Etiket arşivi: 24 Ocak 1980 Kararları

ULUSAL TASARRUF – BİREYSEL TASARRUF İLİŞKİ VE ÇELİŞKİSİ : TASARRUFLARIMIZI NEREYE YÖNLENDİRECEĞİZ??

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

ULUSAL TASARRUF – BİREYSEL TASARRUF İLİŞKİ VE ÇELİŞKİSİ :
TASARRUFLARIMIZI NEREYE YÖNLENDİRECEĞİZ??

Hiç fark etmedik ama, 40-45 gün önce Tutum (Tasarruf) ve Yerli Malı Haftasını sessiz sedasız geçiştirdik. Hemen belirteyim haftanın adında Türkçe “tutum” sözcüğü olmasına karşın, “tutum” sözcüğü tekstilden politikaya başka alanlarda da kullanıldığı için bu yazıda konunun daha iyi anlaşılabilmesi için “tasarruf” sözcüğünü kullanacağız. Yine en baştan söyleyelim ki, ulusal tasarruf ile bireysel tasarruf arasında çelişki yerine güçlü bir ilişki olması gerekirken, son 40 yıldır ülkemizde bu iki kavram arasında çelişkinin ötesinde bir çatışma yaratılmıştır.

Karadeniz adlı vapurun TBMM kararı ile Haliç Tersanesinde bir sergi gemisi olarak düzenlenmesi sonrasında, 12 Haziran 1926’da İstanbul’dan yola çıkarak, içindeki yerli mallar ile 12 ülkenin 16 limanını ziyaret rotası, yalnızca bir ihracat hamlesi (AS: dışsatım atılımı) değil, Türk halkı için de bir ekonomik rota idi.

Tasarruf ve Yerli Malı Haftası kavramı ilk kez 12 Aralık 1929’da Türkiye Ekonomi Kurumu tarafından benimsenmiş ve 12-18 Aralık 1930’dan başlayarak her yıl etkinliklerle kutlanması kararlaştırılmıştır. 1934’ten başlayarak adı Milli Ekonomi ve Yerli Mallar Haftası olmuş, 1946’da adı Yerli Malı Haftası olmuş, 1950’de Ekonomi ve Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaya başlamış ve sonunda 1983’te Tutum, Yatırım ve Yerli Malı Haftası olmuştur. Dünyada da 1924’ten başlayarak pek çok ülkede 31 Ekim günü Dünya Tasarruf Günü olarak kutlanmaktadır. Pek çok ülkede Yerli Malı günü ve kampanyaları düzenlenmektedir.

Ne acıdır ki bu haftanın adının son olarak değiştiği 1983 yılı, aynı zamanda Türk Parasının Değerini Koruma Yasasının kuşa çevrilip neredeyse kaldırıldığı, özelleştirme saldırısı ile ulusal sanayinin yok edilmesi ya da yabancılara tesliminin ideolojik tabanının oluşturulduğu, dışalımın (ithalatın) serbest bırakılarak ottan çöpten dışalım malların vitrinleri doldurmaya başladığı tarih olmuştur. Bu yıllarda bir yılbaşı öncesi yaptığım İstanbul gezimde, Sirkeci’de tam da Emniyet Müdürlüğü binasının sırtında, ana cadde üzerinde, tümü dışalım (ithal) mallar satan bir mağazanın vitrininde “sürpriz kutusu” adı altında içinde plastikten yapılma bir “insan b.ku” satılıyordu! Bu nesnenin üzerine de canlıymış gibi duran parlak yeşil “b.k sineği” kondurulmuştu. Bu “sürpriz kutusu” ülkemiz için gerçekten bir utanç tablosuydu.

12 Eylül 1980 darbesinin ideolojik ve ekonomik nedenini oluşturan 24 Ocak 1980 kararları, büyük bir faşist baskı ortamında hükmünü yürütmüş ve 1980 sonrasında ortada ne tasarruf ne de yerli malı kalmıştır. Ulusal tasarruf kavramı ile bireysel tasarruf kavramının çelişkisi ve giderek çatışmaya başlaması da bu tarihten sonra olmuştur.

TASARRUF KÜLTÜRÜNÜN ULUSTA YARATILMASI

1. Dünya Paylaşım Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı ardından yanmış – yıkılmış bir ülkenin ayağa kaldırılması için ulusal seferberlik ilan edilmiş, yenilgiyi kabullenemeyen emperyalist ülkelerin ekonomik kuşatması sürerken, patlayan 2. Dünya Paylaşım Savaşı ülkede yeni bir yokluk dönemi başlatmıştı. Ekmeğin ve pek çok zorunlu tüketim maddesinin karneye bağlanması iktidarın keyfinden değil zorunluluktandı. Yokluk yılları, tasarruf edilen her şeyin ne denli değerli olduğunu kanıtladı. Pek çok şey yoktu. Ama yine de var olanlardan tasarruf etmek gerekiyordu. “Sakla samanı gelir zamanı” atasözü ilkokulda ilk öğrendiğimiz önemli atasözlerinden biriydi. Tasarruf ve Yerli Malı Haftası ilkokul çocuklarının sınıflara elma armut, fındık, kuru üzüm getirdiği şenlikli günlerdi. Ancak minik beyinlere bir şeyler aşılanıyordu. Tasarruf… Her alanda tasarruf…

Marka ayakkabılarımız yoktu. Kışın en soğuk ve karlı günlerinde Gızlaved marka siyah lastik çizme bulabilenler şanslı çocuklardı. Bayram harçlıklarımız çok küçük miktarlardı. Bize verilen 5 kuruş harçlığı mahalle bakkalında bozdurur, karşılığında çengele geçirilmiş ortası delik iki tane “100 para”, yani “2,5 kuruş!” alırdık. Ortası delik “40 para”lar, yani “bir kuruş”lar bile değerliydi. Bu paraları da harcamaya kıyamaz kumbaralara atardık. Kumbarası olmayan, kapağına delik açılmış kavanoz ya da konserve kutusuna atardı. Eliptik silindir biçiminde kumbaraların yanında kimi bankalar, minik heykelcik biçiminde kumbaralar dağıtırdı. Kumbara dolunca babamızla birlikte heyecanla bankaya gider içinden çıkan bozuk paraları kendi adımıza açılmış hesaplarda biriktirirdik.

MİLLİ (Ulusal) BANKACILIK

Osmanlı Bankası dışında ülkede yabancı banka yoktu. Küçük tasarruflar uılusal bankalarda toplanıp ekonomiye katılırdı. Bu bankalar sektörel olarak kurulmuş yardım sandıkları biçiminde örgütlenmişti. İlk kurulan İş Bankası salt tasarrufları toplayıp kredi olarak dağıtan bir kuruluş değil, aynı zamanda sanayi kuruluşları da açan bir ulusal yapıydı. 1933’te başlatılan sanayileşme atılımını destekleyen Sanayi Maadin Bankası sonradan değişip geliştirilmiş, Sümerbank ve ardından Etibank kurulmuştu (AS: Banka adlarına dikkat, eski Anadolu uygarlıkları!) . Bu bankalar halktan topladıkları tasarrufları yeni kurulmakta olan sanayi kuruluşlarına kredi (borç) olarak aktarıyordu. Sonraki yıllarda kurulan bankalar hep bu model üzerinde gelişti. Sümerbank kendi fabrikalarını geliştirirken, Etibank madenciliğe destek oluyor, Osmanlı döneminde Mithat Paşa önderliğinde kurulan (1862) Ziraat Bankası çiftçiye destek veriyor, Emlak Kredi Bankası konut yapımına destek oluyor, Halk Bankası esnafa, konut kooperatiflerine destek oluyor, Öğretmenler Bankası öğretmene, Tütünbank tütüncüye, Milli Aydın Bankası adıyla kurulan Tarişbank incir, üzüm üreticisine destek oluyordu.

Osmanlı döneminde Adapazarı’nda kurulup gelişen Türk Ticaret Bankası tüccara destek oluyor, Çukurova bölgesinde kurulan özel banka Pamukbank pamuk üreticisini destekliyordu. Uzun sözün kısası bireysel tasarruf ile ulusal tasarruf bir uyum içindeydi. Elbette toplumda yine varsıllar (zenginler), yine yoksullar (fakirler) vardı. Ancak hepsi aynı mahallelerde oturuyor, hepsinin çocukları aynı okula gidiyor, kimse kimseye giyimiyle yaşantısıyla hava atmıyordu. Bu sistem Demokrat Parti döneminde “küçük Amerika” olma hevesi ile darbeler almaya başladı. ABD ve NATO’ya teslimiyet ülke ekonomisini sarsmaya başladı. 4 Ağustos 1958’de yapılan büyük devalüasyon ile Türk parasının değeri ABD dolarının değeri karşısında %300’den çok düşürülerek 9 TL oldu. (AS: Örtük moratoryum = ülke iflası!)

DOLAR EGEMENLİĞİ BAŞLIYOR

Artık kendi parasını ve tasarrufunu güvencede tutmak isteyenler, her türlü yola başvurarak Dolar edinmek istiyordu. Dolar yasaktı ama karaborsada işlem görmeye başladı. Çarşılarda eli çantalı Dolar satıcıları bile türemişti. Dış ticaretle uğraşanlar dışalım kotalarını kullanabilmek uğruna Ticaret ve Sanayi Odalarını ele geçirme savaşına girişti. Yine de ABD parasının yasak olması nedeniyle Türk lirası o denli hızla değer yitirmiyordu. 70 Cent’e muhtaç olduğumuz günler bile oldu. Ancak yine de paramız paraydı. Ne olduysa 24 Ocak 1980 kararlarının mimarı Turgut Özal’ın önünü açan 12 Eylül darbesi ve ardından “Özal ekonomisi” ile oldu. Önce Türk Parasının Kıymetini Koruma Yasası kuşa çevrilerek işlevsizleştirildi. Sözde “devrim” yapılmıştı. Artık cebinde ABD Doları ve döviz taşıyanlar hakkında yasal işlem yapılmayacaktı. Artık ekonomide Dolar egemenliği başlıyordu. 1980 ve 90’lı yıllardaki yüksek enflasyon döneminde büyük para sahipleri dışında çok küçük tasarruf sahipleri bile tasarruflarını korumak için ABD Dolarına koştular. Türk lirası uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başlamıştı. O günlerde başlayan düşüş Türk parasından kaçışı öyle bir hızlandırdı ki, işte ulusal tasarruf ile bireysel tasarruf çatışması o zaman kendini gösterdi.

NASIL YOKSULLAŞTIRILDIK?

Bireysel olarak tasarruf etmek isteyen yatırımcı ya da sıradan vatandaş, yeni egemen ABD dolarına sarıldıkça ulusal anlamda yoksullaşıyorduk. Gerçek değeri birkaç kuruş etmeyen ABD Doları o denli değerlendi ki, 4 Ağustos 1958 devalüasyonu ile değeri 9 TL’ye yükseltilen ABD Doları günümüzde 13.5 TL ancak yakın zamanda paramızdan altı sıfırı attığımızı düşünürsek bu gün Dolar tam ON ÜÇ MİLYON BEŞ YÜZBİN TÜRK LİRASI!…

  • Özetle, toplumsal olarak 64 yılda tam BİR BUÇUK MİLYON KEZ YOSULLAŞTIRILDIK!

Bir örnek vermek gerekirse; 1958 yılında bir birim ürünü Amerika’ya satıp karşılığında Dolar getiren yerli üretici bugün aynı miktar Doları elde etmek için tam BİR BUÇUK MİLYON KAT ÇOK ÜRÜN satmak zorunda. O gün kilosu 9 liradan 1 kg muz dışsatımı yapan Anamur’daki çiftçi, bugün, aynı değeri elde etmek için BİR BUÇUK MİLYON KİLO muz satmak zorunda. Ya da bir başka deyişle başımızın tacı, “Milletin efendisi” köylü BİR BUÇUK MİLYON KEZ yoksullaştırıldı!.

Elbette üretici yoksullaşırken birileri de varsıllaştı (zenginleşti). Dolar karşılığında bu yoksullaşTIRmayı gören / yaşayan küçük büyük tasarruf sahipleri de daha büyük bir şehvetle ABD Dolarına saldırdı. Ülkede önce Dolar milyonerleri, sonra Dolar milyarderleri türe(til)di.

GELİR DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK

Ulusal ölçekte yoksullaşma kimi kişilerde yığılan büyük servetlere karşın toplumsal yoksullaşmayla sonuçlanıyor. Öyle ki, son uluslararası istatistiklere göre ülkemizde üst gelir dilimi %10’luk kesim, ulusal gelirin %55’ine el koyarken, alt gelir dilimindeki %50’lik vatandaş kesimi ulusal gelirin salt % 13’ünü paylaşıyor. En tepedeki %1’lik krem katman ise ulusal gelirin %40’ına el koymakta! (Dünya Eşitsizlik Veritabanı https://wid.world/) Elbette bütün bunlar olurken salt yurttaşlar yoksullaştırlmadı. Yurttaşların yoksullaştırılmasından önce ulusal değerlerimiz, bankalarımız, sigorta şirketlerimiz, ulusal sanayimizin kaleleri fabrikalarımız, haberleşme şirketlerimiz, enerji kurululşlarımız, yeraltı kaynaklarımız, kıyılarımız, limanlarımız, hatta suyumuz bile elden gitti! Ülke yoksullaşTIRILIRırken vatandaş da yoksullaşTIRILdı. Yoksullaşmayan kesim salt geleceğini yabancılara ve ABD dolarına bağlayanlar oldu.

O halde ne yapmalıydık?
Ne dernli birikimimiz (tasarrufumuz) varsa ABD Dolarında mı toplamalıydık?

Öyle de oldu. Üst gelir dilimindeki bin kişinin bir milyon Dolar edinmesi ile alt orta guruptan bir milyon kişinin bin Dolar edinmesi arasında Dolar açısından değişen bir şey yoktu. Hep dolar kazanıyordu. Değeri birkaç kuruş olan yeşil kağıt parçasının üzerine “100” yazdıklarında değeri 1350 TL ediyordu.

DOLARLAR NEREDE İSTİF EDİLİYOR?

Madem ABD parasına bu denli hücum vardı, bu denli para nerede istiflenecekti? Buna da “çözümü” 1985 yılında Turgut Özal, Döviz Tevdiat Hesapları ile getirdi. Artık Türk yurttaşları da bankalarda döviz hesabı açabileceklerdi. Yabancıların açtıkları hesaplar ise vergiden bağışık tutulmuştu. Günümüze gelindiğinde Döviz Tevdiat Hesapları öyle çok arttı ki, 2021 sonunda bankalardaki tasarruf hesaplarının yaklaşık %63’ü yabancı para cinsinden. Bunun da büyük kesimi USD. Bankalardaki 265 milyar Doların 93 milyar Doları şirketlere, gerisi kişilere ait. Üstüne üstlük artık çok az kalan Türk bankalarının her an batabileceği söylentileri ile bu hesapların büyük bölümü yabancı bankaların denetiminde.

  • Yani Türk halkının tasarrufu yabancıların denetimine girdi, muazzam miktarlara ulaşan banka kârları ya dışarıya akıyor ya da zor duruma düşen yerli firmaların teslim alınarak yabancıların eline geçmesinde kullanılıyor...

Elbette bankalarda yatan döviz hesaplarının dışında birde “yastık altı paraları” adı verilen ve miktarı asla bilinemeyen dövizler (Dolarlar) vardı ki; belirli bir kesimde bankalara güven sarsılması sonucu bu iş oluyordu. Bir de kara para sahiplerinin resmen gösteremedikleri paralar vardı. Bunlara bir de yurt dışındaki gizli hesaplardaki dövizleri eklediğinizde Türk halkının neden bu denli yoksullaşTIRILDIğı daha kolay anlaşılabiliyor.

ABD’YE YARDIM YA DA HİBE…

Değeri birkaç kuruş olan (dünyada karşılığı olmayan tek para) “yeşil kağıt parçası“nı edinmek için bunca yarışa girmenin Türk ekonomisindeki karşılığı ise ABD ekonomisine sorgusuz sualsiz destek, yastık altı Dolarlar ise hibe anlamına geliyor. Türk halkının birikimlerinin çok azı Türk ekonomisinin kullanımına sokulurken (Merkez Bankasının tuttuğu Munzam Karşılık kadarı) gerisi önce ülke ekonomisinin kalelerinin fethinde, sonra da yurttaşlarımızın yoksullaştırılmasında kullanılıyordu. Yoksullaşan Türk halkı da Kredi Kartı adı altında kendisine kaldırımlarda dağıtılan plastik paralarla çoğu yabancı olan bankaların tutsağı oluyor, yüksek faizle ya da temerrüde düşerek, haciz yoluyla soyuluyor, özekıyıma (intihara) sürükleniyor, köylülerimiz tarlalarını, traktörlerini yitiriyordu.

BİRİKİMLERİMİZİ NEREDE DEĞERLENDİRECEĞİZ?

Bunca yoksullaşTIRILan Türk halkının birikim yapacak durumu kalmasa da, yine de geleceğini güvence altına almak için biriktirebildiği birkaç kuruş için bir karar vermesi gerekiyor. Ancak bu karar ulusça toplu bir istenç (irade) ile verilmeli. Bunun için de gerçekten ulusal bir karar verilmeli. Bu karar bireysel seçimlerle oluşturulamayacak ölçüder çok değişkenlidir.

Türk halkının önüne, 1980 sonrası, birikimler için konan seçenekler şunlardı:

Geleneksel olarak altın. Emlak ve gayrı-menkul gelirleri. Cumhuriyet döneminde temeli atılan TL getirili banka birikimleri (tasarruf bonoları). 1980 sonrasında önü açılan yastık altı ya da döviz hesapları. Yine 1980 sonrasında patlayan borsa ve hisse senetleri. Bunlara son yıllarda bankalarda değerli madencilik adıyla açılan gram altın, gümüş hesapları ile ne-menem bir şey olduğu henüz anlaşılmayan Bitcoin hesapları (AS: küresel kumarhane!) hatta uzayda arsa almak (!?)  gibi uçuk kaçık araçlar (!’) eklendi! Neredeyse 24 saat ekonomi yayını yapan TV kanalları, gazetelerin 3-4 sayfayı bulan ekonomi sayfaları, internet haberleri ve türlü elatmalar (manüplasyonlar) ile halkımız bir sandalye kapma oyunundaki gibi boş (avantajlı) sandalye kapma yarışına girişmiş, nefes nefese birikim aracı (enstrüman) değişikliği peşinde. Her değişiklik sırasında alış ve satış fiyatları arasındaki farklılıklar nedeniyle bir miktar yitiriyor. Onların bireysel olarak yapmaya çalıştıkları bu iş için, bankalar, borsa simsarları, yabancı yatırımcılar, binlerce Dolar ücretle elemanlar çalıştırıyor.

  • Türkiye, bir avuç para babasının çöktüğü büyük bir kumarhaneye dönmüş durumda.

Sonuçta kumarhaneciden başka kazanan yok. Arada sırada raslantı ile kazanan birilerinin bol bol reklamı yapılıyor. Burada yitiren yurttaşlar için de her gün her saat oynama şanslarının olduğu, at yarışı, Sayısal Loto, On Numara, Kazı Kazan, Milli Piyango gibi kumar araçları var; onlar da yetmez ise internet ortamında iş yapan sanal kumarhaneler var.

Yukarıda saydığımız yatırım araçları arasında halkımızın en güvendiği ve geleneksel olarak elinde bulunduğu altın olsa da sonuçta, altına yatırılan para kişiyi güvende tutsa da, ulusal ekonomiye zerrece yararı yok. Köyden kente göç ve özellikle yoksullaşan köylülerin büyük kentlere akması, kent topraklarının daralarak değerinin giderek anormal yükselmesi ile emlak, vatandaşların tasarruflarını koruyan bir yatırım aracı gibi dursa da; bu paralar ekonomiye katılmak yerine bir avuç emlak simsarının cebine girmekte, sonuçta bir yurttaşın çalışarak asla sahip olamayacağı değerlere ulaşan konut fiyatları, yurttaşların altından kalkamayacakları bir boyut kazanmaktadır. İster yastık altı, ister bankalarda olsun döviz üzerinden birikimin ülke ekonomisini ne duruma getirdiğini yukarıda uzun uzun anlattık. Borsa adı verilen yatırım aracına ne denli güven olduğu hep tartışmalıdır. 1/3’e varan oranda kayıt dışı üretim ve ticaretin olduğu bir ülkede, borsada işlem gören kağıtlara ne denli güvenileceği tartışmalıdır. Üstelik siyasal istikrarın olmadığı ülkemizde bir siyasinin konuşması ile borsa değer kazanmakta ya da yitirmektedir. Oysa bir hisse senedinin değer kazanması ya da yitirmesi o şirketin üretimi, aldığı ya da yitirdiği işler, siparişler.. bilançosu ile ilgili olmalıdır. Bu çekinceler olmasa ve işlem gören kağıtlar ulusal şirketlere ait olsa, borsa yatırımı, görece ulusal ekonomiye katkısı olan bir yatırım türüdür. Son yıllarda gelişen değerli madencilik ya da gram altın, gümüş hesapları donmuş paralar olmadıklarından ve enflasyon karşısında değerini korudukları ve ekonomiye katkısı olduklarından, görece sakin limanlar olmalarına karşın bu hesapların artık çoğu yabancıların eline geçen bankacılık sistemindedir. Nasıl kullanıldığı, ulusal tasarruf kavramı içinde tartışılması gereken bir konudur. Bitcoin ve uzay arsaları konusunda yaşanan belirsizlikler ve bu paraların tümünün yurt dışına kaçıyor olması tümden konumuz dışında. Geriye ulusal bankalarda açacağımız TL hesapları kalıyor ki, Dolara bağımlı ekonomik sistemimizde son alınan kararlarla TL hesapları ancak Dolar kuru artışna dek gelir güvencesi ile bir miktar korunabilir duruma gelmiştir. Buradaki dövize indeskli mevduat getirisi güvencesi korumasının karşılığı tüm halkın bütçesinden karşılanacağı için, ulusal birikim kavramı ile ilgisi kalmamıştır.

ÇÖZÜM

Sorun, yukarıda anlatılan ölçüde çözümsüz ve karmaşık değildir. Çözüm Kolomb’un yumurtası gibi yalındır. Yumurtanın alt yanı sertçe vurulacak ve yumurta dik tutulacak, yani Türk ekonomisi ayağa kaldırılacak ulusal birikim ve bireysel birikim yeniden uyumlu duruma getirilecektir. Çözüm, Türk toprakları üzerinde ABD Doları ve öbür yabancı paraların, dış ticaret yapan sanayici ve tüccarlar dışında dolaşımının ve kullanımının yasaklanmasından geçmektedir. Döviz tevdiat hesapları derhal Türk lirasına çevrilecek, yastık altı yabancı paralarını Türk Lirasına çevirmeyenler hakkında eskiden olduğu gibi işlem yapılacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşuları ve öbür ülkelerle ticaretinde USD kullanımına son verilecek, karşılıklı ve ulusal paralarla ticarete geçilecektir. Bundan sonraki adım, özellikle bankacılık sisteminde ulusallaştırmaya geçilmesi, özelleştirilen stratejik kurumların kamulaştırılması, bundan böyle yabancılara satılmasının kesinlikle yasaklanması olmalıdır. Bu durumda yabancı bankalar, zaten tası toprağı toplayıp “Geldikleri gibi gideceklerdir”…

Bütün bu önlemler güçlü bir ulusal irade ile yani, yeniden Kemalist Devrim stratejisine dönmekle olanaklı olacaktır. İşte bu nedenle,

  • “Yaşasın Tam bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye!” diye haykırıyoruz.

EKONOMİ TIKIRINDA

Suay KARAMAN
Azim ve Karar, 29 Kasım 2021
 

24 Ocak 1980 kararları ile devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alındı ve ülkemiz serbest piyasa ekonomisine geçti. 24 Ocak kararları dünyada yaygın olarak kullanılan IMF politikalarından oluşan bir programdır. Bu programın ilkeleri faizlerin yükseltilmesi, sıkı para ve maliye politikaları, emek ücretlerinin baskı altında tutulması, kamu hizmetlerine zam yapılması, kamumun piyasadan çekilerek özel sektörün önünün açılmasıdır. 

Planlı kalkınma modeliyle ülkenin gereksinim duyduğu her türlü mal ve hizmetin ülke içinde üretilmesi anlayışıyla dış alımın yerini tutan (ithal ikamesi) Türkiye, bu kararlar ile dış satıma (ihracata) dayalı bir ekonomik modeli benimsedi. Ayrıca döviz alım satımı serbest bırakıldı, dış alım (ithalat) serbestleştirildi. Yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi, kademeli olarak sosyal devlete son verildi. Döviz piyasası üzerindeki denetimler kaldırıldı, faiz oranları serbest bırakıldı, fiyat denetim ve sınırlamaları kaldırıldı, özelleştirmeler başladı. 

Alınan kararlar kapsamında %33 oranında devalüasyon (Türk Lirası’nın değerinin düşürülmesi) yapılarak günlük kur uygulamasına gidildi ve 1 Dolar 47 liradan 70 liraya yükseltildi. Kamu İktisadi Teşekküllerinin ürettikleri ürün fiyatları artırıldı, tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırıldı; gübre, enerji ve ulaştırma dışında sağlanan destekler kaldırıldı. 1980 yılında enflasyon %107 olarak gerçekleşti. 

Aradan geçen yaklaşık 42 yıla karşın, serbest piyasa ekonomisine teslim edilen ekonomimiz hiç ayar tutmamış, sürekli iniş ve çıkış yaşayarak, büyük sıkıntılara neden olmuştur. 1994 ve 2001 yıllarında da krizler yaşanmış ve hep kemer sıkma politikasıyla bugünlere gelinmiştir. 

AKP iktidarıyla sürdürülen serbest piyasa ekonomisi ile bugün daha da büyük bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Planlamaya son vererek, üretimden uzaklaşmak, dış alım, yanlış kur politikası ve dövize bağımlı olmanın sonucunda gelinen nokta  üzücüdür. Türk Lirası’nın sürekli değer yitirmesi, yurttaşların alım gücünü düşürmektedir. Bunun yanında yaşam pahalılığının artmasına neden olduğu gibi yoksulluk, işsizlik ve hiperenflasyon sarmalı sürmektedir. Kasım ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 3.192 TL, yoksulluk sınırı 10.396 TL oldu. Enerji fiyatlarındaki büyük artış ve yüksek dış borç ekonomiyi zorlamaktadır.  

2021 yılı Ocak başında 7,4 TL olan dolar, bugün 13 TL’ye dayandı; 9,1 TL olan € 14 TL oldu. Paramız Dolar karşısında yaklaşık %70, Euro karşısında %55 değer yitirdi. 2021 Ocak ayında litresi 7,1 TL olan benzin 9,7 TL, litresi 6,6 TL olan motorin 9,8 TL olmuştur. Her şeye sürekli zam yapılmaktadır.

  • Böylece korkunç bir yoksullaş(TIR)ma ve dibe vuruş ile karşı karşıyayız.

Bu yılın Kasım ayı başında 9.50 TL olan Dolar, dün 12.50 TL oldu. Böylece Dolar, 27 günde 3 TL yükselirken TL %32 değer yitimine uğradı. Aynı biçimde Kasım ayı başında 11 TL olan €, dün 14 TL oldu. Euro da Dolar gibi 27 günde 3 TL yükseldi ve TL %28 değer yitirdi. Enflasyonun yükselmesini göze alarak kuru başıboş bırakan siyasal iktidar, ‘ihracatta rekabet gücü kazanacağız, Çin’e göre daha ucuz olacak mal ve hizmetleri dünyaya satacağız, TL değer kazanacak ve enflasyon düşecek’ kuramının boş olduğunu anladığı zaman, belki ekonomiyi düzeltebilir. 

  • Ekonomik sorunlar dış güçlerin oyunu diye açıklanamaz.

Ekonominin kitabını yazanlar (!), doğru ekonomi politikası izlediklerini söyleyenler, “ekonomistim” diye övünenler şimdi, “ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz” düzeyine geldiler. Ancak “ekonomik kurtuluş savaşı” söylemi inandırıcı değildir, çünkü serbest piyasa ekonomisine bağlılık içinde ekonomik kurtuluş savaşı verilemez. AKP iktidarı en katı biçimde liberal ekonomi programı izlemektedir. Özelleştirmelerle yoluna devam eden, planlamaya son veren, üretimden vaz geçen, dış alım odaklı bir kapitalist sistemle yürüyen bir iktidar, nasıl ekonomik kurtuluş savaşı verir? 

Krize neden olanların, krizi yaratanların aynı zamanda çözüm üretemeyecekleri bilinmelidir. Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelecek 10 milyar Dolarlık yatırım ile ya da Katar’dan gelecek paralarla, ekonominin düzelemeyeceği çok açıktır. Ekonomik kurtuluş savaşı dış ülkelerden gelecek paralarla verilmez. 

Türkiye eğer gerçekten ekonomik kurtuluş savaşı verecekse,

  • Bu ancak Atatürk’ün modeli ile gerçekleştirebilir.
  • Neo-liberal ekonomiyle kurtuluş savaşı verilmez.

Bunun için kamucu ve halkçı girişimler yapılmalı, sosyal devlet yeniden yapılandırılmalı, planlı üretime geçilmelidir. Ülkemizi ekonomik bataktan çıkarmak için öncelikle yolsuzluk, rüşvet ve israfa son verilmelidir. 128 milyar doların hesabı sorulmalıdır, yap-işlet-devret projeleri için garanti ödemelerine son verilmelidir. 

24 Ocak 1980 kararlarından beri uygulanan ekonomik modelin özü, dövize bağımlılık ve sürekli borçlanmadır 

Bu model Türkiye’yi üretmeden tüketen, borçlanarak lüks yaşayan bir topluma dönüştürdü. Çözüm bu modelde değildir. 1923-38 arasındaki Cumhuriyet ekonomisine dönülmelidir. 1961 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın öncülüğünde planlı ekonomiye geçilmelidir.

  • Çözümün anahtarı : Halkçılıktır, Devletçiliktir, Planlamadır, Üretimdir, Karma Ekonomidir ve Denk Bütçedir.

Bu siyasal iktidar tükenmiştir, bitmiştir. Yerine gelecek muhalefet partileri de neo-liberal ekonomik modele, serbest piyasa ekonomisini sürdürecekse, değişen hiçbir şey olmayacaktır. Bu durumda bizlerin de “ekonomi tıkırında” demekten başka sözümüz olamaz. Eşsiz önderimiz Atatürk’ün

  • “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.”

sözünü unutmamamız gereken günlerden geçtiğimizi bilmeliyiz.

Silah Zoruyla Dayatılan Kalp Para

portresiLütfü Kırayoğlu
ADD Genel Başkan Başdanışmanı
24.11.2021

Silah Zoruyla Dayatılan Kalp Para

Bütün ülke, ekonomide yaratılan büyük çalkantıyı konuşuyor. Yalnızca sonuçlar üzerinden büyük bir tartışma yapılıyor. Hiç kimse sorunun kaynağını sorgulamıyor. Muhalefet, kriz büyürse iktidarı düşürme peşinde. İktidar her zamanki gibi muhalefeti suçluyor. Çok bilir ekonomi “uzmanları” konunun ne denli çetrefilli olduğunu kanıtlayabilmek için en anlaşılmaz sözcükleri özenle seçip halkı “aydınlatma” peşinde. Kur, emisyon, faiz, enflasyon, Merkez Bankası, yıllık hedefler, cari açık vs. sözcükleri arasında vatandaşın bir gözü televizyonların altında hızla dönen rakamlarda, bir gözü de akıllı telefonlarına gelen en son “PİYASA” haberlerinde.

Kırk yılı aşkın süredir yaşantımıza sokulan en sihirli sözcük PİYASALAR

Her şey piyasaları ürkütmemek üzerine kurulmuş. Siyaset, sağlık, güvenlik, eğitim, dış politika, enerji, üretim, işçi ücretleri… Yaşantımızı etkileyen her şey PİYASALARI ürkütmemek üzerine kurulu. Ve elbette ortalıkta dönen bir de “reel sektör” kavramı… Ancak kimse reel sektörün ayağa kaldırılmasıyla ilgili değil. Gerçekte PİYASALAR deyip duranlar bir türlü ağızlarına SANAL SEKTÖR kavramını almıyorlar. Oysa esas düşündükleri SANAL SEKTÖR. Sanal kavramı sözlüklerde şu şekilde açıklanıyor: “GERÇEKTE YERİ OLMAYAN, GERÇEKTE VAR OLMAYAN ANCAK ZİHİNDE TASARLANAN”… Reel ise bunun tam tersi yani yaşamın ta kendisidir.

Bugün yaşadığımız ekonomik gerçeklikten bizi koparıp yaşantımızı karartan olaylar zincirinin en köklü başlangıcı ise yakın tarihimizin iki acı olayıdır ki; her ikisi de halkımıza “DEVRİM” adıyla yutturulmuştur. Bunlardan birincisi ve en korkuncu 1983 ve sonrasında Özal tarafından yapılan düzenlemelerle Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’nun işlevsizleştirilmesidir ki “artık kimse cebinde yabancı para bulundurduğu için soruşturulmayacak” söylemi ile ulusal paranın dinamitlenmesidir. İkinci büyük olay ise 1996’dan başlayarak Gümrük Birliği Anlaşması koşullarının yürürlüğe girmesidir. (Bir başka olay da 1999’da Uluslararası Tahkimin önünü açan anayasal ve yasal düzenlemelerdir ki, başka bir yazının konusudur.)

Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’nun “fiilen” yürürlükten kaldırılması ile birlikte dövize, özellikle ABD Dolarına büyük bir hücum başladı. Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak 1980 kararları ile o yıl %95 olarak gerçekleşen enflasyon, 22 yıl boyunca iki haneli rakamların üstünde kaldı. Her köşede açılan döviz büfeleri, bu büfelerin olmadığı yerlerde kuyumcular, hatta seyyar dövizciler aracılığı ile yurttaşlar “güvenli” buldukları yeşil paralara koştular. Aylığını alan soluğu döviz büfesinde alıyor, hiç değilse sigara parasını bedavaya getirdiğini söylüyordu. Sigara parası bedavaya geliyordu ancak bir ay sonra alınan aylıktaki gerçek azalma ile giderek yoksullaşıyor, enflasyon azıyor, Türk lirası hızla eriyordu. Yani, Gresham Yasası hükmünü yürütüyor “kötü para iyi parayı kovuyordu”. Dolar piyasadan Türk Lirasını kovuyordu. Evet Türk lirasını Türk piyasasından kovan para kötü para idi. Dünyanın en kötü, en çirkin parası…

Ekonomisini dengede tutmaya çabalayan bütün ülkelerin piyasaya sürdükleri paranın karşılığı Altın, döviz ya da başka kıymetler olarak vardır. ABD hariç… Bu kurala uymayan ülkelere dünya finans sitemi üzerinden baskı yapan ABD, kendisi bu kurala uymaz. Onların parasının karşılığı yoktur. Bu karşılığı merak edenlere silah gösterirler. Bu nedenle de dünyada en “geçerli” para birimidir. Arkasında ABD’nin silah gücü vardır. Üstelik bu haydut devletin gösterdiği silah o denli uzak da değildir. Ülkemizdeki ABD üsleri bir yana, salt ülkemizi çevreleyen yakın komşularımızda son günlerde sayısı anormal artan ABD üslerine ek olarak Akdeniz’den Umman denizine, Japon denizinden Pasifik okyanusuna dek dünyanın her yerinden namlularını göstermektedir. ABD Doları yalnızca ABD ile ikinci ülkelerin arasındaki ticaretin değişim aracı değil, ABD dışındaki iki ülke arasındaki ticaretin de değişim aracıdır. Bu kuralın dışına çıkmaya çalışan ülkelerin başına neler geldiğini çok yakın tarihten biliyoruz. Irak’ta Saddam Hüseyin, Libya’da Muammer Kaddafi bu nedenle devrilmiş, İran düşmanlığı bu nedenle bir türlü sönümlenmemektedir.

ABD derin devleti, ülkesindeki yatırımcılara “sermayenizin gittiği her yerde ABD namlusu arkanızdadır” mesajını açıkça iletmektedir.

Ülkemizde de ABD patentli “bizim oğlanların” 12 Eylül 1980 darbesinin ardından gelen Turgut Özal, ABD’den aldığı güç ve cesaretle Türk Parasını Koruma Yasasını yok ederek dünyanın en sahte parasını ülkemizde egemen kılmıştır. Ülkede muhalefetin ezildiği, yüzbinlerce insanın hapse atılıp yargılandığı, işkence tezgahlarında kaybedildiği, 50 kişinin idam edildiği, yüzbinlerce kişinin fişlenerek işten atıldığı bir baskı ortamından hemen sonra ABD kalp parası ülkemize egemen olmuştur. Yani Türk parası, ABD namluları ile ABD Dolarına teslim edilmiştir.

İşte bu politikaların sonucu olarak Türk Parasının değersizleştirilmesi sonucu halkımız olayın gerçek nedenini bilemeden dünyanın en kötü, en kalp parasına sahip olmak için şehvetle bu paraya saldırmakta, saldırdıkça, kendi parası değersizleşmekte dolayısıyla reel (AS: gerçek) ücreti gerilemektedir. Buna karşın, “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” verdiğini söyleyenler kamu ihalelerinde, köprü, otoyol geçişlerinde ABD Dolarını geçerli para saymaktadırlar. Gerçek değeri birkaç kuruşu geçmeyen yeşil renkli kağıt parçası, her gün Türk parasını kaçıp kurtulunması gereken “değersiz” bir kağıt parçası durumuna getirmektedir.

Bugünkü krizin ikinci önemli nedeni ise Avrupa Birliğine girme rüyası ile Gümrük Birliği anlaşmasına girilip, gümrük duvarlarının sıfırlanması, tüm dünyanın hurda makinalarından, ıvır zıvıra, oyuncaklara dek her şeyin ithal edilerek yerli üreticinin yok edilmesidir. Her köşede açılan “milyoncu” mağazalar, lüks alışveriş merkezlerindeki ışıltılı dükkanlar, zincir marketlerin raflarındaki baş döndürücü yabancı ürünler “yerli ve milli” politikalarının laftan ibaret olduğunun kanıtıdır.

FETÖ’cülükten mahkum olup hapse giren Altan biraderler yıllarca TV kanallarında “Türk köylüsü tembel” söylemleri ile “üretmeyelim satın alalım” sözleriyle ile üretimi baltalamış, sonuçta Çikita muz ile başlayan tarımsal ürün dışalımı (ithalatı), “ürüne değil tapuya destek” politikaları ile buğday tarlaları boş kalmış, bırakın buğdayı samana bile muhtaç duruma düşen Türk halkı, şimdi zincir marketlerden kota ile alışveriş yapar duruma gelmiştir.

Yakın tarihimizde yaşadığımız bu acı olayları yaşadığımız ekonomik bunalımın (krizin) toz duman ortamında unutuyoruz. Bu ortamı hazırlayanlarla hesaplaşmadıkça, Türk Parasını Türk ülkesinde egemen kılmadıkça değişecek bir şey yoktur. Döviz fiyatlarını gösteren ışıklı levhalara bakmaktan vazgeçip bu hesaplaşmayı yapmalıyız.

Gün helalleşme değil, hesap sorma günüdür.

İdeoloji konuşmadan siyaset konuşulur mu?

Barış DosterBarış Doster
Cumhuriyet, 17 Temmuz 2021

 

Siyasetin gündemi yoğun. Seçim barajının düşürülmesi, dar bölge – daraltılmış bölge tartışmaları, HDP’ye açılan kapatma davası, ittifaklar, Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayının kim olacağı, ekonominin gidişatı öne çıkan başlıklardan sadece birkaçı. İttifakların kendi gündemleri, kendi içlerindeki gerilim konuları da öne çıkıyor. Örneğin; HDP’nin kapatılması konusunda AKP ve MHP farklı düşünüyor. Yine HDP’ye bakış söz konusu olduğunda, CHP ve İYİ Parti yönetimleri arasında farklılaşma gözleniyor.

Tüm bu tartışmalarda üzerinde durulmayan tek konu var: Sınıf siyaseti. 1980’den bu yana esen, 1990’lı yıllarla birlikte etkisini artıran liberalleşme, özelleştirme, küreselleşme, serbest piyasa rüzgârı iktidarı, muhalefeti, toplumu öylesine etkiledi ki, kimse sorgulamıyor. 24 Ocak kararlarının (1980) mimarı olan Turgut Özal’ın, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ANAP’ı kurup darbe koşullarında, darbecilerle uyum içinde, ülkemizi yönettiğini, çok az kişi anımsatıyor. Solda geçinen ve soldan geçinen, özünde ise liberal olan siyaset esnafının, solu nasıl zehirlediğini, çok az kişi dillendiriyor. 5 Nisan kararları (1994) alındığında, DYP’nin koalisyon ortağının SHP olduğunu, başbakan yardımcısının SHP Genel Başkanı olduğunu, bu kararların memuru, emekçiyi, yoksulu, dar gelirliyi nasıl vurduğunu, çok az kişi hatırlıyor.

KAVRAMSAL BİLİNÇ, İDEOLOJİK BERRAKLIK

Oysa ısrarla vurguladığımız üzere tartışılması gereken ideolojidir, programdır, ilkelerdir. Tartışılması gereken ekonomi politiktir. Tartışılması gereken üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkileridir, sınıfsal çelişkilerdir…

Siyasetin sağını, solunu hayli zehirlemiş olan liberaller, ısrarla kimlik siyasetini öne çıkarıyorlar. Etnik aidiyetleri, mezhepsel mensubiyetleri, hemşerilik bağlarını, feodal ilişkileri vurguluyorlar hep. Seçimler dar bölge esasına göre yapılırsa, alt kimliklerin daha da öne çıkacağını, şimdikinden çok daha fazla siyasallaşacağını biliyorlar. Ulus devleti, yurttaş kimliğini, sınıf bilincini daha da aşındıracağını görüyorlar. O nedenle dar bölgeye olumlu bakıyorlar.

Liberalizmin etkisindeki merkez sağ ve sol; özelleştirmeyi savunurken, sosyal devleti zayıflatırken, toplumsal adaletin, fırsat eşitliğinin ortadan kalktığını göremediler. Yoksul yurttaşlara kömür dağıtarak, erzak yardımı yaparak, onları kimin oy havuzuna ittiklerini anlayamadılar. Üretimi değil, tüketimi teşvik etmenin, sonuçta kaçınılmaz olarak piyasa toplumu yaratacağını kavrayamadılar.

  • Kapitalizmin, liberalizmin, yurttaşı değil, müşteriyi sevdiğini öngöremediler.

Bu liberal programa ortak olmak, sahip çıkmak, solu büyütmedi. Küçülttü. Sonuçta, Refah Partisi sandıktan birinci çıktı 1995’te. Normalde sola oy vermesi gereken kesimlerin oyunu aldı, tepki oylarını toplamayı başardı, “adil düzen” sloganını öne çıkararak. AKP ise sıkça değindiğimiz üzere, iç ve dış konjonktürün de etkisiyle, merkezin sağı ve solunun çökmesinden de yararlanarak 2002’de iktidara geldi.

Benimsediği ekonomi politik program, AKP’yi de eritiyor.

Ne var ki ülkemiz;
– toplumcu,
– kamucu,
– halkçı,
– devletçi,
– antiemperyalist,
– yani Cumhuriyetçi bir sol programı,

samimi ve sahici olarak tartışmadığından gerçek bir çıkış yolu bulamıyor.

24 Ocak 1980 Kararları 41. Yılında

Dostlar,

8 yıl önce bu sitede yayınladığımız bir yazımızı ve tarihsel belge niteliğindeki ekini, hala güncel olması ve süren önemi nedeniyle, -hoşgörülmesi dileğiyle- bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

AKP, bu kritik kırılma noktasının türev çıktılarından biridir ve son derece nettir ki, o misyonun sürdürücüsüdür. O misyon, YENİ SEVR‘dir tüm çıplaklığıyla..

24 Ocak 2021 günü, Uğur Mumcu’nun uğruna canını verdiği çıplak ve ürkünç gerçeği buradan, 28 yıl sonra bir kez daha, Türkiye Cumhuriyet’nin tüm yurttaşlarına =

  • Kadimçileli ama yiğit ve özgür – başı dik, onurlu, eğilmez … Anadolu insanımıza…

İHANETİ, DEDELERİ GİBİ KENDİNE İŞ TUTAN KALITSAL VATAN HAİNLERİNİ AYIRARAK..

bir kez daha,
çok kalın çizgilerle altını kezlerce çizerek
ve artık DAVRANMA ZAMANIDIR diyerek
anımsatmanın ve ÇAĞRININ;

vaktinin kemale erdiği andır.

30 Ocak 2021 Cumartesi günü, NÜSED adına (Onur Kurulu Üyesi olarak) vereceğimiz konferansın duyurusunu da eklemek istiyoruz.

Bunları anlatacağız orada..

  • Mutlaka bir çıkış (EXODUS!) yolu bulacağız; ya bulacağız ya da yaratacağız!

Haberiniz olsun gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olan malum şüreka..

Bu söyleşi, Uğur Mumcu’nun alçakça öldürülmesinin 28. yılında, UM:AG kapsamında, NÜSED‘in (Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği) katkısı olarak gerçekleştirilecektir.

Sevgi, saygı ve ACI ile AMA KARARLILIK ve UMUTLA.
24 Ocak 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

=============================================

Dostlar,

Bu gün (27.1.13) günü sitemize Sayın Nazif Ekzen‘in çok çarpıcı bir ekonomik irdelemesini koyduk. Orada, “24 Ocak 1980 Kararları” nın son derece kritik ve belirleyici olduğunu vurgulamış Sayın Yazar ve sitemize koyacağımızı yazdık kendilerine.

Emin Çölaşan, bu tarihsel sürecin kitabını yazmıştı o yıllarda. Biz de o kitaptan bir özet çıkarmış ve ADD Edirne Şubesi etkinlikleri bağlamında yaygın dağıtmıştık (2003).

O özeti, yoğun bir 4 sayfa olarak, aşağıda pdf biçiminde size sunuyoruz.

Okunmalı, okutulmalı.
Dünü bilmeden bu günü nasıl anlayacak ve geleceğe nasıl bağlayabileceğiz??

Tarih ne işe yarıyor; zamandizgisel (kronolojik) bir masal mı çocuklara, büyüklere??

24 Ocak 1980 kararları, Emin Çölaşan

Sevgi ve saygı ile. Ankara, 28.01.2013

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Bu gün 24 Ocak

Bu gün 24 Ocak..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. Eski İİBF Dekanı
21.01.2021. ÇİĞLİ / İZMİR

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bu gün 24 Ocak; aklın, bilimin, laik Cumhuriyetimizin ve Kemalist ilkelerin çelik iradeli, kırılmaz kalemli ve yiğit savunucusu Sayın Uğur Mumcu‘nun hain iç ve dış şer güçler tarafından katledilişin 28. Ölüm Yıldönümü.

İnsanlar öldürülebilir; fakat fikirlere ne atom bombasının ve ne de Korona Virüsünün gücü yeter. Ne diyor Büyük Anadolu bilgesi ve erişilmez büyük ozan Yunus Emre;

  • ” Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.”

Yani insanlar ölür fakat insanlık ve fikirler yaşar.

Ama ölmesi, hatta tümüyle yok olması gereken şeyler yok mudur; elbette vardır.

Bunlar kindir, nefrettir, cebirdir, şiddettir, zulümdür, kötülüktür, ahlaksızlıktır, hukuksuzluktur, vicdansızlıktır, dil-din-ırk-cinsiyet, renk ayrımcılığıdır, dışlamadır, bölücülüktür

24 Ocak 1980 Kararları, Emperyalist Batının Türkiye Ekonomisini her yönüyle denetleme ve yıkma projesidir (AS: tasarımıdır). Bu tarihten sonra gelen sağ iktidarlar da bu yıkım projesinin Batı destekli taşeronlarıdır…
***
Bu günün anısına şimdi yazmaya çalıştığım bir şiirimi sizlerin beğenisine sunuyorum.
Bütün laiklik, akılcılık, bilimsel düşünce, demokrasi ve özgürlük yolunda can ve kan verenlerin ruhları şad olsun.

Son söz: Karanlık ne denli koyu olursa olsun, Aydınlık bir güneştir ve karanlığı mutlaka kovar.
***

K Ö R  İ N A N Ç

Devlet düzenini batıran bağdır,
Akılsız ahlaksız kör inanç bağı.
Rejimi çıkmaza götüren bağdır,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Dinci çete her kadroya sızmıştı,
Uğur Mumcu bu TUFAN’ı sezmişti,
Gerçekleri hiç korkmadan yazmıştı,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
FETÖ’cü zihniyet zehirli aktı,
Sözde ” altın nesil(!)”; HAİN KUŞAKTI,
Üst kadrosu dış düşmana uşaktı,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
İlahi inançla oynanan kumar,
Allah’ın sözünü mezara gömer,
Mazlumun, yoksulun kanını emer,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Devletine, milletine düşmandır,
Özgürlüğün katli için fermandır,
Demokrasi için büyük tufandır,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Halil Çivi der ki gaflete düşme,
Beka yollarında belalar açma,
Kemal Atataürk‘ün yolundan şaşma,
Akılsız ahlaksız, kör inanç bağı.
Xxx

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üstteki 3 görsel de bizden…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

24 Ocak 2021, Özleminle 28. Yıl

Dr. Ahmet SALTIK

24 Ocak 1980’den bugüne, yarınlara borçluyum, borçlusun, borçluyuz… !

24 Ocak 1980’den bugüne, yarınlara borçluyum, borçlusun, borçluyuz… !

Adnan Pelvanlar
adnanpelvanlar2@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)


Neo-liberalizm, Türkçesi “yeniözgürlük” teorisi ilk Şili’de 1973’te CIA destekli askeri darbeyle yaşama geçirildi. İkinci olarak Türkiye’ye yerleştirildi; Kemal Derviş’in kuryelik yaptığı 24 Ocak 1980 Neoliberal Ekonomik Kararlarını, Bakanlarına okutmadan imzalatan Demirel ve Özal hazırladı; Kenan Evren de 12 Eylül 1980’de CIA destekli askeri darbeyle önünü açtı.

12 Eylül darbesinden sonra Rothschild, Rockefeller, Soros gibi küresel tefecilerin 1971–1973 yıllarında Dünya Bankası’nda görev verip hazırladıkları Özal, 1983’te Başbakan oldu ve neoliberalizmi hızla uygulamaya soktu.

ABD-AB işbirlikçisi; liboş (liberal-nonoş); yazarlar, gazeteciler, ekonomistler, siyasetçiler, sözde aydınlar bu süreci yaşarken çağ atladığımızı, dünya ile bütünleşeceğimizi, tek ve doğru yolda olduğumuzu yazıyor, konuşuyorlardı.

Özal “çağ atladık” diyordu.

Neoliberalizm insanların tutkularını, arzularını ve eylemlerini “bireysel özgürlük” sloganı altında kendi çıkarına göre yönlendiriyor, kullanıyordu. Sistem borç ekonomisi üzerine kurulmuştu. Bu nedenle, bu tuzakta herkes borçlanıyordu.

Ekeceğimiz tohumdan, yiyeceğimiz, içeceğimiz GDO’lu ürünlere, çalışma saatlerinden emeklilik sistemlerine dek  her şeyin kararını veren, yöneten Wall Street’in küresel tefecileriydi…

1985’te İstanbul Borsası kuruldu; Borsa’dan kağıt alanlar köşeyi dönme umuduyla yatıp kalkmaya başladılar. Banka kredisi ile Borsa’da yatırım yapanlar oldu…! Sonu hüsran oldu… Küresel tefeci vurguncular, Borsa’ya yatırım yapmış vatandaşlarımızı silkelediler… Birikimler yok oldu… Yuvalar yıkıldı.

Konut kredisi kullanımıyla birlikte herkes müteahhit oldu. Konut alımındaki ölçü; “depreme dayanıklılık” değil “değer kazanır mı?” oldu. Konut inşaatlarındaki bu çarpık yapılanmanın sonunda; 1999 Marmara depreminde çöken, hasar gören ev, işyeri sayısı 460 bin, ölen insan sayısı 50 bin oldu. Yıllarca başbakanlık yapmış ve inşaat mühendisi (!) olan Demirel, o yıl cumhurbaşkanı idi…!

Özal’ın başlattığı neoliberal ekonomi uygulamasına; Yılmaz, Demirel, İnönü, Çiller, Ecevit (1979’da kabul etmedi, 1999-2002…?!) ve Bahçeli devam ettiler, Erdoğan eksiksiz uyguladı.

Merkez Bankası’nın Devlet Hazine’sine kredi vermesi yasa ile engellendi. Hazinemiz Wall Street tefecilerinin sıcak parasına kaldı. Türkiye, sıcak para kumpası ile; 1994, 1997, 2000, 2001 ve 2008 krizlerini yaşadı, 22 bankamız battı, binlerce şirket iflas etti.

2002-18 arasında sıcak paranın yarattığı kredi bolluğu, kişisel arzuları, tüketim hazzını kamçıladı. Toplumsal dayanışma, sorumluluk duygusu gitti yerine bireycilik geldi.

Tatile gitmek için bile kredi kullanmaya başladık.

Bankalar kredi kartlarını sorgusuz dağıtınca; Birey olarak satın alma ve tüketim özgürlüğüne kavuştuğumuzu zannettik, borç batağına saplandık.

Toplu taşımaya değil yollara, köprülere, tünellere ağırlık verilince motorlu araç herkese ihtiyaç oldu. Yabancı bankalar paraları akıtmış, krediler hazırdı; trafikteki araç sayısı Aralık 2018’de 22,9 milyon adet oldu.

Borçlanma tuzağı sürecinde; 2002’de bireysel (konut, ihtiyaç, araç, kredi kartı) krediler toplamı 269 milyon TL iken, Ocak 2019’da (şimdilik 18,7 milyarı yasal takipte) 543 milyar TL oldu; 31,3 milyon kişi bu borçları ödemeye çalışıyor.

AKP’nin iktidar olduğu 2002 sonunda 129,6 milyar $ olan Türkiye’nin dış borcu 2018 sonunda 448,4 milyar dolara yükseldi. 2002’de dış borca ödediğimiz faiz 4,5 milyar $ iken, 2018’de 30 milyar $ oldu. 2019’da yaklaşık 35 milyar $ olacak.

  • Aslında, borç para ile tükettiklerimiz geleceğimizdi.

OECD’ye üye 36 ülkenin gelir adaletsizliği sıralamasında 45 yıldır neoliberal ekonomi modeli ile yönetilen Şili 1., Meksika 2., Türkiye 3. sırada.

Tüm bu olumsuzluklara karşın “neoliberalizmden vazgeçelim” diyen ne iktidar var ne de muhalefet…!
(http://www.bornovagazetesi.com/yazar-24-ocak-1980-den-bugune-yarinlara-borcluyum-borclusun-borcluyuz-135.html, 26.3.19)
=====================================
Dostlar,

Sayın Adnan Pelvanlar’ın yukarıdaki yazısı çoook başarılı..
Kendisini kutluyoruz..

  • Türkiye, “neoliberalizm” denen kuytularda son derece vahşi biçimde sömürülmekte..

Bu gidişin sonu hayır değil!

Türkiye 40 yıllık bu kısır döngüden mutlaka ama mutlaka ve de hızla kurtulmak zorunda..

Siyasetin gündeminde bu can yakan sorun olmalı..

Lanetli denklemi doğru (çırılçıplak!) kuralım : Neo-liberalizm = VAHŞİ KAPİTALİZM!

Beka sorunu aranıyorsa (!) bu tüketici – yok edici – yoksullaştırıcı – sömürgeleştirici.. sorun; beka sorununun ta kendisidir!

Duyduk – duymadık denilmesin..

Ayrıntılar için lütfen tıklar mısınız : http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

ZAMAN TAM TEŞEKKÜLLÜ HASTANEYE BAŞVURMA ZAMANI…

ZAMAN TAM TEŞEKKÜLLÜ HASTANEYE BAŞVURMA ZAMANI…

Dr. Noyan UMRUK
13.09.2018

Türk Lirası, yılın başından beri öbür ülkelerin para birimlerine göre değer yitiriyor. Ocak 2018’den bu yana Amerikan Doları’na göre olan değer kaybı %60’ı bulduBu durum da ister istemez ihracatın ithalatı 2017’de ancak %67 oranında karşılayabildiği bir ekonomide, kurun fiyat düzeylerine olabilecek etkisini tetikliyor.

Türkiye’de, tüm “yükselen” ülkelerde olduğu gibi, kur-enflasyon ilişkisi yaşamsal bir öneme sahip. Çünkü gelişmekte olan ülkelerin üretim yapabilmeleri için ithalata gereksinimleri var ve dövizin yerli para birimi cinsinden değerinin artması, ithal edilen tüketim malları fiyatlarında ve ithal girdi kullanılan üretim maliyetlerinde artışı da birlikte getiriyor.

Geçen yıl bu dönemde 3,44 TL’ye aldığımız 1 ABD Doları, 6 TL’nın üstüne tırmanmış durumda ki, bu da yıllık artışın %90 oranında gerçekleştiği anlamına geliyor. Kurlardaki bu panik atak öngörülebilir bir ekonomik ortam, reel yatırımlar için büyük engel oluştururken, tüketici için ise ciddi bir yoksullaşma nedeni…

Türkiye’nin döviz kurları ile sorunlu ilişkisi aslında yeni bir durum değil. . Dolayısı ile her zaman büyük bir ciddiyet ve özenle ele alınması gereken bir olgu… 1923’te 1 ABD Doları 1,67 TL’ydi. 1980 yılında ise ortalama 1 ABD Doları 75 TL oldu. Bir başka deyişle, Cumhuriyetin kuruluşundan, 1980’e kadar TL, ABD Doları karşısında yaklaşık 44 kat değer yitirdi..

Türkiye 1980’lere kadar döviz kurlarının değerinin Merkez Bankası tarafından belli zaman aralıklarıyla belirlendiği, sabit kur rejimini yürüttü. Güçlü rezerv gerektiren bu yöntem, kurun sabit tutulamadığı rezervlerin yetersiz kalması durumunda yerel para birimin değeri düşer; bu zaman zaman şimdiki gibi şok devalüasyonlar yaşanarak olur…

1980’lerde geçilen esnek kur rejimleriyle birlikte Dolar ve Sterlin, 1980 öncesi 57 yılda kazandığı oranı yalnızca 11 yılda geçti. 1980-91 arasında ABD doları 54 kat, İngiliz Sterlini ise 41 kat değer kazandı. 1990’larda da döviz kurlarındaki oynaklık en üst düzeydeydi.

Sonunda 2001 krizi gelip çatmış, 21 Şubat 2001’de bankalar arası piyasada gecelik faiz % 6200’e çıkarken, ortalama % 4018,6 olmuştur. Merkez Bankasının döviz rezervi 16 Şubat 2001’de 27,94 milyar Dolarken, 23 Şubat 2001’de 22,58 milyar Dolara inmiştir. Rezerv yitimi 5,36 milyar $ olarak kaydedilmiştir.

Dolar kuru bir gecede % 40 artmış ve 680 bin liradan 960 bin liraya yükselmiştir. Resmi devalüasyon yeterli olmamış, döviz rezervleri hızlı bir şekilde erirken, hükümet 21 Şubat 2001’de kuru dalgalanmaya bırakmıştır. 22 Şubat’ı izleyen iki haftada 1,2 milyon liraya dek yükselmiştir. Bu aşamada gelen dalgalı kur sistemi, döviz piyasalarını iyice karıştırmış; bu karmaşada dalgalı kura geçilmesiyle Doların gerçek değerinin ne olacağı bilinememiş ve alım-satım arasındaki fark artışa geçmiştir. 

Veee 14 Mart 2001’de 3 aşamalı kurtuluş planını açıklanmıştır. Bu plana göre;

– Bankacılık sektörüyle ilgili önlemler alınacaktır.
– Döviz kuru ile faize istikrar kazandırılacaktır.
– Ekonomi dengeleri yeniden planlanacak, 2. yarıda büyümeye geçilecektir.

Kurtuluş planı sonrasında IMF’ye niyet mektubu verilmiştir. Mektupta; iktisadi etkinliği sağlayacak reformların yapılacağından ve enflasyonla mücadelenin gerçekleştirileceğinden söz edilmiştir. Gelir dağılımı ile ilgili adaletsizliğin ortadan kaldırılacağı, sürdürülebilir büyüme ortamının oluşturulacağı taahhüt edilmiştir. Böylece 1980’lerde 24 Ocak (1980) Kararları ile girilen küresel ekonomik alanın gerekleri 2001’de Kemal Derviş yönetiminde yeniden teyid edilmiş oldu.

Kur dalgalanmaları ve enflasyon korelasyonu (doğrusal ilişkisi)

Türkiye’de döviz kurlarının günlük ilanına geçildiği 1981 yılından beri döviz kurlarındaki dalgalanmalar ile enflasyon oranları arasında sıkı ve doğrudan bir ilişki var. Zaten girdi maliyetlerinin egemen para Dolarla yakın ilişki içinde olduğu göz önünde tutulursa, bunu söyleyebilmek için alim olmaya gerek yok…

Örneğin 1994 krizinde Dolar %169 oranında artarken, enflasyon oranı da %130 düzeyindeydi. Kurda ve enflasyondaki azalma veya artış da aynı biçimde öbür değişkeni geçişli şekilde etkiliyor. Fakat bu geçişkenliğin her zaman tek yönlü olduğunu söylemek olanaklı değil. Yapılan nedensellik testlerinde kurdan enflasyona geçiş kadar, enflasyonun da kurdaki artışı tetiklediği çalışmalar var.

İthalata bağımlı bir ülkede döviz kurundaki artış, üretim maliyeti ve tüketim malları fiyatlarında artışa neden olduğu gibi, özellikle kronik enflasyon sorunu olan ülkelerde fiyat düzeylerindeki istikrarsızlık nedeniyle, yerel para birimine olan güvenin azalması da dövize istemi artırarak kur artışına neden olabiliyor.

Yapılan çalışmaların gösterdiği önemli bulgulardan biri de, kurdan enflasyona geçişin zamana yayıldığı, üretici ve tüketici fiyatlarında farklı etkiler ürettiği üzerine. Döviz kurlarındaki değişim, ilk olarak üretici fiyat endeksine yansıyor ve endeksler arası geçişkenlik 11 ayı bulabiliyor. TÜFE ve ÜFE endeksleri arasındaki %10’u aşan farkı bu bulgu ışığında okumak ve ciddi önlemler alınmazsa enflasyonun hiper enflasyona dönüşmesi büyük olasılık

Öte yandan bizzat başına geçilerek, ülkeyi padişahın mülkü görünümüne sokan Varlık Fonu ile elde kalan son varlıkları güvence göstererek borçlanma, uzun vadeli kiralama ve satışların da yaraya pansuman olamayacağı yaygın bir görüş…

Ne yapmalı?

Oyunu, Londra merkezli küresel piyasalarda oynamayı 1980’lerde kabul edip, 2000’lerde Kemal Derviş’le yeniden teyid ve tescil ettirdiğinize göre, ortak akıl, kısa vadede,  yargı ve TCMB başta olmak üzere, özerk olması gereken hukuk ve ekonomiyi yöneten kurumların bağımsızlaştırılması, uzun bir süre tereddütten sonra çok geciktirildiği için, yaratacağı olumlu etki tartışmalı olan bu gün (13.09.2018) gerçekleştirilen sert ve beklenti üstü faiz (artışı) kararını gerektiriyor…

Uzun vadede ise köklü bir eğitim reformu, uluslar arası ilişkilerde başlangıç ayarlarının hatırlanması. AR-GE, teknoloji içeren reel üretimle barışmak, toplumsal kutuplaşmanın yumuşatılması Türkiye’yi ve  toplumu rahatlatacaktır

En önemlisi, tüm bunlar için iyi çizilmiş bir rota doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) yeniden yapılandırılmalıdır. Ülkenin coğrafi, fiziki ve beşeri anlamda kaynak ve olanak envanterine sahip, bölgesel ve ulusal düzeyde sürdürülebilir bir kalkınma sürecini eşgüdümleyerek, küresel gerçekleri de göz ardı etmeden, en azından optimal ölçek ekonomileri çerçevesinde, selektif-özenle seçilmiş sektörlerde uluslararası düzeyde rekabet edebilecek innovasyon-teknolojik gelişmeyi içeren marka ürünler üretilebilmesini planlayabilen, özel kesim için özendirici ve yol gösterici, kamu kesimi için emredici ciddi bir planlama örgütüne şiddetle ihtiyacı vardır.

Durum, tam teşekküllü bir hastaneye başvurmak yerine, sağlık ocaklarında dolaşılmayacak ölçüde ciddidir…
=================================
Evet dostlar,

Sn. Dr. Umruk yeterince açık ve net koymuş sorunu ve çözümleri..
Ancak son tümcesindeki karşılaştırmalı benzetmede, Hastane – Sağlık Ocağı ikilisinde, bu sözde yerli – milli  AKP iktidarının dış güdümlü SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM programıyla, Temmuz 2010’dan bu yana, ‘dolaşılacak‘ Sağlık Ocakları da yok! Onlardan çoooook yetersiz, 1. Basamak sağlık hizmetlerini de özelleştiren Aile hekimliği sistemi var.. Çağdışı bir sistem..

Ve TCMB, faiz oranlarını %17.75’ten %24,00’a yükseltti..
%6,25 puan (625 baz puan teknik anlatımı kullanılıyor) birden..
Dış ekonomik çevrelerin öneri – beklentisi %4,25 puan dolayında idi..
Dolar 5.90 TL dolayına çekildi.. Bakalım nereye dek.. % 24 faiz ile bankacılık sistemi nasıl dönecek? Mevduata %24 faiz ödeyecek Banka, topladığı parayı % kaç faizle ‘satacak’!? Açıkçası kredi, teminat mektubu vb. işlemlerde faiz kaç olacak? Kimler %30’ları aşan kredi faiziyle bankalardan nakit borçlanacak ve iş kuracak??

Deli bir faiz oranı.. Ne var ki ekonomideki hastalık öyle ağır ki, ateş düşürücü gibi basit önlemler yetmiyor. İlle ağır diyet ödenecek.. Gangren olan organın kesilmesi zorunda kalınması gibi.. Kendimiz ettik (AKP etti!) kendimiz bulduk (Halk bedel ödüyor!); kolumuzu – bacağımızı feda ediyoruz adeta ekonomideki talan yüzünden..

Dileyelim halkımız uyansın bu acı tablo karşısında ve iktidar mutlaka ders alsın.

Sevgi ve saygı ile. 14 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

24 Ocak… Çoook Olumsuz Bir Gün…

24 Ocak…  Çoook Olumsuz Bir Gün…

Dostlar,

Tarihimizde 24 Ocak birçok olumsuzluğun yaşandığı bir gün.
Geçtiğimiz yıl bu gün sitemizde yayımladığımız kapsamlı dosyayı, güncelliğini koruduğu için bir kez daha paylaşmak istiyoruz hoşgörünüzle.. Aynen aşağıda..
Özellikle, 12 Eylül 1980 darbesinin öncülü, gerekçelerinden olan, ülkemizin belini kıran
24 Ocak 1980 Kararlarına dikkat çekmek istiyoruz..
Osmanlı döneminin 1838 Baltalimanı Andlaşması gibi, kritik bir kırılma noktası ikisi de.

Dr. Ahmet SALTIK
24 Ocak 2018, Ankara
=====================================

24 Ocak 1980 Kararları bu gün 37. yılını tamamladı.
Dönemin Başbakanı S. Demirel‘in “Devlet 70 Cent’e muhtaç” sözleri kulaklarda hala yankılanıyor. 4 yıl önce bu gün, bu Kararlar ile ilgili bizim çıkardığımız bir kitap özetine sitemizde yer vermiştik. 4 A4 sayfası oylumlu bu metnin bir kez daha okunmasında çok yarar görmekteyiz.

http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Bu Kararların olağan bir rejimde yürütülmelerinin olanaksızlığı çok geçmeden anlaşılmış ve 12 Eylül 1980’de ansızın Sıkıyönetim gelivermişti! Sıkıyönetim “kardeş kanı dökülmesine” 1 gecede son verdiği gibi (!), CHP dahil tüm siyasal partileri, sendikaları, kimi dernekleri. kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarını (Türk Tabipleri Birliği vd.).. kapatmıştı.

Kararların tüm ekonomik faturası gene emekçi halka çıkarılmaktaydı :

– Kamu harcamaları kısılıyor,
– Sosyal devlet geriye çekiliyor,
– Vergi tabanı genişletilerek oranlar yükseltiliyor,
– Yeni vergi türleri ekleniyor (KDV 1985’te kondu!),
– KİT ürünlerine okkalı zamlar yapılıyor ve şirket gibi yönetilmelerine geçiliyor,
– Özelleştirme (=talan!) hız kazanıyor ve
– Dış ticaret kısıtları tümüyle kaldırılarak tam liberasyon ile
ithal ikamesi rejimi terk ediliyordu..

Ne hazindir ki, 45. ABD Başkanı D. Trump, dış ticarette özellikle olmak üzere ekonomide bütünüyle korumacı politikalara geçiyor ve Küresel emperyalizmin de-regülasyon – mutlak serbest ticaret vb. putlarını kırmaya başlıyor 20 Ocak 2017’de Oval Office’i henüz devralmadan (20.01.2017) önce..

Küresel emperyalizmin maşası IMF, ancak bu koşullarda (24 Ocak kararları dayatması!) “can yeleği” atıyordu Türkiye’ye. Ardından da bir dizi “yapısal reformlar” (!) yapılacak ve alınan önlemler kalıcılaştırılacak, ekonominin – devletin DNA’sı değiştirilecekti (SAP-structural adjustment programs) .. Bunlar çok büyük ölçüde Askeri yönetimin gözetimi altında “çifte müsteşar” (DPT ve Başbakanlık) elektrik mühendisi Turgut Özal tarafından kotarıldı ve piyasa ekonomisine – dış ticarette gümrük korumasının hemen hemen hiç kalmadığı
bir düzene geçildi.. Çiçeği burnunda 45. ABD başkanı D. Trump, Meksika’daki Ford fabrikasını tehdit ederek ”ya sök fabrikanı ABD’ye getir ya da %45 dışalım (ithalat) vergisi koyacağım!”  buyurdu.. Fabrika tıpış tıpış emre uyuyor..

Borç ve de emir alındı aynı anda..

1982 Anayasası da bu bağlamda içeriklendirildi. Örn. sağlık hizmetleriyle ilgili
56. maddede Devletin sağlık hizmetlerini “denetleme ve düzenleme” üzerinden yürüteceği belirtildi.. Sosyalleştirilmiş sağlık sistemine son verme olanağı sağlandı ve bu AKP eliyle yapıldı! Özelleştirme ve taşeron devlete kapı aralandı ve son 35 yılda sonuna dek açıldı. Özellikle AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm programıyla.. On milyarlarca Dolar servetimiz yerli – yabancı – yandaş sağlık sektörü patronlarına aktarıldı; ”Tayyip beyin rüyası” Şehir Hastaneleri ile bu rant aktarımı daha da büyütülüp hızlandırılarak sürdürülecek.. Üstlenilen işlev bu!

35 yıl sonra geldiğimiz yer, küresel ekonomiye neredeyse tümüyle eklemlenmiş
yarı-sömürge sınırlarını aşmış bir Türkiye’dir. Sorunlar süregenleşmiş (kronikleşmiş), kalıcılaşmış, ekonomi bir şeytan üçgeninin içinde tutsak edilmiştir :

Ekonominin_Seytan_Ucgeni

 

– Bütçe açığı
– Dış ticaret açığı
– Cari açık…

 

 

AKP, 2002 sonunda devraldığı toplam 221 milyar $ borcu 3+ katına (600+ milyar $!) çıkarmıştır. 1,60 TL’de devraldığı Doları 3,80 TL’ye getirmiştir!
Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksullaşTIRma tüm vahşetiyle sürdürülüyor. Üstüne bir de dinci baskı rejimi ve bölünme tehlikesi.. AKP hükümeti sözcüsü Numan Kurtulmuş açık açık halkı tehdit ederek, Başkanlık halk oylamasında onanırsa terörün azalacağını söyleyebiliyor. Haziran 2015 genel seçimi sonrası aynı söylem RTE’den gelmişti ve ”verin 400 vekili terör bitsin” buyurmuştu, Kasım 2015’te genel seçim yinelenene dek 4 ay ülkeye ”kan ve can” diyeti ödetilmişti. Filmin benzeri yinelenecek önümüzdeki 2 ay boyunca ve uzun boylu yakışıklı profesör, hükümet sözcüsü Kurtulmuş üvertür ile görevli anlaşılan?? İlgilisinden daha yüksek perdeden uyarılar yolda ?!

“Yeni anayasa” dayatması ise, Türkiye’nin küresel sermaye birikimi sürecinde uysal bir ülke olarak rolünü sürdürebilmesi için Anayasa’da yer alan son birkaç “engelciğin” kaldırılması hedeflidir özünde.. Sosyal devlet, hukuk devleti, yurttaşların ekonomik ve sosyal hak ve özgürlükleri – devletin görevleri… falan.. Ne demekmiş bunlar?

Ayrıca Başkanlık! Federatif hatta olursa daha iyisi bölünmüş bir Türkiye..
Bağımsız Cumhuriyet direnci kırılmış, Misak-ı Milli onuru zedelenmiş, ekonomik – siyasal bakımdan tama yakın sömürge kılınmış, “Sevr benzeri” (Quacy Sevres!) koşullar dayatılarak uygulanmış ve teslim alınmış bir Türkiye..

37 yıl sonra, “24 Ocak 1980 Kararları sistematiği” nin orta erimde ülkemizi taşıdığı yer böyledir. Tarihsel miyopların, burnunun ucun göremeyen ve 3 sayfa yakın tarih okumamış ülke yöneticileriyle politikacıların dikkatine sunsak ne olur, sunmasak ne olur?
*****
Bu yazdıklarımız daha çok gençleredir..
Büyük ATATÜRK‘ün Cumhuriyetini emanet ettiği Gençlerimiz…
Bütün umudumuz onlardadır. Mustafa Kemal Paşa da öyle demekteydi :

– Bütün ümidim gençliktedir..

Sürdürülemez ve insanlık onuruna aykırı bu gidişi gençler durduracaktır.
Daha yaşanası, insanlık onuruna dayalı bir düzeni onlar mutlaka kuracaklardır.
Biz kıdemli kuşaklar, onların yaratıcılığına ve devingenliğine (dinamizmine) ket vurmadan birikimlerimizi – deneyimlerimizi onlara hep sunacağız, omuz omuza olacağız evlatlarımızla.. Ama 18 yaşını yeni bitirmiş çocuğu göstermelik TBMM üyesi yapma popülizmine, yozluğuna kapılmadan.. Önce onlara sıkı bir eğitimle iş ve gelecek sağlayarak.. 25 yaş sonrası da dilerlerse siyaset yolu zaten açık.

İnsanlık onuru mutlaka kazanacak.. Kapitalizm – emperyalizm de yeryüzünden
yok edilecek.. Bu hedef, Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın da öngörüsü idi..
*****
Bu gün, 24 Ocak 2017 günü..
Uğur Mumcu‘yu 24 Ocak 1993’ten bu yana bir kez daha acıyla andık..

– Bu gün, Diyarbakır Emniyet müdürü A. Gaffar Okkan ve 5 polisin şehit edilişini 16. kez daha andık (24 Ocak 2001).. Devletin emniyet müdürünü arabasıyla ve 5 korumasıyla havaya uçuracak gücü “birilerinin” Diyarbakır’da nasıl elde edebileceğini sorgulamayı sürdürdük.. Ama Devlet sor(a)madı!

Her 2 cinayetin (ve daha yüzlercesinin!) gerçek işletenlerinin “hala” yakalanamayışına sardonik (acılı) gülüşlerle tepki (!) verdik.. Devletimizden umudumuzu kesmek istemiyoruz inat ve dirençle.. Bir gün mutlaka..
Ama ne zaman??

– Bu gün laik sermayenin, Atatürk Türkiye’sinin yarattığı ulusal burjuvazinin
Atatürk’e saygılı eliti Mustafa Vehbi Koç‘u toprağa verdik..

(Mustafa Koç, Küba’nın başkenti Havana’da Atatürk yontusu yanında)

– Bu gün Kamer Genç nam bir yiğit – Atatürkçü – ulusalcı Tunceli milletvekili hemşehrimizi uğurladık.. Vasiyeti gereği Türk bayrağına sardık ve Tunceli toprağına uğurladık..

– Bu gün, Cumhuriyet kuşağı ve onun ürünü – onuru devrimci dilbilimci, yazar, düşünür.. Atatürk aşığı Prof. Tahsin Yücel‘i sonsuzluğa uğurladık..

Lütfen bakınız : TAHSİN YÜCEL’İ YİTİRDİK.. Mustafa Koç ve Kamer Genç’i de!(http://ahmetsaltik.net/2016/01/23/tahsin-yuceli-yitirdik-mustafa-koc-ve-kamer-genci-de/)
*****
“24 Ocaklar olmasın!” diye haykırmak geliyor içimizden…
Merhum bilge Oktay Akbal’ın “Hiroşimalar Olmasın” özlemi ve isyanı gibi..

Dayan yüreğim dayan..
İlk taktik hedef, TBMM’yi işlevsiz kılıp halk egemenliğini tek adama =
post-modern sultana devreden anayasa değişikliğini halkoylamasında reddetmek.. Nisan 2017 içinde.. Bir kez daha başaracağız.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ocak 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Oğuz OYAN : Eylülistler gene işbaşında

Eylülistler gene işbaşında

portresi_chpli
Prof. Dr. OĞuz OYAN
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/eylulistler-gene-isbasinda-169038, 14.09.2016

12 Eylül 1980 Darbesi’nin 36. yılındayız; AKP iktidarının ise 14.yılında… Demek ki Eylül darbesinden sonra geçen sürenin % 40’ı AKP yılları olarak yaşandı. Bu oran giderek yükselecek görünüyor. Tam da 12 Eylül darbecilerinin öngörülerine uygun bir biçimde.

Neydi 12 Eylül darbecilerinin ve arkasındaki hegemon gücün derdi?

Birincisi, 24 Ocak (AS: 1980) Kararlarıyla Türkiye’yi sanayileşmesini tamamlamadan korunaksız bir biçimde küreselleşmenin (emperyalizmin) römorkuna bağlama programını askeri yolla güvenceye alma. (Çünkü 1970’lerdeki sendikal ve siyasal mücadeledeki yükseliş, bu programın emek aleyhine 1980’lerde olduğu şiddette uygulanmasına izin vermezdi).

İkincisi, birinci amaçla uyumlu biçimde ama daha uzun vadeli hedeflere de bağlanabilecek bir biçimde, Türkiye’de solun, cumhuriyetçilerin, işçi sınıfı örgütlenmesinin etkisinin kırılması, böylece yerli ve uluslararası sermayenin taleplerinin karşılanması.

Üçüncüsü, etkisi kırılan güçlerin yerine “ılımlı” (yani hegemon gücün denetiminde) siyasal İslamcı akımların önünün açılması, solun ezilmesiyle ortaya çıkan ideolojik boşalmanın yerinin doldurulması ve sınıf mücadelesinin kırılması, ayrıca Sovyetler Birliği’nin etrafının “yeşil kuşak” ile çevrilmesinin tamamlanması ve sosyalist rejime nihai darbenin hazırlanması.

Dördüncüsü, daha ziyade hegemon gücün bir tasavvuru olarak, Türkiye’de solun ve sınıf mücadelesinin bir de Kürt etnik milliyetçiliğinin silahlı mücadelesinin yükseltilmesi üzerinden bölünerek parçalanması. (12 Eylül rejimi, işkence ve zulüm düzenekleriyle bunun sosyal zeminini de  -isteyerek veya istemeyerek- hazırlayacaktır. Bu arada, emperyalizmin Kürt kartını hem Türkiye hem de bölge ülkeleri açısından daha etkin kullanabileceği bir dönemin başlatılması ve bölge ülkelerine buradan da ayar verilebilmesi koşullarının oluşturulması sağlanacaktır).

Bir taşla dört kuş vurabilecek bu programın siyasal İslam’ı iktidar yapmakla ilgili bölümünün ilk provaları 1990’larda yapılmış ancak neoliberal programa uyumu sorunlu olan Erbakan hareketi bekleneni vermediğinden, yerine yeni bir figür aranmış ve bulunmuştur. Komplo teorisi olarak görülemeyecek kadar açık bir biçimde, IMF’nin henüz birinci uygulama yılı sonunda (Kasım 2000-Şubat 2001’de) krizle sonuçlanacağı (daha önce başka ülkelerde denendiği için) aşikâr olan döviz çıpasına dayalı programını dayatmasıyla, tüm sistem partilerini silen siyasi sonuçlar alınması kolaylaştırılacaktır. (Kuşkusuz ülkenin 2002’de erken seçimlere götürülmesinin ipinin içten ve dıştan ortaklaşa çekilmesi de sağlanarak…). Bu tabloya bir de, ABD karargâhı üzerinden Türkiye’deki İslamcı partiyle iktidarı paylaşan ve ülkenin sol/Cumhuriyetçi kurumlarına ve aydınlarına seçilmiş iktidarla birlikte savaş açan Fethullah örgütünün de etkileri eklenmelidir.
*****
15 Temmuz kalkışması, yaptığı nihai iktidar kavgası sonrasında köşeye sıkışan Fethullahçı hareketin son bir direnme çabası olarak ortaya çıktı; bir başka açıdan, çözülme aşaması büyük ölçüde tamamlanmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, nereye, nasıl, kimin elinde yöneleceğinin kavgası yapıldı. Başarısızlığı, Türkiye’deki dinci otokrasinin AKP eliyle kuruluşuna yeni bir atılım fırsatı sunmuş oldu; kısmen tıkanmış olan bu projenin önünün açılmasına yaradı. Başarılı olsaydı, Fethullahçı hareketin aynı istikamete daha askeri yöntemlerle ve daha fazla dış destekle gittiği görülecekti.

  • Türkiye toplumunun geleceği artık, siyasal İslam hareketleri arasında bir tercihe, daha doğrusu bunun seçimle gelen kanadını tercihe kadar daralmış durumdadır.

Bu, 12 Eylül 1980’de çıkılan yolun vardığı noktadır. Başka türlü yaşanabilir miydi? Kuşkusuz siyasal alan her zaman seçeneklere açıktır; ama seçenek oluşturabilen muhalif hareketlerin varlığı koşuluyla.

AKP’nin rejim inşa yöntemlerinin (Meclisi dışlayan OHAL ve KHK uygulamaları, giderek tüm muhalif kesimlerin tasfiyesinin hedeflenmesi) sıradışılığı, hem 12 Eylül darbecilerinin hem de 15 Temmuz darbecilerinin başarsalardı uygulayacakları olası yöntemleri çağrıştırıyor. Bir anlamda;

  • Başarısız darbeden sonra AKP darbesi yaşanmakta.

Hatta 15 Temmuz’dan iki ay sonra ulaşılan bilanço, bazı bakımlardan 12 Eylül’ü dahi aşmış bulunmakta. Akademisyenlere ve öğretmelere yapılan baskılar bunun en belirgin örneklerinden. Üniversitelerdeki görevlerine son verilen/meslekten ihraç edilen akademisyen sayısı şimdiden 2.346’yı bulmuş durumda. Bu sayı, yüz bini aşan ihraç miktarının belki önemsiz bir bölümü, ama önceki darbelerdeki toplam akademisyen tasfiyesinin 10 katına ulaşmış bulunuyor. Atılan akademisyenlerin geniş bir tahminle % 90’ının Fethullahçı olduğu varsayılsa bile, 12 Eylül tasfiyelerini aşan sayıda solcu/cumhuriyetçi öğretim elemanı sırf AKP’li olmadıkları için, iktidar için potansiyel bir tehdit olarak görüldüğü için kıyıma uğramış vaziyette.

Kocaeli gibi üniversitelerde toplu ihraçlar özellikle solcu akademisyenleri hedefledi. “Barış için akademisyenler bildirisi”ni imzalayanlar öncelikle bu yargısız infazın kurbanları oluyorlar. İzmir’de kapatılan üç üniversitenin Fetoculukla ilgisi olmayan tüm akademisyenleri de bu faşist toptancılığın cadı kazanına atılanlar arasında.
*****
AKP kendi yolunu uzun zamandır belirlemiş bir siyasal hareket.

Hızlanabileceğini düşündüğü her konjonktürden şimdiye kadar hep yararlandı. Şimdi yeni bir ivmelenme fırsatı yakaladığını düşünüyor.  Fırsatçılığının sınırı olmadığı için onu demokratik kurallara uymaya davet etmenin etkisi bulunmuyor. Bu nedenle muhalefetin “darbe fırsatçılığı yapmayın” türünden naif serzenişlerine kulak vermesi ihtimali hiç yok. Burada yol ayırımında olması gereken siyasal hareket anamuhalefet. Şimdiye kadar AKP ile sürtüşme alanlarını daraltarak, iktidarın gerici programına cepheden ve sürekli bir muhalefeti göz alamayarak, kendi kitlesini seferber edemeyerek yitirdiği mevzileri geri kazanmak zorunda. Bunun yolu da, şimdiye kadar izlediği pasif stratejiyi değiştirmekten geçiyor. Savunma konumunda kalarak, dış surlardaki savunma hattını yitirince iç surlar gerisine çekilerek yapılan (strateji değeri bile kalmamış) bir savunma taktiğinin sınırlarına gelindi. Belki de, CHP yönetimi değişmeden burada bir değişme bekleme umudu da kalmamış durumda.

========================================

Dostlar,

Değerli İktisat hocası, CHP’nin eski İzmir Milletvekillerinden dostumuz Sn. Oğuz Oyan çok nitelikli bir irdeleme yapmış yukarıdaki yazısında.. Son tümcede köktenci bir çözümlemesi var, tartışılabilir. Bu kadro da özlenen atılımı yapabilir, yapmak zorunda! Kapsamlı bir kadro değişimi istemi şu kesitte gerçekçi ve olanaklı olmayabilir. Ama eldeki kadrolar “real politik” in kaçınılmaz gerekleri iin daha kolay zorlanabilir sanırız.

Sevgi ve saygı ile.
14 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com