Etiket arşivi: 2001 krizi

2022 bütçesi uygulanmadan açık verdi 

ATILIM ÜNİVERSİTESİ - Maliye - Akademik PersonelProf. Dr. Duran BÜLBÜL

Cumhuriyet, 26 Aralık 2021

Ülkemiz bugünlere nasıl geldi? Kısaca özetlemek gerekirse 2001 krizi nedeniyle bir çöküntü yaşayan Türkiye ekonomisi, Mayıs 2001 tarihinde başlayan yapısal reformlarla ülkemize ciddi bir kaynak girişi sağlanarak toparlanmış; bu toparlanma üzerine iktidara gelen AKP hükümeti 2008 yılına kadar bir yandan bu yapısal reformlar sayesinde öte yandan sıcak parayla bir rahatlama sağlamıştır.

O dönem, yüksek faiz veren Türkiye ekonomisi dünyadaki likidite bolluğundan önemli ölçüde getiri sağlayarak döviz bolluğu yaşamıştır. Ancak sıcak paraya dayalı büyüme olarak adlandırılan bu durum; ülkemiz ekonomisinin önemli ölçüde sanayiden, tarımdan, yatırımdan ve üretimden uzaklaşmasına neden olmuştur. Gerçekte bu durum uzun vadede (AS: erimde), makroekonomik dengelerin bozulması nedeniyle ülkenin ahlaki ve nitelikli büyümesinde kırılma noktası olmuştur. Yani, inşaat ve rant güdümlü bir ekonomi anlayışıyla büyüyen bir ekonomi durumuna gelmiştir. Bunun sonucunda üretim yerine tüketim, borç yükü ve işsizlik artmıştır.

İKİ ÇARPICI ÖRNEK

Sıcak paraya dayalı ve ahlaki olmayan büyüme modeli, 2001 krizinde 130 milyar dolar dolayında olan dış borçları bugün 485 milyar dolara, hanehalklarının borcunu ise 7 milyar TL’den 800 milyar TL’ye çıkarmıştır. 2008 yılında başlayan makroekonomik denge, mali ve finans yapısındaki bozulmalar, 15 Temmuz 2016 FETÖ karşıdevrim kalkışmasının ardından siyasal iktidar, bunu bir fırsata çevirerek bir sistem değişikliğine gitmiştir. Demokratik parlamenter sistemi baypas eden 16 Nisan 2017 referandumu ile kabul edilen 9 Temmuz 2018 tarihi itibarıyla cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, tüm makroekonomik dengeleri ve siyasal yapıyı da bozarak anayasal kurumların işlemediği ya da işletilmediği bir rejim değişikliğini ülkemize dayatmıştır. İşte böyle bir bozulmuş yapıda 2022 bütçesi, 1 Ocak 2022’de yürürlüğe girecektir.

Orta Vadeli Program ve 2022 bütçesi hazırlanırken Cumhurbaşkanlığı, bütün ödenekleri 2022 için Dolar kurunu 9.22 TL’ye göre hesaplamıştır. 2022 yılı için öngörülen bütçe giderleri 1 trilyon 750 milyar TL olarak belirlenmiştir.

  • Kur artışı nedeniyle 2022 bütçesi daha uygulanmaya konulmadan 875 milyar TL’ye düşmüştür.

Çünkü son yapılan düzenlemeyle birlikte döviz kurlarındaki düşüş, piyasadaki enerji, doğalgaz, akaryakıt, mal ve hizmet alımlarına yansımamıştır. Örtülü faiz artışıyla piyasa faizleri de artmıştır. Bütçenin temel fonksiyonu (AS: işlevi);
– kaynak tahsisi (AS: özgülemesi) sağlamak,
– ulusal geliri adaletli ve dengeli olarak yeniden dağıtmak,
– büyüme ve kalkınmayı artırmak,
– ekonomide istikrar (AS: kararlılık) sağlamak,
– kriz ve konjektürel (AS: durumsal) dalgalanmalarla mücadele etmek,
– makro disiplini sağlamak ve
– hesap verilebilirlik ile birlikte bütçeyi şeffaf hale (AS: saydam duruma) getirmektir.

Bütçe, kamu için emredici, özel teşebbüs için yol gösterici bir manifestodur.

Bu nedenle bütçe; ülkenin ekonomik, mali, sanayi, tarım, yatırım ve sosyal planı olmak durumundadır.

AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne ekonomi alanındaki hiçbir öngörüsü doğru çıkmamıştır.

  • Ülkemiz bugün milli gelir açısından 2007 düzeyine gerilemiştir.

2007 yılında ulusal gelirimiz 650 milyar Dolardır. 2013’te 950 milyar Dolar olan ulusal gelirimiz, o günden bugüne azalış göstererek 2020’de 720 milyar Dolara, 2021 yılı sonunda da en iyimser 700 milyar Doların altına düşecektir.

  • Bugün, bilimsel olarak hiçbir dayanağı olmayan bir model, ülkemizin küçülmesi ve yoksullaşması için dayatılmaktadır.
  • Düşük katma değerli üretim ve ihracatın %75-85’i dışa bağımlı ülkemizde düşük faiz, yüksek kur; ne ülkemize ne de ülkemizin sanayicisi ve yatırımcısına hizmet etmez.
  • Ancak yabancı sermayeye hizmet eder.
  • Ülkemizin bu politika sonucunda tam bağımsız bir ülke konumundan yarı sömürge bir ülke konumuna düşmesi kaçınılmazdır.

Sonuç olarak; 2022 bütçesi ülkemizin ekonomik, mali, sosyal ve siyasal belgesi olmaktan çok uzaktır.

  • Daha uygulanmaya konulmadan 875 milyar TL açık veren bir bütçe yok hükmündedir.
  • AKP iktidarı, krizdeki bir ekonomiyi ideolojik saplantılarla güç bir girdaba sürüklemektedir.
  • Bu dayatmanın sonucunda 2022 yılında ekonomik olarak yoksullaşmış, mali anlamda itibarsızlaştırılmış bir ülke konumunda olacağız.
  • 2022’de Dolar kuru bu dayatmanın sonucu olarak yükselmeye devam ederse, kaçınılmaz bir biçimde ülkemizin ve ulusal paramızın egemenlik hakkı tartışmaya açılır.
  • Ülkenin ve paranın itibarı (saygınlığı) rejim sorunu durumuna gelir.

Memleketimden Büyük Resim Manzaraları…

EKONOMİ POLİTİK

Prof. Dr. A. Erinç Yeldan
Kadir Has Üniversitesi
erinc.yeldan@khas.edu.tr 1 Aralık 2021

Memleketimden Büyük Resim Manzaraları…

AKP’nin ilişkin yeni popüler söylemi Büyük Resim. Ulusal ekonomide resmin tamamını görmek elbette çok önemli. Bugünkü yazımızda bunu “resimlerle” gerçekleştirmeye çalışacağız. AKP iktidarını üç alt-döneme ayırmaktayız: 2003-2009 krizi; 2010 sonrası toparlanmadan, 2018 Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi arası; ve 2019 sonrasından günümüze. İlgili her üç döneme ilişkin birer büyük resim söz konusu olacak.

I
AKP, 2001 krizinin ardından, ortodoks (muhafazakar) bir istikrar programının yürütücüsü olarak iktidar oldu. AKP, özü itibariyle bir şirketler ve cemaatler koalisyonu idi. 28 Şubat süreci ile önü açılmış, siyasal İslam’ın sözcülüğü mücadelesinde en büyük rakibi olan “Milli Görüş” hareketi tasfiye edilmiş ve “mağdur” söylemi aracılığıyla da toplumda bir nevi hoşgörü kazanmış idi.

AKP, özellikle finans sermayesinin en gözde partisi konumunu koruyarak, 2001 krizi sonrasının IMF yönlendiriciliğindeki istikrar programının en önemli önkoşuluna sıkı sıkıya sahip çıktı:

Ulusal mali piyasalarda yüksek reel faiz sunmak. İktidar olduğu 2003 yılından başlayarak gerek MB’nin politika faizi, gerekse de kredi faizleri enflasyona görece yaklaşık %10 reel faiz açığını korudu. Uluslararası piyasalarda reel faizlerin neredeyse sıfırlandığı bir konjonktürde Türkiye, Türk Lirasının dövizler karşısında değerlenmesiyle birlikte yaklaşık %30 ile %50 arasında spekülatif arbitraj getirisi sunmaktaydı.
Böylesi muazzam bir getiri, spekülatif finans hareketlerini uyarıyor, Türkiye’yi bir sıcak para cenneti haline dönüştürüyordu.

Sıcak para akımlarıyla güçlenen TL, dolar bazında neredeyse yarı yarıya değerlenirken, cari işlemler açığı da hızla büyüyordu. 2003 sonrasının özelleştirmeler ve dış borçlanmanın (özellikle şirketler kesimi için) özendirilmesiyle birlikte cari işlemler açığının milli gelire oranı %6’yı aştı. Oysa Türkiye geleneksel olarak yüksek cari açık veren bir ekonomi değildi. Dolayısıyla, yüksek reel faiz, sıcak paraya dayalı spekülasyon-yönlü büyüme ve cari işlemler açığı kavramları bu dönemde AKP ekonomi idaresinin ayırt edici özellikleri oldu.
****
Yazının devamı için tıklayınız : Memleketimden Büyük Resim Manzaraları… https://yeldane.files.wordpress.com/2021/11/yeldan790_01ara2021_buyukresim.pdf

Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız.

BORSANIN EKONOMİK GERÇEKLİKLE BAĞI KOPMUŞTUR

BORSANIN EKONOMİK GERÇEKLİKLE BAĞI KOPMUŞTUR
YALÇIN KARATEPE

2020.07.10, BİRGÜN

Son günlerde Borsa İstanbul’un ne kadar çok kazandırdığına ilişkin haberleri sık duyuyorsunuz sanırım. Hazine ve Maliye Bakanı da borsadaki “yükselişe” atıfta bulunuyor ve ülkede işlerin düzelmekte olduğunun bir göstergesi olarak sunuyor. Bu hafta borsa endeksi 120 binin üzerini de gördü. 

Sahi borsadaki bu yükseliş ekonomik olarak ne ifade ediyor? Türkiye ekonomisinde işlerin “tıkırında” olduğunun bir göstergesi mi?

Borsa şirketlerin hisse senetlerinin alınıp satıldığı bir yerdir. Diğer bir ifade ile borsada alım yaptığınızda bir şirketin aldığınız payı tutarında ortağı oluyorsunuz. Dolayısıyla bir ortak olarak şirketin para kazanması halinde o kazanılan paradan payınıza düşeni alıyorsunuz. Kısaca borsada işlem yapılmasının özünde şirketlerin ekonomik performansları ve bunlara ilişkin olumlu beklentiler yatar. Normalde böyle olmalı. Ama maalesef borsalarda işlemler bu gerekçelerle olmuyor. Bugün defter değerinin 100 kat üzerinde bir fiyattan işlem gören, gelir tablosundaki zarar rakamını telaffuz dahi edemeyeceğimiz kadar yüksek olan özsermayesi yerlerde sürünen şirketlerin bile hisse senedi fiyatlarının “uçtuğunu” görüyoruz. Bir şirketin fiyat kazanç (F/K) oranı 450’nin üzerine çıkmış. Bu şu demektir: Şirketin borsada oluşan fiyatı, hisse başına düşen karının 450 katına çıkmış. Şöyle söyleyelim; bugün o hisseyi alsanız ve her şey bugünkü gibi kalsa yatırdığınız para kadar şirketten kar payı alabilmek için 450 yıl beklemeniz gerekir. Tabii ömrünüz vefa ederse.

Çok garip şirket “değerlerinin” oluştuğunu da görüyoruz. Mesela şekerleme üreten Kent Gıda şirketinin “piyasa değeri” bu yazının yazıldığı saatlerde 3 milyar 900 milyon DOLAR seviyesine “yükselmiş”. Bu piyasa değeri ile şirket THY’den 1 5 milyar dolar Tüpraş’tan 700 milyon Dolar daha değerli hale gelmiş! Bunu açıklayabilecek bir ekonomik gerekçe olamaz! Şimdi bir uzman TV’lere çıkıp “borsalarda beklenti satın alınır” diye başlayan bir cümleyi “bayramda kişi başına 10 kilo bayram şekeri tüketeceğiz” diye devam ettirse sanırım gülersiniz.

ASLINDA BEKLEDİKLERİ KENARDAN İZLEYENLERİN BORSAYA GELMESİ

Siz bakmayın “borsa uzun vadeli bir yatırımdır” diyenlere. Buna söyleyenler bile inanmıyor. Hepsinin beklentisi kısa sürede çok para kazanmak. Bundan dolayıdır ki şirketin durumuyla ilgilenmeden bilançosuna bakmadan gelecek nakit akışlarına ilişkin öngörüde bulunmadan “ben şimdi alayım nasıl olsa daha yüksek fiyata satacak birisini bulurum” diye düşünenlerin yaptığı işlemlerin sonucunda bu ilginç seviyeleri görüyoruz. Diğer bir ifade ile bugün hisse senetlerini alanların büyük çoğunluğu “fırsatı kaçırmak istemeyenleri” beklemektedirler. Onlar gelince almış oldukları hisseleri daha yüksek bir fiyattan satarak kar etmeyi umuyorlar. Bunun olabilmesi için ise başkalarının borsanın “daha fazla artacağına” inanması gerekir.

KÜÇÜKLERE İLGİ NEDEN?

Borsada Türkiye’nin büyük şirketlerinin yer aldığı 30 Endeksinde yılbaşına göre kayıplar yaşanırken “küçük şirketlerin borsayı sürüklemesi” dikkatle izlenmesi  gereken bir durumdur. Küçük şirketlerin “tahtasını yapmak” için küçük paralar yeterli olur. Oysa büyük bir şirket için aynı hareketi yaptırmak isterseniz büyük paralara ihtiyaç duyarsınız. Örneğin Kent Gıda’nın dünkü işlem hacmi bu yazının yazıldığı saatlerde 30 milyon lira iken THY’nin işlem hacmi 1 milyar 300 milyon lira civarında.

Siz “borsa yeni rekorlara doymuyor” “son ayda “şu kadar yüzbin yeni yatırımcının borsaya girdiği” haberlerini okumaya devam edin. Ama bırakın paranız cebinizde kalsın. Hatırlatmak isterim; 2001 krizinden hemen önce borsa endeksi 5 bin seviyesinden 20 bin seviyesine çıkmıştı. Sonra kriz geldi. Kaybedenler yine “rekordan rekora koşan borsayı” son anda yakalamak isteyenler oldu.

Türkiye ekonomisinin krizde olduğu, yakın gelecekte bu durumdan çıkma ihtimalinin bulunmadığı, ekonominin küçülmeye işsizliğin artmaya devam ettiği, krediler ödenemediği için BDDK tarafından bankalara “bu kredileri öteleyin” talimatı verildiği bir dönemde şirketlerin büyük paralar kazanarak ortaklarını zengin etmesi mümkün değildir. https://www.birgun.net/haber/borsanin-ekonomik-gerceklikle-bagi-kopmustur-307765

AKP’nin IMF kurnazlığı

AKP’nin IMF kurnazlığı

YALÇIN KARATEPE
Prof. YALÇIN KARATEPE 

 

IMF’nin muhalefet partileriyle yaptığı görüşme kamuoyuna “servis edildi” ve iktidar bunun üzerinden kıyamet koparıyor, bu görüşmenin yapılmış olmasını şiddetli biçimde eleştiriyor. Oysa IMF’nin IV. madde kapsamında yaptığı bu ziyarette kamu görevlileri dışındaki ilgililerle de görüşmesi oldukça standart bir uygulama. Zaten bu konunun Türkiye’de bu denli gündem olması üzerine IMF’den yapılan açıklamada da bunun rutin bir işlem olduğu belirtiliyor. Buna karşın iktidar tarafından yapılan açıklamalar bu gerçeği göz ardı ediyor.

Peki, ne oldu da iktidar konunun bu denli üzerine gidiyor? Bu soruya yanıt verebilmek için IMF’nin raporunu okumak yeterli. Hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarının açıkça eleştirildiği bu raporun içeriğinin gündeme gelmesini istemedikleri, eğer gündeme gelecek olursa da içeriğine itibar edilmemesini, çünkü burada söylenenlerin büyük bölümünün muhalefet partilerinin söylemi olduğu algısının oluşmasını istiyorlar.

IMF raporunun yayınlanmadan önce hükümetle paylaşıldığını, raporun giriş bölümündeki “yetkililer bu raporun yayınlanmasına izin verdi” ifadesinden anlıyoruz. Bu nedenle iktidarın gündemi değiştirerek raporun gölgelenmesini amaçladığı oldukça  açık.

Raporun başlangıcında AKP’nin, IMF’nin 2001 krizinden sonra önerdiği politikaları sürdürdüğü için Türkiye ekonomisi büyüdüğü söyleniyor. Ama daha sonra AKP’nin reformlardan vazgeçtiği ve Türkiye’nin ağırlıklı olarak dış borçlanma ve buna bağlı talep artışıyla büyümeye devam ettiği vurgulanıyor. Ancak sürdürülebilir olmayan bu politikanın gelişmekte olan ülkelere fon akımlarının durması ve artan jeopolitik risklerle birlikte ülke ekonomisini krize sürüklediğini belirtiyor.

İktidarın, içinde bulunduğumuz krizden çıkmak için uyguladığı
– kamu harcamalarının artışı,
– devlet banklarının kredi genişlemesine gitmesi ve
– özel bankaları kredi vermeye zorlamaya yönelik tedbirlerin

yanlış olduğu ve orta ve uzun vadede ekonomiye zarar vereceği söyleniyor.

Bu saptamalara ek olarak, mevcut (AS: verili) durumun oldukça kırılgan olduğu, MB’nin rezervlerinin düşük buna karşın özel sektörün döviz borcu ve finansman ihtiyacının yüksek seyrettiği, şirket bilançolarının yüksek kur ve faizler nedeniyle oldukça bozulmuş durumda olduğu, vatandaşın hala ekonomiye güveninin olmadığı bu nedenle döviz tevdiat hesaplarının artarak devam ettiği belirtiliyor.

Ve IMF, hükumetin hiç hoşlanmayacağı birtakım önerilerde bulunuyor :

  • MB’nin faizleri çok hızlı indirdiğini, buna ara vermesi gerektiği aksi takdirde enflasyonun yükseleceğini söylüyor.
  • Bütçe açıklarını giderek artmasının en önemli çıpalardan biri olan “mali disiplini” bozulması anlamına geldiği ve bunun da sorun olacağı vurgulanıyor.
  • Özellikle Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerinin şeffaf olmadığı, bunlardan kaynaklanan yükümlülüklerin bütçede açık bir biçimde gösterilmediği belirtilirken, bunların şeffaf hale getirilmesi ve bütçe ile doğrudan ilişkilendirilmesi talep ediliyor.
  • Özellikle Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) atıfta bulunarak fonun harcamalarının bütçe dışında tutulmasının yaratacağı sakıncalara değiniliyor ve TVF’nin şeffaf bir şekilde denetlenebilir olması gerektiğinin önemi vurgulanıyor.
  • Ayrıca bankaların dışarıdan birileri tarafından stres testlerine tabi tutulmasını talep eden IMF, bunun bankacılık sistemine olan “güveni tesis edeceğini” söylüyor.
  • Son zamanlarda özel bankaların da kredi hacmini genişletmesine yönelik alınan tedbirlerin sakıncalarından bahsediliyor. Hatırlarsanız MB munzam karşılıklara uygulayacağı faiz oranlarına ilişkin yaptığı düzenlemede bankaların kredi hacimlerindeki genişlemeyi esas alacağına ilişkin bir kararı bulunmakta.

Raporda iktidarın beğeneceği ancak sorumluluk almaktan kaçınacağı öneriler de yer almakta. Örneğin ücret artışlarında gerçekleşen değil, beklenen enflasyon oranının dikkate alınması isteniyor. Kıdem tazminatı konusunun da bir an önce çözülmesi gerektiği söyleniyor ki, Türkiye’deki en duyarlı konulardan biri de budur.

Ayrıca IMF, verginin “tabana yayılmasını”, vergi indirimlerinin kaldırılmasını ve gelir vergisinde bir artışa gidilmesini öneriyor.

Rapor bize gösteriyor ki;

  • IMF, iktidarın uyguladığı yanlış ekonomi politikalarının faturasının halka kesilmesini talep ederken,
  • iktidar da bunların muhalefet kaynaklı görüşler olduğunun düşünülmesini istiyor.

 

Ulusal ekonomide dalgalanma şiddetlenirken

Ulusal ekonomide dalgalanma şiddetlenirken

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 27.3.19

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye ekonomisine ilişkin
– “cari işlemler açığı ve finansmanının kalitesizliği”;
– “dış borç stoku ve artış hızı”;
– “tasarruf yatırım dengesi(-zliği)”;
– “enflasyon ve işsizlik oranlarının yüksekliği”;
– “sabit sermaye yatırımlarında gerileme”;
– “sanayi üretim ve istihdam paylarında gerileme

vb. tüm temel göstergeler irdelendiğinde yalın gerçek ortaya net biçimde dökülmektedir:

  • Türkiye ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerine bağımlı ve istikrarsız bir yapıdadır. 
  • Ulusal ekonomide dengesizlik giderek derinleşmekte olup, döviz ve diğer finansal varlık piyasalarında gözlenen aşırı dalgalanmalar oluşan kriz koşullarının kısa dönemdeki tezahür biçimleridir.

Türk Lirası’nın geçen hafta sonunda uluslararası para birimleri karşısında birdenbire değer yitirmesi bu sürecin devamı niteliğindeydi. Artan kırılganlık ve dengesizlik göstergelerine karşın, siyasi otoritenin yaklaşmakta olan seçim telaşıyla ekonomiye istikrar kazandıracak politikaların uygulanmasını engellemesi ve/veya erteletmesi yapısal nitelikli sorunların daha da derinleşmesine neden olmaktadır.

TC Merkez Bankası’nın müdahalesinin ardından

Geçen hafta sonu döviz fiyatlarındaki aşırı hareketlenme karşısında TC Merkez Bankası yayımladığı basın bülteniyle para politikasına ilişkin uygulamalarına açıklık getirme çabasındaydı. Bize göre iki ana başlık ön plana çıkmaktadır:

Birincisi, “Brüt rezervlerde yaşanan dalgalanmalar ise olağan işlemlerden ve dönemsel unsurlardan kaynaklanmakta olup öngörülmeyen bir durum söz konusu değildir.”

Gerçekten de Merkez Bankası’nın net rezervlerinde son bir hafta içinde gözlenen azalma gerek ulusal, gerekse de uluslararası finans sermaye çevrelerinde kaygıyla karşılanmış ve TCMB yönetimini piyasalara “güven verme” ihtiyacı doğurmuştu. TCMB yönetimi, rezervlerde gözlenen inişli-çıkışlı dalgalanmaların olağan değerlendirilmesi gerektiği ve belirsizlik içermediğini vurgulayarak güven tazelemeyi amaçlamaktaydı.

Oysa burada önemli olanın rezervlerdeki oynaklığın normal olup olmaması değil, rezervlerin kısa vadeli dış borçlar ya da ekonominin ithalat ihtiyacı gibi temel göstergelere ilişkin seyri olduğunun altı çizilmelidir. Örneğin bir ülkede kısa vadeli dış borç stokunun MB rezervlerine oranı, 1997 Asya krizinden bu yana bir “dış kırılganlık göstergesi” olarak izlenmekte ve “bir krizin öncü göstergesi” olarak nitelendirilmektedir. Tümüyle teknik bir gösterge olan bu oranın seyrini Merkez Bankası’nın verilerine dayanarak aşağıda çizmekteyiz:

[Haber görseli]

Çizimde görüldüğü üzere, Türkiye ekonomisinde söz konusu oran 2009 öncesinde %65’e kadar gerilemiş iken, günümüz itibarıyla 2001 krizi öncesi oranlarına yaklaşmış durumdadır. Bu oranın yüksekliği, brüt rezerv miktarındaki dalgalanmaların olağan olup olmadığı tartışmasını anlamsız kılmaktadır.

Para politikasında çelişkiler ve karmaşa

İkinci olarak, “Finansal piyasalarda gözlenen oynaklıklar ve sağlıksız fiyat oluşumları yakından takip edilmekte olup para politikası ve likidite yönetimine ilişkin tüm araçlar, fiyat istikrarını sağlamak ve finansal istikrarı desteklemek amacıyla kullanılmaya devam edilecektir.” yorumuyla TCMB enflasyonla mücadele ve Türk Lirası’nı güçlü kılma uğruna “sıkı para politikası” duruşuna devam edeceğinin altını çizmektedir.

Sıkı para politikasının” araçlarının neler olması gerektiği iktisat biliminin “İktisada Giriş Dersi” düzeyinde tartıştığı bir konudur. Öncelikle faiz oranının yükseltilmesi ve kredi hacminin daraltılması gereği sıkı para politikası duruşunun olmazsa olmaz önkoşullarıdır. TC Merkez Bankası da hafta sonu aldığı ani kararla politika faizi olarak nitelediği “1 haftalık repo” uygulamasını ertelemiş ve gecelik fonlama maliyetini %25.5’e değin yükseltmiştir. Ancak ne var ki, bu adımı şeffaf ve yalın bir şekilde duyurmak yerine, olabildiğince karmaşık hale getirerek siyasi otoritenin “faizin düşürülmesi” yönündeki telkinlerinden uzak tutma çabasını sürdürmüştür.

Bir yandan da, tam tersi bir uygulamayla, kamu bankalarına verilen talimatlar aracılığıyla kredi genişlemesi sürdürülmüş ve kamu bankalarının son 13 haftadaki kredi miktarındaki artış yıllık bazda % 30’a ulaşmıştır.

  • Siyasi otoritenin ekonomiye olan müdahalesi para politikasını içinden çıkılmaz bir karmaşa ve çelişkiler yumağına sürüklemektedir.

Türkiye ekonomisi yabancı sermaye girişi olduğunda yapay olarak büyüyen, sermaye hareketleri yön değiştirince de “ekonomiye terörist saldırılar var” hamaseti ile uygulamaya konulan çelişkili politikalar altında dengesini yitiren bir konumdadır.
==============================
Dostlar,

Cumhuriyetin kasasının da içini boşaltıyor, boşalttı AKP = RTE!

Merkez Bankası döviz rezervi 26 milyar Dolara düştü! Erdoğan bir aralar övünüyordu 128-130 milyar $’a çıkarttık rezervleri diye!

Şimdilerde ise adeta içimiz boşaltılıyor AKP = RTE tarafından!

İliglenrnlere ABD gazetesi The Wall Street Journal‘da dün (28.3.19) yayınlanan Kantchev / Villars makalesini salık veriyoruz..

  • ‘Döviz rezervlerinin azalması ve yabancı yatırımcının kaçmasıyla Türkiye derin bir ekonomik krize sürüklendi..’
    (https://www.wsj.com/articles/turkish-lira-plunges-as-economic-pain-takes-hold-11553778040, 28 Mart 2019)

Sevgili Damat – Bakanımız da okur mu acaba? Ya da çok değerli danışmanları Erdoğan ve Albayrak’ın dikkatine makalenin özünü sunarlar mı acaba??

  • Son verilerle TCMB rezervleri, Türkiye’nin kısa vadeli borçları bile karşılayamıyor!
  • Ya da tersinden söyleyelim; AKP = RTE’nin borca batırdığı Türkiye’nin kısa vadeli borçları, TCMB rezervlerinin % 120’si düzeyinde!
  • Önceki ay, 26 milyar TL’yi aşan TCMB karı, AKP = RTE’nin isteğiyle birkaç öncesinden el konarak Hazineye aktarıldı..

    Cumhuriyetin kasasının da içini boşaltıyor, boşalttı AKP = RTE!

    Lütfen aylar önce bu sitede yazdığımız makaleyi – uyarıyı bir kez daha okur ve de okutur musunuz??

    AKP = ERDOĞAN TÜRKİYE’yi MORATORYUMA MI SÜRÜKLÜYOR? 

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile. 29 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

ZAMAN TAM TEŞEKKÜLLÜ HASTANEYE BAŞVURMA ZAMANI…

ZAMAN TAM TEŞEKKÜLLÜ HASTANEYE BAŞVURMA ZAMANI…

Dr. Noyan UMRUK
13.09.2018

Türk Lirası, yılın başından beri öbür ülkelerin para birimlerine göre değer yitiriyor. Ocak 2018’den bu yana Amerikan Doları’na göre olan değer kaybı %60’ı bulduBu durum da ister istemez ihracatın ithalatı 2017’de ancak %67 oranında karşılayabildiği bir ekonomide, kurun fiyat düzeylerine olabilecek etkisini tetikliyor.

Türkiye’de, tüm “yükselen” ülkelerde olduğu gibi, kur-enflasyon ilişkisi yaşamsal bir öneme sahip. Çünkü gelişmekte olan ülkelerin üretim yapabilmeleri için ithalata gereksinimleri var ve dövizin yerli para birimi cinsinden değerinin artması, ithal edilen tüketim malları fiyatlarında ve ithal girdi kullanılan üretim maliyetlerinde artışı da birlikte getiriyor.

Geçen yıl bu dönemde 3,44 TL’ye aldığımız 1 ABD Doları, 6 TL’nın üstüne tırmanmış durumda ki, bu da yıllık artışın %90 oranında gerçekleştiği anlamına geliyor. Kurlardaki bu panik atak öngörülebilir bir ekonomik ortam, reel yatırımlar için büyük engel oluştururken, tüketici için ise ciddi bir yoksullaşma nedeni…

Türkiye’nin döviz kurları ile sorunlu ilişkisi aslında yeni bir durum değil. . Dolayısı ile her zaman büyük bir ciddiyet ve özenle ele alınması gereken bir olgu… 1923’te 1 ABD Doları 1,67 TL’ydi. 1980 yılında ise ortalama 1 ABD Doları 75 TL oldu. Bir başka deyişle, Cumhuriyetin kuruluşundan, 1980’e kadar TL, ABD Doları karşısında yaklaşık 44 kat değer yitirdi..

Türkiye 1980’lere kadar döviz kurlarının değerinin Merkez Bankası tarafından belli zaman aralıklarıyla belirlendiği, sabit kur rejimini yürüttü. Güçlü rezerv gerektiren bu yöntem, kurun sabit tutulamadığı rezervlerin yetersiz kalması durumunda yerel para birimin değeri düşer; bu zaman zaman şimdiki gibi şok devalüasyonlar yaşanarak olur…

1980’lerde geçilen esnek kur rejimleriyle birlikte Dolar ve Sterlin, 1980 öncesi 57 yılda kazandığı oranı yalnızca 11 yılda geçti. 1980-91 arasında ABD doları 54 kat, İngiliz Sterlini ise 41 kat değer kazandı. 1990’larda da döviz kurlarındaki oynaklık en üst düzeydeydi.

Sonunda 2001 krizi gelip çatmış, 21 Şubat 2001’de bankalar arası piyasada gecelik faiz % 6200’e çıkarken, ortalama % 4018,6 olmuştur. Merkez Bankasının döviz rezervi 16 Şubat 2001’de 27,94 milyar Dolarken, 23 Şubat 2001’de 22,58 milyar Dolara inmiştir. Rezerv yitimi 5,36 milyar $ olarak kaydedilmiştir.

Dolar kuru bir gecede % 40 artmış ve 680 bin liradan 960 bin liraya yükselmiştir. Resmi devalüasyon yeterli olmamış, döviz rezervleri hızlı bir şekilde erirken, hükümet 21 Şubat 2001’de kuru dalgalanmaya bırakmıştır. 22 Şubat’ı izleyen iki haftada 1,2 milyon liraya dek yükselmiştir. Bu aşamada gelen dalgalı kur sistemi, döviz piyasalarını iyice karıştırmış; bu karmaşada dalgalı kura geçilmesiyle Doların gerçek değerinin ne olacağı bilinememiş ve alım-satım arasındaki fark artışa geçmiştir. 

Veee 14 Mart 2001’de 3 aşamalı kurtuluş planını açıklanmıştır. Bu plana göre;

– Bankacılık sektörüyle ilgili önlemler alınacaktır.
– Döviz kuru ile faize istikrar kazandırılacaktır.
– Ekonomi dengeleri yeniden planlanacak, 2. yarıda büyümeye geçilecektir.

Kurtuluş planı sonrasında IMF’ye niyet mektubu verilmiştir. Mektupta; iktisadi etkinliği sağlayacak reformların yapılacağından ve enflasyonla mücadelenin gerçekleştirileceğinden söz edilmiştir. Gelir dağılımı ile ilgili adaletsizliğin ortadan kaldırılacağı, sürdürülebilir büyüme ortamının oluşturulacağı taahhüt edilmiştir. Böylece 1980’lerde 24 Ocak (1980) Kararları ile girilen küresel ekonomik alanın gerekleri 2001’de Kemal Derviş yönetiminde yeniden teyid edilmiş oldu.

Kur dalgalanmaları ve enflasyon korelasyonu (doğrusal ilişkisi)

Türkiye’de döviz kurlarının günlük ilanına geçildiği 1981 yılından beri döviz kurlarındaki dalgalanmalar ile enflasyon oranları arasında sıkı ve doğrudan bir ilişki var. Zaten girdi maliyetlerinin egemen para Dolarla yakın ilişki içinde olduğu göz önünde tutulursa, bunu söyleyebilmek için alim olmaya gerek yok…

Örneğin 1994 krizinde Dolar %169 oranında artarken, enflasyon oranı da %130 düzeyindeydi. Kurda ve enflasyondaki azalma veya artış da aynı biçimde öbür değişkeni geçişli şekilde etkiliyor. Fakat bu geçişkenliğin her zaman tek yönlü olduğunu söylemek olanaklı değil. Yapılan nedensellik testlerinde kurdan enflasyona geçiş kadar, enflasyonun da kurdaki artışı tetiklediği çalışmalar var.

İthalata bağımlı bir ülkede döviz kurundaki artış, üretim maliyeti ve tüketim malları fiyatlarında artışa neden olduğu gibi, özellikle kronik enflasyon sorunu olan ülkelerde fiyat düzeylerindeki istikrarsızlık nedeniyle, yerel para birimine olan güvenin azalması da dövize istemi artırarak kur artışına neden olabiliyor.

Yapılan çalışmaların gösterdiği önemli bulgulardan biri de, kurdan enflasyona geçişin zamana yayıldığı, üretici ve tüketici fiyatlarında farklı etkiler ürettiği üzerine. Döviz kurlarındaki değişim, ilk olarak üretici fiyat endeksine yansıyor ve endeksler arası geçişkenlik 11 ayı bulabiliyor. TÜFE ve ÜFE endeksleri arasındaki %10’u aşan farkı bu bulgu ışığında okumak ve ciddi önlemler alınmazsa enflasyonun hiper enflasyona dönüşmesi büyük olasılık

Öte yandan bizzat başına geçilerek, ülkeyi padişahın mülkü görünümüne sokan Varlık Fonu ile elde kalan son varlıkları güvence göstererek borçlanma, uzun vadeli kiralama ve satışların da yaraya pansuman olamayacağı yaygın bir görüş…

Ne yapmalı?

Oyunu, Londra merkezli küresel piyasalarda oynamayı 1980’lerde kabul edip, 2000’lerde Kemal Derviş’le yeniden teyid ve tescil ettirdiğinize göre, ortak akıl, kısa vadede,  yargı ve TCMB başta olmak üzere, özerk olması gereken hukuk ve ekonomiyi yöneten kurumların bağımsızlaştırılması, uzun bir süre tereddütten sonra çok geciktirildiği için, yaratacağı olumlu etki tartışmalı olan bu gün (13.09.2018) gerçekleştirilen sert ve beklenti üstü faiz (artışı) kararını gerektiriyor…

Uzun vadede ise köklü bir eğitim reformu, uluslar arası ilişkilerde başlangıç ayarlarının hatırlanması. AR-GE, teknoloji içeren reel üretimle barışmak, toplumsal kutuplaşmanın yumuşatılması Türkiye’yi ve  toplumu rahatlatacaktır

En önemlisi, tüm bunlar için iyi çizilmiş bir rota doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) yeniden yapılandırılmalıdır. Ülkenin coğrafi, fiziki ve beşeri anlamda kaynak ve olanak envanterine sahip, bölgesel ve ulusal düzeyde sürdürülebilir bir kalkınma sürecini eşgüdümleyerek, küresel gerçekleri de göz ardı etmeden, en azından optimal ölçek ekonomileri çerçevesinde, selektif-özenle seçilmiş sektörlerde uluslararası düzeyde rekabet edebilecek innovasyon-teknolojik gelişmeyi içeren marka ürünler üretilebilmesini planlayabilen, özel kesim için özendirici ve yol gösterici, kamu kesimi için emredici ciddi bir planlama örgütüne şiddetle ihtiyacı vardır.

Durum, tam teşekküllü bir hastaneye başvurmak yerine, sağlık ocaklarında dolaşılmayacak ölçüde ciddidir…
=================================
Evet dostlar,

Sn. Dr. Umruk yeterince açık ve net koymuş sorunu ve çözümleri..
Ancak son tümcesindeki karşılaştırmalı benzetmede, Hastane – Sağlık Ocağı ikilisinde, bu sözde yerli – milli  AKP iktidarının dış güdümlü SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM programıyla, Temmuz 2010’dan bu yana, ‘dolaşılacak‘ Sağlık Ocakları da yok! Onlardan çoooook yetersiz, 1. Basamak sağlık hizmetlerini de özelleştiren Aile hekimliği sistemi var.. Çağdışı bir sistem..

Ve TCMB, faiz oranlarını %17.75’ten %24,00’a yükseltti..
%6,25 puan (625 baz puan teknik anlatımı kullanılıyor) birden..
Dış ekonomik çevrelerin öneri – beklentisi %4,25 puan dolayında idi..
Dolar 5.90 TL dolayına çekildi.. Bakalım nereye dek.. % 24 faiz ile bankacılık sistemi nasıl dönecek? Mevduata %24 faiz ödeyecek Banka, topladığı parayı % kaç faizle ‘satacak’!? Açıkçası kredi, teminat mektubu vb. işlemlerde faiz kaç olacak? Kimler %30’ları aşan kredi faiziyle bankalardan nakit borçlanacak ve iş kuracak??

Deli bir faiz oranı.. Ne var ki ekonomideki hastalık öyle ağır ki, ateş düşürücü gibi basit önlemler yetmiyor. İlle ağır diyet ödenecek.. Gangren olan organın kesilmesi zorunda kalınması gibi.. Kendimiz ettik (AKP etti!) kendimiz bulduk (Halk bedel ödüyor!); kolumuzu – bacağımızı feda ediyoruz adeta ekonomideki talan yüzünden..

Dileyelim halkımız uyansın bu acı tablo karşısında ve iktidar mutlaka ders alsın.

Sevgi ve saygı ile. 14 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Krizin dönüm noktaları

Krizin dönüm noktaları

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 30.5.18

Derinleşmekte olan 2018 ekonomik krizi birdenbire ortaya çıkmadı. Türkiye’nin yeni uluslararası işbölümünde yüklendiği “yükselen piyasa ekonomisi” modeline sadık kılınarak atılan adımların doğal ve beklenen sonucu olarak gerçekleşmekte. Bu yazıda bu süreci satır başlarıyla vurgulamak arzusundayım. 
2001 krizi sonunda AKP ekonomi idaresinin “çıraklık dönemine” ait ilk uygulamalar mevcut IMF programının harfiyen uygulaması oldu. AKP sermayenin en gözde partisi konumundaydı. Ancak bununla da yetinilmeyecek ve öncelikle finans burjuvazisinin çıkarları korunacaktı. AKP, bu doğrultuda öncelikle uluslararası ve yerel finans sermayesine yüksek reel faizler sunarak, sıcak para akımlarını Türkiye’ye çekme uğraşına girdi. Dövizin reel olarak ucuzlamasına dayalı büyüme anlayışı Türkiye’yi bir ithalat cennetine çevirirken, ulusal ekonominin ara malı bağlantıları çökertiliyor ve sanayide dışa bağımlılık yapısal olarak artırılırken, işsizlik de kalıcı olarak %10-12 patikasına yerleşiyordu. 
Dış borçlanma, özellikle finans-dışı (reel kesim) şirketlerce yoğun olarak sürdürülüyor; Türkiye dışarıdan sermaye girişlerine bağımlı bir ithalat cennetine dönüştürülüyordu. 2009 krizi temel olarak “fiyat istikrarının tek başına makro istikrarı sağlamaya yetmeyeceğini” vurgularken, Türkiye bu dersleri görmezden gelerek sıcak para akımlarına dayalı spekülatif büyüme döngüsünü yeniden uyarma çabasına giriyordu. 2010 – 2012 arası dönemde dış açığımız (cari işlemler açığı) milli gelirin %10’unu aşacak; Türkiye gelişmekte olan ekonomiler arasında en kırılgan ülkelerden birisi olarak anılacaktı.
***
AKP ekonomi idaresi 2003 sonrasında sermaye girişlerini iyi yönetmekte başarısız kaldı. Sunulan reel faizin cazibesine kapılan küresel sıcak para akımlarının Türkiye mali piyasalarına yönelik spekülatif saldırıları görmezden gelindi. Cari işlemler açığı kronikleşti; ithalat bağımlılığı arttı; Türkiye’nin uluslararası net yatırım pozisyon açığı 450 milyar dolara değin yükseldi. 2003 başında 129 milyar dolar olan dış borç stoku, 2009 krizi öncesinde 288 milyara, 2017 sonunda ise 437 milyar dolara çıktı. Bu sürece koşut olarak sanayi istihdamının toplam içindeki payı gerileme sürecine girerken, 2006’dan başlayarak ulusal ekonomide üretkenlik kayıpları yaşanmaya başladı. 
Bu arada elde edilen dış kaynaklar çoğunlukla ithalata yönelik tüketim harcamalarında ve inşaat başta olmak üzere, döviz kazandırıcı olmayan yatırım harcamalarına yönlendiriliyordu. Dönem boyunca sabit sermaye yatırımları içinde konut inşaatı yatırımlarının payı %15’ler düzeyinde sürdürülürken, eğitim ve sağlık sektörleri gibi toplam sosyal altyapı harcamalarının payı yüzde 6 düzeyine ancak ulaşıyordu. 
Para politikalarında “faizi düşürün” saplantısı bu ortamda yapılan yanlışlar zincirinin sonuncusuydu. Para piyasalarında yaratılan kargaşa ve istikrarsızlık, döviz ve menkul kıymet fiyatlarında da ciddi dalgalanmalara yol açarak, Türkiye’nin kırılganlıklarının derinleşmesine yol açmaktaydı. 
Geçen haftaki yazımızdan yineleme pahasına yeniden vurgulayalım: 

  • AKP ekonomi idaresinin izlemekte olduğu bilim-dışı enflasyon politikası ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, inşaat betonuna dayalı büyüme stratejisi ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek tahrip etmektedir.

2008’den 2015’e Türkiye ekonomisi

2008’den 2015’e Türkiye ekonomisi

Prof. Dr. Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 07.10.2015
Küresel krizin 7. yılı geride kaldı. Türkiye bu ay sonunda son derece önemli bir seçim yaşayacak. Bu döneme ilişkin Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeleri başlıca büyüklükler açısından hatırlamakta yarar görüyorum. Karşılaştırmaları daha anlamlı kılmak için tarihsel perspektifimizi 2003’e kadar uzattım. Aşağıdaki tablo söz konusu dönem boyunca ekonominin seyrini kuşbakışı özetliyor.

 

Gözlemlerimiz    :

• Enflasyon 2001 krizi sonrasında tek haneli rakamlarda. Ancak % 8 alt sınırı kırılamadan 2015’e ulaşılmış; Türkiye küresel ekonominin görece hâlâ yüksek enflasyon yaşayan ekonomilerinden birisi.
• 2003’e görece döviz kurundaki değişim enflasyon oranının altında. 2015 itibarıyla Amerikan Doları’nın enflasyondan arındırılmış reel fiyatı, 2003 düzeyinin hâlâ %13 altında.
• Dövizde yaşanan ucuzlama bir yandan ithalat talebini kamçılamış, diğer yandan da ithalat maliyetlerindeki ucuzlama sayesinde enflasyonun %8-10 bandında korunabilmiş olmasına olanak sağlamış gözüküyor.
• Ancak ithalat talebindeki artış, cari işlemler dengesinin milli gelirin % 5’ini aştığını;
kriz öncesi % 8’e, kriz sonrası “toparlanma” diye adlandırılan 2010-2012 arasında da % 10’una kadar yükselmiş olduğunu gözlüyoruz. Ancak sorun cari işlemler açığının rakamsal büyümesiyle sınırlı değil. Dış açığın finansman biçimi borçlanmayı arttırıcı sermaye girişleri ile sürdürülmekte. Bu da Türkiye ekonomisinin dış kırılganlığını arttırıcı önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
• Bu gelişme sonucunda dış borç stoku 144 milyar dolardan 402 milyar dolara, dolar bazında yaklaşık 3 kat artmış. Ancak dövizin reel olarak ucuzlaması sayesinde TL bazında hesaplandığında dış borcun milli gelire oranı % 50-60 olarak gözlenmekte ve borç yükü sanki makul düzeyde seyrediyor algısı yaratmakta. Nitekim kısa vadeli dış borçların, uluslararası rezervlerimize görece yüksekliği dış kırılganlığın en önemli göstergesi olarak yorumlanıyor.
• Ancak söz konusu dış kırılganlık sadece finansal bir mesele değil. İthalatın giderek ara malı
ve yatırım mallarında yoğunlaşması ile birlikte ulusal sanayinin yatay ve dikey girdi-çıktı bağlantılarının tahrip olmasına ve istihdam kazanımlarının da sınırlı kalmasına neden olmakta. Bunun sonucunda sanayinin milli gelir içindeki payı %15’e gerilemiş; işsizlik oranında ise kalıcı bir kazanım elde edilememiş durumda. 2003 sonrası Türkiye’sinde ekonomideki gelişmelerin ana belirleyicisinin dövizin ucuzluğuna bağlı olduğu gözleniyor.
Her ne pahasına ucuz döviz! Bu ise, kuşkusuz, salt teknik bir iktisadi mesele değil.

=========================================

Dostlar,

Prof. Yeldan’ın yetkin bir iktisat uzmanı olduğunu bu site okurları bilirler.
Bu yazısı bir bakıma AKP’nin tek başına iktidar olduğu 13 yılın özet muhasebesi..

Ayrıca 2008’den bu yana süregelen küresel ekonomik bunalımın Türkiye ekonomisi üzerinde yoğunlaşan olumsuz etkilerine dikkat çekilmekte, öneriler sunulmakta..

– Cari işlemler dengesinin ulusal gelirin % 5’ini aşması
– Dış açığın finansmanının dış borçlanmayı ve kırılganlığı büyütüyor olması
– Dış borç stokunun 144 milyar dolardan 402 milyar dolara, 3 kat büyümesi..
Ulusal gelirin % 50-60’ına ulaşması
– Kısa vadeli dış borçların dövz rezervimize oranının yükselmesi
– Türkiye’nin küresel ekonominin görece hâlâ yüksek enflasyon yaşayan ekonomilerinden birisi oluşu
– Sanayinin ulusal gelir içindeki payının %15’e gerilemiş olması
– İsitihdam da kalıcı – gerçek bir artış sağlanamayışı..

Başlıca ve ağır sorunlar olarak yaşanıyor..

Dövizin 2003’ten bu yana görece ucuzluğu, Ekonomide elde edilenleri açıklayan en belirgin ölçüt (parametre)..

Ancak bu dönemin de sonuna gelindi.. 2015 başında 2,23 TL dolayında olan Dolar,
günümüzde 3 TL sınırında,, TL karşısında % 70 dolayında değerlenmiş görünüyor.

Büyüme hedefleri gözden geçirilerek (revize edilerek) %3’ün altına çekildi.  2015 sonunda % 1,4 dolayında nüfus artış hızı (NAH) bekliyoruz (geçen yıl % 1,33 idi; RTE çok çocuk dayatıyor ve NAH büyüyor ne yazık ki!)..  Dolayısıyla, büyüme % 2,8’de kalırsa, bunun yarısı Nüfus artışı ile silineceğinden, gerçek (net, reel) büyüme % 1’5’lerde kalabilir. Bu hızla, gelişmekte olan bir ekonomi, başta hızla ve akıl dışı biçimde artan nüfusun işsizlik sorununu çözemez, gelir düzeyinde anlamlı artış sağlayamaz, gönenç devleti olamaz, sosyal devlet giderleri kısılır… GERİ KALMIŞLIK ÇEMBERİ KIRILAMAZ..

Türkiye ÜRETMEK ve tasarruflu yaşayarak ulusal ekonomisini güçlendirmek zorunda.
Gümrük duvarları ile ulusal sanayisini kollamak zorunda.
Bunun için ise ilk iş olarak AB Gümrük Birliği’nden (GB) çıkmak zorunda..
O GB ki; şimdiye dek AB’ye üye olan 28 devletten hiçbiri tam üye olmadan kabul etmedi.. Türkiye ise “herkesten birkaç adım ötede”!? 1.1.1996’dan bu yana 20 yıldır GB üyesi ve gümrük tarifelerinin belirlenmesinde söz sahibi değil.. AB’nin, Türkiye’ye danışmadan 3. ülkelerle yaptığı ikili ticaret anlaşmalarından kaynaklanan gümrük vergisi yitikleri ve dış ticaret yükleri ülkemizin sırtında.. Yitikler birkaç yüz milyar Doların altında olmayan muazzam büyüklükler.

Demek ki ULUSAL – MİLLİ BİR EKONOMİ izlemek gerekiyor, dış güdümlü değil..

Çare, çook gecikmiş olmakla birlikte hala var.. 1 Kasım’da MİLLİ HÜKÜMET!
Kimi stratejik özelleştirmelerin iptali ve ÜRETİM SEFERBERLİĞİNE GİRİŞEN TÜRKİYE!

Sahi, 2023’te Dünyada ilk 10 ekonomi içine girecektik, bu masal ne oldu??
2008’den bu yana kişi başına ulusal gelir rakamsal (nominal) olarak artmıyot!?
Glir dağılımı giderek bozuluyor.. AKP 2002 sonuda iktidar olduğunda, en varsıl % 10 (zengin) ulusal geliriden % 67 pay alırken bu rakam son olarak % 77 oldu!

Bu tablo sürüdürülebilir değildir ve önüne iktidarları katar da süpürür, kimse engel olamaz!

Sevgi ve saygı ile.
07 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com