Etiket arşivi: Sümerbank

ULUSAL TASARRUF – BİREYSEL TASARRUF İLİŞKİ VE ÇELİŞKİSİ : TASARRUFLARIMIZI NEREYE YÖNLENDİRECEĞİZ??

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

ULUSAL TASARRUF – BİREYSEL TASARRUF İLİŞKİ VE ÇELİŞKİSİ :
TASARRUFLARIMIZI NEREYE YÖNLENDİRECEĞİZ??

Hiç fark etmedik ama, 40-45 gün önce Tutum (Tasarruf) ve Yerli Malı Haftasını sessiz sedasız geçiştirdik. Hemen belirteyim haftanın adında Türkçe “tutum” sözcüğü olmasına karşın, “tutum” sözcüğü tekstilden politikaya başka alanlarda da kullanıldığı için bu yazıda konunun daha iyi anlaşılabilmesi için “tasarruf” sözcüğünü kullanacağız. Yine en baştan söyleyelim ki, ulusal tasarruf ile bireysel tasarruf arasında çelişki yerine güçlü bir ilişki olması gerekirken, son 40 yıldır ülkemizde bu iki kavram arasında çelişkinin ötesinde bir çatışma yaratılmıştır.

Karadeniz adlı vapurun TBMM kararı ile Haliç Tersanesinde bir sergi gemisi olarak düzenlenmesi sonrasında, 12 Haziran 1926’da İstanbul’dan yola çıkarak, içindeki yerli mallar ile 12 ülkenin 16 limanını ziyaret rotası, yalnızca bir ihracat hamlesi (AS: dışsatım atılımı) değil, Türk halkı için de bir ekonomik rota idi.

Tasarruf ve Yerli Malı Haftası kavramı ilk kez 12 Aralık 1929’da Türkiye Ekonomi Kurumu tarafından benimsenmiş ve 12-18 Aralık 1930’dan başlayarak her yıl etkinliklerle kutlanması kararlaştırılmıştır. 1934’ten başlayarak adı Milli Ekonomi ve Yerli Mallar Haftası olmuş, 1946’da adı Yerli Malı Haftası olmuş, 1950’de Ekonomi ve Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaya başlamış ve sonunda 1983’te Tutum, Yatırım ve Yerli Malı Haftası olmuştur. Dünyada da 1924’ten başlayarak pek çok ülkede 31 Ekim günü Dünya Tasarruf Günü olarak kutlanmaktadır. Pek çok ülkede Yerli Malı günü ve kampanyaları düzenlenmektedir.

Ne acıdır ki bu haftanın adının son olarak değiştiği 1983 yılı, aynı zamanda Türk Parasının Değerini Koruma Yasasının kuşa çevrilip neredeyse kaldırıldığı, özelleştirme saldırısı ile ulusal sanayinin yok edilmesi ya da yabancılara tesliminin ideolojik tabanının oluşturulduğu, dışalımın (ithalatın) serbest bırakılarak ottan çöpten dışalım malların vitrinleri doldurmaya başladığı tarih olmuştur. Bu yıllarda bir yılbaşı öncesi yaptığım İstanbul gezimde, Sirkeci’de tam da Emniyet Müdürlüğü binasının sırtında, ana cadde üzerinde, tümü dışalım (ithal) mallar satan bir mağazanın vitrininde “sürpriz kutusu” adı altında içinde plastikten yapılma bir “insan b.ku” satılıyordu! Bu nesnenin üzerine de canlıymış gibi duran parlak yeşil “b.k sineği” kondurulmuştu. Bu “sürpriz kutusu” ülkemiz için gerçekten bir utanç tablosuydu.

12 Eylül 1980 darbesinin ideolojik ve ekonomik nedenini oluşturan 24 Ocak 1980 kararları, büyük bir faşist baskı ortamında hükmünü yürütmüş ve 1980 sonrasında ortada ne tasarruf ne de yerli malı kalmıştır. Ulusal tasarruf kavramı ile bireysel tasarruf kavramının çelişkisi ve giderek çatışmaya başlaması da bu tarihten sonra olmuştur.

TASARRUF KÜLTÜRÜNÜN ULUSTA YARATILMASI

1. Dünya Paylaşım Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı ardından yanmış – yıkılmış bir ülkenin ayağa kaldırılması için ulusal seferberlik ilan edilmiş, yenilgiyi kabullenemeyen emperyalist ülkelerin ekonomik kuşatması sürerken, patlayan 2. Dünya Paylaşım Savaşı ülkede yeni bir yokluk dönemi başlatmıştı. Ekmeğin ve pek çok zorunlu tüketim maddesinin karneye bağlanması iktidarın keyfinden değil zorunluluktandı. Yokluk yılları, tasarruf edilen her şeyin ne denli değerli olduğunu kanıtladı. Pek çok şey yoktu. Ama yine de var olanlardan tasarruf etmek gerekiyordu. “Sakla samanı gelir zamanı” atasözü ilkokulda ilk öğrendiğimiz önemli atasözlerinden biriydi. Tasarruf ve Yerli Malı Haftası ilkokul çocuklarının sınıflara elma armut, fındık, kuru üzüm getirdiği şenlikli günlerdi. Ancak minik beyinlere bir şeyler aşılanıyordu. Tasarruf… Her alanda tasarruf…

Marka ayakkabılarımız yoktu. Kışın en soğuk ve karlı günlerinde Gızlaved marka siyah lastik çizme bulabilenler şanslı çocuklardı. Bayram harçlıklarımız çok küçük miktarlardı. Bize verilen 5 kuruş harçlığı mahalle bakkalında bozdurur, karşılığında çengele geçirilmiş ortası delik iki tane “100 para”, yani “2,5 kuruş!” alırdık. Ortası delik “40 para”lar, yani “bir kuruş”lar bile değerliydi. Bu paraları da harcamaya kıyamaz kumbaralara atardık. Kumbarası olmayan, kapağına delik açılmış kavanoz ya da konserve kutusuna atardı. Eliptik silindir biçiminde kumbaraların yanında kimi bankalar, minik heykelcik biçiminde kumbaralar dağıtırdı. Kumbara dolunca babamızla birlikte heyecanla bankaya gider içinden çıkan bozuk paraları kendi adımıza açılmış hesaplarda biriktirirdik.

MİLLİ (Ulusal) BANKACILIK

Osmanlı Bankası dışında ülkede yabancı banka yoktu. Küçük tasarruflar uılusal bankalarda toplanıp ekonomiye katılırdı. Bu bankalar sektörel olarak kurulmuş yardım sandıkları biçiminde örgütlenmişti. İlk kurulan İş Bankası salt tasarrufları toplayıp kredi olarak dağıtan bir kuruluş değil, aynı zamanda sanayi kuruluşları da açan bir ulusal yapıydı. 1933’te başlatılan sanayileşme atılımını destekleyen Sanayi Maadin Bankası sonradan değişip geliştirilmiş, Sümerbank ve ardından Etibank kurulmuştu (AS: Banka adlarına dikkat, eski Anadolu uygarlıkları!) . Bu bankalar halktan topladıkları tasarrufları yeni kurulmakta olan sanayi kuruluşlarına kredi (borç) olarak aktarıyordu. Sonraki yıllarda kurulan bankalar hep bu model üzerinde gelişti. Sümerbank kendi fabrikalarını geliştirirken, Etibank madenciliğe destek oluyor, Osmanlı döneminde Mithat Paşa önderliğinde kurulan (1862) Ziraat Bankası çiftçiye destek veriyor, Emlak Kredi Bankası konut yapımına destek oluyor, Halk Bankası esnafa, konut kooperatiflerine destek oluyor, Öğretmenler Bankası öğretmene, Tütünbank tütüncüye, Milli Aydın Bankası adıyla kurulan Tarişbank incir, üzüm üreticisine destek oluyordu.

Osmanlı döneminde Adapazarı’nda kurulup gelişen Türk Ticaret Bankası tüccara destek oluyor, Çukurova bölgesinde kurulan özel banka Pamukbank pamuk üreticisini destekliyordu. Uzun sözün kısası bireysel tasarruf ile ulusal tasarruf bir uyum içindeydi. Elbette toplumda yine varsıllar (zenginler), yine yoksullar (fakirler) vardı. Ancak hepsi aynı mahallelerde oturuyor, hepsinin çocukları aynı okula gidiyor, kimse kimseye giyimiyle yaşantısıyla hava atmıyordu. Bu sistem Demokrat Parti döneminde “küçük Amerika” olma hevesi ile darbeler almaya başladı. ABD ve NATO’ya teslimiyet ülke ekonomisini sarsmaya başladı. 4 Ağustos 1958’de yapılan büyük devalüasyon ile Türk parasının değeri ABD dolarının değeri karşısında %300’den çok düşürülerek 9 TL oldu. (AS: Örtük moratoryum = ülke iflası!)

DOLAR EGEMENLİĞİ BAŞLIYOR

Artık kendi parasını ve tasarrufunu güvencede tutmak isteyenler, her türlü yola başvurarak Dolar edinmek istiyordu. Dolar yasaktı ama karaborsada işlem görmeye başladı. Çarşılarda eli çantalı Dolar satıcıları bile türemişti. Dış ticaretle uğraşanlar dışalım kotalarını kullanabilmek uğruna Ticaret ve Sanayi Odalarını ele geçirme savaşına girişti. Yine de ABD parasının yasak olması nedeniyle Türk lirası o denli hızla değer yitirmiyordu. 70 Cent’e muhtaç olduğumuz günler bile oldu. Ancak yine de paramız paraydı. Ne olduysa 24 Ocak 1980 kararlarının mimarı Turgut Özal’ın önünü açan 12 Eylül darbesi ve ardından “Özal ekonomisi” ile oldu. Önce Türk Parasının Kıymetini Koruma Yasası kuşa çevrilerek işlevsizleştirildi. Sözde “devrim” yapılmıştı. Artık cebinde ABD Doları ve döviz taşıyanlar hakkında yasal işlem yapılmayacaktı. Artık ekonomide Dolar egemenliği başlıyordu. 1980 ve 90’lı yıllardaki yüksek enflasyon döneminde büyük para sahipleri dışında çok küçük tasarruf sahipleri bile tasarruflarını korumak için ABD Dolarına koştular. Türk lirası uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başlamıştı. O günlerde başlayan düşüş Türk parasından kaçışı öyle bir hızlandırdı ki, işte ulusal tasarruf ile bireysel tasarruf çatışması o zaman kendini gösterdi.

NASIL YOKSULLAŞTIRILDIK?

Bireysel olarak tasarruf etmek isteyen yatırımcı ya da sıradan vatandaş, yeni egemen ABD dolarına sarıldıkça ulusal anlamda yoksullaşıyorduk. Gerçek değeri birkaç kuruş etmeyen ABD Doları o denli değerlendi ki, 4 Ağustos 1958 devalüasyonu ile değeri 9 TL’ye yükseltilen ABD Doları günümüzde 13.5 TL ancak yakın zamanda paramızdan altı sıfırı attığımızı düşünürsek bu gün Dolar tam ON ÜÇ MİLYON BEŞ YÜZBİN TÜRK LİRASI!…

  • Özetle, toplumsal olarak 64 yılda tam BİR BUÇUK MİLYON KEZ YOSULLAŞTIRILDIK!

Bir örnek vermek gerekirse; 1958 yılında bir birim ürünü Amerika’ya satıp karşılığında Dolar getiren yerli üretici bugün aynı miktar Doları elde etmek için tam BİR BUÇUK MİLYON KAT ÇOK ÜRÜN satmak zorunda. O gün kilosu 9 liradan 1 kg muz dışsatımı yapan Anamur’daki çiftçi, bugün, aynı değeri elde etmek için BİR BUÇUK MİLYON KİLO muz satmak zorunda. Ya da bir başka deyişle başımızın tacı, “Milletin efendisi” köylü BİR BUÇUK MİLYON KEZ yoksullaştırıldı!.

Elbette üretici yoksullaşırken birileri de varsıllaştı (zenginleşti). Dolar karşılığında bu yoksullaşTIRmayı gören / yaşayan küçük büyük tasarruf sahipleri de daha büyük bir şehvetle ABD Dolarına saldırdı. Ülkede önce Dolar milyonerleri, sonra Dolar milyarderleri türe(til)di.

GELİR DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK

Ulusal ölçekte yoksullaşma kimi kişilerde yığılan büyük servetlere karşın toplumsal yoksullaşmayla sonuçlanıyor. Öyle ki, son uluslararası istatistiklere göre ülkemizde üst gelir dilimi %10’luk kesim, ulusal gelirin %55’ine el koyarken, alt gelir dilimindeki %50’lik vatandaş kesimi ulusal gelirin salt % 13’ünü paylaşıyor. En tepedeki %1’lik krem katman ise ulusal gelirin %40’ına el koymakta! (Dünya Eşitsizlik Veritabanı https://wid.world/) Elbette bütün bunlar olurken salt yurttaşlar yoksullaştırlmadı. Yurttaşların yoksullaştırılmasından önce ulusal değerlerimiz, bankalarımız, sigorta şirketlerimiz, ulusal sanayimizin kaleleri fabrikalarımız, haberleşme şirketlerimiz, enerji kurululşlarımız, yeraltı kaynaklarımız, kıyılarımız, limanlarımız, hatta suyumuz bile elden gitti! Ülke yoksullaşTIRILIRırken vatandaş da yoksullaşTIRILdı. Yoksullaşmayan kesim salt geleceğini yabancılara ve ABD dolarına bağlayanlar oldu.

O halde ne yapmalıydık?
Ne dernli birikimimiz (tasarrufumuz) varsa ABD Dolarında mı toplamalıydık?

Öyle de oldu. Üst gelir dilimindeki bin kişinin bir milyon Dolar edinmesi ile alt orta guruptan bir milyon kişinin bin Dolar edinmesi arasında Dolar açısından değişen bir şey yoktu. Hep dolar kazanıyordu. Değeri birkaç kuruş olan yeşil kağıt parçasının üzerine “100” yazdıklarında değeri 1350 TL ediyordu.

DOLARLAR NEREDE İSTİF EDİLİYOR?

Madem ABD parasına bu denli hücum vardı, bu denli para nerede istiflenecekti? Buna da “çözümü” 1985 yılında Turgut Özal, Döviz Tevdiat Hesapları ile getirdi. Artık Türk yurttaşları da bankalarda döviz hesabı açabileceklerdi. Yabancıların açtıkları hesaplar ise vergiden bağışık tutulmuştu. Günümüze gelindiğinde Döviz Tevdiat Hesapları öyle çok arttı ki, 2021 sonunda bankalardaki tasarruf hesaplarının yaklaşık %63’ü yabancı para cinsinden. Bunun da büyük kesimi USD. Bankalardaki 265 milyar Doların 93 milyar Doları şirketlere, gerisi kişilere ait. Üstüne üstlük artık çok az kalan Türk bankalarının her an batabileceği söylentileri ile bu hesapların büyük bölümü yabancı bankaların denetiminde.

  • Yani Türk halkının tasarrufu yabancıların denetimine girdi, muazzam miktarlara ulaşan banka kârları ya dışarıya akıyor ya da zor duruma düşen yerli firmaların teslim alınarak yabancıların eline geçmesinde kullanılıyor...

Elbette bankalarda yatan döviz hesaplarının dışında birde “yastık altı paraları” adı verilen ve miktarı asla bilinemeyen dövizler (Dolarlar) vardı ki; belirli bir kesimde bankalara güven sarsılması sonucu bu iş oluyordu. Bir de kara para sahiplerinin resmen gösteremedikleri paralar vardı. Bunlara bir de yurt dışındaki gizli hesaplardaki dövizleri eklediğinizde Türk halkının neden bu denli yoksullaşTIRILDIğı daha kolay anlaşılabiliyor.

ABD’YE YARDIM YA DA HİBE…

Değeri birkaç kuruş olan (dünyada karşılığı olmayan tek para) “yeşil kağıt parçası“nı edinmek için bunca yarışa girmenin Türk ekonomisindeki karşılığı ise ABD ekonomisine sorgusuz sualsiz destek, yastık altı Dolarlar ise hibe anlamına geliyor. Türk halkının birikimlerinin çok azı Türk ekonomisinin kullanımına sokulurken (Merkez Bankasının tuttuğu Munzam Karşılık kadarı) gerisi önce ülke ekonomisinin kalelerinin fethinde, sonra da yurttaşlarımızın yoksullaştırılmasında kullanılıyordu. Yoksullaşan Türk halkı da Kredi Kartı adı altında kendisine kaldırımlarda dağıtılan plastik paralarla çoğu yabancı olan bankaların tutsağı oluyor, yüksek faizle ya da temerrüde düşerek, haciz yoluyla soyuluyor, özekıyıma (intihara) sürükleniyor, köylülerimiz tarlalarını, traktörlerini yitiriyordu.

BİRİKİMLERİMİZİ NEREDE DEĞERLENDİRECEĞİZ?

Bunca yoksullaşTIRILan Türk halkının birikim yapacak durumu kalmasa da, yine de geleceğini güvence altına almak için biriktirebildiği birkaç kuruş için bir karar vermesi gerekiyor. Ancak bu karar ulusça toplu bir istenç (irade) ile verilmeli. Bunun için de gerçekten ulusal bir karar verilmeli. Bu karar bireysel seçimlerle oluşturulamayacak ölçüder çok değişkenlidir.

Türk halkının önüne, 1980 sonrası, birikimler için konan seçenekler şunlardı:

Geleneksel olarak altın. Emlak ve gayrı-menkul gelirleri. Cumhuriyet döneminde temeli atılan TL getirili banka birikimleri (tasarruf bonoları). 1980 sonrasında önü açılan yastık altı ya da döviz hesapları. Yine 1980 sonrasında patlayan borsa ve hisse senetleri. Bunlara son yıllarda bankalarda değerli madencilik adıyla açılan gram altın, gümüş hesapları ile ne-menem bir şey olduğu henüz anlaşılmayan Bitcoin hesapları (AS: küresel kumarhane!) hatta uzayda arsa almak (!?)  gibi uçuk kaçık araçlar (!’) eklendi! Neredeyse 24 saat ekonomi yayını yapan TV kanalları, gazetelerin 3-4 sayfayı bulan ekonomi sayfaları, internet haberleri ve türlü elatmalar (manüplasyonlar) ile halkımız bir sandalye kapma oyunundaki gibi boş (avantajlı) sandalye kapma yarışına girişmiş, nefes nefese birikim aracı (enstrüman) değişikliği peşinde. Her değişiklik sırasında alış ve satış fiyatları arasındaki farklılıklar nedeniyle bir miktar yitiriyor. Onların bireysel olarak yapmaya çalıştıkları bu iş için, bankalar, borsa simsarları, yabancı yatırımcılar, binlerce Dolar ücretle elemanlar çalıştırıyor.

  • Türkiye, bir avuç para babasının çöktüğü büyük bir kumarhaneye dönmüş durumda.

Sonuçta kumarhaneciden başka kazanan yok. Arada sırada raslantı ile kazanan birilerinin bol bol reklamı yapılıyor. Burada yitiren yurttaşlar için de her gün her saat oynama şanslarının olduğu, at yarışı, Sayısal Loto, On Numara, Kazı Kazan, Milli Piyango gibi kumar araçları var; onlar da yetmez ise internet ortamında iş yapan sanal kumarhaneler var.

Yukarıda saydığımız yatırım araçları arasında halkımızın en güvendiği ve geleneksel olarak elinde bulunduğu altın olsa da sonuçta, altına yatırılan para kişiyi güvende tutsa da, ulusal ekonomiye zerrece yararı yok. Köyden kente göç ve özellikle yoksullaşan köylülerin büyük kentlere akması, kent topraklarının daralarak değerinin giderek anormal yükselmesi ile emlak, vatandaşların tasarruflarını koruyan bir yatırım aracı gibi dursa da; bu paralar ekonomiye katılmak yerine bir avuç emlak simsarının cebine girmekte, sonuçta bir yurttaşın çalışarak asla sahip olamayacağı değerlere ulaşan konut fiyatları, yurttaşların altından kalkamayacakları bir boyut kazanmaktadır. İster yastık altı, ister bankalarda olsun döviz üzerinden birikimin ülke ekonomisini ne duruma getirdiğini yukarıda uzun uzun anlattık. Borsa adı verilen yatırım aracına ne denli güven olduğu hep tartışmalıdır. 1/3’e varan oranda kayıt dışı üretim ve ticaretin olduğu bir ülkede, borsada işlem gören kağıtlara ne denli güvenileceği tartışmalıdır. Üstelik siyasal istikrarın olmadığı ülkemizde bir siyasinin konuşması ile borsa değer kazanmakta ya da yitirmektedir. Oysa bir hisse senedinin değer kazanması ya da yitirmesi o şirketin üretimi, aldığı ya da yitirdiği işler, siparişler.. bilançosu ile ilgili olmalıdır. Bu çekinceler olmasa ve işlem gören kağıtlar ulusal şirketlere ait olsa, borsa yatırımı, görece ulusal ekonomiye katkısı olan bir yatırım türüdür. Son yıllarda gelişen değerli madencilik ya da gram altın, gümüş hesapları donmuş paralar olmadıklarından ve enflasyon karşısında değerini korudukları ve ekonomiye katkısı olduklarından, görece sakin limanlar olmalarına karşın bu hesapların artık çoğu yabancıların eline geçen bankacılık sistemindedir. Nasıl kullanıldığı, ulusal tasarruf kavramı içinde tartışılması gereken bir konudur. Bitcoin ve uzay arsaları konusunda yaşanan belirsizlikler ve bu paraların tümünün yurt dışına kaçıyor olması tümden konumuz dışında. Geriye ulusal bankalarda açacağımız TL hesapları kalıyor ki, Dolara bağımlı ekonomik sistemimizde son alınan kararlarla TL hesapları ancak Dolar kuru artışna dek gelir güvencesi ile bir miktar korunabilir duruma gelmiştir. Buradaki dövize indeskli mevduat getirisi güvencesi korumasının karşılığı tüm halkın bütçesinden karşılanacağı için, ulusal birikim kavramı ile ilgisi kalmamıştır.

ÇÖZÜM

Sorun, yukarıda anlatılan ölçüde çözümsüz ve karmaşık değildir. Çözüm Kolomb’un yumurtası gibi yalındır. Yumurtanın alt yanı sertçe vurulacak ve yumurta dik tutulacak, yani Türk ekonomisi ayağa kaldırılacak ulusal birikim ve bireysel birikim yeniden uyumlu duruma getirilecektir. Çözüm, Türk toprakları üzerinde ABD Doları ve öbür yabancı paraların, dış ticaret yapan sanayici ve tüccarlar dışında dolaşımının ve kullanımının yasaklanmasından geçmektedir. Döviz tevdiat hesapları derhal Türk lirasına çevrilecek, yastık altı yabancı paralarını Türk Lirasına çevirmeyenler hakkında eskiden olduğu gibi işlem yapılacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşuları ve öbür ülkelerle ticaretinde USD kullanımına son verilecek, karşılıklı ve ulusal paralarla ticarete geçilecektir. Bundan sonraki adım, özellikle bankacılık sisteminde ulusallaştırmaya geçilmesi, özelleştirilen stratejik kurumların kamulaştırılması, bundan böyle yabancılara satılmasının kesinlikle yasaklanması olmalıdır. Bu durumda yabancı bankalar, zaten tası toprağı toplayıp “Geldikleri gibi gideceklerdir”…

Bütün bu önlemler güçlü bir ulusal irade ile yani, yeniden Kemalist Devrim stratejisine dönmekle olanaklı olacaktır. İşte bu nedenle,

  • “Yaşasın Tam bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye!” diye haykırıyoruz.

İktisatsız istiklal mümkün müdür?

Barış DosterBarış Doster
Cumhuriyet, 05 Haziran 2021

 

Türkiye’nin ekonomideki yapısal sorunlarına, salgın hastalığın yükü de eklenince, ekonomi daha da kötüleşti. Bu gerçek, büyüme oranlarıyla, işsizlik verileriyle, istihdam göstergeleriyle, hayat pahalılığıyla görüldüğü gibi; esnafın, köylünün, çiftçinin haline de yansıyor. Üretim ekonomisinden kopmanın; ne var ne yok satan bir özelleştirme programının; planlamayı unutmanın; tarım, sanayi, hizmet sektörü arasındaki dengeyi kuramamanın sonuçları bunlar.

Ekonominin ulusal ve üretken olması için gereken koşultlar sağlanamayınca, güçlü bir ekonomi, bağımsız bir dış politika da olanaklı değil.

  • Ne tasarruf bilinci var ne ulusal bir bankacılık anlayışı.
  • Dış kaynak ihtiyacı yapısal.
  • Yüksek faiz,
  • yüksek enflasyon,
  • yüksek döviz kuru,
  • yüksek işsizlik,
  • yüksek dış borç sarmalında bir ekonomisi var Türkiye’nin. 

    Türkiye’nin. Bunlara ilaveten (AS: ek olarak) demokrasi ve hukuk alanında da çıta düşünce, yabancı yatırımcı çekmek çok kolay olmuyor.

  • ABD’yle yaşanan her gerilim, ekonomiye de yansıyor.  

Bu çıkmazdan kurtulmak için, halkçı, kamucu politikalar izlemek şart. Planlama şart. Olanaklarımızı ve önceliklerimizi doğru şekilde saptayıp sıraladıktan sonra, üretim seferberliğine yönelmek şart. Bankacılık sisteminin milli olması, üreticiyi, sanayiciyi, yatırımcıyı gözetmesi şart. Yüksek teknoloji içeren, katma değer yaratan bir sanayileşme politikası şart.

Türkiye bunları başarabilir mi peki? Elbette başarır. Cumhuriyet, dün başarmıştı. Yarın yine başarır. Yeter ki Cumhuriyetin ideolojisini, birikimini, deneyimini, kültürünü, özgüvenini kıskançlıkla ve kararlılıkla sahiplenen politikalar izlensin. Geçmişe dönüp neyi nasıl yaptığımıza bakalım kısaca…

MALİ EGEMENLİK VE MİLLİ EGEMENLİK

Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, Merkez Bankası yoktu. Tek milli banka, Mithat Paşa tarafından kurulan Ziraat Bankası’ydı. 23 yabancı banka vardı. Bunlar da ağırlıklı olarak ithalat ve ihracat için kredi veriyorlardı Türklere. Osmanlı Bankası dahil, mevduatın çok azını kredi olarak kullandırıyorlardı Türk girişimcilere. Yatırım yapmak isteyen sanayicilere, kredi vermekten çekiniyorlardı. Cumhuriyet, böyle bir bankacılık sistemi devraldığından, hızlı adımlar atmak zorundaydı. Öyle de yaptı.

26 Ağustos 1924’te, yani Büyük Taarruz’dan tam iki yıl sonra, bilinçli bir tarih seçimiyle, Türkiye İş Bankası kuruldu. 19 Nisan 1925’te, Türkiye Sınai ve Maadin Bankası kuruldu. Hedefi, sanayi ve madenleri işletmek, geliştirmekti. 1927’de Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. Hedefi inşaat sektörünü desteklemekti. 1930’da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu. 1932’de Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kuruldu. Hedefi, sanayiciyi desteklemekti. 1933’te Sümerbank kuruldu. 1933’te Türkiye Halk Bankası kuruldu. 1935’te Etibank kuruldu. 1937’de DenizBank kuruldu.

  • Üretimi, yatırımı, istihdamı, sağlıklı büyümeyi, bütüncül kalkınmayı amaçlayan Cumhuriyetin ekonomideki mucizesi, güçlü bir mali disiplinle gerçekleşti.

Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, mali egemenlik olmadan milli egemenlik olmayacağını iyi biliyordu. Çünkü Atatürk’e göre; iktisatsız istiklal mümkün değildi.

Bursa’yı ve Osman Gazi’yi Kurtaran Şehitleri Osmanlıcılar Reddetti

Bursa’yı ve Osman Gazi’yi Kurtaran Şehitleri
Osmanlıcılar Reddetti

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
11.09.2020, Bursa’nın Kurtuluş Günü

Yüz yıl önce, güzel yurdumuzun işgali sırasında herkesi derinden üzen olaylardan birisi İzmir’in işgali ise, öbürü Bursa’nın düşmesidir. İzmir’in işgali, direniş ruhunu ateşlerken, Bursa’nın düşmesi umutsuzluk yaratmıştır. Bu nedenle Bursa’nın işgalinden sonra duyulan üzüntüyü yansıtması için Meclis kürsüsüne siyah örtü (Püşide-i Siyah) örtülmüştür. Bu siyah örtü, Bursa’nın işgal altında kaldığı 2 yıl 2 ay 2 gün boyunca Meclis kürsüsünden kaldırılmamıştır.

İzmir, işgale karşı direnirken, Bursa, daha işgalciler görünmeden adeta teslim olmuş, bazı hainler tarafından işgalciler törenlerle karşılanmıştır. Bu nedenle Bursa’nın işgali Büyük Millet Meclisinde sert tartışmalara yol açmıştır. 2 yıl, 2 ay 2 gün işgal altında kalan Bursa, bundan tam 98 yıl önce 10 Eylül’ü 11 Eylül’e bağlayan gece önce milis kuvvetlerinin şehre girmesi, ardından da Türk ordusunun kenti almasıyla kurtarılmış, işgalciler çekilirken köylerde büyük katliamlar yaşanmış, geride derin bir acı bırakmıştır.

İşgalden kurtulan pek çok kent gibi, geride bir enkaz yığını kalmış, ancak Osmanlı Devletinin kuruluş başkenti, İpek Yolu üzerindeki ticaret merkezi olmasının yanı sıra tarım, tarımsal sanayi ve tekstil üretiminin birikimleri ile hızla ayağa kalkmış ve toparlanmıştır. Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk de bu kapsamda Bursa’ya özel bir önem vermiş ve 17 kez Bursa’yı ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerinden birinde de Türkçe Ezan’a karşı ayaklanma girişimleri sonrası 6 Şubat 1933 tarihinde ünlü Bursa Nutku’nu gençlere yol gösterici olarak söylemiştir.

Bursa’nın 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalmasına en anlamlı yanıtı Mustafa Kemal Atatürk büyük bir yatırımla vermiştir. Uzun yıllar Balkanların ve Ortadoğu’nun en büyük fabrikası olan Merinos Fabrikası, o günkü kısıtlı olanaklara karşın tam 2 yıl 2 ay 2 günde tamamlanmış ve Atatürk tarafından 2 Şubat 1938’de açılışı yapılmıştır. 1933’te faaliyete geçirilen Sümerbank’a ait bu dev fabrika, yünlü dokuma alanında ülkenin gereksinim duyduğu ürünleri sağladığı gibi, bir okul, hatta bir üniversite işlevi görmüş, Bursa’nın ekonomik ve sosyal yaşamı yanında her şeyi olmuştur. Binlerce işçiye iş yanında, okul, sosyal alanlar, enerji santrali, spor kulübü ve tesisleri, sağlık ocağı, itfaiye hizmetleri, tüketim ve yapı kooperatifçiliğine öncülük etme yanında sendikal hareketin de beşiği olmuş, TEKSİF Sendikası burada doğmuştur.

Ne acıdır ki 12 Eylül 1980 sonrası dayatılan özelleştirme furyası ile AKP döneminde bu değerli üretim tesisi kapatılmış, ancak Bursalıların büyük direnişi sonucu rant alanı olmaktan kurtulabilmiştir. AKP dönemi, yalnızca Bursa’nın simgesi durumundaki Merinos fabrikasının yok edilmesi ile kalmamıştır. Bu dönemdeki en büyük ihanet 10-11 Eylül 1922 günü Bursa’yı işgalden kurtarırken şehit olanlara karşı yapılmış, Osman Gazi’nin türbesinin yanıbaşındaki Şehitler anıtı FETÖ’cü Vali Şehabettin Harput döneminde kaldırılmıştır.

2013 yılında kaldırılan Şehitler Anıtının ve yanındaki Osman Gazi Türbesinin ibret dolu bir öyküsü vardır. Bursa’nın 8 Temmuz 1920 günü emperyalizmin maşası Yunan askerlerince işgalinden bir süre sonra, Yunan Kralı Venizelos’un oğlu Yüzbaşı Sofokles Venizelos Bursa’ya gelir. Osman Gazi’nin Tophane semtindeki türbesinin kapısını tekmeyle açan Venizelos, sandukayı da tekmeledikten sonra fotoğrafçılara poz verirken şöyle seslenir:

  • “Kalk ey koca sarıklı Osman. Ben geldim. Kalk da Bursa’yı kurtar.”

Bu haber Bursa’yı ve ülkeyi bir kez daha sarsar. 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz sonrası, Bursa da kurtarılır. Ancak bu kurtuluş sırasında pek çok şehit verilir. Ankara yolundaki Hacivat Köprüsü yakınlarında şehit olan kahramanların naaşları, simgesel olarak Osman Gazi Türbesinin önüne defnedilir ve bir süre sonra Türbenin önüne bir Şehitler Anıtı dikilir. Anıtın üzerinde Arap harfleriyle yazılı sözler yıllar boyu “Keşke Yunan galip gelseydi” düşüncesinde olanları rahatsız eder. Sonunda 2013 yılının Ocak ayında bir gece yarısı, zamanın “cumhurbaşkanı” Abdullah Gül’ün onayı, FETÖ’den hüküm giyen zamanın “valisi” Şehabettin Harput’un direktifi ve FETÖ üyesi olduğu için görevinden alınan zamanın “Belediye Başkanı” Recep Altepe marifetiyle Şehitler Anıtı gizlice kaldırılır.

Bursa, işgalden 93 yıl sonra, şehitler anıtının kaldırılmasıyla bir kez daha ihanetle yüz yüze gelmiştir. Şimdi bu anıtın tarihsel eser niteliğindeki taşları ve kitabesi bile kayıptır. Ancak hiçbir ihanet sonsuza dek hoşgörü örtüsü ardına saklanamaz. Kuvayı Milliyeciler Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin anısına yapılan saygısızlığı canlarını vererek yanıtlamışlar, ancak yeni Osmanlıcılar şehitlerine sahip çıkmak şöyle dursun ihanet etmişlerdir. Şimdi Atatürk devrimcilerinin önünde bir görev daha duruyor:

Kayıp Şehitler anıtının taşlarını ve kitabesini bularak o anıtı yeniden ait olduğu yere dikmek ve sonsuza dek işgalcilere yanıt vermek…

İşte Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçekler!

İşte Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçekler!

Ülkemizde son günlerde artan terör olayları, toplumun derin bir umutsuzluk duygusuna kapılması, ekonomik kriz, toplumsal ayrışma gibi kaygılar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk‘e olan özlemi artırıyor. Vatandaşlar bu artan özlem duygusu çerçevesinde bireysel olarak sosyal medya hesaplarında bir Atatürk hareketi yaratma çabasına giriyor. İşte vatandaşların sosyal medya üzerinde paylaştığı Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçek yönleri;
– “Atatürk sofradan doymadan kalkardı.
– Güreşir, ata binerdi.
– 14 kitap, üç gazete çıkardı”
ve daha neler neler…

İşte Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçekler!

MUSTAFA BÜYÜKSİPAHİ / SÖZCÜ

Geçtiğimiz günlerde Atatürk’ün hareketli görüntülerinin üstüne Duman Grubu’nun ‘Senden Daha Güzel’ şarkısıyla bir klip hazırlanmış ve bu görüntüler onbinlerce kişi tarafından sosyal medyada paylaşılmıştı. Hatta klibe internet siteleri de büyük ilgi göstermişti. Vatandaşlar şimdi de söz konusu bu videonun ardından Atatürk’ü kısaca özetleyen bir metin paylaşmaya başladı. Birçok sosyal medya kullanıcısı bu metni profillerden yayınlayarak daha çok kişiye ulaşması adına bir çaba içine girdi.

İşte o paylaşımlardan bazıları…

b

Sosyal medya paylaşımındaki bilgilerin doğrulamak üzere iletişime geçtiğimiz Araştırmacı Yazar Ahmet Gürel, Sözcü okurları için çok çarpıcı bilgilerin yer aldığı yeni bir makale hazırladı. Gürel, makalesinde Atatürk’e ilişkin pek çok kişinin bilmediği, duymadığı bilgileri paylaştı. İşte Gürel’in o makalesi….

BOYU 170 CM CİVARINDAYDI

Atatürk‘ün boyu 1.70 civarındadır, bu konuda net bir rakam bulunmamaktadır. Kilosu ise askerlik yıllarında, 50-55 kg iken, ileri yaşlarda 75 kg dolayındaydı. 42 numara ayakkabı giyiyordu. Ayakları taraksız ve narindi.

a

‘SOFRADAN DOYMADAN KALKARDI’

Atatürk’ün en sevdiği yemek, etsiz kuru fasulye ile pilavdı. Boğazına çok düşkün olmayan Mustafa Kemal çoğu zaman sofradan tam doymadan kalkardı. Bir diğer sevdiği yemek ise karnıyarıktı. Karnıyarık yemeğini pilav ile karıştırıp yerdi. Öğlen yemeklerinde daha çok ayran ve limonata içmeyi tercih ediyordu.

‘ELBİSELERİNİ KENDİSİ TASARLARDI’

Kahveyi de çok seven Gazi, günde 15-20 fincan Türk kahvesi ve yaklaşık 40 adet sigara içiyordu. Atatürk‘ün tüm gömlekleri beyaz ve bej rengindeydi. Gömleklerine yedek kol manşeti ve yaka yaptırırdı. Gelen hediye yabancı kumaşlardan elbise diktirirken, yerli malı haftasının konmasından sonra Sümerbank‘ın kendisine özel hazırladığı kumaşlardan giysilerini yaptırmıştır. Elbiselerinin modelini kendisi tarif ederdi. Gömleğinin sol göğüs üzerine dairesel olarak iç içe geçmiş “G.M.K.” harflerini işletmiştir. Boyun kısmında içte “KEMALAT Yani D. Grammatika” etiketi dikilmiştir.

c

DÖRT YABANCI DİL BİLİYORDU

Fransızcayı yazıp, konuşabilir, Almancayı ise anlar ama konuşmazdı. Farsça ve Arapçayı mükemmel derecede bilmekteydi. Mustafa Kemal, çok kitap okuyan biriydi. Toplam 3977 kitap okumuştur. Bir ömürde bu kadar kitap okunması inanılmaz bir sayıdır. Sakarya meydan muharebesi sırasında, top gürültüleri altında, çadırında J.J. Rousseau’nun eserlerinin tümünü okuduğunu, 1921 yılında TBMM’nde yaptığı bir konuşmasında açıklamıştır. Çoğunlukla Çankaya Köşkü’nde ve Anıtkabir’de yer alan kitapları üstün körü değil, önemli satırlara not düşerek okuduğu bilinmektedir. Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın hazırlıklarının sürdüğü o yoğun günlerde dahi vakit bularak kitaplarını okumuş, özellikle Reşat Nuri’nin ‘Çalıkuşu’ romanından çok etkilenip İsmet Paşa’ya da okuması için vermiştir.

TOPLAM 14 KİTAP YAZDI

Atatürk, geometri kitabı yazarak Türkçemize kazandırdığı terimler :

  • Açı, açıortay, alan, artı, beşgen, boyut, çap, çarpı, çekül, çember, dış ters açı, dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eksi, eşit, eşkenar, iç ters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, paralelkenar, taban, teğet, toplam, türev, uzay, üçgen, yamuk, yataydır.Atatürk‘ün bu kitap dışında 13 kitabı daha bulunuyor. Bunların arasında;

    – ‘Medeni Bilgiler’,
    – ‘Karlsbad Hatıraları’,
    – ‘Bölüğün Muharebe Eğitimi’

    gibi hem askeri hem de toplumsal konulara yönelik kitapları dikkat çekiyor.

a

 

ATLARI VE KÖPEKLERİ ÇOK SEVERDİ

Günümüzde Atatürk çiçeği adıyla bilinen süs bitkisinin Türkiye’de yetiştirilmesi ve tanınmasına önayak olan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yetiştirilmesi sırasında görev alan bitki bilimcilerden gelen öneri üzerine Türkçe’de çiçeğe “Atatürk” adı verilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, atları ve köpekleri çok severdi. Çok sevdiği Sakarya adlı atını, eşi Latife Hanım’a hediye etmiştir. Alp ve Alber adlı köpeğinden sonra, Mustafa Kemal’in yaşamında en önemli köpek hiç şüphesiz ‘‘Foks” adındaki köpeğidir. Seyyar fotoğrafçılık yapan Hasan Efendi adındaki birisinden 50 lira gibi yüksek bir fiyata satın aldığı Foks, aslında bir sokak köpeğidir. Foks, Atatürk’ün en sevdiği hayvan olarak Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde her zaman
el üzerinde tutulmuş, ona her zaman büyük özen gösterilmiştir. Foks öldükten sonra doldurulup mumyalanmış. Halen de ‘Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde sergilenmektedir.

GÜREŞİR, DÜZENLİ ATA BİNER VE YÜZERDİ

Sporu her yönü ile teşvik eden Ulu Önder Atatürk, spor sayesinde zindelik ve güç kazanılacağını söylüyordu. Sağlık açısından vazgeçilmez bir unsur olan sporu kendisi de yapmaktaydı.

  • Türk gençliğine ‘Gençlik ve Spor Bayramı’nı armağan ederekspora verdiği önemi ortaya koymuştur. En çok sevdiği spor ise güreşti.
    Düzenli olarak ata biner, yüzer ve bilardo oynardı.

e

ÜÇ GAZETE ÇIKARDI

Sanata olan ilgisi yalnızca müzikle sınırlı değildi.
Okul yıllarından başlayarak yazdığı şiirleri vardır.

Ayrıca “Minber”, “İrade-i Milliye” ve “Hakimiyet-i Milliye” olmak üzere
3 gazete çıkarmıştır.

Edebiyat ve sinema da sevdiği ve ilgilendiği sanat dalları idi. İlk operamız olan “Özsoy”u sahneye koyduran ve İran Şahı’na izlettiren de kendisidir.

UNESCO’DAN YÜZYILIN LİDERİ UNVANI ALDI

Atatürk, 08 Kasım gününden başlayarak iki gün komada kalarak, 10 Kasım 1938 günü saat; 9.05’te yaşamını yitirdi

Atamızı sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyoruz. Ölümünün arkasından UNESCO tarafından “Yüzyılın Lideri” unvanı verilmiş ve 21. yüzyılda tüm dünyada anılmaktadır.

*****
Değerli dostumuz ve ADD’den uzun yıllar dava arkadaşımız Sayın araştırmacı – yazar Ahmet Gürele, SÖZCÜ gazetesinde yazdığı bu makale için teşekkür ederiz..
Sevgi ve saygı ile. 07 Ocak 2017, Ankara 

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM


19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM

portresi2

 

 

 

 

Suay Karaman

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 94. yılını siz değerli dostlarla birlikte Konya’da kutlamaktan mutluluk duymaktayım ve bu anlamlı etkinliği düzenleyen başta CHP Konya Selçuklu İlçe Başkanlığı olmak üzere 19 Mayıs Platformu’nun
tüm bileşenlerine teşekkürlerimi sunuyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Osmanlı Devleti, koşulları çok ağır olan
Sevr Antlaşması‘nı imzalamak zorunda bırakılmıştı. Ordusunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştı. Anadolu işgal edilmişti. Uzun savaş yılları boyunca millet yorgun
ve yoksul bir durumda kalmıştı. Ülkeyi yöneten hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı. Padişahın ise kendini ve tahtını korumaktan başka bir düşüncesi yoktu.

Bu koşullar altında Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı tek şey vardı; emperyalist güçler tarafından bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulus için kurtuluş savaşına başlamak. İşte bu nedenle 19 Mayıs 1919 tarihi, vatanın kurtulması için örgütlenen
Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesinin başlangıcıdır.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da bir ulusun yazgısını ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923’te çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda,
42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdi.
57 yaşında yaşama veda ederken, mutluydu; çünkü başarmıştı.

Yapılan Kemalist devrimlerle, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması amaçlanmıştı. 1923 – 1938 arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkının büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçğüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.

Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma atılımına girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz:

Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır.
– Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur.
Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur.
– Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır.
– Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır.
– Gemlik Suni İpek Fabrikası,
– Bursa Merinos Fabrikası,
– İzmit Kağıt Fabrikası …

gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur.

1930’da Sanayi Kongresi,
1931’de Ziraat Kongresi toplanmıştır.
Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.

Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931’de Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları, eldeki kıt kaynaklarla
halkın gereksinimlerinin en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır ve temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışalım (ithal edilmek) zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.

1933’te Sümerbank kurularak, devletin iktisadi yaşama girişi gerçekleşmiş ve doğrudan doğruya devlet işletmeciliği başlatılmıştır. Ardından, büyük bölümü yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935’te yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi,
madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur.

1. Kalkınma Planı döneminde Toprak Reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile
devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir. Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına
geçici süre ara verilmiş ve Devlet, savaş ekonomisine uygun kimi önlemler almıştır.

Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette.
Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka,
bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923’te kişi başına düşen ulusal gelir yalnızca 45 $ iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.

1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 dışında, 1923 – 1946 arasında
dışsatım (ihracat) hep dışalımdan (ithalattan) çok olmuştur.

1929-1939 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 arasında %10, 1930-1940 arasında %5 artmıştır.

1923’te 140 olan fabrika sayısı, 1933’te 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923’te 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940’ta 3.000.000 ton olmuştur. 1923’te üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923’te kağıt üretimi yoktur, 1940’ta 10.000 ton üretilmiştir. 1923’te demir – çelik üretimi yoktur, 1940’te 40.000 ton üretilmiştir. 1923’te 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940’ta 400 milyon kwh olmuştur. 1923’te 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940’ta 7.500 km olmuştur. 1923’te şeker üretimi yoktur ama 1940’ta 90.000 ton şeker üretilmiştir.

1923’te %5 olan okuma-yazma oranı, 1940’ta %25 olmuştur. 1920’lerin başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına
öbür İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır.

Bütün bu veriler herkes tarafından bilinirken, bu gurur verici geçmişi yok saymak için, demokratik ve laik cumhuriyetle hesaplaşmak için bekleyen kendini bilmezler,
karanlıkta boğulacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede (1923-38) yaratılan gurur verici tablonun ardında;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik ilkeleri, yani “6 Ok” bulunmaktaydı.

Atatürk’ün tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti,
ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.

Yıllardır Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle
çok partili düzenle birlikte Kemalizm’in ilkelerinden ödün vermiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, Aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Yıllardan beri dinci örgütlenmelere ortam hazırlanmış; bugün laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletini terk etmek konumuna gelinmiştir. Ne yazık ki gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan yöneticiler, emperyalist güçlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına, bitirilmesine ve paylaşılmasına aracılık etmektedir.

Yıllardır siyasal iktidarlar, ABD ve AB emperyalizmine kucak açmış, Avrupa Birliği’ne üye olmak adına tam bağımsızlığımızı ve onurumuzu feda etmek istemektedirler.

UNESCO,  üye  156  ülkenin  oybirliği  ile  1981  yılını,  Atatürk Yılı  ilan  ederken,  kararın  gerekçesinde,  Atatürk  şöyle  tanımlanıyordu:

  • ”Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan
    ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında  renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu……”

UNESCO’nun bu tanımından sonra, sömürge valisi edalarıyla ülkemize gelen AB’nin ve ABD’nin yetkilileri, olur olmaz her konuda fikir vermektedirler. Atatürk’ün resimlerinden korkan, Kemalizm’i terk etmemiz gerektiğini söyleyen bu yüzsüzler, ülkemizin bölünmesi için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu Sevr özlemcileri, bölünmemiz ve bağımsızlığımızı yitirmemiz için, yerli işbirlikçileriyle birlikte her yola başvurmaktadırlar. Dıştan ve içten gelen her türlü Kemalizm karşıtı saldırılar, Türkiye’de ulusal devleti çökertmek amacını taşımaktadır.  Ancak, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliği bütün olumsuzlukları yenecek güçtedir ve Kemalizm’e her zaman
sahip çıkacaktır.

Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları “babalar gibi” satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst düzeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 11 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır.
Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir. Terör ülkemizi vurmuş ve terör örgütüyle pazarlık aşamasında “yeni anayasa” yapılmak istenmektedir. Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum içler acısıdır.  Genel durum ve görünüm şimdilik parlak değildir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasal iktidarın dünyanın
17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre kadın – erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 121. sıradadır. Türkiye basın özgürlüğünde 138 ülke arasında 135. sırada, yargı bağımsızlığında ise 82. sırada yer almaktadır.

Ülkeyi yöneten siyasal iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

Silivri’de zulüm altında tutularak, hayali suçlamalarla yargılanan yurtsever
ve Kemalist aydınlar, yıllardır onur savaşımı (mücadelesi) vermektedirler.

  • Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşen siyasal iktidarın amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır.
    Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme çabaları sonuç vermeyecektir.

Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz Atatürk, 20 Ekim 1927’de,
CumhuriyetiTürk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı:

  • “Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere,
    yurdun içinde yönetim başında bulunanlar; aymazlık, sapkınlık ve üstelik
    hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri,
    kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların
    siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”

“10 Kasım’da yaygara kopartıldı”, “Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen ve ulusal bayramlarımızı yasaklayan karanlık zihniyetler
ne yaparlarsa yapsınlar; başaramayacaklardır. Çünkü bu topraklarda
Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük rüzgarları esmektedir.

Ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcından 94 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. 94 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güçbirliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 94 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünürsek umutsuzluğa kapılabiliriz. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar için umutsuzluğa yer yoktur, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluk diye bir olgu söz konusu değildir. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir biçimde
tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.

Bunun için tüm yurtsever güçlerin bir araya gelip örgütlenmesi, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem “6 Ok”unda olduğunu bilerek il il, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak bütün bu olumsuzlukların, ülkemizin üstündeki kara bulutların topluma anlatılması gerekmektedir.
Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için,
hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir.

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda sürekli ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan,
19 Mayıs’ın 94. yılı kutlu olsun!

Hepinizi saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.

(İlk Kurşun Gazetesi, 20 Mayıs 2013)