Etiket arşivi: 1. Dünya Savaşı

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!


Dostlar
,

Birikimli tarih araştırmacısı ve yazarı dostumuz Sn. Zeki Sarıhan, gündem karmaşası içinde gözden kaçan 1. Dünya Paylaşım Savaşını 100. yılında irdeledi. Önemli bilgiler ve önermeler içeriyor.. Bu ağır faturadan emperyalizm sorumlu. Ve biz insanlar birbirimizle uğraşacak yerde asıl hedef olarak insanlık düşmanı emperyalizm ile boğuşmalı ve ondan davacı olmalıyız.

Sevgi ve saygı ile.
6.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!

portresi

 


Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye yakın tarihinin en karanlık dört yılı olan 1. Dünya Savaşı’na girişimizin
100. yılını arkamızda bıraktık. Bu savaşın 100. Yıldönümünü ile ilgili birkaç bilimsel toplantı, birkaç kitap ve makale yayımı yapıldı. Belki önümüzdeki iki ay içinde
birkaçı daha yapılacak ama olayı gerektiği kadar önemle ele aldığımız söylenemez.

İlginç bir tarihsel rastlantıdır: Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten 9 yıl önce yani 29 Ekim 1914 günü, “Devlet benim” diye düşünen ve kendini çok kudretli gören bir adam, Enver Paşa, bir emrivaki ile Osmanlı İmparatorluğunu savaşa soktu. O, iradesini Almanlara teslim etmişti. Yanına üç arkadaşını daha alarak Almanlarla gizli bir anlaşma yapmıştı. Ama gerek İttihat Terakki’nin Merkezi Umumisi içinde, gerek yöneticileri arasında böyle bir savaşın devleti felaketin içine atmak olduğunu düşünenler vardı.

1914’te Türkiye yarı sömürge bir ülke, borçlarını ödeyemez durumdaydı.
İmparatorluk, büyük devletlerin çıkar çatışmaları nedeniyle varlığını sürdürebiliyordu.
İki büyük emperyalist grubun dünyayı yeniden paylaşmak için tutuştukları bu savaşta Türkiye’nin izlemesi gereken biricik yol, tarafsız kalarak, ikisinin de düşmanlığını
üzerine çekmemek, onların çekişmelerinden yararlanarak durumunu güçlendirmekti.

29 Ekim’de Cumhuriyetin ilanını, resmi ve özel törenlerle kutladığımız halde, aynı gün 100. yılına geldiğimiz büyük felaketi neredeyse unutmamızın nedeni, tarihten gerekli dersi çıkarmamış olmamızdır. 1. Dünya Savaşı örneğinde savaş siyasetinin millete nelere mal olduğunu öğrenecek bir millet, bir daha böyle serüvenlere kalkışacak olanlara fırsat vermez. Fakat hâlâ hayret edilecek bir tutumla bu savaşa girmemizin zorunlu olduğunu savunanlar vardır! Bu gibiler, ya dışarıya bağlılığın kendileri için getireceği bir yükümlülüğü hesap ederek kendilerini mazur göstermeye çalışacak olanlar, ya da serüven peşinde koşmaya hevesli kişilerdir. Oysa 1939’da patlayan 2. Dünya Savaşı’nda iki blokun da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sürükleme çabalarına karşılık devlet, Enver Paşa politikalarından çıkardığı dersle bu isteklere
karşı koymasını bilmiş ve Türkiye’yi 2. Büyük Savaş felaketinden korumuşlardır.

MİLLET SAVAŞA NASIL SOKULDU?

İngiliz ve Almanlar dünyanın yeniden paylaşılmasına hazırlanırken Türkiye’ye bu savaşta kendi tarafında yer almasını istediler. Enver Paşa kararını çoktan vermişti. İngilizlerin “Tarafsız kalın toprak bütünlüğünüzü garanti edelim.” önerisini kabul etmedi. İngiliz donanmasının sıkıştırdığı iki Alman savaş gemisinin Çanakkale Boğazından geçip İstanbul’a gelmesinden sonra bile devletin bu savaşa katılıp katılmaması tartışılmaktaydı. Enver Paşa ise çoktan kararını vermişti. Amiral Suşon’a şu emri verdi:

“Bütün filo Karadeniz’de manevra yapmalıdır. Müsait bulunduğunuz anda Rus filosuna hücum ediniz. Muhasemata başlamazdan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız.” Gizli emirde ise şöyle yazmaktadır:

“Rus filosunu arayınız ve nerede bulursanız harp ilan etmeksizin hücum ediniz.”

Filoya bu emri neden Almanlar değil de Enver Paşa vermiştir? Nedeni, Enver Paşa’nın ölmesi veya yenilmesi halinde iş başındakilerin “Biz savaşa girmeyi kendiliğimizden istemedik. Haberimiz yok iken Almanlar bizi sürüklediler ve bir şey yapamadık.” demelerinin önünü kesmektir. Bu emir gereğince 27 Ekim’de Karadeniz’e açılan filo,
29 Ekim günü Sivastopol’ü topa tutar. Bu baskının amacı, “Ruslar Karadeniz’de gemilerimize saldırdı.” biçiminde açıklanacak ve böylece savaşa girmek istemeyen bakanları da bir emrivaki karşısında bırakmaktır. Bunun üzerine Ruslar Doğu Anadolu’dan Osmanlı topraklarına girerler. [1]

Mustafa Kemal Paşa, 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmada,

Milleti bugün idam sehpasında bulunduran fiillerin ve hareketlerin kaynağı hayaldir, hissiyattır.” diyerek 1. Dünya Savaşı’na girişin bu hissiyatın ta kendisi olduğunu söylemiştir. Kendi siyasetlerini bununla karşılaştırarak şunları söylemiştik:

“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” 

Mustafa Kemal Paşa’ya göre, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmenin bütün dünyanın düşmanlığı, kini ve garazı bu memleket ve
bu millet üzerine çekilmiştir. [2]

SAVAŞIN MALİYETİ KORKUNÇ

Savaş, bütün taraflar için büyük felaketlere neden oldu. Bu savaşta Rusya 4.700.000, Almanya-Avusturya-Macaristan bloğu 2.700.000, Fransa 1. 840.000,
Sırbistan 1.330.000, İngiltere 1.000.000, Romanya 360.000, İtalya 880.000,
Belçika 100.000 insan yitirmiştir. Bunların toplamı 15.130.000 kişi tutuyor.[3]

Yenigün gazetesinin verdiği rakamlara göre Harbiumumi’deki kayıplar “Müthiş bir yekûn” tutmaktadır. Bu savaşta 10 milyon kişi ölmüş, 14 milyon kişi yaralanmış,
6 milyon kişi ağır hasta olmuş, 6 milyon kişi kaybolmuştur. Bunların toplamı
36 milyon kişidir. Maddi kayıpların toplamı ise 2 milyar 700 milyon altındır. [4]

Türkiye’nin bu savaştaki yitiklerine ilişkin rakamlar da Millî Mücadele yıllarında verilmekteydi. Dersaadet gazetesi savaştan önceki 34 milyon nüfusun 13 milyona indiğini, savaş giderlerinin ise 146.284.227 lirayı bulduğunu yazmıştır.[5]

İkdam, “Harbiumumi’ye dair siyah liste” başlığı ile verdiği haberde 2.850.000’e ulaşan Osmanlı ordusundan bir milyonunun mahvolduğunu yazmıştır. [6]

17 Şubat 1922 tarihli Osmanlı ordusunun sıhhiye tebliği yayımlanmıştır.
Buna göre 501.000 Osmanlı askeri ölmüştür. [7]

Osmanlı ordusunun savaşta askeri durumuyla ilgili istatistik çalışmaları
Büyük Taarruz’dan 14 gün önce sonuçlanabilmiştir. Buna göre seferberlik başlangıcında ordu mevcudu 150.000 kişidir. Seferberlik ilan edildikten sonra 1.920.000 kişi toplanmıştır. Savaş sırasında en yüksek mevcut 2.850.000’e çıkmıştır.

Asker ve subay olarak adları belli şehitlerin sayısı 50.000’dir. 35 bin kişi de savaşta aldığı yaralar sonucunda ölmüştür. Hastalıktan yaşamını yitirenlerin sayısı 240.000’dir. Adları belirlenememiş şehitlerin sayısı ise 325.000’dir. Savaşta 400.000 kişi yaralanmıştır. Yitik, tutsak, hasta ve kaça (firar) toplamı 1.065.000 kişidir. Ateşkes başlangıcında bu ordudan devletin elinde yalnız 560.000 kişi kalmış bulunuyordu.

1922 Ağustosunda işgal altında bulunan Trakya ve İzmir dışında, 1. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yitirdiği toprakların yüzölçümü 1.600.000 km2’dir.[8]

Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki yitikleri ise Tevhidiefkâr gazetesi tarafından
“dehşet” olarak nitelenmektedir. Gazetenin verdiği rakamlar şöyledir:

Yaralananları ve hastalananların toplamı 3.059.200, bunlardan tedavi edilenlerin toplamı 2.107.841, şehitlerin ve hastanede ölenlerin toplamı 501.091.
Engelli kalanların sayısı 891.364. [9]

HEPİMİZ DAVACIYIZ

1. Dünya Savaşı, büyük bir yenilginin acısından ve Türk nüfusun mahvından başka, ülkede yaşayan azınlıkların da büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Şimdi Türkiye 1915 Ermeni Tehcirinin 100 yılına hazırlanmaktadır. Türklerin Ermenileri, Ermenilerin de Türkleri suçlaması sürecektir.

  • Oysa hepimizin dünyaya egemen olmak için milliyetleri birbirine düşüren emperyalizmin yakasına yapışmamız ve ondan davacı olmamız gerekiyor.

Birkaç yıl önce yayımlanan bir araştırma, Ermeni tehcirinin Almanların bir projesi olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle anlatıyor.[10] Musul ve Konya Valilikleri sırasında Ermenileri göç ettirmediği için görevden alınan Mehmet Celal Bey
daha 1918’de şöyle yazıyordu:

“Hepimizin mağduru felaketi bir. Binaenaleyh Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz. Birbirimizde kusur bulmaktan ise el ele verip medeniyet dünyasında adalete el uzatmak ve yüzyıllardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu duruma getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”[11] (3 Kasım 2014)

[1] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. III, 1914–1918 Genel Savaş, Kısım 1, Türk Tarih Kurumu, 1991, s. 229 ve devamı.
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 12, İstanbul, 2003, Kaynak Yayınları, s. 123, 124.
[3] Hâkimiyeti Milliye, 20 Mart 1921.
[4] Yenigün, 29 Aralık 1921; Açıksöz 3 Ocak 1922.
[5] Dersaadet, 29 Temmuz 1920.
[6] İkdam, 15 Şubat 1922.
[7] İkdam, 17 Şubat 1922; Açıksöz, 22 Şubat 1922.
[8] Akşam, 12 Ağustos 1922.
[9] Tevhidiefkâr, 15 Aralık 1921.
[10] Hüseyin Hasançebi, Osmanlı Ermeni Olayı,Sahne-i Facia, İstanbul, 2010,
Pencere Yayınları,
[11] Vakit, 13 Aralık 1918, Radikal 26-7.4.2014

Türkiye ve Birleşmiş Milletler


Türkiye ve Birleşmiş Milletler

anil cecen

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu 
ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana uluslararası topluluğun içinde bulunmaya dikkat etmiş ve bu doğrultuda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere
bütün uluslararası kuruluşlarda ya kurucu ya da sonradan üye olarak yer almıştır.

  • Türk Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş uygarlığı ve
    çağdaş uluslar ailesinin onurlu bir üyesi olmayı Türkiye Cumhuriyeti için
    başlıca hedef olarak ortaya koymuştur.

Atatürk’ün emanetini geleceğe taşımak üzere işbaşına gelen yeni yönetimler,
kurucu önderin izinden giderek evrensel alanda etkin olmaya çaba göstermiş ve
dış ilişkilerini sürekli olarak geliştirerek, çağdaş dünyanın en önemli ülkelerinden biri olmuştur.

1. Dünya Savaşı sonrasında, 2. bir cihan savaşı çıkmasını önlemek üzere kurumuş olan Milletler Cemiyeti içinde de yer alan Türkiye Cumhuriyeti, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler örgütünde kurucu üye olarak yer almıştır. Üçüncü dünya savaşını önlemek üzere kurulan Birleşmiş Milletler kısa zamanda gelişerek bütün devletleri çatısı altına almış ve böylece dünya kıtalarını kapsayan evrensel bir örgütlenme haline gelmiştir. Bir anlamda geleceğin dünya devletinin ön hazırlıklarını yapan Birleşmiş Milletler, her alanda kendisine bağlı bir düzen içinde çalışan uluslararası kuruluşlar aracılığı ile bütün dünyayı kucaklamaya çalışmaktadır.

  • Birleşmiş Milletler bir insanlık idealinin örgütlenmiş yapılanmasıdır.
  • İnsanlığın ortak ideali, 7+ milyar insanın barış içinde ve
    uygarlığın bütün nimetlerinden yararlanarak yaşamalarıdır.
İnsanlığın bilinen on bin yıllık tarihinin her dönemi savaşlarla dolu geçmiş ve bu yüzden milyonlarca insan ya yaşamını yitirmiş ya da engelli kalmıştır. Savaşlar yüzünden bir türlü kalıcı barış elde edilememiş ve her dönemde bu yüzden kanlı çatışmalar
devam edip gitmiştir. Her savaş döneminde eski devletler yıkılmış, savaş sonrasında  yeni devletler devreye girerek farklı bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır.
Tarihin çeşitli dönemlerinde bu gibi gelişmeler belirleyici olmuş ve insanlığın kaderi
buna göre biçimlenmiştir.

Barış tarih boyunca her zaman istenmiş ve aranmıştır ama bir türlü sürekli barış
elde edilememiştir. İnsanların sürekli yeniyi arayan tutum ve davranışları
yerleşik düzenlerin kalıcı olmasını engellemiş ve bu yüzden devletlere bağlı olarak gerçekleştirilen, kamu düzenleri çökmüştür. Yerleşik düzenlerin sıcak çatışmalar yüzünden çökmesi, her zaman savaşları öne çıkarmış ve bir türlü sürekli ya da kalıcı barış ortamı güçlü bir biçimde gerçekleştirilememiştir.

İnsanoğlunun karakteri kaderi olmuş, rekabet ve çekişmeler yüzünden kalıcı barış düzeni bir türlü kurulamamıştır. 1. Dünya Savaşı sonrasında 2. Dünya Savaşı
Milletler Cemiyeti ile engellenemeyince, bunun yerine daha güçlü bir uluslararası örgüt olarak Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Atatürk Cumhuriyeti, savaşlara karşı bir barış ve güvenlik devleti olarak kurulduğu için Birleşmiş Milletler hareketi içinde kurucu üye olarak yer almış ve San Fransisco belgesini imzalayarak, dünyanın en büyük evrensel örgütlenmesi olan Birleşmiş Milletlerin oluşum sürecine katkıda bulunmuştur.
2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve milyonlarca insanın yitimi, Birleşmiş Milletlerin güçlü bir örgüt olarak kurulmasını zorunlu kılmıştır. Amaç evrensel barış olduğu için, büyük ve güçlü devletleri bu doğrultuda baskı ve denetim altına alacak evrensel bir kuruluş olarak Birleşmiş Milletler örgütü zorunluluk kazanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk, H.G. WELLS adlı bir tarihçinin
DÜNYA TARİHİ kitabını okuduktan sonra geleceğin dünya devletinin nasıl kurulacağı ve nasıl örgütlenmesi gerektiği konularında düşüncelerini dile getirmiş ve bu doğrultuda evrensel barışın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Dünya tarihini bir komutan olarak
iyi bilen Atatürk, sürekli barış için tüm savaşların önlenmesi gerektiğini iyi biliyordu. Ama barış için her zaman savaşa hazır olmanın zorunluluğunu da görebiliyordu.

  • Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin yıktığı bir imparatorluk sonrasında
    verilen bir ulusal kurtuluş savaşı ile ancak kurulabiliyordu.

Geleceğin dünya devletlerinin barış içinde kurulabilmesi için Birleşmiş Milletlerin,
tüm savaşları önleyebilecek güçlü bir örgütlenmeyi, dünyanın bütün kıtaları üzerinde tamamlaması gerekmektedir. Kurucu önder Atatürk’ün izinden giden Türk devletinin Birleşmiş Milletler çatısı altında daha da etkin olarak kalıcı bir dünya barışı için mücadele etmesi elzemdir.

“Yurtta barış ve dünyada barış!”

ilkesinin yanına “bölgede barış“ı da ekleyerek Türkiye Cumhuriyeti, Orta Doğu’daki savaş sürecini Birleşmiş Milletler ile paslaşarak ve güçlü bir dayanışma sağlayarak gerçekleştirebilmektedir.
Zorunluluk –miletin yaşamı tehlikeye düşmedikçe– yoksa savaşın bir cinayet ve katliam olduğunu iyi bilen bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlerin
ilk evre kararlarının savunuculuğunu merkezi alanda yapmalıdır.

19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM


19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM

portresi2

 

 

 

 

Suay Karaman

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 94. yılını siz değerli dostlarla birlikte Konya’da kutlamaktan mutluluk duymaktayım ve bu anlamlı etkinliği düzenleyen başta CHP Konya Selçuklu İlçe Başkanlığı olmak üzere 19 Mayıs Platformu’nun
tüm bileşenlerine teşekkürlerimi sunuyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Osmanlı Devleti, koşulları çok ağır olan
Sevr Antlaşması‘nı imzalamak zorunda bırakılmıştı. Ordusunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştı. Anadolu işgal edilmişti. Uzun savaş yılları boyunca millet yorgun
ve yoksul bir durumda kalmıştı. Ülkeyi yöneten hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı. Padişahın ise kendini ve tahtını korumaktan başka bir düşüncesi yoktu.

Bu koşullar altında Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı tek şey vardı; emperyalist güçler tarafından bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulus için kurtuluş savaşına başlamak. İşte bu nedenle 19 Mayıs 1919 tarihi, vatanın kurtulması için örgütlenen
Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesinin başlangıcıdır.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da bir ulusun yazgısını ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923’te çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda,
42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdi.
57 yaşında yaşama veda ederken, mutluydu; çünkü başarmıştı.

Yapılan Kemalist devrimlerle, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması amaçlanmıştı. 1923 – 1938 arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkının büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçğüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.

Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma atılımına girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz:

Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır.
– Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur.
Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur.
– Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır.
– Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır.
– Gemlik Suni İpek Fabrikası,
– Bursa Merinos Fabrikası,
– İzmit Kağıt Fabrikası …

gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur.

1930’da Sanayi Kongresi,
1931’de Ziraat Kongresi toplanmıştır.
Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.

Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931’de Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları, eldeki kıt kaynaklarla
halkın gereksinimlerinin en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır ve temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışalım (ithal edilmek) zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.

1933’te Sümerbank kurularak, devletin iktisadi yaşama girişi gerçekleşmiş ve doğrudan doğruya devlet işletmeciliği başlatılmıştır. Ardından, büyük bölümü yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935’te yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi,
madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur.

1. Kalkınma Planı döneminde Toprak Reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile
devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir. Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına
geçici süre ara verilmiş ve Devlet, savaş ekonomisine uygun kimi önlemler almıştır.

Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette.
Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka,
bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923’te kişi başına düşen ulusal gelir yalnızca 45 $ iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.

1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 dışında, 1923 – 1946 arasında
dışsatım (ihracat) hep dışalımdan (ithalattan) çok olmuştur.

1929-1939 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 arasında %10, 1930-1940 arasında %5 artmıştır.

1923’te 140 olan fabrika sayısı, 1933’te 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923’te 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940’ta 3.000.000 ton olmuştur. 1923’te üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923’te kağıt üretimi yoktur, 1940’ta 10.000 ton üretilmiştir. 1923’te demir – çelik üretimi yoktur, 1940’te 40.000 ton üretilmiştir. 1923’te 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940’ta 400 milyon kwh olmuştur. 1923’te 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940’ta 7.500 km olmuştur. 1923’te şeker üretimi yoktur ama 1940’ta 90.000 ton şeker üretilmiştir.

1923’te %5 olan okuma-yazma oranı, 1940’ta %25 olmuştur. 1920’lerin başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına
öbür İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır.

Bütün bu veriler herkes tarafından bilinirken, bu gurur verici geçmişi yok saymak için, demokratik ve laik cumhuriyetle hesaplaşmak için bekleyen kendini bilmezler,
karanlıkta boğulacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede (1923-38) yaratılan gurur verici tablonun ardında;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik ilkeleri, yani “6 Ok” bulunmaktaydı.

Atatürk’ün tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti,
ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.

Yıllardır Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle
çok partili düzenle birlikte Kemalizm’in ilkelerinden ödün vermiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, Aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Yıllardan beri dinci örgütlenmelere ortam hazırlanmış; bugün laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletini terk etmek konumuna gelinmiştir. Ne yazık ki gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan yöneticiler, emperyalist güçlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına, bitirilmesine ve paylaşılmasına aracılık etmektedir.

Yıllardır siyasal iktidarlar, ABD ve AB emperyalizmine kucak açmış, Avrupa Birliği’ne üye olmak adına tam bağımsızlığımızı ve onurumuzu feda etmek istemektedirler.

UNESCO,  üye  156  ülkenin  oybirliği  ile  1981  yılını,  Atatürk Yılı  ilan  ederken,  kararın  gerekçesinde,  Atatürk  şöyle  tanımlanıyordu:

  • ”Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan
    ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında  renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu……”

UNESCO’nun bu tanımından sonra, sömürge valisi edalarıyla ülkemize gelen AB’nin ve ABD’nin yetkilileri, olur olmaz her konuda fikir vermektedirler. Atatürk’ün resimlerinden korkan, Kemalizm’i terk etmemiz gerektiğini söyleyen bu yüzsüzler, ülkemizin bölünmesi için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu Sevr özlemcileri, bölünmemiz ve bağımsızlığımızı yitirmemiz için, yerli işbirlikçileriyle birlikte her yola başvurmaktadırlar. Dıştan ve içten gelen her türlü Kemalizm karşıtı saldırılar, Türkiye’de ulusal devleti çökertmek amacını taşımaktadır.  Ancak, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliği bütün olumsuzlukları yenecek güçtedir ve Kemalizm’e her zaman
sahip çıkacaktır.

Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları “babalar gibi” satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst düzeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 11 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır.
Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir. Terör ülkemizi vurmuş ve terör örgütüyle pazarlık aşamasında “yeni anayasa” yapılmak istenmektedir. Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum içler acısıdır.  Genel durum ve görünüm şimdilik parlak değildir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasal iktidarın dünyanın
17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre kadın – erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 121. sıradadır. Türkiye basın özgürlüğünde 138 ülke arasında 135. sırada, yargı bağımsızlığında ise 82. sırada yer almaktadır.

Ülkeyi yöneten siyasal iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

Silivri’de zulüm altında tutularak, hayali suçlamalarla yargılanan yurtsever
ve Kemalist aydınlar, yıllardır onur savaşımı (mücadelesi) vermektedirler.

  • Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşen siyasal iktidarın amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır.
    Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme çabaları sonuç vermeyecektir.

Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz Atatürk, 20 Ekim 1927’de,
CumhuriyetiTürk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı:

  • “Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere,
    yurdun içinde yönetim başında bulunanlar; aymazlık, sapkınlık ve üstelik
    hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri,
    kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların
    siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”

“10 Kasım’da yaygara kopartıldı”, “Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen ve ulusal bayramlarımızı yasaklayan karanlık zihniyetler
ne yaparlarsa yapsınlar; başaramayacaklardır. Çünkü bu topraklarda
Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük rüzgarları esmektedir.

Ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcından 94 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. 94 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güçbirliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 94 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünürsek umutsuzluğa kapılabiliriz. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar için umutsuzluğa yer yoktur, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluk diye bir olgu söz konusu değildir. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir biçimde
tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.

Bunun için tüm yurtsever güçlerin bir araya gelip örgütlenmesi, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem “6 Ok”unda olduğunu bilerek il il, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak bütün bu olumsuzlukların, ülkemizin üstündeki kara bulutların topluma anlatılması gerekmektedir.
Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için,
hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir.

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda sürekli ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan,
19 Mayıs’ın 94. yılı kutlu olsun!

Hepinizi saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.

(İlk Kurşun Gazetesi, 20 Mayıs 2013)