Etiket arşivi: Ahmet Gürel

Emperyal algı ve olgular

Gürel'in 6. kitabı Hollanda'da basıldı - Hayatın İçinden HaberleriAHMET GÜREL

Atatürk Araştırmacısı
Cumhuriyet, 24 Nisan 2022

Türklerle 800 yıl birlikte yaşayan ve “Sadık Millet” unvanı alan Ermeniler, 1839 Gülhane Hattı Hümayunu ve 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra Ermenilere Osmanlı İmparatorluğu devlet kademesinde daha çok rol verilmeye başlanmıştır.

1878 yılında kurulan Karahaç Cemiyeti, bir gazetede “kan dökmeden hürriyet elde edilemeyeceğini” yazmıştır. Taşnak Komitesi’nin yayımladığı ilk emir ise “Türk’ü, Kürt’ü her yerde, her türlü şartlarda vur. Gericileri, hainleri, sözünden dönenleri, hafiyeleri öldür, intikam al” olmuştur.

Osmanlı ordusu I. Dünya Savaşı’na girdiği an, Taşnaklar tarafından yönetilen Ermeni Milli Bürosu, hemen II. Nicola’ya bağlılık bildirisinde şunlar yazılmıştır:

  • “…Rus bayrağı, İstanbul ve Çanakkale boğazlarında özgürce dalgalanacaktır. Sizin emirlerinizle ve yüce devletiniz, Türkiye boyunduruğu altındaki halklara özgürlük verecektir.”

Türk ordusu, Ruslar önünde Sarıkamış bozgununu yaşarken Ermeniler, Ruslara yardımcı olmak için Bitlis’te ve Van içinde kanlı ayaklanmalar düzenlemişlerdir. Van’da Rus himayesinde bir Ermeni devleti kurulmuştur.

GERÇEKTE NE OLDU?

Osmanlı Devleti bir ölüm kalım mücadelesi verirken, kendi vatandaşları olan Ermenilerin bu davranışları, savaşın başarılması için engel oluşturuyordu. Osmanlı Devleti yöneticileri onların zararsız duruma getirilmesi gerektiği kanısına varmışlardı. 24 Nisan 1915 tarihinde, yürürlüğe konulan “Geçici Göç Yasası”yla, öncelikle Osmanlı’ya karşı gelen ve düşmanla işbirliği yapan Ermenilerin kimliklerinin saptanmasına başlanmıştır. Bu yasayla, savaş alanından uzaklaştırılması planlanan Ermenilerin, Suriye, Halep, Şam ve Filistin gibi Osmanlı’nın savaş dışı bölgelerinde yerleşimi öngörülmüştür.

Gerçekten de 24 Nisan 1915 tarihinde ne oldu? O tarihte, Osmanlı Hükümeti’nce 2345 Ermeni lideri ve ihtilalcisi Anadolu’da olaylara karıştıkları nedeniyle tutuklanmıştır. Aynı gün, iletişim araçları yeterli olmamasına rağmen, Bütün Ermeniler Katalikosu olan Başpiskopos Kevork, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na Türklerin “Ermeni katliamı” yaptığını duyurmuştur.

ÇARPICI İTİRAF

Ermenistan’ın 1918-1920 tarihleri arasında ilk başbakanı olan Ovanes Kaçaznuni, Ermeni gerçeğinin yanlışlarını o yıllarda görmüştür. “Büyük Ermenistan” hayalinin gerçekçi olmadığını saptayan bu liderin tehcir konusundaki tespiti çok ilginçtir, okuyalım:

  • “1915 yaz ve sonbahar döneminde, Türkiye Ermenileri zorunlu tehcire tabi tutuldu, kitlesel sürgünler ve baskınlar gerçekleştirildi.(…).Avrupa diplomasisinin vaatleri doğrultusunda, bağımsızlığımızın temelini oluşturması gereken bölgeler boşaltıldı; Ermeni illeri, Ermenisiz kaldı. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir konu bulunmamaktadır. Sonradan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözümü açısından bu yöntem, en keskin ve en uygun bir yöntemdi.”

İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Sir A. Gebdes’in, 1 Haziran 1921 tarihli “Foreigne Office”in 371/650 sayısında hazırladığı raporda, “Senatoda, Osmanlı Hükümeti’ni suçlayacak hiçbir belgeye rastlanmamıştır. Ermenilerin sunmuş oldukları belgelerin, hiçbir hukuki değer taşımayan belge olduğu anlaşılmıştır” ve İngiltere’nin ABD Büyükelçisi R. C. Craige’nin, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği yazıda, ”Bu belgeler içinde; yargılanmak üzere Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhine kanıt olarak kullanılabilecek hiçbir şeyin bulunmadığını üzülerek arz ederim” denilmektedir.

Tarihsl gerçekleri saptıranlara, yıllardır emperyalist ülkelerin oyununa gelenlerin, nasıl yalnız bırakıldığını bir daha anımsatırken, Ermenistan’ın ilk başbakanı olan Ovanes Kaçaznuni’nin kitaplarını önermekte yarar var.

İşte Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçekler!

İşte Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçekler!

Ülkemizde son günlerde artan terör olayları, toplumun derin bir umutsuzluk duygusuna kapılması, ekonomik kriz, toplumsal ayrışma gibi kaygılar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk‘e olan özlemi artırıyor. Vatandaşlar bu artan özlem duygusu çerçevesinde bireysel olarak sosyal medya hesaplarında bir Atatürk hareketi yaratma çabasına giriyor. İşte vatandaşların sosyal medya üzerinde paylaştığı Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçek yönleri;
– “Atatürk sofradan doymadan kalkardı.
– Güreşir, ata binerdi.
– 14 kitap, üç gazete çıkardı”
ve daha neler neler…

İşte Atatürk hakkında bilmediğimiz gerçekler!

MUSTAFA BÜYÜKSİPAHİ / SÖZCÜ

Geçtiğimiz günlerde Atatürk’ün hareketli görüntülerinin üstüne Duman Grubu’nun ‘Senden Daha Güzel’ şarkısıyla bir klip hazırlanmış ve bu görüntüler onbinlerce kişi tarafından sosyal medyada paylaşılmıştı. Hatta klibe internet siteleri de büyük ilgi göstermişti. Vatandaşlar şimdi de söz konusu bu videonun ardından Atatürk’ü kısaca özetleyen bir metin paylaşmaya başladı. Birçok sosyal medya kullanıcısı bu metni profillerden yayınlayarak daha çok kişiye ulaşması adına bir çaba içine girdi.

İşte o paylaşımlardan bazıları…

b

Sosyal medya paylaşımındaki bilgilerin doğrulamak üzere iletişime geçtiğimiz Araştırmacı Yazar Ahmet Gürel, Sözcü okurları için çok çarpıcı bilgilerin yer aldığı yeni bir makale hazırladı. Gürel, makalesinde Atatürk’e ilişkin pek çok kişinin bilmediği, duymadığı bilgileri paylaştı. İşte Gürel’in o makalesi….

BOYU 170 CM CİVARINDAYDI

Atatürk‘ün boyu 1.70 civarındadır, bu konuda net bir rakam bulunmamaktadır. Kilosu ise askerlik yıllarında, 50-55 kg iken, ileri yaşlarda 75 kg dolayındaydı. 42 numara ayakkabı giyiyordu. Ayakları taraksız ve narindi.

a

‘SOFRADAN DOYMADAN KALKARDI’

Atatürk’ün en sevdiği yemek, etsiz kuru fasulye ile pilavdı. Boğazına çok düşkün olmayan Mustafa Kemal çoğu zaman sofradan tam doymadan kalkardı. Bir diğer sevdiği yemek ise karnıyarıktı. Karnıyarık yemeğini pilav ile karıştırıp yerdi. Öğlen yemeklerinde daha çok ayran ve limonata içmeyi tercih ediyordu.

‘ELBİSELERİNİ KENDİSİ TASARLARDI’

Kahveyi de çok seven Gazi, günde 15-20 fincan Türk kahvesi ve yaklaşık 40 adet sigara içiyordu. Atatürk‘ün tüm gömlekleri beyaz ve bej rengindeydi. Gömleklerine yedek kol manşeti ve yaka yaptırırdı. Gelen hediye yabancı kumaşlardan elbise diktirirken, yerli malı haftasının konmasından sonra Sümerbank‘ın kendisine özel hazırladığı kumaşlardan giysilerini yaptırmıştır. Elbiselerinin modelini kendisi tarif ederdi. Gömleğinin sol göğüs üzerine dairesel olarak iç içe geçmiş “G.M.K.” harflerini işletmiştir. Boyun kısmında içte “KEMALAT Yani D. Grammatika” etiketi dikilmiştir.

c

DÖRT YABANCI DİL BİLİYORDU

Fransızcayı yazıp, konuşabilir, Almancayı ise anlar ama konuşmazdı. Farsça ve Arapçayı mükemmel derecede bilmekteydi. Mustafa Kemal, çok kitap okuyan biriydi. Toplam 3977 kitap okumuştur. Bir ömürde bu kadar kitap okunması inanılmaz bir sayıdır. Sakarya meydan muharebesi sırasında, top gürültüleri altında, çadırında J.J. Rousseau’nun eserlerinin tümünü okuduğunu, 1921 yılında TBMM’nde yaptığı bir konuşmasında açıklamıştır. Çoğunlukla Çankaya Köşkü’nde ve Anıtkabir’de yer alan kitapları üstün körü değil, önemli satırlara not düşerek okuduğu bilinmektedir. Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın hazırlıklarının sürdüğü o yoğun günlerde dahi vakit bularak kitaplarını okumuş, özellikle Reşat Nuri’nin ‘Çalıkuşu’ romanından çok etkilenip İsmet Paşa’ya da okuması için vermiştir.

TOPLAM 14 KİTAP YAZDI

Atatürk, geometri kitabı yazarak Türkçemize kazandırdığı terimler :

  • Açı, açıortay, alan, artı, beşgen, boyut, çap, çarpı, çekül, çember, dış ters açı, dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eksi, eşit, eşkenar, iç ters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, paralelkenar, taban, teğet, toplam, türev, uzay, üçgen, yamuk, yataydır.Atatürk‘ün bu kitap dışında 13 kitabı daha bulunuyor. Bunların arasında;

    – ‘Medeni Bilgiler’,
    – ‘Karlsbad Hatıraları’,
    – ‘Bölüğün Muharebe Eğitimi’

    gibi hem askeri hem de toplumsal konulara yönelik kitapları dikkat çekiyor.

a

 

ATLARI VE KÖPEKLERİ ÇOK SEVERDİ

Günümüzde Atatürk çiçeği adıyla bilinen süs bitkisinin Türkiye’de yetiştirilmesi ve tanınmasına önayak olan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yetiştirilmesi sırasında görev alan bitki bilimcilerden gelen öneri üzerine Türkçe’de çiçeğe “Atatürk” adı verilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, atları ve köpekleri çok severdi. Çok sevdiği Sakarya adlı atını, eşi Latife Hanım’a hediye etmiştir. Alp ve Alber adlı köpeğinden sonra, Mustafa Kemal’in yaşamında en önemli köpek hiç şüphesiz ‘‘Foks” adındaki köpeğidir. Seyyar fotoğrafçılık yapan Hasan Efendi adındaki birisinden 50 lira gibi yüksek bir fiyata satın aldığı Foks, aslında bir sokak köpeğidir. Foks, Atatürk’ün en sevdiği hayvan olarak Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde her zaman
el üzerinde tutulmuş, ona her zaman büyük özen gösterilmiştir. Foks öldükten sonra doldurulup mumyalanmış. Halen de ‘Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde sergilenmektedir.

GÜREŞİR, DÜZENLİ ATA BİNER VE YÜZERDİ

Sporu her yönü ile teşvik eden Ulu Önder Atatürk, spor sayesinde zindelik ve güç kazanılacağını söylüyordu. Sağlık açısından vazgeçilmez bir unsur olan sporu kendisi de yapmaktaydı.

  • Türk gençliğine ‘Gençlik ve Spor Bayramı’nı armağan ederekspora verdiği önemi ortaya koymuştur. En çok sevdiği spor ise güreşti.
    Düzenli olarak ata biner, yüzer ve bilardo oynardı.

e

ÜÇ GAZETE ÇIKARDI

Sanata olan ilgisi yalnızca müzikle sınırlı değildi.
Okul yıllarından başlayarak yazdığı şiirleri vardır.

Ayrıca “Minber”, “İrade-i Milliye” ve “Hakimiyet-i Milliye” olmak üzere
3 gazete çıkarmıştır.

Edebiyat ve sinema da sevdiği ve ilgilendiği sanat dalları idi. İlk operamız olan “Özsoy”u sahneye koyduran ve İran Şahı’na izlettiren de kendisidir.

UNESCO’DAN YÜZYILIN LİDERİ UNVANI ALDI

Atatürk, 08 Kasım gününden başlayarak iki gün komada kalarak, 10 Kasım 1938 günü saat; 9.05’te yaşamını yitirdi

Atamızı sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyoruz. Ölümünün arkasından UNESCO tarafından “Yüzyılın Lideri” unvanı verilmiş ve 21. yüzyılda tüm dünyada anılmaktadır.

*****
Değerli dostumuz ve ADD’den uzun yıllar dava arkadaşımız Sayın araştırmacı – yazar Ahmet Gürele, SÖZCÜ gazetesinde yazdığı bu makale için teşekkür ederiz..
Sevgi ve saygı ile. 07 Ocak 2017, Ankara 

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’ün Annesi Zübeyde Hanım’ı Saygıyla Anıyoruz…

 

Zubeyde_Hanim


Dostlar
,

İzmir’den kardeşimiz, ADD’den yılların dava arkadaşımız sevgili Ahmet Gürel,
14 Ocak 1923, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın annesi Zübeyde hanımın
ölüm yıldönümünde anma amaçlı vefa yüklü bir dvaranışla kapsamlı sayılabilecek
bir yazı hazırlamış. 1. dereceden kaynaklardan yararlanarak özetlemiş..

Sağolsun..

Sizlerle paylaşalım.. (Fotoğrafları biz koyduk..)

Zübeyde Annemiz ve insanlığa armağanı eşsiz ATATÜRK ışıklar içindeler..

Emanetleri Türkiye Cumhuriyet ise sonsuza dek yaşayacak..

Sevgi ve saygı ile.
14 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=========================================

Zubeyde_hanim

 

 

 

 

 

ATATÜRK’ün Annesi Zübeyde Hanım’ı Saygıyla Anıyoruz…

portresi

 

Ahmet Gürel
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
İzmir Özel Türk Koleji 
Uşakizade Köşkü Md.


Zübeyde Hanım
, Karşıyaka’daki Uşakizade Köşkü’nde 17 Aralık 1922’den 14 Ocak 1923’e dek 28 gün konuk olmuştur. Latife Hanım’ın vefat ettiği bu köşk, günümüzde Karşıyaka Belediyesi’nin mülkiyetinde ‘Latife Hanım Anı Evi’ olarak isimlendirilmiştir.
14 Ocak 1923’te vefat eden Zübeyde Hanım, Ferik Osman Paşa Camisi’nin bitişiğindeki parkın içinde Karşıyakalıların kalbine gömülmüştür. Karşıyakalılar, bu ev sahipliğinden çok mutludurlar.

Zübeyde Hanım’a ait anı yerlerinin onarımı için yaklaşık on yıl katkı koymaya çalıştım. Konuyu her platformda gündeme getirdim. Zübeyde Hanım’ın mezarının onarılması ve Zübeyde Hanım’ın vefat ettiği ‘Latife Hanım Anı Evi’nin 19 Mayıs 2008 tarihinde
Türk toplumunun ziyaretine Karşıyaka Belediyesi’nce sunulması beni çok mutlu etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sınıf arkadaşı ve başyaveri Salih Bozok’tan
Zübeyde Hanım’ın Karşıyaka’ya gelişini dinleyelim:

“Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım’ı merak ve endişede bırakmamak için,
O’nu hoşnut edecek bir mektubu yazıp göndermemi emrettiler. Mektupta Gazi’nin savaşta bindiği Sakarya adlı atı ile birkaç teneke balı, hediye olarak kendi emrindeki muhafızlarından iki üç erle birlikte İzmir’e gönderdiklerini yazdırttı. Hediyelerle erlerin yola çıkışından birkaç gün sonra gece yarısı evimde uyuduğum sıralarda telefonun çalmasıyla uyandım. Telefonun başına gidince Paşa’nın sesini işittim.

“Salih! Uyuyor muydun?” dedikten sonra, “Şimdi giyinerek hemen gel!” diye buyurdular. Derhal köşke gittim:

“Validem İzmir’e gitmek istiyor. Ne doktorları ne de beni dinliyor. Ölürsem İzmir’de öleyim, diyerek yatağından kalkıp çarşafını dahi giymiştir. Hemen şimdi İzmir’e gideceğiz, emir verdim. Bir özel tren hazırlanıyor. Sen de ona göre hazırlanarak annemle birlikte İzmir’e gideceksin. Yalnız şunu da söyleyeyim ki, eğer annem yolda ölürse,
Ankara’ya yakın iseniz buraya gelirsin. İzmir’e yakın iseniz orada,
benim her zaman ziyaret edebileceğim bir yere gömersiniz.”

“Paşa’nın bu emirleri üzerine eve geldim. Hazırlığımı tamamladım. Ve yine Paşa’nın izinleriyle eşimi de beraber alarak İzmir’e geldik. Ankara’dan hareketimizden önce
Latife Hanım’a da telgrafla haber verilmiş olduğundan, tren Karşıyaka İstasyonu’na geldiği zaman Latife Hanım’ı istasyonda bizi bekler bulduk. Kendisini Paşa Hazretleri’nin anneleriyle tanıştırdığım gibi, eşimi de Latife Hanımefendi’ye takdim ettim.
Hastamızı trenden alıp, daha önce hazırlanmış olan ve istasyonun yakınında bulunan köşke taşıdık. Ankara’dan beraber geldiğimiz doktorla eşim ve benden başka Latife Hanım da köşkte hastanın yanında kaldılar. Ölümlerine dek yanlarından ayrılmayarak, hastaya, bir hastabakıcıdan çok bir itina ve özenle baktılar. Gazi Paşa’ya her akşam annelerinin hastalıkları hakkında bilgi verirken Latife Hanım’ın hastaya karşı yaptığı hizmetleri de bildirmekteydim.”

Kılıç Ali’nin anılarından Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gelişini izleyelim  :

“O sıralarda tedavi eden doktorlar, Zübeyde Hanım’ın deniz kenarında bir yerde dinlenmesini gerekli görmüşlerdi. Bunun için en elverişli yer İzmir’di ve doktorların da önerisiyle Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gönderilmesine karar verildi. Bu seyahat,
O’na gelinini görme fırsatı da verecekti. Zübeyde Hanım bu nedenle, İzmir’e gideceği için çok memnundu. Kendilerini tedavi eden Doktor Yüzbaşı Asım Bey ile birlikte
hemen İzmir’e hareket etti. Gazi, Başyaveri Salih Bey’le eşleri Pakize Hanım’ı bu seyahatte annesinin yanında gitmelerine izin vermişlerdi.

Atatürk’ün Emir Çavuşu olan Ali Metin’in anılarından Zübeyde Hanım ile
Latife Hanım’ın tanışmalarını izleyelim                     :

“Gazi, annelerini Latife Hanım’ı görüp nişan takması için gereken hazırlıklar yapıldıktan sonra beni de yanlarına katarak İzmir’e gönderdiler. İzmir halkı Zübeyde Hanım’ı çok iyi karşıladı, yakınlık gösterdi. Zübeyde Hanım dizlerinden rahatsızdı. Çok zor yürüdüğünden hasır koltukla taşınıyordu. Zübeyde Hanım, ilk ziyaretine gelen İzmirlileri vagonunda kabul etti. Gelen ziyaretçilerin çokluğundan Zübeyde Hanım çok yorulmuştu.
Çevreyi göremez durumda idi. Bu arada Latife Hanım’ı da tanıyamamıştı. Meraklandığını anlıyordum. Bir ara vagonda birkaç hanım kalmıştı. Zübeyde Hanım bu durumu
fırsat bilerek oturan konuklara bir sorun için yalnız kalmak istediğini bildirdi.
Vagon boşaltıldı. Ben de dışarıya çıkıp Latife Hanım’ın Zübeyde Hanım’a su getirmesini temin ettim. Latife Hanım’ın getirdiği suyu içen Zübeyde Hanım, Latife Hanım’ı yukarıdan aşağı iyice süzdükten sonra bardağı verdi. Latife Hanım dışarıya çıktı.
Zübeyde Hanım bana:

“Ali, bu hanım Mustafa’mı mutlu edebilir mi acaba?” diye endişesini belirtti.
O akşam Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki Liman Köşkü’ne konuk edildik.
Bütün İzmir gazeteleri nişandan bahsediyordu. İzmir halkının ne amaçla İzmir’e geldiğimizi bilmesine karşın, Zübeyde Hanım’ın emriyle etrafa bir şey söylemiyorduk. Nişan hediyesi olarak Sakarya isimli Gazi’ye ait çok güzel bir atı da yanımızda getirmiştik.”

Gazi’nin sınıf arkadaşı, İzmir’e girerken kurmay başkanı olan Asım Gündüz’ün
o güne ait anılarında                        :

“Eşim, Zübeyde Hanım’ı İstanbul’dan tanıdığı için, Latife Hanım’la beraber kendilerini Karşıyaka İstasyonu’nda karşıladık. Latife Hanım Karşıyaka’da kendilerine ait olan bir yalıyı daha önce hazırlamış, ayrıca hastaya bakmak için bir hasta bakıcı, bir hemşire, bir de doktor seçmişti. Kendisini doğrudan oraya götürdük. Latife Hanım her gün beyaz elbiseler giyerek bir hemşire gibi ziyaretine gider, yemek ve bakımı ile ilgilenirdi. Bu sevecen ve özenli bakımdan mutlu olan Zübeyde Hanım da oğluna yazdığı bir mektupta:

‘Oğlum çok haklı imişsin, bu kızı çok beğendim, gözüm arkada kalmasın, sana layık bir eş olur..’ demişti. Zübeyde Hanım bu mektubu eşime yazdırıyordu. Zübeyde Hanım böylece Latife Hanım’ın özel ilgisi altında bakılmasına karşın, ne yazık ki çok uzun yaşamadı. Eşimle her ziyaretimde Zübeyde Hanım’ın, Latife Hanım için uzun uzun
dualar ettiğini hatırlarım.

1923 Ocak ayı içinde bir günde Zübeyde Hanım’ın öldüğünü bildirdiler. Latife Hanım ve biz çok gözyaşı döktük. Kendisinin cenaze giderlerini bile Latife Hanım’ın karşıladığını çok iyi hatırlarım.”

Gazi’nin kadim dostu ve arkadaşı Kılıç Ali’nin aynı günlere ait anılarına da göz atalım   :

“Latife Hanım kendilerini Karşıyaka’da karşılamış, oradan doğruca Göztepe’deki köşklerine götürerek konuk etmişlerdi. Zübeyde Hanım oldukça zeki, iyi görüşlü,
temiz kalpli bir Türk kadını idi. Karşıyaka’da Latife Hanım’ı gördükten ve kendisi ile birkaç gün temas ettikten sonra Başyaver Salih Bey’i gizlice yanına çağırmış, yavaşçacık:

‘Salih… Benim gördüğüme göre bu kızcağız ile oğlum mutlu olamazlar. Derhal beni geriye götür. Mustafa’mı bu işten vazgeçirteyim..” demiş. Fakat çok arzu etmesine karşın Zübeyde Hanım’ın bu isteğinin yerine getirilmesi olanaklı olamamış. Ankara, İzmir yolculuğunun yorgunluğu da eklendiği için, Zübeyde Hanım’ın hastalıkları
şiddet kazanmış ve kısa süre sonra da İzmir’de vefat etmişlerdi. Bu esnalardaki telaş ve üzüntüden dolayı Zübeyde Hanım’ın görüş ve arzularını Salih Bey, Gazi’ye iletmemişti.’”

Zübeyde Hanım’ın vasiyetini evlilikten sonra Salih Bozok, Gazi’ye iletmiş ve Gazi de yapılan bu gizlemeye gülüp geçmişti. Gazi’nin Emir Çavuşu Ali Metin’in anılarından
o günleri izlemeye devam edelim:

“…Zübeyde Hanım daha da hastalanmıştı. Durumu Ankara’ya bildirdik. Ankara’dan Gazi, doktor göndereceğini ve benim de derhal Ankara’ya gelmemi emrettiler.
Beni istemelerinin nedenini anlamıştım. İzmir’e geleceklerdi demek.
Her gezide hazırlıkları ben yapardım. Zübeyde Hanım’a gideceğimi söyleyince
razı olmadı. Her saat hastalığı artıyordu. Ankara’dan Gazi beni acele olarak isteyince, durumu Zübeyde Hanım’a anlatarak, Latife Hanım’ın verdiği bir mektupla hemen
hareket ettim. Ben yola çıkarken Ankara’dan gönderilen doktorların da İzmir’e yaklaştıklarını öğrenmiştim. Ankara’ya varır varmaz Gazi’yi aradım ve Meclis’te çalışırken buldum. Latife Hanım’ın gönderdiği mektubu verdim. İlk sözleri:

“Annem nasıl?” diye sormak oldu. Ben de gördüklerimi, işittiklerimi anlattım.
Fakat Zübeyde Hanım’ın Latife Hanım hakkındaki fikrini söylemedim, çekindim.”

Salih Bozok’un anılarından Zübeyde Hanım’ın 14 Ocak 1923’te ölümü
ve sonrasını izlemeye devam edelim:

“Paşa’ya her akşam annelerinin hastalığı hakkında bilgi verirken Latife Hanım’ın
hastaya karşı yerine getirdiği hizmetleri de bildirmekteydim. Bir ay sonra hastamız
yaşama gözlerini yumdu.”

Gazi, annesinin ölümünü Eskişehir’de öğrenir. Gazi, annesini ölümünden 13 gün sonra,
27 Ocak 1922 günü annesinin mezarı başındadır. Kimi araştırmacılara göre bu süre
üç gündür. Gazi Paşa’nın annesini mezarı başında söylediği nutuk, ancak bu 13 günlük gecikme sonucunda söylenebilmiştir. Duygu yüklü, ana acısı bastırılarak yapılan
bu konuşmayı Başyaver Salih Bey’in notlarından izleyelim:

  • “Zavallı annem, bir zamanlar kurtuluşu bütün ulus için ülkü olmuş İzmir’in
    kutsal topraklarına vücudunu emanet etmiş bulunuyor. Ölüm yaradılışın en doğal bir yasasıdır. Böyledir ama yine de üzüntü verici belirtileri vardır. Burada yatan annem, zevkin, zorbalığın, bütün ulusu uçuruma götüren kanunsuz bir idarenin kurbanlarından biridir. Annemi kaybetmekten çok üzgünüm.
  • Abdülhamit devrindeydi, 1904 tarihinde askeri okuldan henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımımı atıyordum. Fakat bu adım, hayata değil, zindana rastladı! Gerçekten beni bir gün aldılar ve baskı yönetiminin zindanlarına koydular. Annem bundan, ancak hapishaneden çıktıktan sonra haberdar olabildi.
    Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisi ile ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı yönetiminin hafiyeleri, casusları, cellâtları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan
    beni takip ediyordu. Beni sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken,
    benimle görüşmesi yasaklanmış olan annem, gözyaşları ile Sirkeci rıhtımında acı ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu. Zindanda geçirdiğim senelerde annemin hayatı, ıstırap ve gözyaşları içinde geçmiştir.
  • Başka bir nokta daha: Ateşkes zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman,
    annemi hasta bir halde İstanbul’da terk etmek zorunda kalmıştım. Annemin yanına bıraktığım bir adamım vardı. Bu adamı Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberdar olduğu an benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu yanlış kanı nedeniyle felç olmuştu. Ondan sonra
    bütün mücadele yıllarını sıkıntı ve acı içinde geçirmişti. Padişah ve hükümetinin
    ve bütün düşmanların sürekli baskısı ve işkencesi altında kalmıştı.
  • Evi çeşitli sebep ve bahanelerle basılır, aranır, kendisi rahatsız edilirdi.
    Annem üç, beş senenin gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonuç olarak annem manen yaşıyordu. Annemin ölümünden şüphesiz ki çok üzgünüm. Ama benim bu acımı yok eden bir avuntum var. Vatanı yoksulluğa sürükleyen idarenin artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem şimdi bu toprağın altında; ama bu toprağın üstünde,
    ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ruhuna yüklenmiş olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim:
  • ‘Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın yüce katında söz verip and içiyorum ki, ulusumun bu kadar kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına gitmekte gecikmeyeceğim, ulus egemenliği uğrunda canım vermek, benim için vicdan borcu olsun, namus borcu olsun.’” 

Bize, Atatürk’ü armağan eden büyük ana, ışıklar içinde kal.

14 Ocak 2014, İzmir

Kaynaklar :
Salih Bozok-Cemil Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, İstanbul 1989.
Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, Milliyet Gazetesi, Yıl:2, Sayı: 560, 2 Aralık 1952. 
Ziya Oranlı, Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, Ankara 1967.
Orgeneral Asım Gündüz, Hatıralarım, Hazırlayan İhsan Ilgar, İstanbul 1973

DİL DEVRİMİ

DİL DEVRİMİ

portresi

 

Ahmet GÜREL
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Ülkemizde “Kurtuluş Destanı”nın gerçekleşmesinin ardından yapılan en büyük devrim “Yazı Devrimi” olmuştur. Yıl 1928, Türkiye’de okuryazar oranı %5-10 arasında… Birilerinin söylemiyle ülke yazı devrimi ile karanlığa karışır. Toplumumuzun ne kadarının
o tarihte karanlık olduğunu, Atatürk’ün, 9 Ağustos 1928 günü, Sarayburnu Parkı’nda yaptığı konuşmadan öğrenelim:

  • “…Bir ulusun, bir toplumun %10’u okuma yazma bilir, % 80’i bilmez türdendir, bundan insan olarak utanmak gerekir. Bu ulus, utanmak için yaratılmış bir ulus değildir; övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir ulustur. Ama ulusun % 80’i okuma-yazma bilmiyorsa bu yanlış bizde değildir. Türk’ün öz yapısını anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlarındır. Artık geçmişin yanlışlarını kökünden temizlemek zamanındayız. Yanlışları düzelteceğiz. Yanlışların düzeltilmesinde bütün yurttaşların çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri bütün yurttaşların çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Ulusumuz yazısıyla, kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir.”
Atatürk, Türkçeyi nasıl değerlendirdiğini bir konuşmasında şöyle belirtmektedir:
  • Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği bunca tehlikeli durumlarda, ahlâkının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle, bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu görüyor.
    Türk Dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”

1928 yılında, “Dil Kurulu” ve 1931 yılında da “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kurulmuştur. İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan “Birinci Türk Dil Kurultayı” 26 Eylül 1932′de gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle “Türk Dil Kurultayı”nın ilk toplantı günü olan 26 Eylül günü, ülkemizde, “Türk Dil Bayramı” olarak kutlanmaktadır.

Ülkede bu gelişmeler olurken, neredeyse tamamı okuma yazmaya layık görülmeyen ve yüzyıllarca kul olarak yaşayan halk için ne yapılıyordu? Mevcut “Türk Ocakları” ve ardından kurulan “Halk Evleri”, 1928–1935 arasında, kent ve köylerde toplam olarak 1.376.074’ü erkek, 729.818’i kadın olmak üzere toplam 2.105.892 yetişkini okuma – yazma kurslarına almıştır.

17 Nisan 1940 günü, Köy Enstitüleri Yasası kabul edilmiş ve “Köy Öğretmen Okulları”, “Köy Enstitülerine dönüştürülmüştür. 1949 yılına dek açılan “Köy Enstitüsü” sayısı 21’e ulaşmıştı. 12 (AS: 14) yılda: 18.000 Öğretmen, 2.000 Sağlık Memuru ve 8.000 Eğitmen yetiştirmişti. Ne yazık ki 1952’de (AS: 1954) aydınlanma karşıtlarınca “Köy Enstitüleri” öğretmen okullarına dönüştürülmüştür.

“Türk Dil Bayramı”ndan korkanlar, “Köy Enstitüleri”nden korkanlar, yani Aydınlanma karşıtları ülkeyi tekrar kara günlere sürüklemişlerdir. Bu aymazlar, Anadolu’da 600 yıl önce hüküm sürmüş Karamanoğlu Mehmet Bey’i de bilmezler mi? Karamanoğlu Mehmet Bey, divanda konuşulan ile halk arasında konuşulan dilin birbirine uymadığını görerek,
bu ayırımı ortadan kaldırmak ve ülkenin her yerinde Türkçe konuşulmasını sağlamak üzere 13 Mayıs 1277’de yayımladığı fermanında şöyle buyurmuştur;

  • “Bugünden Sonra, Divan’da, Dergâh’da, Bergah’da Meclis’te, Meydan’da Türkçeden başka Dil konuşulmaya ve defterler dahi Türkçe yazıla.”
  • Bütün bunların dışında, önemli olan bir başka nokta da, kurucusu olduğu kurumların kendinden sonra da çalışmalarını sürdürebilmeleri için Türkiye İş Bankası’ndaki parasının ve paylarının yıllık gelirlerinin, kimi kişilere verilecek aylıkların dışındaki büyük bölümünün Türk Tarih ve Dil Kurumları arasında bölüştürülmesini dileyen Atatürk’ün Vasiyetnamesinde hiçbir önkoşul koymamasıdır. Gerçekten de O’nun, ölümünden “66” gün önce kendi özgür kararı ile düzenleyip 5 Eylül 1938’de Beyoğlu VI. Noterliği’ne teslim ettiği Vasiyetname’sinin 6. maddesinde şöyle denilmekteydi:

“Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih ve Dil Kurumlarına
tahsis edilecektir. K. ATATÜRK.”

Bu ülkenin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü biraz anlayabilseydik, Devrimlerinin gerçek izleyicisi olsaydık, ülkede Türkçe konuşmayan kalmayacak ve ana dilde eğitim gündeme gelmeyecekti.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA’nın “Türkçe Katında Yaşamak” şiirinin son kıtası ile
yazımızı sonlayalım:

Seslenir seni bana “Ova”m, “Dağ’ım,
Nere gitsem bulur beni arınmış.
Bir çağ ki akar ötelere,
Bir ak … ki yüce atalar, bir al … ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım

Gazi’nin İzmir Anıları

Dostlar,

ADD’de uzun yıllar birlikte emek verdiğimiz üretken ve çalışkan dostumuz
Sayın Ahmet Gürel, 9. kitabını yayımladı…

“Gazi’nin İzmir Anıları”

ahmet gurel
Ahmet GÜREL
ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi

Bir duyurusu ve çağrısı var :

  • 9. Kitabım olan “Gazi’nin İzmir Anıları”; 06 Eylül 2013 saat: 18.30’da APİKAM’da ilk günü yapılacak, yüzlerce Atatürk’ün İzmir anıları fotoğrafını içeren kitabım 340 sayfadan oluşuyor. Cumhuriyet’in 90. Yılı nedeniyle basılan kitabımın ilk gününe bekliyorum. APİKAM Md. Doç. Oktay Gökdemir’e,
    İzmir BŞB Başkanı Sn. Aziz Kocaoğlu’na sonsuz teşekkürlerimle…

  • AHMET Gürel
    ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
    İTK Uşakizade Köşkü Md.

Biz de kendisini içtenlikle kutlayarak, üretiminin sürmesi dileğiyle sevinçle bu duyuruya yer veriyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 5.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

 

Lozan’dan Cumhuriyet’e Yürüyüş


Lozan’dan Cumhuriyet’e Yürüyüş

portresi
Ahmet Gürel
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Cumhuriyet tarihimizde Türk diplomasisi Lozan ile başlar denilebilir.
Lozan’da yapılan verilen arayla beraber 8 ay süren görüşmeler çok çetin ve ateşli geçmiştir. Çünkü masada tartışılan sorunlar sadece son 3-4 yılın değil yüzyılların sorunuydu. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye, bağımsızlığını ve özgürlüğünü uluslararası topluma kabul ettirebilen dünyanın tek ülkesidir. Emperyalist ülkelere karşı verdiği kurtuluş savaşından sonra, adeta küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu onurlu mücadelesini anımsayalım.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ 1. BÖLÜMÜ: 
20 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923

Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü, İsviçre Konfederasyonu’nun Başkanı Habab’ın konuşması ile açılmıştır. Görüşmelerde Türkiye’nin karşısında Yunanistan, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) devleti
yer almıştır. İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, taraf bir delege olmasına karşın, kongrenin açılışında bir konuşma yapınca; Türk delegasyonu Başkanı İsmet Paşa, kimseden izin almadan konuşma yapmıştır. İsmet Paşa, konuşmasında Türk ulusunun içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır:

“Barışın nimetlerinden her zaman yoksun kalan Türk ulusu, o tarihten bu yana, hak ve adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı barış girişimlerinin yetersizliğini ve hiç bir şeye yaramadığını görerek ve artık hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, varlığını korumayı ve maddi ve manevî kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı başarmıştır. Türk ulusu, bu yolda, pek çok acılara katlanmış, sayısız fedakârlıklara rıza göstermiştir.”

“Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!” Diyerek, ilk oturumda ağırlığını koymuştur. Uzun görüşmeler sonunda, İsmet Paşa ve Türk delegasyonunun “kapitülasyonun kalkması ısrarı” karşısında, İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyor ve “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa,
bunun yerine başka bir kelime kullanabiliriz” diyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk tarafının “kapitülasyon ve esaret” konusundaki kararlılığı şöyle vurguluyordu:

  • Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir. Osmanlı ve Hindistan Türk-İslam imparatorlukları bunun kanıtıdır.”

Lozan görüşmelerinde Lord Curzon ile aralarında geçen bir konuşmayı İnönü
şöyle aktarmaktadır.

“Lord Curzon; ‘Aylardır müzakere ediyoruz. İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz.
Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık. Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım isteyeceksiniz.’ ABD temsilcisini işaret ederek: ‘Para bende, bir de O’nda var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp birer birer önünüze koyacağız.’ İsmet İnönü’nün Lord Curzon’a; yanıtı ise çok net olmuştu:

‘Biz haklıyız. Lozan’da hakkımızı mutlaka alacağız.
Bugün biz bunları alalım. Şayet yarın kapınıza gelirsek, siz de dilediğinizi yaparsınız.’”

Lozan Antlaşması’nın çıkmaza girme aşamasına geldiğinde Lord Curzon’un:
“Türkiye’nin imza edeceği en iyi antlaşma budur. Eğer imza etmezse,
Türkiye düşünsün! Asya’nın görünmez derinliklerinde kaybolursunuz” sözlerine karşılık, İsmet Paşa kararlı bir şekilde:

“Memleketi esarete mahkûm eden bir belgeye imza koyamam.” karşılığını vermiştir.

“Ben bugüne kadar arkasında ne olduğunu bilmediğim kapıyı açmadım” diyen
İsmet Paşa, görüşmelerin son durumu soran gazetecilere şunları söylemiştir:

“Hangi imtiyazlar, hangi mukaveleler? Hangi koşullar altında verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim. Bunları bana gösteriniz, tetkik edeyim. Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza ediniz, dediler. Reddettim.”

28 Aralık 1922 akşamı, Lord Curzon alaycı ifade ile:

“İsmet, sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırana kadar hep
aynı havayı çalıyorsun; Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik.
Bu sözü duymaktan gına geldi” demiştir.

İsmet Paşa’nın ülkesi adına yaptığı haklı karşı çıkışlarından Lord Curzon adeta çılgına döndürmüştür. ABD delegesi John Grew, görüşmelerin kesildiği 4 Şubat 1923 günü yaşananları şöyle anlatmıştır:

“Curzon’un odasına gitmiştik ki, Curzon kızgın bir boğa gibi odasına girdi ve odada yürümeye başladı ve bağırarak:

‘Dört korkunç saatten beri oturumdayız. İsmet her sözümüze şu adi sözcükle yanıt verdi; Bağımsızlık ve egemenlik.’

Curzon’a İsmet Paşa’nın hangi konuda anlaşmazlık çıkardığını sordum:

‘Hukuki sorunlarda’ dedi.”

17 Şubat 1923 tarihinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı’nın acılarının daha taze olduğu İzmir’de İktisat Kongresini toplamıştır. O, kongrede dünyaya verdiği mesajla:

“Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki; ‘Memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız.’

Dikkatinizi çekmiş olan Lozan Konferansı’nın son görüşmeleri bu nokta ile ilgilidir.

…Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil, üç yüz, dört yüz senelik hesapları görüşüyorlar. Ve hâlâ muhataplarımız Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye’nin mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azim, imanlı ve yiğitlik dolu olduğunu, tam bağımsızlık ve milli egemenlikten zerre kadar fedakârlık yapamayacağını hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf devletleri kararsızlığa düştü. İstedikleri kadar kararsız kalabilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. Bu millet için kararsızlık devirleri çoktan geçmiştir.

***********************************************************************

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ 2. BÖLÜMÜ 
23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923

Lozan görüşmeleri, 23 Nisan 1923 tarihinde tekrar başlamıştır. Yeni başlayan oturumlarda; Lord Curzon’un yerine Sir Horace Rumbold, Fransız delege Bompart’ın yerine de General Pele gelmiştir. Sir Horace Rumbold, Lozan’daki İsmet Paşa’yı
şöyle anlatır:

“Savaş meydanlarından gelen İsmet Paşa sadece usta bir diplomat değil,
aynı zamanda bir devlet adamı olduğunu da kanıtladı” diyordu.

İsmet Paşa, yapılan uzun oturumlar sonra geceleri de bir araya gelip heyetiyle yaptığı çalışmalarla zorlu bir uğraş veriyordu. ABD delegesi John Grew, konferansın sonlarına ilişkin bu konudaki gözlemlerini şöyle aktarmıştır:

“İsmet Paşa’ya ecel terleri döktürüyorlardı. Gözlerinin altında derin halkalar belirmiş, saçları dimdik olmuş, tüm gücü tükenmişti, fakat bütün saldırılara rağmen ayakta durma ve karşı koymaya devam ediyordu. Sonuç sabaha karşı saat 3’te geldi. Anlaşıldı ki müttefikler son bir saldırıdan sonra silahlarını bırakmış ve (…) kabullenmişlerdi. Ertesi sabah Paşa’yı gördüm, on yıl yaşlanmış görünüyordu.”

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması üzerine Gazi Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’ya gönderdiği 24 Temmuz 1923 tarihli mesaj şöyledir:

  • “Ulus ve hükümetin Zât-ı devletlerine verdiği yeni görevi başarıyla tamamladınız. Memlekete bir dizi yararlı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir başarıyla taçlandırdınız. Uzun mücadeleden sonra vatanımızın barış ve bağımsızlığa kavuştuğu bugünde parlak hizmetlerden dolayı Zât-ı devletlerinizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve çalışmanızda size yardım eden bütün heyet delegelerini teşekkür borcumla tebrik ederim.”

En son, Garp cephesi komutanı olarak vatanını savunan İsmet Paşa, vatan için pazarlık yapmanın ne demek olduğunu en iyi bilendi. Nitekim Lozan’da tarih İsmet Paşa’yı bir kahraman olarak kaydeder. O, Avrupa diplomasisinin kurnaz ve sinsi siyaset adamlarıyla nasıl baş edebildiğini kısa makalemde anlatmaya çalıştım. Işıklar içinde kalsın.
Yukarıda kısaca anlatıldığı gibi, emperyalist ülkeler karşısında verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra eşit koşulları sağlayarak tam bağımsızlığını “kayıtsız koşulsuz egemenlik” ilkesiyle kazanmak gerçekten akıllara durgunluk veren büyük bir tarihsel başarıdır.

Bu onurlu mücadelenin kazanımlarıyla gerçekleşen Cumhuriyet’imizin 90. kuruluş yılına geldik. Tüm emperyalist ülkeler, Türkiye’nin “Ulusal Egemenlik” konusunda gösterdiği bu dik duruşu, Lozan Antlaşması’nı imzaladıkları günden beri içlerine sindirememişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün buyurduğu gibi sonsuza dek
özgür ve tam bağımsız yaşatmak hepimizin görevidir. Bu yolda, Atatürk devrim ve ilkeleri yol göstericisi olacaktır.

Bu tarihsel bilinçle Lozan’a ve kazanımlarına tüm gücümüzle sahip çıkmalıyız.
(24 Temmuz 2013)