Etiket arşivi: serbest piyasa

NEO-LİBERALİZMİN İPLİĞİNİ PAZARA ÇIKARMAK!

Prof.Dr.Mustafa KaymakçıProf.Dr.Mustafa Kaymakçı
mustafa.kaymakci68@gmail.com

Günümüzde Türkiye’deki partilerin büyük bir çoğunluğu iktidarlarını sürdürmek ya da iktidara yönelik ekonomi-politik programlarında daha eşitlikçi bir düzenin sermaye akışının başlamasıyla çözülebileceğini savlıyorlar ve işi “serbest piyasa”ya bırakmak eğilimi taşıyorlar. Aslında dünyada ve ağırlıklı olarak 1980’li yıllardan beri Türkiye’de uygulanan ekonomi-politikaları bu değil miydi? Bu politika bağlamında

– özelleştirmeler ile devletin piyasa malları üretimi,
– piyasayı düzenlemede kural koyucu işlevi
– ve sosyal devletle ilgili kamu hizmetleri

gibi başlıca üç müdahale alanından çekilmesi gerçekleştirilmedi mi? Böylelikle, tekelci sermayeye yeni kar alanları açılmadı mı? Devlet, sosyal niteliğinden uzaklaştırılarak, devlet-yurttaş ilişkisi yerine tüketici ilişkisi oluşturularak yurttaşın devletle bağı, en alt düzeye indirilmedi mi?
Geliniz, bu bağlamda dünyada neo-liberalizmin ipliğini pazara çıkaran yabancı üç filimden bir anımsatma yapalım.
Bunlardan ikisi, Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa-Gavras’a ait.
Birincisi, 1982’de Cannes’da «Altın Palmiye Ödülü”nü, Yılmaz Güney-Şerif Gören’in “Yol” filmiyle paylaştığı “Missing / Kayıp” filmi.

Kayıp filmi, 1973´te Şili´de demokratik yollardan işbaşına gelen Salvador Allende´nin devrildiği 1973 Şili Askeri Darbesi sırasında kaybolan ABD´li gazeteci Charles Horman´ın gerçek öyküsünden uyarlanmıştı. Filmde, Amerikalı orta boy bir işadamı olan bir babanın, darbe sırasında öldürülen oğlunu arayışı anlatılır. Geniş ölçüde tutuklamaların olduğu günlerde Amerikalı yazar ve yapımcı Charles Horman evinden alınır ve ondan sonra, kendisinden haber alınamaz. Eşinin iki hafta boyunca yaptığı araştırmalar da yarar getirmez. Bunun üzerine Charles´ın babası, oğlunu aramak için ABD´den Şili´ye gelir. Baba Horman, Şili´de kaybolan oğlunu ararken Şili darbesine ilişkin birtakım ipuçları elde eder. Takip ettiği ipuçları onu, oğlu Charles’ın siyasal nedenlerle cunta tarafından ortadan kaldırıldığı sonucuna götürür. Baba, oğlunu bulmaya çalışırken, özellikle Şili’de yaşayan CIA ve iş adamları bağlantılı kendi yurttaşları tarafından da türlü güçlüklerle karşılaştırılır. Filmin en önemli vurgusu, babanın ABD Büyükelçisi ile yaptığı görüşmede şekillenir. Baba, büyükelçiye ABD’nin, darbenin neden destekleyicisi ve düzenleyicisi olduğunu sorar. Aldığı cevap kapitalizmin iç yüzünü ortaya çıkaracak şekilde çarpıcıdır. Büyükelçi, «ABD şirketlerinin çıkarları için askeri darbenin desteklenmesi gerekiyordu ve sizin varlığınız da bu darbelere borçludur” der.

‘’Le Capital/Kapital’’de ise Costa-Gavras, küresel güç odaklarının bankalarla birlikte nasıl hareket ettiğini anlatıyor. Filmde, Avrupa’nın en büyük bankasının yönetim kurulu başkanı olan Marc Tourneuil’e göre; tek patron paradır, lüks bir yaşam salt varsıllara verilmiş bir haktır. Zenginleri daha zenginleştiren, yoksulları giderek yoksullaştıran Marc kendini “Çağdaş bir Robin Hood” olarak algılar. Banka oyunlarıyla yoksullardan çalıp varsıllara verir.
Costa-Gavras, yaptığı son röportajlarından birinde de; «Kapitalizmin köleleriyiz. Kapitalizm sarsılınca bizde sarsılıyoruz. O gelişip yeni zaferler kazandıkça kutlamalar yaşıyoruz. Bu canavardan bizi kim kurtaracak? Kendi kendimizi mi özgür kılacağız? Kapitalizmin kime, nasıl yaradığını kesinlikle çözmemiz gerekiyor” demişti.

Üçüncü filim ise ; Güney Kore yapımı, Bong Joon-ho imzalı “Parazit”.
Çünkü filim, Güney Kore bağlamında yaşamakta olduğumuz sınıflı kapitalist sistemin acımasızlığını şiddet ögeleriyle yansıtıyor. Filmin konusu özetle şöyle:

Filimde üç aile var. Birinci aile, üst sınıf katmanında ve her türlü olanağa sahip Park ailesi.
Kim ailesi ise yarı bodrum sayılabilecek bir dairede yaşıyor, ana-baba, kız ve erkek çocukların düzenli bir işi ve geliri yok.
Üçüncü ailenin kadını Park ailesinin hizmetçisi, kocası da Park ailesinin bilinmeyen ininde yaşamakta olan bir düzen kaçağı.
Olaylar Kim ailesinin Park ailesinin yanına yardımcı olarak işe girmesiyle başlıyor. Burada bir üst sınıfa geçmek için Kim ailesi her türlü yalanı ve dolanı mübah (yapılmasında sakınca görülmeyen)görüyor. Çocuklar Park ailesinin öğretmen ve sanat terapisti, baba şöförü ve ana hizmetçisi oluyor.

Ancak üçüncü ailenin ortaya çıkmasıyla cinayetlere kadar uzanan olaylar başlıyor. Cinayetleri işleyen baba Kim, polisten Park ailesinin bilinmeyen ininde saklanarak kurtuluyor ve orada dünya ile ilişkisini kesiyor ve üç aile de darmadağın oluyor.
Filmin sonu ise yıllar sonra, Genç Kim’in babasını kurtarmak için o lüks evi satın alabilecek bir yaşama ulaşıp ulaşamayacağında düğümleniyor.
Filim özünde ne anlatıyor?

  • Neo-liberal sistem, egemenliğini alt sınıfları sömürmesine bağlıdır ve bu amaçla birbirlerini kırdırmaktan kaçınmaz.
  • Neo-liberal sistem, sisteminin doğal ve kaçınılmaz olduğunu kabul ettirir.
  • Neo-liberal sistem, “özelikle yoksul sınıfların çocuklarına çok çalışır ve iyi eğitim alırsan sınıf atlayabilirsin” umudunu pazarlar.

Yoksul sınıflar arasında da bir üst sınıfa geçmek için olağanüstü acımasız bir rekabet vardır. Bu kapsamda daha aşağıya inmeme, eldekini yitirmeme mücadelesi için hiçbir ahlaki kaygı duymayabilirler. Çevrenin düzensiz kullanımından doğan afetler bile, yoksullara başka yansır.”

Özetle “Parazit” filmi dünyaya ayna tutuyor. Filim, “Dünyada Egemen Olan Neo-liberal Kapitalist Sisteme Karşı Seçenek Nedir?” sorusunu da seyirciye bırakıyor diye düşünüyorum.
Ancak uzağa gitmeye gerek var mı? İçinde yaşamakta olan sistem bu değil mi?
Neo-liberal parti yöneticilerinin, akademisyenlerin ve karar vericilerin bu üç yabancı filmi izlemelerini öneririm. (28 Mart 2022)

Dolarizasyon ve borçlandırma operasyonu

Mehmet Ali Güller
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet, 25 Kasım 2021

(AS: 35 gün önce yazılan bu makale bu gün daha anlamlı.. Sayın yazarı içtenlikle kutluyoruz..)

Erdoğan’ın bir hafta içinde “Ekonominin kitabını yazdık, yazmaya devam ediyoruz” yüksekliğinden “Ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz” seviyesine inmesi, Türkiye’nin yönetim krizine işaret etmektedir.

Bu krizden nasıl çıkılacağı, krizin faturasının sermayeye mi yoksa halka mı kesileceği, önümüzdeki en büyük sorundur. Bunun için de 41 yıllık muhasebenin yapılması zorunludur.

AKP’NİN SERBEST PİYASAYA BAĞLILIĞI

Bırakın gerçek enflasyonu (yüzde 50), resmi enflasyonun (yüzde 20) bile altında faiz (yüzde 15) vermek, fiilen TL sahiplerine “dolar alın” demektir. Dolayısıyla son üç ayda yaşanan üç faiz indirimi, sonuçları itibarıyla dolarizasyon operasyonu anlamına gelmektedir. Nitekim eylül başında 8.88 TL olan dolar, kasım sonu yaklaşırken 13 TL seviyesindedir.

Erdoğan’ın faiz indiriminden sonra TÜSİAD’ı hedef alırken söylediği “Biz işadamlarına diyoruz ki sen düşük faizle kredi istiyordun. Al, niye almıyorsun” sözleri, tüm kesimlere verilen mesajdır ve “Düşük faizle kredi çek, konut al, araba al, tüket” anlamına gelmektedir. Bu da borçlandırma operasyonudur.

Asıl önemli nokta da şudur: Cumhurbaşkanı Erdoğan ile TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu görüşmesinden sonra TCMB’den yapılan açıklamada “serbest piyasa ekonomisine bağlılık” mesajı verilmiştir.

O zaman soru şudur: Erdoğan “ekonomik kurtuluş savaşını” nasıl verebilecek? Çünkü serbest piyasa ekonomisine bağlılık içinde ekonomik kurtuluş savaşı verilemez. Çünkü krizin asıl sebebi “kötü yönetim” değildir, neo-liberal kapitalizmin bizzat kendisidir. Kötü yönetimler krizin çapını artırmaktadır sadece.

BORCU BORÇLA ÖDEME EKONOMİSİ

24 Ocak 1980’den bu yana kaç iktidar değişti. Ancak tüm iktidarlar aynı ekonomi düzenini sürdürdüler. O nedenle 41 yılı bir süreklilik içinde Özal – Çiller – Erdoğan dönemi olarak sınıflandırmalıyız. Üçü de serbest piyasa ekonomi modelini, birbirlerini aşa aşa uyguladılar!

Özetlersek: Yabancı finans kuruluşlarına ülkeye serbest giriş vizesi verilmesiyle dövize/uyuşturucuya alıştırılan, döviz kazancı sağlamayan özel şirketlere de dövizle borçlanma yetkisi vererek dövize/uyuşturucuya bağımlı yapılan ve yap-işlet-devret modeliyle de bağımlılığı artırılan bir ülke olduk.

“Döviz bağımlısı” bu model ile kaçınılmaz olarak dış borç arttı. Dış borç arttıkça, özelleştirme/yabancılaştırma yapıldı, yetmeyince daha da borçlanıldı. Sonuçta ortaya “borcu borçla ödeme ekonomisi çıktı. Milli gelirin yüzde 60’ına ulaşan 465 milyar dolarlık bir büyük borç yükü altındayız özetle.

Bu model, yeni zenginler yarattı, zengini zenginleştirdi ama daha geniş kesimleri yoksullaştırdı, mevcut yoksulları ise daha da yoksullaştırdı.

ÇARE: KARMA EKONOMİ MODELİ

Erdoğan’ın iktisatçıları mandacılıkla suçlaması, gerçeği örtmüyor. Ulusal parasını, ABD’nin neo-liberal ekonomi düzeninde dalgalı kura çapalayan her iktidar, mandacıdır çünkü. Borcu borçla çevirme ekonomisi inşa ettikten sonra iktidarını sürdürebilmek adına para arama yöntemi olarak cumhuriyetin iktisadi kuruluşlarını yok pahasına yabancılara satan her iktidar mandacıdır çünkü.

Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki sorun 41 yıllık mandacılıktan çıkıp tam bağımsız ekonomi için kurtuluş savaşı vermektir. Bunun yolu da sistem içinde düzeltme aramaktan değil, sistem dışına çıkmaktan geçmektedir.

  • 41 yılın özeti dövize bağımlılık ve borçlanmadır.
  • Çözüm bu modelin içinde değil, dışındadır.
  • Kamuculuğun yeniden öne çıkacağı karma ekonomik modeli, seferberlik programı olarak ilan eden parti, ancak Türkiye’yi gerçekten yönetebilecek ve düzlüğe çıkarabilecektir.

Uluslararası finans kapitalin soygununa son vermek;
– ancak yeniden beş yıllık planlamalar yapmakla,
– tarımı yeniden ayağa kaldırmakla, endüstriyel tarıma geçmekle,
– yeniden büyük sanayi hamlesi yapmakla,
– üretmekle,
– döviz soygunculuğunu ve rantçılığı frenlemekle

mümkündür.

İdeoloji konuşmadan siyaset konuşulur mu?

Barış DosterBarış Doster
Cumhuriyet, 17 Temmuz 2021

 

Siyasetin gündemi yoğun. Seçim barajının düşürülmesi, dar bölge – daraltılmış bölge tartışmaları, HDP’ye açılan kapatma davası, ittifaklar, Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayının kim olacağı, ekonominin gidişatı öne çıkan başlıklardan sadece birkaçı. İttifakların kendi gündemleri, kendi içlerindeki gerilim konuları da öne çıkıyor. Örneğin; HDP’nin kapatılması konusunda AKP ve MHP farklı düşünüyor. Yine HDP’ye bakış söz konusu olduğunda, CHP ve İYİ Parti yönetimleri arasında farklılaşma gözleniyor.

Tüm bu tartışmalarda üzerinde durulmayan tek konu var: Sınıf siyaseti. 1980’den bu yana esen, 1990’lı yıllarla birlikte etkisini artıran liberalleşme, özelleştirme, küreselleşme, serbest piyasa rüzgârı iktidarı, muhalefeti, toplumu öylesine etkiledi ki, kimse sorgulamıyor. 24 Ocak kararlarının (1980) mimarı olan Turgut Özal’ın, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ANAP’ı kurup darbe koşullarında, darbecilerle uyum içinde, ülkemizi yönettiğini, çok az kişi anımsatıyor. Solda geçinen ve soldan geçinen, özünde ise liberal olan siyaset esnafının, solu nasıl zehirlediğini, çok az kişi dillendiriyor. 5 Nisan kararları (1994) alındığında, DYP’nin koalisyon ortağının SHP olduğunu, başbakan yardımcısının SHP Genel Başkanı olduğunu, bu kararların memuru, emekçiyi, yoksulu, dar gelirliyi nasıl vurduğunu, çok az kişi hatırlıyor.

KAVRAMSAL BİLİNÇ, İDEOLOJİK BERRAKLIK

Oysa ısrarla vurguladığımız üzere tartışılması gereken ideolojidir, programdır, ilkelerdir. Tartışılması gereken ekonomi politiktir. Tartışılması gereken üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkileridir, sınıfsal çelişkilerdir…

Siyasetin sağını, solunu hayli zehirlemiş olan liberaller, ısrarla kimlik siyasetini öne çıkarıyorlar. Etnik aidiyetleri, mezhepsel mensubiyetleri, hemşerilik bağlarını, feodal ilişkileri vurguluyorlar hep. Seçimler dar bölge esasına göre yapılırsa, alt kimliklerin daha da öne çıkacağını, şimdikinden çok daha fazla siyasallaşacağını biliyorlar. Ulus devleti, yurttaş kimliğini, sınıf bilincini daha da aşındıracağını görüyorlar. O nedenle dar bölgeye olumlu bakıyorlar.

Liberalizmin etkisindeki merkez sağ ve sol; özelleştirmeyi savunurken, sosyal devleti zayıflatırken, toplumsal adaletin, fırsat eşitliğinin ortadan kalktığını göremediler. Yoksul yurttaşlara kömür dağıtarak, erzak yardımı yaparak, onları kimin oy havuzuna ittiklerini anlayamadılar. Üretimi değil, tüketimi teşvik etmenin, sonuçta kaçınılmaz olarak piyasa toplumu yaratacağını kavrayamadılar.

  • Kapitalizmin, liberalizmin, yurttaşı değil, müşteriyi sevdiğini öngöremediler.

Bu liberal programa ortak olmak, sahip çıkmak, solu büyütmedi. Küçülttü. Sonuçta, Refah Partisi sandıktan birinci çıktı 1995’te. Normalde sola oy vermesi gereken kesimlerin oyunu aldı, tepki oylarını toplamayı başardı, “adil düzen” sloganını öne çıkararak. AKP ise sıkça değindiğimiz üzere, iç ve dış konjonktürün de etkisiyle, merkezin sağı ve solunun çökmesinden de yararlanarak 2002’de iktidara geldi.

Benimsediği ekonomi politik program, AKP’yi de eritiyor.

Ne var ki ülkemiz;
– toplumcu,
– kamucu,
– halkçı,
– devletçi,
– antiemperyalist,
– yani Cumhuriyetçi bir sol programı,

samimi ve sahici olarak tartışmadığından gerçek bir çıkış yolu bulamıyor.

İLAÇÇILARIN PATRONU KRAL ÇIPLAK DEDİ VE KIYAMET KOPTU!

Dostlar,

“İlaç sorunu” ülkemizin yakıcı sorunlarının başlarında gelir..

Örn. Türkiye, ilaç için Ulusal gelirinin yaklaşık %2,1’ini harcayan bir ülke olarak
Dünyada en başlarda gelmektedir. Bu oran ABD’de bile % 1,5 dolayındadır.
Toplam Sağlık giderlerinin 1/3’ü dolayında bir kaynak salt ilaca girmektedir!
Türkiye’nin Silahlı Kuvvetleri’ne ayırdığı pay ise yine Ulusal Gelir’in %2,3’ü dolayındadır. İlaç ve savunma giderleri başabaş gibidir!

Elbette bir de “nitelik” sorunu ve sektörün yüksek kazanç payları söz konusudur.
Sektör, kazanç payını ya da nominal tutarını beğenmediği ilaçları (Öksüz ilaç!) üretmekten kaçınmakta ve etkili bir yaptırım da görmemektedir.

Konuya ilişkin olarak sitemizde kapsamlı bir “Rapor” a daha önce yer vermiştik :

AB Sürecinde Türk İlaç ve Eczacılık Politikaları / Turkish Policies on Drug and Pharmaceuticals within EU Accession Process

(http://ahmetsaltik.net/2012/06/06/ab-surecinde-turk-ilac-ve-eczacilik-politikalari-turkish-policies-on-drug-and-pharmaceuticals-within-eu-accession-process/, 6.6.12)

Elazığ Cüzzam Hastanesi Başhekimi iken (1980-82) yürüttüğümüz uluslararası
çok merkezli bir çalışmada, Rifampisin‘i denemekteydik. Çalışma başarılı olsaydı Cüzzamlı (Lepralı) hastalar yağam boyu ilaç almak yerine 1-2 yıllık bir ilaç sağaltımı ile iyileşebileceklerdi. Ancak, Rifampisin verdiğimiz  hastaların idrarları bir türlü kırmızıya boyanmıyordu. Hemşirelerimiz kapsülleri bizzat veriyor, hastaların başında durarak içiriyorlardı. Sonra ağızlarının içine, dil altına bakıyorlardı. Rifampisin kapsüller yutuluyor ancak idara kırmızı olmuyordu!?

Sonunda, bu ticari preparatı Ankara Refik Saydam Hıfzıssıha Enstitüsü‘ne
“etkinlik saptamasına” (aktivite tayinine) yolladık. Malesef “SIFIR ETKİNLİK” yanıtı geldi! Yani ya kapsüller hiç Rifampisin içermiyordu, salt dolgu maddesiydi ya da
daha yüksek bir olasılıkla ilacın etkinliği sıfırlanmıştı.. (kullanım süresinin dolması, uygun olmaya saklama koşulları vb.)..

Yeni ilaçlarla çalışmayı sürdürmüş ve başarıl sonuçlar almıştık.
Şimdi bu rejim kullanılmakta Cüzzam (Lepra) hastalarımızın sağaltımında..

Öte yandan yeni ilaçlar yüksek teknoloji ürünü ve çoook pahalı..
Bu gidişle, önümüzdeki birkaç onyıl içinde birçok ülke salt sağlık giderleri yüzünden ekononomik iflasla karşı karşıya kalabilir.

Bu bağlamda alınacak Farmakoekonomik önlemlerin başında yerli üretim
(Ulusal İlaç Sanayisi!) ve KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİ geliyor!

Bu politika ise serbest piyasanın işine gelmiyor.
Sonuçta gelişmekte olan (sonra gelişmişler de!) ülkeler 40 katır ya da 40 satır
ile yüz yüze..

*****
Aşağıda, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı’ndan emekli ve yaşamını bu konulara adamış saygıdeğer Prof. Dr. Cankat TULUNAY hocanın çok öğretici ve uyarıcı bir makalesini paylaşıyoruz..

Kamuoyu bu soruna da sahiip çıkmalı ve AKP iktidarı ivedilikle kimi adımlar atmalı.
Gecikirse kendisi de altında kalır..

Sevgi ve saygı ile.
28.11.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

İLAÇÇILARIN PATRONU KRAL ÇIPLAK DEDİ VE KIYAMET KOPTU!

Cankat_Tulunay
Prof. Dr. F. Cankat Tulunay


Avrupa Klinik Farmakoloji Birliği Onursal başkanı ve
Türkiye Akılcı İlaç Kullanım Platformu Başkanı

Bizim kezlerce ilaçtaki nitelik (kalite) sorununu gündeme getirmemize karşın yetkililer ancak kös dinlediler. Birkaç gün önce Aİ patronu ve Türkiye İlaç İşverenleri Sendikası başkanı Sayın Nezih Barut’un Türkiye’de 2. kalite ilaç olduğunu açıklaması taşları yerinden oynattı. Barut, ‘İlaç sektöründe denetimin artması gerektiğini, firmalar arasında ciddi kalite farklılıkları oluştuğunu’ söylüyor.

İkinci kalite ilaç Türkiye için yeni bir olay değil,
yenilik bunun ilaç Sanayisinin en yetkili kişisi tarafından açıklanmış olması..

Türkiye’de yıllardır kimi TİTC Kurumu ne iş yapsa firmalar ilk ruhsat aşaması ve kalite kontrolu sırasında A Grade hammadde kullanır, ruhsat aldıkan sonra D, E Grade
ham madde kullanmaya başlarlar. Bunu ünlü bir Alman hammadde üreticisinin patronu yıllar önce söylemişti…

Türkiye yol geçen hanı mı ki her türlü hammadde denetimsiz olarak ülkeye giriyor?…

Türkiye’de ilaçta ciddi bir kalite kontrolü olduğunu söylemek çok zordur

Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi‘nin üç öğretim üyesi tarafından Farmakope’ye aykırı bulunan bir ilaç, bütün uyarılara karşın İEGM tarafından görmezlikten gelinmiş ve halen piyasada satılmaktadır. Bu konuda 10.7.2009’da
firma genel müdürüne sorduklarımız halen cevapsızdır. (Detaylarını http://www.klinikfarmakoloji.com/index.php?q=node/973 vehttp://www.klinikfarmakoloji.com/index.php?q=node/607 de bulabilirsiniz).

Bu ülkede sahte biyoyararlanım sertifikaları ile ruhsat alan ilaçlar
henüz unutulmadı. Bunlar ne ceza aldı? Hepsi örtbas edildi… Biyoyararlanım şartı kaldırılarak ruhsat verilen ilaçlara kim izin verdi?… Ampirik formüllerle yapılan topikal ilaçlar nasıl ruhsat alıyor?… Vajinal bir ovüldeki etken madde dozlarını hiçbir bilimsel kanıt ve klinik çalışma olmadan iki katına çıkartanlar nasıl ruhsat alıyor?..

Yılda kaç ilacın piyasa denetimi yapılıyor?.. Bağımlılık (İptila) yapan kodeinli ilaçlar
hiçbir uyarı taşımadan serbestçe-reçetesiz satılıyor mu?.. Üç-dört kez, bozuk kalitesi dolayısı ile piyasadan toplatılan antibiyotiğin ruhsatı neden iptal edilmiyor?…

  • Yeşil sermayenin korunduğu ve daha kolay ruhsat aldığı dedikoduları
    doğru mudur?..
  • Neden hiçbir ülkede geri ödeme kapsamında olmayan ilaçlar Türkiye’de
    geri ödenmekte?..
  • SGK nasıl oluyor da, kendiliğinden, olmayan endikasyon icad edip bazı ilaçları geri ödeme kapsamına alıyor?…
  • Sanayii temsilcileri geri ödeme kurumunda ne arıyor?
  • Başka ülkelerde bunun örneği var mı?..

    Soruları sayfalarca uzatabiliriz ama hiçbirine, şimdiye dekolduğu gibi,
    yant alamayız. Böyle başa böyle traş…

“İlaçta ikinci kalite yoktur!” diyenler şimdi neredeler? Biz söylediğimiz zaman kıyameti koparanlar dut yemiş bülbül örneği.. Yıllar önce kimi firmaların Ranitidin‘lerinin araştırmasını yapıp bozuk olduklarını İEGM ne bildirdiğimizde ne yaptılar? (en bozuk ilacı üreten firmanın genel müdürü, bir bakanlık genel müdür yardımcısın akrabası çıktı ve iş kapatıldı).. Bozuk ilacın belli olmaması için draje kaplamasını badem şekerinden kalın yapan firmaları görmedik mi?… Altı ayda aktivitesi sıfır olan Omeprazol‘ün bilgileri yayınlandığında dünyaya rezil olmadık mı?… Bunlar hep unutuldu..

Sağlık Bakanımız Müezzinoğlu herhalde henüz Türkiye’yi tam olarak tanıyamadığından veya bakanlık yetkililerinin yanlış bilgilendirmesinden olacak,
Nezih Barut’a yanıtında “Türkiye, uluslararası standartları izleyen,
bunun denetimlerini yapan bir ülke. İlacın kalitesi ‘şu nedenle arttı’ veya ‘standardı düştü’ demek kamuoyunu yanlış bilgilendirmeye girer.” diyor.
Bunun yanıtını vermesi gereken TİTCK başkanıdır. Kurum Başkanı Dr. Saim Kerman basına yaptığı açıklamada:’ ilaçta kalite, güvenilirlik ve etkinliğin vazgeçilmez özellikler olduğunu, bu özellikleri taşıdığı bilimsel olarak kanıtlanan ilaçların Kurum tarafından ruhsatlandırılarak piyasaya arz edildiğini bildirdi. Türkiye’deki ilaçlarda
ikinci kalite seçeneği bulunmadığını, ruhsatlandırma öncesi “İyi Üretim Uygulamaları (GMP)” denilen uluslararası standartlarda üretilip üretilmediği kontrol edilen ilaçların, piyasaya sürüldükten sonra da kalite denetimlerinin yapıldığını belirtemekte’.

Herhalde O da aksini söyleyecek değil!!! Kurum başkanına tekrar soruyoruz:

TÜRKİYE’de SENEDE KAÇ İLAÇIN PİYASADA KALİTE KONTROLU YAPILMAKTADIR? (TÜRKİYE’de RUHSATLI İLAÇ SAYISI 10.000 DOLAYINDADIR, HER BİRİNİN SENEDE ORTALAMA 3 KEZ İMAL EDİLDİĞİNİ VARSAYARSAK, 30.000 PARTİ İLAÇ ÜRETİDİĞİ ORTAYA ÇIKAR). TİTCK başkanının açıklamalarına göre: ‘Etken madde miktarı nedeniyle piyasadan çekilen ilaçlar Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 2010′da etken madde miktarı yönünden 3 ilaç (5 parti), 2011′de 1 ilaç (10 parti), 2012′de 2 ilaç (2 parti) ile ilgili geri çekme işlemi uygulandı. 2013′de ise bugüne dek etken madde miktarı yönünden geri çekilen ilaç bulunmuyor.’ Etken madde dışındaki bozukluklar ne kadar? ABD bile bu başarıyı sağlayamıyor!!!.. Öbür yandan Hürriyet gazetesinden Meltem Özgençin haberine göre Bilim Teknoloji ve Sanayi Bakanı Nihat Ergün CNN’e yaptığı açıklamada:

“Evet, şimdiye dek fiyatı ucuzlatarak ilaç ihtiyacımızı karşılayalım,
ciddi sosyal güvenlik açıkları veriyoruz ama bu yavaş yavaş ilaç firmalarının da taşıyamayacağı bir yük haline gelmiş durumda… Çünkü bahsedilen yakınmalar bir süre sonra artmaya başlar. Haklı bir yakınma çünkü ilacın kalitesinde yavaş yavaş düşmeler olabilir. Geçmişte yaşadık biz hatırlarsanız SSK hastaneleri ilaçları da kendi içindeki eczanelerden veriyordu ilaçları. Ve bu ilaçlarla ilgili
en büyük yakınma, tedavi etmeyen ilaçlar bunlar. Neden SSK ucuza ürettirmek istiyordu. İçindeki etken maddenin en az olduğu ilaçlar olarak eczanelerde
yer alıyordu. Fiyat konuları bir müddet sonra yatırımları önleyen, AR-GE yapılmasını yeni ilaçlar geliştirilmesini önleyen hatta ilacın kalitesini azaltan etkiler meydana getirmeye başlamışsa o zaman bu fiyat politikasını gözden geçirmenin zamanı gelmiştir.”
 diyor. Bilim ve Sanayi Bakanı Nezih Barut ile
aynı kanaatte…

BİR ECZACI ARKADAŞ SORUYOR:

‘İçinde 100 adet tablet bulunan “Levotiron” tableti miadı dolmasına 1 ay kala satarsanız, SGK satışı kabul eder. Peki hasta bir ay sonra kalan öbür 70 adet tableti içsin mi içmesin mi ?? “İçsin” derseniz, aynı biçimde 20 adet WYZ flakonu miadı dolmaya 2 gün kala hastaya satacak olursanız SGK satışı yine kabul edecektir.
Peki hasta kalan 18 flakonu vurulsun mu vurulmasın mı ??’ BİZ DE SORALIM:

‘Miyadı dolmuş ilaç kullanılabilir mi?’..

Bu durumda SGK kâr mı ediyor, zarar mı ediyor? (Bilmeyenler için ipucu verelim!!!! Uygun tedavi edilmeyen hastalıkların sonraki maliyetleri çok daha yüksektir.)

Sayın Nezih Barut’un en önemli itirazı kur farklarının verilmemesidir. 2009’dan beri devlet ilaç için Euro’yu 1.9595 olarak kabul ediyor ama aylardır gerçek Euro kuru
2.7 TL dolayında. Bakanlar Kurulu kararnamesine göre belli bir süre kur artışı olduğunda ilaç fiyatlarının da artması gerekiyor ama Maliye bunu kabul etmiyor.
Nezih Barut’un demecine yanıt veren Başbakan yardımcısı Ali Babacan:’
2009 yılından bu yana yapılan global bütçe uygulamasında enflasyon farkı verildiğini belirterek, “Kurun hiç artmadığı hatta gerilediği yıllarda bile o yılın enflasyonu verildi. Sektörden gelen taleplerde ‘Biz enflasyon farklarını aldık, bir de ayrıca kur farkını alalım’ diyorlar. Bunun karşılanması mümkün değil, gerçekçi değil. Bizim global bütçemiz ne ise o devam edecek. ‘İlaç fiyatı düştü, kaliteden çal’ gerçekçi değildir, Devlet bunun denetimini yapar” cevabını verdi’.

Sonuç: İlaççılar bu sene de kur farkı alamayacaklar. Herhalde o zaman piyasaya
3. ve hatta 4. sınıf ilaçlar verilecek!!!.. Bu arada yeni ilaç fiyat kararnamesi ile ilgili çalışmalar da devam ediyor… İlaç firmaları bir yandan kârlılık kalmadığından,
zarar ettiklerinden ağlaşırken, öbür yandan adını sanını duymadığımız mantar gibi
ilaç firması türüyor. Nezih Barut’un açıkladığına göre bugün Türkiye’de 300 dolayında ilaç firması ve 68 ilaç üretim tesisi var.

Soru 1: Eğer bu sektör karlı değil ise neden mantar gibi, yeni firmalar ortaya çıkıyor?

Soru 2: Devamlı zarar ettiği söylenen bu sektörde 2009’dan beri iflas eden
herhangi bir firma var mı?

Soru 3: Hangi üretim tesisi tam kapasite çalışıyor? Atıl kapasite oranı nedir?
Atıl kapasitenin ceremesini kim çekiyor?

Soru 4: 12 Hammadde üretim tesisi kaç hammadde üretiyor?

Soru 5: Bir taraftan maliyetleri düşürmek için yatırımları ertelediğini, yüzlerce kişiyi
işten çıkarttığını söyleyen ilaç sektörü, halen nasıl oluyor da 7 yıldızlı otellerdeki kongrelere binlerce lira yatırıyor?

Soru 6: Kârsız, hatta zarar eden yerli ilaç firmalarını yabancı ilaç firmaları veya yatırımcılar neden alıyor? Türkler mi bu işi bilmiyor, yoksa yabancılar mı çok aptal???!!

Soru 7: Bu kadar zor durumda olan sektör bire 10, bire 50 mal fazlalarını nasıl veriyor?

Soru 8: Karlılık azaldığı için ilaç firmaları Ar-Ge yapamaz durumda deniyor.
Türkiye’deki yabancı firmaların bir bölümünün Ar-Ge yatırımları gazete sayfaları ve
TV’lerde yayınlanıyor. Onlar bu işi nasıl yapıyor? Daha önemlisi ilaç sanayisinin
altın dönemlerinde, % 500 karla (!) çalıştığı dönemde yerli firmalar hangi Ar-Ge yatırımı yaptı. Bugün bile formül geliştirme dışında hangi ciddi Ar-Ge faaliyeti var? Birçok firma Ar-Ge için TÜBİTAK dahil, devlet kurumlarından aldıkları paraları nerelere harcadılar?

İstanbul Eczacı Odası’nın bildirimlerine göre 61’i kanser ilacı olmak üzere 310 ilaç piyasada bulunmamakta. Sağlık Bakanlığı bu konuda acz içinde, piyasadan
kasıtlı olarak çekilen veya üretilmeyen ilaçlara bir çözüm bulamamakta;

bunların ruhsatlarını dahi iptal edememektedir. Yakında piyasada bulunmayan (üretilmeyen veya ithal edilmeyen) ilaç sayısı daha da artacak ve hastalar onlarca
kat daha çok ödeyerek bunları yurt dışından getirtecek, TİTCK yurt dışından getirilecek ilaçlar için liste üstüne liste yayınlayacaktır ve şu anda olduğu gibi, SGK da bunları
paşa paşa ödeyecektir.

SONUÇ

1. İlaç kalitesi konusunda konuşabilecek en yetkili kişilerin başında Sayın Nezih Barut gelir. Herhalde bir pratisyen hekimden daha fazla ilaçta kalite ve kalite kontrolünü bilir. Yüz senelik bir firmaya senelerini vermiş Türkiye’nin en büyük ilaç sanayicisi ve İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası başkanı. Yalnız Türkiye’de değil, birçok ülkede ilaç satmakta. Bu ve başka nedenlerle Nezih Barut’un söylediklerini reddetmek yerine yetkililer takkelerini önlerine koyup sorunlara çözüm bulmak zorundadırlar.

2. İlaç Fiyat Kararnamesi acil olarak değiştirilmeli, hastaların ve geri ödeme kurumlarının zarar görmesi önlenmelidir. SGK kendi kusurlarını görmeli,
akılsız ilaç kullanım politikasını değiştirerek tasarruf etmelidir.
İlacın tüm maliyeti sanayicilere ve eczacılara yüklenmemelidir.

3. SGK bir an önce Farmakoekonomiyi öğrenmeli ve geri ödemeleri farmakoekonomik ilkelere göre yapmalıdır. Dünyanın hiçbir ülkesinde geri ödemesi olmayan, OTC ürünleri bile geri ödemekten vazgeçmelidir.

4. SGK kendi kafasına (!) ve kimi firmaların çıkarına göre ödeme yapacağına,
bütün Dünyaca kabul edilen terapötik rehberlere göre geri ödeme yapmalıdır. Örneğin hipertansiyon tedavisinde ACE inhibitörlerinin ARB’lerden farksız olduğu binlerce kez gösterildiği halde, neden halen çok daha pahalı ARB ve kombinasyonları geri ödeme listesindedir?? Neden antipsikotikler Türkiye’de endikasyon dışı kullanımlarda geri ödenmektedir. ABD’de daha çok yakın zamanda Risperdal’i endikasyon dışı pazarladığı için Johnson & Johnson 2.2 milyar $ ceza aldı.

5. TİTC Kurumu her ilaca ruhsat vermekten vazgeçmelidir.

Örneğin 2012 ve 2013 yıllarında ruhsat alamayan kaç ürün oldu?
Türkiye gittikçe bir ilaç çöplüğüne dönmekte;

  • Ucuz ilaçlar piyasadan kalkarken etkisi tam olarak bilinmeyen
    ve hatta
    etkisiz-çok az etkili ilaçlar piyasayı doldurmakta!

ÖZEL HASTANELERDE % 200 FARK ALINMASI NE DEMEKTİR??


ÖZEL HASTANELERDE % 200 FARK ALINMASI NE DEMEKTİR??


Dr. Ahmet SALTIK

ADD Bilim Kurulu
www.ahmetsaltik.net

Böylesine serbest piyasa denebilir mi?
Devletin memesinden düşmeyen “zavallı” sermaye!
Peki bu ultra lüks hastanelerde SGK ayrıca % kaç fark alınmasını uygun bulursa
özel sağlık sektörüne yeter?? % 300, 400, 500?? O zaman kamu kesiminde
nasıl ve ne nitelikte hizmet verilecek?? Asıl onların batırılmasına mı sıra gelecek? Rakipsiz serbest piyasa mı yaratılacak? Hani Liberal ekonomi?
Rekabetsiz, devletin memesinde, eli yurttaşın cebinde sermaye konsorsiyumları ile..
Bu arada SGK’nın yükümü ne olacak?
Zorunu genel sağlık sigortası işlevsiz mi kalacak!

Aşağıda bir “paran kadar sağlık” öyküsü okuyacaksınız.
Kısır döngüye dolanmış gidiyor..
SGK’nın ödediği bedeller salt özel hastanelere mi yetmiyor?
Bizim de öğretim üyesi olduğumuz Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanelerine yetiyor mu? Hayır.. 2500 dolayında yatağı olan Türkiye’nin en büyüğü hastane işletmelerimiz “zararda” !

Bir de “5 yıldızlı otel standardında hastaneler” yapılıyor (Ankara’da 18 Eylül 2013’te Etlik’te ve 22 Ekim 2013’te Bilkent’te temelleri atıldı..), yabancı sermaye ortakları ile yandaşlar zengin edilecek!) “şehir hastaneleri” adı altında.. Devletin Anayasa’ya aykırı olarak karşılıksız tahsis ettiği hazine arazilerinde.. Bu binalara 30 yıllığına kiracı olmayı yine Devlet yükümleniyor. Yetmedi, % 70 doluluk güvencesi veriyor Devlet!?..
Yurttaşını hasta edip bu “5 yıldızlı sağlık uzay üsleri“ne (!) yollayacak herhalde!?)

 

sehir_hastaneleri

Böylesine serbest piyasa denebilir mi?

Devletin memesinden düşmeyen “zavallı” sermaye!

Peki bu ultra lüks hastanelerde
SGK ayrıca % kaç fark alınmasını uygun bulursa özel sağlık sektörüne yeter?? % 300, 400, 500??

O zaman kamu kesiminde nasıl ve ne nitelikte hizmet verilecek??
Asıl onların batırılmasına mı sıra gelecek? Rakipsiz serbest piyasa mı yaratılacak?
Hani Liberal ekonomi? Rekabetsiz, devletin memesinde, eli yurttaşın cebinde sermaye konsorsiyumları ile..

Bu arada SGK’nın yükümü ne olacak?
Zorunu genel sağlık sigortası (GSS) işlevsiz mi kalacak?!
Pekiiii, bunca yüksek SGK farkını kim ödeyebilecek??
SGK primlerine = ek vergiye ek oldukça yüksek primli özel sağlık sigortası yaptırabilenler ya da bu farkları cebinden ödeyebilecek ölçüde zenginler..

Demek ki kimlere yapılıyor bu hastaneler; garip – gurebaya değil, değil mi?

Şu AKP’nin RTE’sinin – RTE’nin AKP’sinin dilinden düşürmediği garip – gureba halkımız nereden sağlık hizmeti alacak??

SGK’nın gerçekçi olmayan, maliyetin altında geriödeme yaptığı kamusal sağlık kuruluşlarından.. Ayakta kalabilirlerse, iflas etmezlerse, batıp kapatılmazlarsa..
Veee, SKG’nın bedelini ödediği nitelikte!
Ya da SGK’nın ödediği bedele uygun nitelikte!

ABD sağlık modeli gözler önünde.. Yüz milyarlarca $’ı yutan ama halkın hala
50 milyonunu (1/6 nüfus) sağlık güvencesi dışında tutan, sağlık göstergeleri dünyada 37. sıralara dek gerilemiş bir ABD.. Yuttuğu 2,5 trilyon $ /yıl müthiş kaynağa karşın (dünyadaki toplam sağlık giderinin yaklaşık yarısı!) sefil ve vahşi..
ABD Ulusal gelirinin 1/6’sıyla semiren fakat hala vicdansız ve acımasız..
Ama kapitalist ve liberal, çoook kârlı özel sağlık sektörü ile ilaç – tıbbi teknoloji üreticileri için..

Başkan Obama bile bu Majino hattını aşamıyor.. ABD bütçesi felç edilebiliyor sermayenin Kongre’deki sözcüleri eliyle.. Devlete şantaj yapılıyor en ağır ve ahlaksız biçimde!

ÇÖZÜM                    :

  • Sağlıkta piyasa ekonomisinden vazgeçeceksiniz. 
  • Sağlık hizmetleri kamusal olacak.
  • Aslı – özü KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİ – SAĞLIKLI TOPLUM olacak.
  • O zaman çoook pahalı olan sağaltıcı sağlık hizmetlerine gereksinim azalacak. Bunu da büyük ölçüde bütçeden karşılayabile-ceksiniz. 
  • Özel sağlık sektörüne yersiz ve haksız ayrılan kaynaklar ekonominin
    öbür kulvarlarına kaydırılarak daha verimli kullanılabilecek..
  • Kalkınma hızlanabilecek.. Hem de ek olarak, yaratılan “sağlıklı toplum” itkisiyle.

Peki bu kokuşmuş ve akıldışı (irrasyonel), gözü doymaz talan düzenini ne adına sürdüreceğiz?

Kapitalizmin ve babası Adam Smith‘in gül hatırı ve aziiiz ruhları hatırına mı?
Hiç gerek yok, olanak da yok!
Çünü liberalizmin babası ADAM SMITH, günümüz neo-liberallerinin saptırdıklarının tersini yazmıştı ünlü kitabı “The Wealth of Nations” da (1776)  :

 

  • “SAĞLIK HİZMETLERİ, PİYASAYA BIRAKILAMAYACAK DENLİ  ÖNEMLİ,
    KRİTİK HİZMETLERDİR.”

– Neo-liberal tosuncukların keyfi kaçacak ama gerçek böyle..
– Büyük büyük …dedenizin kemiklerini sızlatıyorsunuz haberiniz ola..
– Çıkmaz sokaktır.. Moneter (salt parasal yöntemlerle) çıkış yoktur bu yolda..
– Herkes aklını başına almalı ve Türkiye, koruyucu sağlık hizmeti omurgalı
Kamusal ağırlıklı sosyal sağlık hizmetlerine geri dönmelidir..
– 1961’de Prof. Nusret Fişek‘in öncülüğünde 27 Mayıs Devrimcilerinin getirdiği SOSYALLEŞTİRİLMİŞ SAĞLIK HİZMETLERİNE.. 224 Sayılı Yasa düzenine..
-Önünde sonunda oraya dönülecek, geciktikçe sermayeye aktarılan kamu kaynakları (vergilerimiz!) büyüyecek, halkın yoksullaşması ve sağlıksızlaş(tırlıl)ması da!

Marş marş!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 30.10.13

Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

Dipnot                              :

Sağlık Bakanı, müezzinoğlu Mehmet bey, işsiz kalan (!?) 7000 Yunan doktora patron olmaya, Türkiye’de iş vermeye heveslenmiş.. Göçmen (“suyun ete geçesi”!) damarı kabardı herhalde! 7000 de çevirmen; 14000! Yunanistan’dan 2. bir iç göç alımı (mübadele – “exchange” değil; “import” !) dalgası daha!

Bakan Mehmet bey, “Büyük Şefi”nin hayallerinin izinden giderek uçuk – fantastik tasarımları bir yana bıraksın ve piyasada yaşam kurtarıcı depo penisilin yokuluğuna çare bulsun. Bir kutusu beş TL’den ucuz ama yaşam kurtarıcı bu ilacın kâr payı düşük, sermaye zahmet (tenezzül?!) edip bu öksüz ilacı (orphan drug!) üretmiyor..
Bakan bey ne yapabiliyor seyretme dışında??
Çok yazık!
Halkın sağlığı ile utanmazca oynanıyor..

===================================================================

SAĞLIKTA FARKLARIN ARTIRILMASI HAKKINDA

Farklar Nereden Kaynaklanıyor?

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), verilen sağlık hizmetleri karşılığında kuruluşlara işlem başına bir bedel ödemektedir. Bu bedeller, SGK’nın Sağlık Uygulama Tebliği
(SUT) denilen listesinde yer almaktadır. Gerçekte SGK- SUT tarifeleri,
kamu kuruluşlarında verilen hizmetler için hazırlanmıştır.
Özellikle de devlet hastaneleri esas alınmıştır. Bu nedenle de, gerçek maliyetleri yansıtmamakta ve maliyetlerin altında bedeller ödenmektedir.

SGK- SUT bedelleri, genelde devlet hastaneleri için bile yetersiz durumdadır.
Özel kuruluşlar için ise tümüyle yetersizdir. Çünkü devlet hastaneleri personel maaşını maliyeden almakta, kira ödememekte, çeşitli vergi avantajları ve devlet subvansiyonlardan yararlanmaktadır. SGK’dan yapılan SUT ödemesi, gelirlerinin yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır.

Kabaca örnek vermek gerekirse, Sağlık Bakanlığı’nın toplamda SGK’dan aldığı miktar 2012 yılı için 14 milyar TL dolayındadır. Genel bütçeden aldığı ise 17 milyar TL dolayındadır. Yani toplamda oluşan 31 milyar TL dolayındaki gelir bütçesinin % 45’i SGK- SUT geliri olarak, % 55’i de genel bütçe geliri olarak oluşmaktadır. Başka bir deyişle, genel bütçeden aldığı gelir, SGK- SUT miktarına göre % 21 daha fazladır.
Bir anlamda, SGK- SUT bedeline göre genel bütçeden % 21 daha fazla fark almaktadır. Bu fark, kira ödememe, vergi ayrıcalıkları ve diğer desteklerle % 150’nin üzerine çıkmaktadır. 

Özel Kuruluşlarda Durum Nedir?

Özel kuruluşlar, yalnızca SGK’dan SUT bedelini alabilmektedirler. Eğer hastadan fark almazlarsa, bu bedelle aynı zamanda personel giderleri, kira, vergi ve tüm öbür bedelleri karşılamak zorundadır. Bu ise olanaksızdır. Bu durumda, devlet hastanelerinin yalnızca % 45 geliri kadar gelirle, tüm ihtiyaçlarını karşılamak ve faaliyetlerini sürdürmek durumunda kalırlar ve yarışamazlar.  Doğal olarak da iflasa sürüklenirler ve kapanırlar. Zaten bir bölümü  bu şekilde faaliyetine son vermiş durumdadır.

Farkların Öyküsü Nasıl Gelişti?

Durum böyle iken, bir önceki Sağlık Bakanı Recep Akdağ, nedendir bilinmez, özel
kuruluşların fark almaması konusunda diretti. Bu durum, özel kuruluşların ortadan kalkması anlamına geliyordu. Sonuçta, lütfedildi ve % 20 fark alabilmeleri kabul edildi. Sonraları, bu oran yoğun yakınmalarla % 30’a çıktı. Yakınmalar doğal olarak dinmedi,
tıp merkezleri için % 30’da kaldı, özel hastanelerde ise gruplanarak % 30- % 90 arasında kabul edildi.

Yakınmalar yine dinmiyor. Çünkü özel kuruluşlarla devlet hastaneleri arasında hala büyük bir gelir açığı var. Özel kuruluşların, devlet hastanelerinin gelir düzeyine erişebilmesi için, en az % 121- % 150 dolayında fark almaları gerekiyor. Geçmesi için demiyoruz, yalnızca bu düzeye gelebilmeleri için. Daha iyi olabilmeleri için ise, daha fazla fark almaları gerekiyor. % 200 ve daha fazlası gibi. Kalitede yarışan bazılarına,
% 200 fark da yeterli değildir.

Doc.Dr. Pasa Göktaş
pasagoktas@gmail.com via yahoogroups.com to hekimforumu