Etiket arşivi: Osmanlı Devleti

Anayasanın 40. Yılı : Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı?

Anayasanın 40. Yılı : Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı?
Kasım 7, 2022 Anayasanın 40.yılı: Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı? | PolitikYol Haber Sitesi

 

İbrahim Kaboğlu
CHP İstanbul Milletvekili, Anayasa profesörü İbrahim Özden Kaboğlu, 1986-2017 yılları arasında yurt dışındaki çok sayıda üniversitede öğretim üyesi olarak görev yaptı. 70’in üzerinde bilimsel makalesi ve Anayasa hukuku alanında 25’in üzerinde kitabı bulunan Kaboğlu 27. dönemde milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (ANAYASA-DER) Başkanı ve Anayasa Hukuku Dergisi yayın yönetmeni olarak da görev yapan Kaboğlu, aynı zamanda TBMM Anayasa Komisyonu üyesidir.

Anayasada son yıllarda yapılan değişiklikler demokratik bir gelenekten uzaklaşma anlamına geliyor. Peki bu değişiklikler siyasi ve hukuki olarak iktidarı nasıl perçinliyor? Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu bunu “istismarcı değişiklik” olarak adlandırıyor.

7 Kasım 1982’de kabul edilen Anayasa (Kanun no: 2709), yargı ve yasama yerine yürütme öncelikli yetkiler, özgürlük sınırlama ve yasakları nedeniyle güvenlikçi ve otoriter olmakla eleştiriliyordu.
Anayasa’da 19 kez yapılan değişiklik, birbiri ile tümüyle çelişen iki ana yelpazeye yöneldi:

– 1987-2004 çizgisi, TBMM’de siyasal uzlaşma yoluyla İktidarı sınırlandırma ve özgürlükleri pekiştirme amaçlı değişiklikler (özellikle 1995 ve 2001) yoluyla, demokratik siyaset ve Demokratik toplum yönünde anayasacılık gereklerine dönüş arayışıdır.

– 2007-2017 çizgisi ise, halkoylaması araçsallaştırılarak iki başlı güçlendirilmiş yürütme yerine tekil yürütmenin; kurul halinde siyasal karar düzenekleri yerine, devlet ve hükûmet yetkilerinin tek bir kişide toplandığı kişiselleşmiş bir iktidarın kurulması, anayasacılıktan uzaklaşma iradesini yansıtır.

2017 Anayasa kurgusu, Cumhuriyet Anayasalarının parlamenter rejime ilişkin şu üçlü ortak paydasını kaldırdı:

– Hükûmetin genel siyaseti Bakanlar Kurulu’nca belirlenir.
– Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.
– Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve hükûmet birbirinden ayrıdır.

2017 Değişikliğinin kurumsal anayasa hukuku bakımından neden olduğu kopma ve  askeri darbelerin neden olduğu kırılmalar arasında nitelik farkı vardır. Şöyle ki; darbe sonrası Anayasalar veya değişiklikleri asker güdümünde yapıldığı halde 2017 Anayasa değişikliği, 2015’te seçimle belirlenmiş olan ve darbe girişiminin bastırılmasında belirleyici olan siyasal aktörler öncülüğünde gerçekleştirildi.

6771 sayılı Kanun ile 21 Ocak 2017’de gerçekleştirilen ve 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği, kurumlar, kurallar ve değerler bütünü bakımından, Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık çizgisinden kopuş sürecini yansıtmakta:

– Hükûmet lağvedilerek Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti mirası reddedildi.

– Parlamenter rejim sonlandırıldı. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CBHS) adı verilen anayasal kurgu, Meclis’in yürütme üzerindeki güvenoyu ve gensoru önergesi gibi sorumluluk ve denetim düzeneklerini büyük ölçüde tasfiye etti. Ne var ki, parlamenter rejim yerine başkanlık rejimi getirilmedi. Zira, başkanlık rejiminin gerekli kıldığı denge ve denetim düzeneklerinin asgari unsurları öngörülmedi.

– Yasama yetkisini devir yasağı ihlal edildi: Cumhurbaşkanı’na, geniş bir alanda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile norm koyma yetkisi tanındı.

– Yargı bağımsızlığının kurumsal güvencesi kaldırıldı: Özellikle, yargı teşkilatının en üst düzenleme ve denetleme organı Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapılandırılma tarzı ile yargı, yürütmenin güdümüne konuldu.

– Kişiselleştirilen iktidar, hesap vermekten bağışık tutuldu: Yürütme, tek kişi ile özdeş kılındı; yasama ise parti başkanlığı yoluyla yürütmenin güdümüne sokuldu. Buna karşılık, görev-yetki-sorumluluk ilkesi öngörülmedi. Siyasal karar mercileri olarak kurgulanmayan bakanlık teşkilatlarının hiyerarşik amiri konumundaki bakanlar, sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olup, kendi aralarında eşgüdüm veya dayanışma sağlamaya yönelik bir bağ bulunmamaktadır.

Dahası, 2017 değişikliği, “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” (m. 101/son) kaydını kaldırarak, Cumhurbaşkanı statüsü ve parti üyeliğini bağdaşır kıldı. Düzenleme, böylece, partili bir adayın Cumhurbaşkanı seçildiği zaman parti üyeliğinin devam etmesi veya partili olmayan bir kişinin üye olma yolunu açmış olsa da, CB’nin parti genel başkanlığı, yürürlükteki Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı hükümleri ile bağdaşmaz.  Üstelik sakıncalıdır da.  Yalnızca ikisine değinmekle yetinelim:

16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği, kurumlar, kurallar ve değerler bütünü bakımından, Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık çizgisinden kopuş sürecini yansıtmakta.

-Cumhurbaşkanlığı ve parti genel başkanlığı statülerinin birleşmesi, Anayasa’ya saygıyı sağlamakla yükümlü makamın kendisini, Anayasa ihlalinin baş aktörü haline getirdi.

-Demokratik siyasal yarışmanın serbest ve eşit işleyişini engellemekte olan parti-devlet başkanlığı birleşmesi, iktidarın el değiştirme (siyasal münavebe) ortam ve koşullarını da zedeledi.

Özet olarak; zorlayıcı toplumsal ihtiyaçlar gerekli kılmadığı halde, OHAL ortam ve koşullarında, istismarcı Anayasa değişikliği, yüzyılı aşkın zaman diliminde oluşan anayasal kurumlar ve kurallar yürürlükten kaldırıldı; Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik hukuk devleti” niteliğini zedeleyen üç yokluk hali ortaya çıktı:

– Kurul halinde (ortak/kolektif) siyasal karar süreci,
– Siyasal sorumluluk ve hesap verebilir yönetim,
– Denge ve denetim düzenekleri.

Sonuç olarak; yürütme ve devlet yönetiminin anayasal olarak tek kişide toplanması, aynı kişinin Anayasa’nın bağlayıcı kuralları ile bağdaşmadığı halde parti genel başkanı olması, devleti ve yürütmeyi, lideri aracılığıyla siyasal parti hâkimiyeti altına soktu.

  • İktidarı kişiselleştirme ve Devleti partileştirme, kişi-parti-devlet birleşmesi tehlikesini yarattı.

Şu hâlde, 1982 Anayasası, 40. Yılında nasıl okunmalı?

Kuşkusuz 1980’ler anlamında “darbe Anayasası” söylemi artık geçerli değil; “anayasacılık yörüngesi” de, 2017 Anayasa kurgusu ile gölgelendi. Bu nedenle, 1982 metnini 40. Yılında değişiklikler bütününde okuma gereği kadar, insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler, Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları ışığında yorumlama gereği vardır.

Bu süreçte özgürlükler, anayasa hukuku kazanımları, kurumsal anayasa hukukunu demokratik devlet ereğinde değişikliğin itici güçleri olarak kullanılmalı. “OHAL Anayasası” ve “Anayasal OHAL” düzenine son vermek amacıyla Anayasa değişikliği, gelecek seçimleri değil gelecek 40 yılı tasarlayarak kurgulanmalı.

Türkiye’nin anayasal sorunlara çözüm arayışı, klasik anayasacılığın ortak paydaları veya asgari standartları ışığında olacaktır.  Haysiyeti temel alan bir insan hakları anlayışına dayanması gereken çağdaş bir Anayasa’da, başta siyasal aygıtlar gelmek üzere, bütün resmi kuruluşlar, bu hedefte düzenlenmeli ve yapılandırılmalı. Bu amaçla, Anayasa değişikliği sürecinde denge ve denetim düzenekleri.. de çok yönlü tasarlanmalı.

Anayasa kuralları, insan toplumlarının karşı karşıya geldikleri yeni sorunlara sürekli çözümleri de içerir. Anayasa değişiklikleri ve yenilenmeleri bu arayışa yanıt vermeyi amaçlar. 21. yüzyıla Anayasa arayışları ile giren devletler, küresel ölçekte ortaya çıkan sorunlar karşısında sınıraşan (trans-national) anayasacılık olgusu ile bugün daha çok yüzleşmektedirler.

Demokratik hukuk devleti için CHP öncülüğünde kurulan Millet Masası, ikincil sorunları gündeme çıkardıkça, Anayasa’yı toplumsal barış belgesi değil iktidar için savaş aracı olarak gören totaliter rejim heveslilerinin iştahları kabarıyor.

Toplumsal ve siyasal yapıların gelişmesi, uluslararası ilişkilerde sürekli değişimler de etkili olmakla birlikte, anayasal kurumlar yoluyla fikri çalışmaların çeşitliliği ve içtihadi etkileşimler de gelişmenin itici güçleridir. Öte yandan, anayasa hukuku, teknolojik ilerlemelerin de sürekli etkisi altında olup, kurum ve kavramlarını bunlara uyarlamak durumundadır.

Bunun için anayasal bilgilenme hakkı, her zamankinden daha yaşamsal; zira, 35. Yılında “istismarcı değişiklik” sonucu anayasacılık geleneğinden koparılan yürürlükteki Anayasa, 40. yılında “fırsatçı değişiklik” riski ile karşı karşıya.

  • Başörtüsünü anayasal güvenceye kavuşturma bahanesi ile aile tanımını değiştirmeye yönelik AKP girişimi, anayasacılık anlayışı ve özü ile bağdaşmazlığı bir yana,
  • toplum mühendisliği yoluyla totaliter rejim hevesinin dışavurumudur.

Oysa Türkiye’nin siyasal gündemi, TBMM önünde sorumlu bir yürütme için demokratik hukuk devletinin asgari gereklerini içerecek bir Anayasa değişikliğidir.

Şu çelişkiye bakın: 1982 Anayasası, yeterince güvenceli olmayan özgürlük anlayışı ve sınırlı olmayan iktidar anlayışı ile eleştiriliyordu.

-İlk 20 yılında bu denge büyük ölçüde sağlandı: Güvenceli özgürlükler ve sınırlı iktidar.
-İkinci 20 yılında ise, siyasal iktidarı sınırlayıcı denge ve denetim düzenekleri kaldırıldığı için, özgürlükler de kâğıt üstünde kaldı.

Cumhuriyet, 2. Yüzyılında tam bir yol ayrımında:
demokrasi mi, yoksa monokrasi mi?

Demokratik hukuk devleti için CHP öncülüğünde kurulan Millet Masası, ikincil sorunları gündeme çıkardıkça, Anayasa’yı toplumsal barış belgesi değil iktidar için savaş aracı olarak gören totaliter rejim heveslilerinin iştahları kabarıyor.

Sözün özü; Türkiye demokratları, zaman ötesi bir sınavla karşı karşıya: Aman dikkat! Anayasa, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su ve soluduğumuz hava kadar önemli; ama, günlük siyasal çatışmalara alet edilmemesi gereken kuşaklar ötesi ortak ve üstün bir normdur.

Padişahlığın sonu… 100 yıl önceki Meclis kararı

Alev Coşkun
Alev COŞKUN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

 

100 yıl önce, 1 Kasım 1922, günlerden çarşamba, Meclis iki maddelik bir kanunu kabul ederek padişahlığı kaldırdı. 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti ve padişahlık tam 623 yıl sonra tarihin derinliklerine gönderildi. Bu son derece önemli bir devrimdi ve Cumhuriyetin ilanının önü açılmıştı. 100 yıl önce gerçekleşen bu önemli konuyu, altyapısı ve arka planı üzerinde durarak irdeleyeceğiz. Atatürk Nutuk’ta Milli Mücadele’nin başlarında padişahın durumunu şöyle anlatıyor:

“… Millet ve ordu, padişah ve halifeliğin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve sadık…” (Nutuk, s.8.)

Bu nedenle Mustafa Kemal konuşmalarında “Padişahımız, halife hazretleri yabancıların elinde esirdir… Onu kurtaracağız.” diyordu. Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin yapısı çeşitliydi. Kimisi medrese kökenli, kimisi din hocası, kimisi yönetici ve askerdi. Özellikle, medrese kökenliler ve hocalar hilafet ve saltanata bağlıydılar. Milli Mücadele hareketinde Atatürk’ün yakın arkadaşlarının çoğu da padişahlık ve halifeliğin devamını istiyorlardı. Önce bu konuyu açığa çıkaran önemli bir olayı ele alalım.

‘Heyecana yer yok’

Başbakan Rauf Orbay, 19 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’e önemli bazı konuları görüşmek isteğini bildirdi ve Refet (Bele) Paşa’nın Keçiören’deki evine akşam yemeğine davet etti. Dört eski arkadaş Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy buluştular. Bu dört kişinin Milli Mücadele’yi ilk açıklayan Amasya Bildirisi’ne imza koyanlar olduğunu belirtmeliyiz. Atatürk, Rauf Orbay’dan padişahlık ve halifelik konusundaki kişisel düşüncesini sordu. Rauf Orbay’ın yanıtı şöyledir:

  • “Ben padişahlık ve halifelik makamına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü, benim babam padişah ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. (…) Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Bu makamı kaldırmak, yıkıma yol açar, büyük acı doğurur.” (Nutuk, s. 464.)

Refet Bele de bu görüşe aynen katıldığını; Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini ve durumu inceleyeceğini bildirdi. Mustafa Kemal şu yanıtı verdi:

“Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te bazılarının korkup aceleye ve heyecana kapılmasına da yer yoktur” dedi.

Daha sonra neler olduğunu biliyoruz. Kuvayı Milliye orduları 9 Eylül 1922’de İzmir’de zafere ulaştı. Ateşkesten (AS: Mudanya) sonra Barış Konferansı (AS: Lozan) için hazırlıklar başladı.

‘Gizli talimat almış bir kişiyi İstanbul’a gönderin’

17 Ekim 1922’de, Osmanlı Devleti’nin sadrazamı Tevfik Paşa’dan Mustafa Kemal’e, kişiye özel bir telgraf geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, kazanılan zaferin önemini vurguluyor; bu zaferin İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırdığını belirtiyordu. İstanbul hükümetinin Barış Konferansı’na davet edildiğini, barış görüşmelerine gidecek olan İstanbul ve Ankara delegelerinin bir görüş etrafında birleşmelerinin yararlı olacağını belirtiyordu. Tüm bu nedenlerle Ankara ve İstanbul’un görüşüp uzlaşmaya varabilmesi için “Mustafa Kemal’den gizli talimat almış bir kişinin çok acele İstanbul’a gönderilmesini” istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafının anlamı şuydu: “Zafer kazanıldı, padişah yerinde oturuyor. O nedenle, Barış Konferansı’nda görüşülecek konular üzerinde konuşup uzlaşmaya varalım.” Sadrazam bu telgrafıyla zafere açıkça ortak oluyordu. Atatürk, Sadrazam’ı muhatap almadı. “Barış Konferansı’nda Türkiye’yi ancak TBMM temsil edebilir. Asıl yetkili TBMM’dir” dedi.

Büyük devletlerin stratejisi 

İşin esası şudur: Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri (İngiltere, Fransa, İtalya) hem İstanbul hem de Ankara’yı Barış Konferansı’na davet ederek konferansta İstanbul-Ankara çelişkisi yaratmak ve bundan yararlanmak istiyorlardı. TBMM’de bu ikili davetin doğal olduğunu kabul eden ciddi bir grup vardı. Halifeye ve saltanata bağlı olanlar, zaten Milli Mücadele’nin ve üç buçuk yıl süren savaşların “padişahımızı esaretten kurtarmak için” yapıldığına inanıyorlardı.

‘Saltanat tarihe karışmıştır’

Bu arada İstanbul Hükümeti’ne, Avrupa devletlerinden, Lozan Konferansı için resmen davet mektubu geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, bu kez 29 Ekim 1922’de doğrudan Meclis Başkanlığı’na başvurdu. “Eğer İstanbul hükümeti olarak konferansa katılınmazsa 600 yıllık saltanatın yok olduğunun kabul edilmiş olacağını” belirtiyordu. Bu nedenle görüşüp uzlaşma sağlanması için ya kendilerinin Ankara’ya ya da Ankara’nın İstanbul’a bir temsilci göndermesini istiyordu. Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı bu girişimleriyle, kazanılan zafere açıkça ortak olmak istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın bu telgrafı, TBMM’de gergin ve tartışmalı, sıcak günlerin yaşanmasına neden oldu. Padişah onayıyla düzenlenen isyanlar, Kuvayı Milliye’yi engelleyici tutum ve davranışlar, İngilizlerle yapılan işbirliği, Mustafa Kemal başta olmak üzere Kuvayı Milliye liderlerinin idama mahkûm edilmeleri nasıl unutulabilirdi?

Heyecanlı gün 

30 Ekim 1922, Pazartesi, Meclis’te çok heyecanlı, çok sıcak, sert ve yakıcı tartışmaların yaşandığı bir gün oldu. Önce Mustafa Kemal kürsüye çıkarak Sadrazam Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgraf hakkında bilgi verdi ve görüşlerini açıkladı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa

81 imzalı önerge 

Konuşmalar uzayınca, Meclis Başkanlığı’ na Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının imzaladığı bir önerge verildi. Bu önergede:

• Osmanlı İmparatorluğu’na ait padişahlık yönetiminin tarihe karıştığı;

• Anayasaya göre egemenlik haklarının millete ait olduğu belirtiliyor ve padişahlık hakkında da yasal işlem yapılması isteniyordu. Bu önergeyi Mustafa Kemal de imzalamıştı. Önerge alkışlarla destekleniyordu. Ancak konuşmayan, sessiz kalan bir milletvekili grubu vardı. Önergenin aleyhinde bir iki milletvekili söz aldı. Sonunda yapılan oylamada 132 milletvekili kabul, 2 milletvekili ret ve 2 milletvekili çekimser oy kullandı. Halifeliği ve saltanatı destekleyen bir grup milletvekili oylamaya katılmadılar. Halife ve saltanat yanlısı olan bu milletvekilleri, oylama sırasında Meclis salonundan çıktılar.

Yeterli oy çıkmadı

Böylece yeterli oy sağlanamadı. Oylamanın tekrarlanması 1 Kasım 1922 gününe bırakıldı. Oylamaya katılmayarak önergenin kabul edilmesini engelleyen milletvekilleri, kuşkusuz saltanatı ve Padişah Vahdettin’i destekliyorlardı. Konu bir gün sonra yeniden Meclis’e geldi. Atatürk konuyla ilgili olarak şöyle diyor:

“Meclis’te geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli egemenlik ve saltanat makamının TBMM olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım…” (Nutuk, s.467)

Mustafa Kemal’in stratejisi, saltanatla halifeliği ayırarak, padişahlık makamına son vermek üzerinde kurulmuştu.

Komisyondaki durum 

Çeşitli görüşlerin birleştirilmesi için, önergeler Anayasa, Adalet ve Şeriye komisyonlarının ortak toplantısına gönderildi. Ancak özellikle Şeriye Komisyonu üyesi hocalar direniyorlar, uzun konuşmalar yapıyorlar, hatta açıkça “hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılmayacağını, bu nedenle saltanatın korunması gerektiğini” savunuyorlardı. Hiç kimse de cesaret edip bu iddialara yanıt veremiyordu. Sonunda, Mustafa Kemal dayanamadı, söz istedi. En arkada olduğu için, önündeki sıranın üstüne çıktı ve yüksek sesle konuşmaya başladı. Bu konuşma, Nutuk’ta özetlenmiştir.

‘Egemenlik ve saltanat makamı TBMM’dir’

Atatürk şöyle diyordu : 

  • “Efendim; hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez.
  • Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır…
  • Şimdi de Türk milleti artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. (…)
  • Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla belirtmekten ibarettir. Bu mutlaka olacaktır.
  • Burada toplananlar, Meclis ve herkes konuyu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir.
  • Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.

İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur.” (…) “Bu konuda ilmi açıklamalarda bulunayım dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Şeriye Komisyonu üyesi Beynamlı Hoca Mustafa Efendi, ‘Affedersiniz efendim. Biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık’ dedi. Konu sonunda karma komisyonca kabul edilerek çözüme bağlandı.” (Nutuk, s.468)

Bir devrim 

Mustafa Kemal, Meclis çatısı altında ilk kez bu derece kesin konuşuyordu. Hatta “Bazı kafalar kesilecektir” cümlesini Meclis’te ilk kez kullanıyordu. Ancak artık köhnemiş bir saltanatın, kesin bir kararla sona erdirilmesi söz konusuydu. Bir devrim söz konusuydu. Ondan başka birisi de bu konuşmayı yapamazdı. Başkomutan olarak, vatanın düşman işgalinden, milletin yabancı boyunduruğundan kurtarılmasında liderliği üstlenmişti. Aslında, yaptığı konuşma ile yeni bir şey söylemiyor, Kuvayı Milliye’nin temel ilkelerini dile getiriyordu.

Demokrasiye uygun mu? 

Mustafa Kemal’in Meclis Komisyonu’nda yaptığı bu konuşmadan 50 yıl, 80 yıl, 90 yıl sonra, bu konuşmayı demokratik bulmayanlar, “Ama bu konuşma demokrasiye uymuyordu” diyenler çıkmıştır. Bundan sonra da çıkacaktır.

Atatürk’ün yaptığı bu konuşma, o günün koşullarında değerlendirilmelidir. Tersi durumda tüm yorumlar boşlukta kalır. Unutulmasın ki bir dönem kapanıyor, Cumhuriyet dönemine adım atılıyordu. Bir devrim yapılıyordu.

  • Tarihte hangi devrim demokrasi ile gerçekleşmiştir?

Fransız Devrimi’nde giyotinler işledi, hatta İhtilal kendi çocuklarını yedi. Amerikan bağımsızlık hareketi bir savaş sonucu elde edilmiştir. 1917 Rusya Büyük Ekim Devrimi’nde de aynı sahneler görülmüştür. Türkiye’de de bir devir kapanıyor, Cumhuriyet dönemi açılıyordu.

Oylama sonucu 

Meclis İkinci Başkanı Adnan (Adıvar) komisyondan gelen tasarıyı okuttu. Saltanatın, İstanbul’un hukuken işgal tarihi olan “16 Mart 1920’den itibaren kaldırılmış sayılmasını” öngören tasarı, şiddetli alkışlarla kabul edildi. Meclis başkanının “oybirliği ile” sözüne karşı sadece Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, “Ben karşıyım” diye bağırdı. Osmanlı saltanatının yıkılış ve göçüş töreninin son aşaması böyle geçmişti:

Böylece Cumhuriyete giden yolda en önemli engel Osmanlı saltanatı kaldırılmış, 600 yıllık padişahlık tarihinin derinliklerine gönderilmişti. Bu olaydan tam 1 yıl sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı gerçekleşti.

Milli İrade

Dostlar,

Cumhuriyetimizin ağabeyi, 90+ yaştaki üstadımız Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN beyefendi, “MİLlİ İRADE” başlıklı bir makale yazarak, Başbakan RTE’nin “Bnin bakanım” diyemeyeceğini belirtiyor.

Ünlü İngiliz siyaset bilimci J. Stuart Mills’ten alıntı yapıyor..

“…Türkiye’mizde toplumsal uyanış ve despotik iktidara karşı doğan tepkiler, 
AKP iktidarının yazgısını belirleyecek ve o yazgıyı değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.”

Diyalektik bir çıkarımla, yukarıdaki sonuca varıyor.
Bir küçük önermemiz olsun izinleriyle :

“Diyalektik” ve “yazgı” kavramları farklı kategorik jargonlara ilişkindir. İlki bilimsel ve pozitiftir; ikincisi dinsel ve soyut..

Dolayısıyla bu paragrafta “yazgı” yerine, diyalektik deterministik öngörü gereği,
“geleceği” denilebilir, denilmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
26.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================

Milli İrade Kavramı!

portresi

Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN 

Osmanlı devleti, “millî İrade” kavramının dışında kalmıştı.
Bu kavramı ilk kez Mustafa Kemal Paşa kullanmış ve ünlü Nutuk’ta :

  • “Efendiler, bu vaziyet karşısında bir, tek bir karar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, bilakaydüşart yeni bir Türk Devleti tesis etmek.
    İşte daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da
    Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikine başladığımız karar,
    bu karar olmuştur.”
     demişti.

Anadolu’muz Batının emperyalist ülkeleri ordularının işgali altındayken, “Millî İrade”yi egemen kılma kararı “Teşkilatı Esasiye Kanunu”nun ilk iki maddesiyle yürürlüğe girmişti. TBMM’nin 20 Ocak 1921 günü onayladığı bu ilk Anayasa’nın 1. maddesi;

Hakimiyet bilakaydışart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını (yazgısını) bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” koşuluyla “Millî İrade”yi somut, uygulanabilir gerçekliğe kavuşturdu.

Bu ilk Anayasanın 2. maddesi de, “Milli İrade’nin Milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli edeceğini” öngörmüştü. Aslında 29 Ekim 1923’ten iki yıl önce Cumhuriyet bu iki maddesiyle kabul ve ilan edilmiştir. Kurtuluş Savaşı kazanılmadan önce böylesi bir kararın tek yorumu vardır ve Batı’nın ABD dahil emperyalist ülkeleri bilmelidir ki, yeryüzünde hiçbir ulus, işgal altındayken kendi devletini ve onun cumhuriyetini kurabilmiş değildir. Yeryüzünde Türk Ulusu’nun dışında bunu başaran bir başka ulusun varlığından kimse söz edemez.

Bu gerçeğe göre Millî İrade ulusun kendisidir ve ulus bunun uygulanmasını özgür iradesiyle oluşturduğu TBMM eliyle sağlamaya karar verir. Bir başka deyişle Millî İrade’nin kaynağı Millet’in meclisidir. Siyasal iktidar ve de o iktidarın oluşturduğu hükümet, kendisini Millî İrade olarak tanımlayamaz. Millî İrade’nin tecelli ettiği kuruluş TBMM’dir. TBMM’nin dışında hiçbir kurum, hükümetler dahil Millî İrade’nin kendisi olamaz. Çünkü hükümetlerin tümü TBMM’nin gözetimine ve denetimine bağlıdır ve görevden alınıp alınmamasına karar verecek organ TBMM’dir. TBMM’nin dışında kalan hiçbir kamusal organ , hükümetler, TBMM’nin kararı olmayan bir yetkiyi kullanamaz. Eğer bir karar, Millî İrade’ye ters düşüyorsa, o kararın yok sayılmasını TBMM, kendisinin oluşturduğu kurumlar eliyle sağlayabilir.

Durum böyle olunca, bir başbakan’ın hükümet üyelerinden herhangi biri için “benim bakanım” deme hakkına sahip olamaz. O bakan Türkiye Cumhuriyeti Devlet’inin bakanıdır ve Başbakan’ın emrinde O’nun görevlisi değildir. R.T. Erdoğan,
Hükümet üyelerinden herhangi birisini “benim bakanım” demekle yetkisini aşmaktadır
ve kendisinde Anayasanın tanımadığı gücün var olduğu vehmine kapılmaktadır.

Fakat ne yazık ki, ”Başbakan senin memurun değilim” biçiminde kişiliğini korumak türünde erdeme ulamış bir bakanla da ülkemiz tanışamadı.

  • Millî İrade’nin görev verdiği hükümetin ulusal boyuttaki yanlışlarına, sakınca ve hatta tehlike yaratan kararlarına ulusumuzun hiçbir bireyi boyun eğmek zorunda değildir.

Öylesi hükümetin aldığı ve uygulamaya koyduğu kararları eleştirme, eleştirmek için örgütlenme hakkına sahip çıkılması da önlenemez.

Polis gücüyle önlenmesi o iktidarın faşizme kaymasının kanıtı, belgesi olarak, bir gün ulusun o iktidara el koyması sonucunu doğurur.
Tarihin diyalektiğinde bunun sayısız örnekleri gerçekleşmiştir. Türkiye’mizde de böylesi bir örnekle karşılaşılmayacağını bugün hiç kimse ileri süremez.
Bunu ancak tarihin gelişim süreci belirleyecek ve öylesi eylem, tarihin diyalektiği tarafından onaylandığı anda da gerçekleşecektir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, tarihimizin en yakın çanlı örneğidir. Yeni ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu Millî İrade’nin kararı olduğu içindir ki, emperyalizmin ülkemizi işgal eden orduları bile önleyemedi. Tarihin yarattığı kararı değiştirme gücü
yine tarihin elinde olduğu için.

Özetle Millî İrade; aslında ulusun tarihsel süreç içindeki gelişiminin ve gereksinmelerinin sentezinde belirginleşir ve belirginleştiği ölçüde de politik egemenliğin kaynağı olur.Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kuruluş ve gelişim aşamalarından edindiğimiz bu olguya 1850’li yıllarda John Stuart Mill’in “Representative Government” (Temsilî Hükümet) adlı kitabında da rastlıyoruz. Örneğin şu düşünceyle Hükümet kavramını betimlemişti ünlü yapıtında:

  • “Hükümetler önceden tasarlanarak oluşturulmaz yapılandırılamazlar, fakat oluşur, gelişirler. Bizim ilgimiz evrenin diğer olayları gibi özelliklerini öğrenmek ve ona uyum sağlamaktır. Onunla ilişkimiz halkın temel siyasal kurumlarını, yaşamını ve doğasındaki organik gelişimi, yaradılışındaki özelliği ve bilinçsiz içgüdülerini, talep ve eğilimlerini ve tüm bu düşünülmüş niteliklerinin öğretisiyle onu tanırız.” (İngiizcesi dipnotta)

Şunu belirtelim ki, Stuart Mill’deki “Government” kavramı devlet’i de içermektedir.
Eğer O’nun bu görüşü gerçek ve doğru ise, Millî İrade’nin kaynağı olan halkın sahiplendiği devlet, başkalarınca planlanan bir tasarımın gerçekleşmesi biçiminde algılanamaz. Örneğin Mustafa Kemal’in zihninde beliren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ondan önceki 150 yıllık gelişimin sonucu ve sentezidir. Eğer 150 yılın diyalektiği yaşanmış olmasaydı bir Mustafa Kemal’i annesi yine dünyaya getirir ve fakat o Mustafa Kemal, bir Atatürk olamazdı. Eğer bu düşüncem doğru ve bir gerçeğin anlatımıysa, ulusal egemenliği yaratan yine o ulusun uzun tarihsel gelişimin sonucunda vardığı
nihai menzildeki iradesidir. Eğer bu ulaştığım sonuç yine doğru ve gerçek ise,
bugün Türkiye’mizde toplumsal uyanış ve despotik iktidara karşı doğan tepkiler,
AKP iktidarının yazgısını belirleyecek ve o yazgıyı değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Tarihin diyalektiğini değiştirecek tek güç çünkü, yine tarihin kendisidir.

Saygılarımla. (25.6.13)Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen

Dip Not:
(+).John Stuart Mill, Consideration on Represantative Government, with an Introduction by Howard Penniman, p.4: “Governments cannot be constructed by premeditated design. They are not made, but grow. Our business with them, as with the other facts of the universe, is to acquaint ourselves with their natural properties and adapt ourselves to them.The fundamental political institutions of a people are considered by this school as a sort of organic growth from the nature and life of that people: a product of their habits, instincts and unconscious wants and desires, scarcely at all of their deliberate purposes.”
(İngilizce metinde kimi maddi yazım yanlışları tarafımızdan düzeltilmiştir.. A. Saltık)

19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM


19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM

portresi2

 

 

 

 

Suay Karaman

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 94. yılını siz değerli dostlarla birlikte Konya’da kutlamaktan mutluluk duymaktayım ve bu anlamlı etkinliği düzenleyen başta CHP Konya Selçuklu İlçe Başkanlığı olmak üzere 19 Mayıs Platformu’nun
tüm bileşenlerine teşekkürlerimi sunuyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Osmanlı Devleti, koşulları çok ağır olan
Sevr Antlaşması‘nı imzalamak zorunda bırakılmıştı. Ordusunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştı. Anadolu işgal edilmişti. Uzun savaş yılları boyunca millet yorgun
ve yoksul bir durumda kalmıştı. Ülkeyi yöneten hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı. Padişahın ise kendini ve tahtını korumaktan başka bir düşüncesi yoktu.

Bu koşullar altında Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı tek şey vardı; emperyalist güçler tarafından bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulus için kurtuluş savaşına başlamak. İşte bu nedenle 19 Mayıs 1919 tarihi, vatanın kurtulması için örgütlenen
Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesinin başlangıcıdır.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da bir ulusun yazgısını ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923’te çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda,
42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdi.
57 yaşında yaşama veda ederken, mutluydu; çünkü başarmıştı.

Yapılan Kemalist devrimlerle, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması amaçlanmıştı. 1923 – 1938 arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkının büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçğüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.

Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma atılımına girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz:

Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır.
– Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur.
Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur.
– Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır.
– Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır.
– Gemlik Suni İpek Fabrikası,
– Bursa Merinos Fabrikası,
– İzmit Kağıt Fabrikası …

gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur.

1930’da Sanayi Kongresi,
1931’de Ziraat Kongresi toplanmıştır.
Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.

Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931’de Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları, eldeki kıt kaynaklarla
halkın gereksinimlerinin en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır ve temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışalım (ithal edilmek) zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.

1933’te Sümerbank kurularak, devletin iktisadi yaşama girişi gerçekleşmiş ve doğrudan doğruya devlet işletmeciliği başlatılmıştır. Ardından, büyük bölümü yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935’te yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi,
madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur.

1. Kalkınma Planı döneminde Toprak Reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile
devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir. Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına
geçici süre ara verilmiş ve Devlet, savaş ekonomisine uygun kimi önlemler almıştır.

Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette.
Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka,
bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923’te kişi başına düşen ulusal gelir yalnızca 45 $ iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.

1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 dışında, 1923 – 1946 arasında
dışsatım (ihracat) hep dışalımdan (ithalattan) çok olmuştur.

1929-1939 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 arasında %10, 1930-1940 arasında %5 artmıştır.

1923’te 140 olan fabrika sayısı, 1933’te 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923’te 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940’ta 3.000.000 ton olmuştur. 1923’te üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923’te kağıt üretimi yoktur, 1940’ta 10.000 ton üretilmiştir. 1923’te demir – çelik üretimi yoktur, 1940’te 40.000 ton üretilmiştir. 1923’te 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940’ta 400 milyon kwh olmuştur. 1923’te 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940’ta 7.500 km olmuştur. 1923’te şeker üretimi yoktur ama 1940’ta 90.000 ton şeker üretilmiştir.

1923’te %5 olan okuma-yazma oranı, 1940’ta %25 olmuştur. 1920’lerin başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına
öbür İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır.

Bütün bu veriler herkes tarafından bilinirken, bu gurur verici geçmişi yok saymak için, demokratik ve laik cumhuriyetle hesaplaşmak için bekleyen kendini bilmezler,
karanlıkta boğulacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede (1923-38) yaratılan gurur verici tablonun ardında;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik ilkeleri, yani “6 Ok” bulunmaktaydı.

Atatürk’ün tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti,
ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.

Yıllardır Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle
çok partili düzenle birlikte Kemalizm’in ilkelerinden ödün vermiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, Aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Yıllardan beri dinci örgütlenmelere ortam hazırlanmış; bugün laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletini terk etmek konumuna gelinmiştir. Ne yazık ki gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan yöneticiler, emperyalist güçlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına, bitirilmesine ve paylaşılmasına aracılık etmektedir.

Yıllardır siyasal iktidarlar, ABD ve AB emperyalizmine kucak açmış, Avrupa Birliği’ne üye olmak adına tam bağımsızlığımızı ve onurumuzu feda etmek istemektedirler.

UNESCO,  üye  156  ülkenin  oybirliği  ile  1981  yılını,  Atatürk Yılı  ilan  ederken,  kararın  gerekçesinde,  Atatürk  şöyle  tanımlanıyordu:

  • ”Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan
    ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında  renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu……”

UNESCO’nun bu tanımından sonra, sömürge valisi edalarıyla ülkemize gelen AB’nin ve ABD’nin yetkilileri, olur olmaz her konuda fikir vermektedirler. Atatürk’ün resimlerinden korkan, Kemalizm’i terk etmemiz gerektiğini söyleyen bu yüzsüzler, ülkemizin bölünmesi için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu Sevr özlemcileri, bölünmemiz ve bağımsızlığımızı yitirmemiz için, yerli işbirlikçileriyle birlikte her yola başvurmaktadırlar. Dıştan ve içten gelen her türlü Kemalizm karşıtı saldırılar, Türkiye’de ulusal devleti çökertmek amacını taşımaktadır.  Ancak, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliği bütün olumsuzlukları yenecek güçtedir ve Kemalizm’e her zaman
sahip çıkacaktır.

Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları “babalar gibi” satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst düzeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 11 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır.
Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir. Terör ülkemizi vurmuş ve terör örgütüyle pazarlık aşamasında “yeni anayasa” yapılmak istenmektedir. Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum içler acısıdır.  Genel durum ve görünüm şimdilik parlak değildir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasal iktidarın dünyanın
17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre kadın – erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 121. sıradadır. Türkiye basın özgürlüğünde 138 ülke arasında 135. sırada, yargı bağımsızlığında ise 82. sırada yer almaktadır.

Ülkeyi yöneten siyasal iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

Silivri’de zulüm altında tutularak, hayali suçlamalarla yargılanan yurtsever
ve Kemalist aydınlar, yıllardır onur savaşımı (mücadelesi) vermektedirler.

  • Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşen siyasal iktidarın amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır.
    Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme çabaları sonuç vermeyecektir.

Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz Atatürk, 20 Ekim 1927’de,
CumhuriyetiTürk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı:

  • “Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere,
    yurdun içinde yönetim başında bulunanlar; aymazlık, sapkınlık ve üstelik
    hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri,
    kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların
    siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”

“10 Kasım’da yaygara kopartıldı”, “Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen ve ulusal bayramlarımızı yasaklayan karanlık zihniyetler
ne yaparlarsa yapsınlar; başaramayacaklardır. Çünkü bu topraklarda
Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük rüzgarları esmektedir.

Ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcından 94 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. 94 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güçbirliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 94 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünürsek umutsuzluğa kapılabiliriz. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar için umutsuzluğa yer yoktur, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluk diye bir olgu söz konusu değildir. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir biçimde
tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.

Bunun için tüm yurtsever güçlerin bir araya gelip örgütlenmesi, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem “6 Ok”unda olduğunu bilerek il il, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak bütün bu olumsuzlukların, ülkemizin üstündeki kara bulutların topluma anlatılması gerekmektedir.
Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için,
hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir.

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda sürekli ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan,
19 Mayıs’ın 94. yılı kutlu olsun!

Hepinizi saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.

(İlk Kurşun Gazetesi, 20 Mayıs 2013)

98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ!


Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci
ADD Eski Genel Başkanı

portresi

98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ! 

98. yıldönümüne ulaştığımız 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin, gerçek anlamı olan Türk ulusal birlik ve yurt bilincinin dirilip pekişmesi, uluslar arası sömürgeciliğin anlaşılıp tepelenebileceğinin kavranması, gerçek ulusal önderliğin anıtlaşmış örneğinin ortaya çıkması .. ile kutlanması gerekir.

İçi boş övünme demeçleri, siyasal ortamda ve camilerde İslam’a taban tabana aykırı bir din sömürüsü ile şehitlerimizin sözde anılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Mustafa Kemal Atatürk’ün adını bile anmayan hutbeler okutturması, şehitliklere gericilik gösterisi niteliğinde ziyaretler düzenlenmesi, …, başta Çanakkale’de saldırıya gelen ve bugün de emellerinden vazgeçmediği görülen sömürgeci düşmanların gözünde Türk ulusunu ve Türkiye Cumhuriyeti devletini çağdışı, güçsüz, özgürlük ve bağımsızlığın anlam ve değerini bilmeyen bir kitle olarak göstermek işlevini görmektedir.

Çanakkale’de bir ulusun ve bir yurdun kutarılmış olduğu üzerinde, bunu sağlayan yüksek düşünce gücü üzerinde hiç durulmaması, İstanbul’un ikinci bir “fatih”i olduğunun göz ardı edilmesi, bu ikinci “fatih”in, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün 18 Martlarda,
29 Mayıslarda ya yasak savar gibi anılması ya da hatta adının bile hiç anılmaması; dahası, Çanakkale’nin gökten, gaipten birtakım sözde-güçlerce kurtarıldığı yolunda akıl ve mantık dışı, bilim dışı, hastalıklı ve çarpık düşüncelerin yayılması ve/ya da bunlara seyirci kalınması, … ne anlama geliyor?

Bunun yanında, daha doğrusu bu saptırmalarla eşgüdümlü olarak “Savaşın insancıl yüzünü anlatma” aldatmacasıyla, Çanakkale’deki düşman askerlerinin anı defterlerinin, mektuplarının, vb. yurdumuzu işgale geldikleri olgusu gözlerden saklanarak, onlara sempati uyandıracak biçimde kullanıldığı sözde-belgesel filmlerle neye hizmet edilmek isteniyor?

Bize göre bu savsaklama ve saptırma, Türk Bağımsızlık, Demokrasi ve Kalkınma Devrimine yönelmiş dış ve iç sömürgeci saldırının bir parçasıdır.

Çanakkale’yi doğru olarak anlamaktan alıkonulan Türk ulusu, Türk Devrimini de doğru anlamaktan alıkonulmuştur ve alıkonulmaktadır.

Çanakkale’nin aşağıda belirtilen gerçek anlamı Türk siyasal kadrolarınca gereğince benimsenip Türk ulusuna, onun yeni kuşaklarına bu özüyle anlatılsaydı, kuşku yok ki Türk Devrimi hem amaçları doğrultusunda daha büyük ölçüde ilerleyecek ve tüm ulusça bilinçle benimsenecekti; hem de dış ve iç sömürgenler, bugün BOP ve AB projeleri altında 75 milyonuyla tüm ulusumuzu ve yurdumuzu parçalamaktan, ulusal ekonomimizi çökertip yabancı mülkiyetine geçirmeğe; laik Türkiye Cumhuriyeti yerine İslamı da, Türklüğü de tümden aşağılayıp çürütmeğe yönelik ilkel bir din baskıcılığı devleti koyma utanmazlığına değin varan korkunç saldırılarından hiçbirisine kalkışamazlardı!

Çünkü Çanakkale Zaferi’nin de, Türk Kurtuluş Savaşı gibi, bilim ve özgürlük düşüncesine doğrulukla bağlı kalan bir önderlik sayesinde kazanıldığını vurgulamak büyük önem taşımaktadır.

Bu bağlamda belirtelim ki; iyi niyetle sık sık kullanılmakta olan “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” deyimi de, “TÜRK MUCİZESİ” deyimi de, Türk Kurtuluş Savaşı ve Demokrasi Devriminin temelinde aklın ve bilimin, bilgelik düzeyinde bir önderliğin yattığı gerçeğini gölgeleyici nitelikte bir deyimdir.

Gerçekte ne Çanakkale Zaferi, ne de Türk Kurtuluş Savaşı “çılgınlık” ya da “mucize” ürünü olmayıp, çok yüksek bir bilgeliğin ürünüdür; bu nedenle “ÇILGIN” değil,
“ŞU BİLGE TÜRKLER” demenin daha doğru olduğunu bilmemiz gerekir.

Gelelim Çanakkale Zaferinin gerçek anlamına :

Bu büyük zafer:

· Türk Ulusunu yok olmaktan kurtarmıştır!
· Anadolu’nun Türk yurdu olmaktan çıkarılmasını, özellikle daha 1915’te, yani Çarlık Rusya’sı devrilmemişken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Ermenistan” olmasını engellemiş, “Türkiye”yi haritadan silinmekten kurtarmış olan Birinci Kurtuluş Zaferimizdir!

· İstanbul’un Türk olmaktan çıkarılması yıkımını önleyen zaferdir!
· Tüm Anadolu halkının, “Türk ulusluğu” bilincinde kaynaşıp bütünleşmesini sağlayan direniş zaferidir!
· Bu “kurtuluş” ise, “Özgürlük ve bağımsızlığı karakter edinen, özgürlük düzeninin gerektirdiği gibi davranan” bir önderlik sayesinde başarılabilmiştir!
Çanakkale Zaferi’nin, yıldönümlerinde vurgulanmayan, bilinçlere yerleşmesi istenmeyen yaşamsal önemi, işte bu ölçüde büyüktür!

Hiçbir savaş komutansız kazanılamayacağına göre, Çanakkale zaferinin de bir komutanı olmalı değil mi?

Bu komutanın Alman Liman von Sanders değil, Mustafa Kemal olduğu,
Çanakkale’yi geçilmez kılan etkenin Mustafa Kemal’in sergilediği komutanlık dehası olduğu, Düşman Donanması Başkomutanı İngiliz General Hamilton tarafından bile teslim edilmiştir.

Oysa bu gerçeği, o gün de ulusumuz üzerindeki baskıcı, sömürgen, gerici güçler saklamaya çalışmışlardı; bugün de yine aynı nitelikteki güçler saklamaya çalışıyorlar. Çünkü Çanakkale Zaferinin hem dış, hem iç sömürgeciliği önleyici özünün ve sonucunun anlaşılması istenmemiştir, istenmemektedir!

Osmanlı Devleti’ni bir oldubittiyle Almanya yanında I. Dünya Savaşına sokan,
ondan önce de gizli bir anlaşmayla -Mustafa Kemal’in bütün protestolarına aldırmadan- tüm Osmanlı ordularını Alman generallerinin doğrudan komutası altına sokarak Alman sömürgeciliğine ülkeyi açan baskıcı Enver Paşa yönetimi, Çanakkale Zaferini anlatan bir derginin kapağında yayınlanacak olan Mustafa Kemal fotoğrafını, dergi basılırken
son dakikada çıkarttırmış, yerine Liman von Sanders’in fotoğrafını koydurtmuştu!

Bugün de ABD ve AB’nin güdümünde, AB ve SOROS paralarıyla kalem oynatan,
sözde belgesel filmler hazırlayan … gerici ve çıkarcı, açık ve örtülü işbirlikçi türediler, Çanakkale Zaferi’nin yaşamsal önemini yadsımakla, Mustafa Kemal’i gölgelemekle, hatta yoksamakla, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilke ve kurumlarına saldırmakla, gerçekte ulusal bağımsızlığımızı, birliğimizi, yurt bütünlüğümüzü, laik hukuk devletimizi, ileri teknolojiye dayalı üretken ekonomi sahibi olma projemizi …  kısacası bütünüyle sömürgeciliği yenerek kurulmuş olan Atatürk Türkiye’sini yıkmaya çalışmaktadırlar.

Çanakkale Zaferi’nin doğru anlamıyla kavranması, bu hain sömürgeci saldırısını caydıracak bir ulusal bilinç oluşturur.

Bu nedenle Çanakkale Zaferini de, Türk Kurtuluş Savaşı’nı da, Türk Demokrasi Devrimini de, hiç yılmadan, bıkıp usanmadan iç ve dış, açık ve örtülü BOP işbirlikçisi sömürgeciyi caydırmak ve maskelerinin inmesini sağlayarak sindirmek için anlatmak ödevimizi aksatmadan yerine getireceğiz.

Cahit Külebi’nin güzel dizesinde belirttiği gibi

“Bin kez yurdumuzu kurtaran” Mustafa Kemal Atatürk’ün

ve

tüm Çanakkale şehit ve gazilerinin anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. (16.3.2013)