağıtmış ve şirketin Mali İşler Müdürü,
bir Türk Bakan ile bir akşam yemeği yemişti. İşin ilginç yanı, bu yemek tam da Türkiye’deki büyük bir ihale öncesi yenmişti. Şirketin eski finans direktörü,
Münih Savcılığına verdiği ifadesinde;

“Türkiye’de bir ihale almak için rüşvet verilmesi üst yönetimde kararlaştırılmıştı..
” dedi.

Sizce, Türkiyeli Eşbaşkan’ın haberi olmadan, bir Bakan böylesine büyük tutardaki
bir ihale öncesi yabancı şirket yöneticisi ile ne görüşebilir?Ne çektin be Türkiyeli, bu Bakanlardan? Ama ne yapacan, mecbur.
Adamlar çok şey biliyor! Üstelik cemaatte kaset de var!

*BB (Bakan Bozdağ)
Kabinenin en güzel sesli Bakanı, sanki hiç düşmanımız yokmuş gibi Hizbullah Terör Örgütünü de Türkiye’ye iyice düşman etti. “Hizbullah adını Hizbuşeytan” yapsın” dedi. Yaylanarak yürüyen Bakan Bozdağ, Hizbullah Lideri Nasrallah’ın, “Suriye bizim bel kemiğimizdir. Suriye’de Esad Kardeşimizin yanında savaşacağız” diye açıklama yapınca, eski İmam olan Bozdağ sinirlerine hâkim olamadı ve yukarıdaki sözleri söyledi.Hizbullah’tan yanıt gecikmedi; “Yakında Türkiye’de büyük eylemler yapacağız.”

Zaten başımızda El-Kaide var, El- Nusra Cephesi var, Özgür Suriyeciler var,
Çeçen Teröristler var, DHKP-C var, PKK var. Vizeler kalktıktan sonra, sınır tanımayan teröristler var. Adamlar birleşip Türkiye’yi “Bomba Manyağı” yapacaklar.
Bir de Hizbullah çıkardın be Bekir!
Ne çektin be Türkiyeli, bu Bakanlardan? Ama ne yapacan, mecbur. Adam İmam!

*BB (Bakan Bülent)
Kabinenin ağlayan kaşarı Bakan, Yuntdağ’a çıktı.
Yuntdağ yöresinin yarısı Manisa ilinde, öbür yarısı ise İzmir ili hudutları içindedir. Ege’nin rakımı yüksek yerlerindendir.
Çok sıcakkanlı, dürüst ve çalışkan insanlarımızın yaşadığı bir yerdir.
Bakan Bülent, oksijen bolluğundan olsa gerek, aniden efelenerek
şimdiye kadar kimsenin göremediği önemli bir konuya parmak bastı;Nasıl olur da Onuncu Yıl Marşı, Mehter Marşı‘nın önüne geçebilirdi!
Yoksa ülkede hala “Askeri Vesayet” mi devam ediyordu?
Ecdadından Derviş Memed’in yüzüne nasıl bakacaktı?
Osmanlı zamanında, Onuncu Yıl Marşı mı vardı?
Bu ne terbiyesizlikti? Bu konu derhal Bakanlar Kuruluna gelmeli ve gereken tedbir alınmalı idi. İleri demokraside, iki ileri bir geri gitmek varken,
Onuncu Yıl Marşı’nın ne işi vardı?

Ne çektin be Türkiyeli, bu Bakanlardan? Ama ne yapacan, mecbur.
Adama abi dedin bir kere! Üstelik cemaatin elindekileri de alamadı!

Daha sırada;– birbirlerine haklarını helal etmeyen,
İran Devrim Muhafızı gibi dolaşan,
– içki yasağına rağmen zil-zurna sarhoş olan,
– sekreterine imam nikâhı kıyıp ayrı ev açan… 
                     delikanlı(!) Bakanların var.
Anlaşıldı sen bunlardan daha çok çekecen be Türkiyeli.
(29.5.13)