(AS: 06 Mart 2023 günü CumhuriyetGazetesi arka sayfasında tam sayfa basın açıklaması metnidir.)
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi olarak, kuruluşundan bu yana geçen 34 yılda Atatürk ilke ve devrimleri ve Laik Cumhuriyet için çok bedel ödemiş bir Demokratik Kitle Örgütü olma sorumluluğu ile 28 Şubat 2022’den itibaren (başlayarak) 6’lı Masa’nın Sayın Genel Başkanlarına defalarca (kezlerce) basın açıklamalarımızla, gazete ilanlarımızla, e posta iletilerimizle ve randevu alabildiklerimizle de baş başa görüşerek görüş ve düşüncelerimizi aktardık. Aralarındaki anlaşmazlıkları uzlaşarak çözmeleri, birbirlerine basın aracılığı ile mesaj vermemeleri, temel konuları da bir an önce görüşmeleri gerektiğine yönelik kamuoyu beklentisini ulaşabildiğimiz her kanalı kullanarak anımsatmaya çalıştık.
Zaman zaman görülen kimi aykırı ve her türlü yoruma açık söylemlerin masanın geleceği konusunda endişe yarattığını, buna izin verilmemesi gerektiğini açıkça söyledik.
Tek amacımız gördüğümüz olumsuzluklara dikkatlerini çekmekti.
Bu bağlamda;
– 28 Şubat 2022’de kamuoyuna sundukları Mutabakat Metni’nde gördüğümüz yanlışları belirttiğimiz 1 Mart 2022 tarihli basın açıklamamızı tüm 6’lı Masa partilerine ilettik,
tam sayfa gazete ilanları ile duyurduk, ulaşabildiğimiz kurmaylarla da tartıştık.
– 23 Nisan 2022’de 10 bini aşkın üyemiz ve Atatürkçü yurttaşımızın katılımı ile gerçekleştirdiğimiz Büyük Ankara Buluşması’nda yayınladığımız Yeniden Atatürk Cumhuriyeti Manifestomuz’u
24 Nisan 2022’de yine gazete ilanları ile duyurduk. Bütün 6’lı Masa partilerine ulaştırdık. Randevu alabildiğimiz Sayın Genel Başkanlara baş başa görüşerek elden de sunduk ve ülkemizin gereksiniminin böyle bir program olduğuna inandığımızı belirterek hazırlayacakları İktidar Programı’nda dikkate almalarını önemle talep ettik.
– 7 Ocak 2023 tarihinde yine tam sayfa gazete ilanları ile duyurduğumuz YETERARTIK başlıklı basın açıklamamızla tüm 6’lı Masa liderlerini sorumlu davranmaya, aykırı söylem ve eylemlerden kaçınmaya davet ettik, milyonlarca yurttaşımızın kendilerine bağlanmış umutlarını boşa çıkarmama yükümlülüklerinin altını çizdik.
– Nihayet (Sonunda) 24 Ocak 2023 tarihinde yine tam sayfa gazete ilanları ile duyurduğumuz UYARIYORUZbaşlıklı basın açıklamamızla bir kez daha birlikte hareket etmeye çağırdık.
Bu amaçla bütün muhalefet milletvekillerine mektuplar da yazdık. Sonuç alamadık, üzgünüz.
Şimdi Ulusumuza ve ömürlerini vatana hizmete adamış on binlerce üyemize karşı sorumluluğumuz gereği ve olanca iyi niyetimizle -geç kalmamış olmayı ve bu kez değerlendirileceğini umarak- bir kez daha Sayın Genel Başkanlara seslenmeyi görev sayıyoruz.
Sayın Genel Başkanlar
Ülkemiz yıllardır tek adam rejiminde savruluyor.
Siyasal İslam, Laik Cumhuriyetimizi boğmaya çalışıyor.
Çevremiz ateş çemberi.
Geçici sığınmacılar emperyal bir proje olarak demografik yapımızı ve toplumsal barışımızı tehdit ediyor.
Bütün bu sorunların ve dahasının çözümü için geniş halk kesimleri size ve birlikteliğinize güvenmişken son toplantınızda ortaya çıkan ve 4 gündür yakıcı deprem acılarını bile gölgeleyen tablodan kimin ya da kimlerin sorumlu olduğunun şu aşamada hiçbir önemi olmadığı ortada.
Yaşananlara bakıldığında, bir biçimde anlaşmazlıklarınızı aşıp uzlaşarak yeniden bir araya gelmeniz gerektiği, bunun birlikteliğinize umut bağlamış milyonların ortak kanı ve beklentisi olduğu görülüyor.
Henüz yitirilmiş bir şey yok, yaraları sarabilecek zaman var. Hepiniz ciddi devlet deneyimine sahip siyaset insanlarısınız, başarabilirsiniz.
Olayın sıcaklığı sürerken sosyal medyada izlenen iklim kimseyi aldatmamalıdır.
Toz duman dağıldığında seçmen tepkileri şu anda hiç öngörülmeyen biçimde ortaya çıkabilir,
kimsenin vebalini üstlenemeyeceği, ama bedelini çok ağır ödeyeceği sonuçlar doğabilir.
Rejim, deprem felaketini bir trajedi olarak sunmaya çalışıyor. Çünkü, trajedide suçlu yoktur; “kontrol edilemez” bir güç (Tanrı/doğa) ile güçsüz insan arasındaki çelişki, çoğu kez iyi niyetle yapılan hataların sonuçları vardır. Buna karşılık, kimi büyük felaketler, örneğin soykırımlar, “Hiroşima”, “Nagasaki”, birer trajedi değil, insanlığa karşı işlenmiş suçlardır.
BİR TRAJEDİ – BİR İNSANLIK SUÇU
Depremzedelerin başına gelenler, işledikleri bir suçtan değil, iyi niyetle yapılmış bir hatadan kaynaklandı: Dinci siyasetçilerin gerçekten dürüst olduklarını varsaydılar. Bu nedenle deprem olayı, ölenler, acı çekenler, kurtulanlar için trajik birboyuta sahiptir ama bu olayın bir de suç boyutu var.
Büyük sermaye, ABD emperyalizminin yardımıyla siyasal İslamı iktidara taşıdı,
sonra cebini açtı, gözlerini kapadı, kulaklarını tıkadı.
Siyasal İslamın egemen sınıfı, rejimini rant ekonomisi üzerine kurdu, inşaat sektörünü destekledi, rant sermayesini, açgözlü müteahhitleri serbest bıraktı, hatta hızlandırmak için liberal entelijensiyadan öğrendiği vesayet kavramına sığınarak (“Mimar ve mühendis vesayeti bitti… Bundan sonra projeler, hiçbir (!?) kurumun vize ve onayına tabi tutulmayacak” -Yeni Şafak, 10/07/2013) denetçi uzmanların elini; kolunu bağladı, iskâna uygun olmayan çürük binaları imar aflarıyla yasallaştırdı, bu arada deprem felaketi riski artarken, deprem için toplanmış kaynakları “kaybetti”.
Karşımızda bir insanlık suçu var!
VE BİR MÜSTEHCEN KOMEDİ
Depremden sonra halk açısından trajedi, derinleşerek sürerken rejimin sorumluluktan kaçma çabaları hızla müstehcen bir komediye dönüştü. Bu müstehcen komedinin iki unsuru (ögesi) var biri iktidarsızlığını örtme telaşıyla yaptığı inandırıcılıktan uzak açıklamalar, saçma tepkilerden oluşuyor. İkincisi de bu iktidarsızlık karşısında, halkta yükselen öfkeyi savuşturmak için ürettikleri “algı yönetimi” dedikleri, bir yalan haber furyasından…
Birincisinin en iyi örnekleri, “kader” edebiyatı, yapmak, gereken ama yapamadıkları işleri yapanları baskı altına almak, susturmaya çalışmaktır. İkincisine de “bir yılda yeniden yapacağız” saçmalığını, AFAD’ın her kurtarma anını sahiplenme telaşının ilkelliğini, halkın parasının kamu bankaları aracılığıyla halka “bağışlanmasını”, bu arada rejimden daha çok güvenilir oldukları için daha çok bağış toplayan bağımsız kurumların kasalarına “sulanmayı” örnek gösterebiliriz.
Yukarıdaki trajedi ve insanlık suçu ikilemine ek olarak, “Kim bağış toplayabilir-kim toplayamaz”; “Kim yemek dağıtır-kim dağıtamaz”, “Çocuklara ne oluyor”, “Oteller dururken niye öğrenci yurtlarını boşaltıyorsunuz”, “Ekonomik kriz derinleşirken özel emeklilik fonlarını borsaya itmenin sonucu ne olur”sorularına, kurtarma işlemlerini, aksatma pahasına, tekeline alma çabalarına ek olarak, “seçimler yapılabilir-yapılamaz”, “ ‘şahıs’ aday olabilir-olamaz”, “Anayasa kutsal değil delinebilir-bunun adı darbe olur”, gibi tartışmaları, “evlat edinmek değil ama evlenmek caizdir” anlamında gelen açıklamayı da ekledik mi
Ülkenin, ekonomik, ideolojik/kültürel hatta ahlaki boyutlara sahip bir siyasi eşiğe gelmiş olduğunu görebiliriz.
Ya toplum, siyasal İslamın rejimini, “süreç olarak faşizmi” geriletme şansını yakalayacak;
ya da siyasal İslamın rejimi, “süreç olarak faşizm” bir sıçrama daha yapacak.
Burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur.
Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır.
Toplumsal düzenle bu sistem içinde uygulanacak rejim, anayasanın ana konularındandır. Bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükler, egemenlik, siyasal örgütlenme ve çalışmalar, seçme ve seçilme hakkı, güvenceler, eşitlik ve adalet, toplum içinde devlet, devlet içinde iktidar, doğa, ekonomik haklar, planlama… Anayasal tezler sıralanır gider.
Bunların içinde iki unsur (öge) öne çıkar. Birincisi din ve/veya soy aklından kurtularak ortaklaş(ıl)an hukuk, laik hukuk. İkincisi ekonomi politik.
Anayasal alan insan aklının ürünü olarak siyaset ve kamu yönetimi bilimine, anayasa hukuku teorisine (kuramına) bırakılmış gibi gözükse de asıl belirleyici ekonomi politiktir.
İçinde cumhuriyet, demokratiklik, sosyallik, yasa önünde eşitlik, laiklik, çeşitlendirilmiş hak ve özgürlükler, güvenceler, sınırlandırmalar, ne barındırırsa barındırsın soru duraksamasız sorulur:
Birinci soru içindeki anayasa, genellikle kapitalist/emperyalist yüzlerini göstermek yerine insan hak ve özgürlükleri, demokratik toplum düzeni, eşitlik gibi kavramlarla öne çıkar; egemenliğin soyut olarak ulusun olduğunu söyler ve yetkili organlara, temsilcilere kullandırır.
Bu düzen mülkiyet hakkı, girişim ve sözleşme özgürlüğü, özelleştirme, kamu-özel paylaşımı (Ortaklığı / İşbirliği), para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasaları gibi düzenlemelerle; devlete kapitalist/emperyalist düzeni koruma, hak ve özgürlükleri sınırlandırma görevleri vererek sürdürülür.
Burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur. Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır. Ki o dildeki ve özdeki “hak ve özgürlük” denilenler emekçilerin uzun, sancılı ve kanlı savaşımlarıyla kazanıldığı halde…
Sömürücü düzenin, uluslararası ilişkilerde de emperyalizmin hukukundaki tuzaklar söz ve öz içinde saklı. Emekçilerin savaşımlarıyla kazanılanlar, sömürenler tarafından sömürülenlere baskı olarak dönüyor. Daha önce yazdığımız, varmış gibi gösterilen ama yine Anayasa hükmüyle uygulatılmayan grev hakkı; laikliğin din özgürlüğü içinde yok edilmesi en tipik örneklerden ikisi.
Anayasa tuzağının sahteliklerle dolu önemli özünün, burjuva niteliğinin yanına iki ekleme yapılabilir:
Birincisi hem sermaye sınıfının hem de temsilcilerinin istek ve gereksinmelerine uygun olarak hukukun hukuksuzlukla birlikte yürümesi. Başta cumhuriyetin nitelikleri ve laiklik ilkesi olmak üzere, Anayasanın ihlal edilmesi, ihmal edilmesi, çifte standart uygulanması, rafa kaldırılması bu olağandışılığın olağanlaşmış durumunu gösterir.
Anayasa vardır ama egemen sınıfa, sömürüye hizmet eder.
Dinin devletin, hukukun, siyasetin ve toplumsal yaşam tarzının içine yerleştirilmesi, parlamentonun parmak sayısına sıkıştırılması ve sermaye sınıfına bağlılığı, yargının halkın hak arama ve denetim aracı olmaktan çıkarılıp sermayenin ve siyasal iktidarın denetim aracına dönüştürülmesi bu düzene uyumun örnekleri. Buraya yargı kararlarındaki çelişkiler ve kaotik (karmaşık) durumla birlikte, siyasal iktidarın işine geldiğinde “tanıyorum”, gelmediğinde “tanımıyorum” dediği keyfiliği de eklemek gerekiyor.
İkinci tuzaksa, kötüye kullanılan (istismarcı) hukuk ve anayasacılık. Türkiye’nin anayasa yolculuğunda örnekleri var. Daha başlangıçta ilerlemeci ve aydınlanmacı dönemin devamında, faşizmi işaret eden eğilimler ve emperyalizmle bütünleşme görüyoruz. Anayasayla özdeş devrim yasalarına ve yasaklarına karşın laikliğin adım adım kemirildiğini, Türk-İslam tezinin ağırlığını görüyoruz. İnsan hak ve özgürlükleri adımları atılırken, bu adımların sermayenin ve siyasal temsilcilerinin sınıfsal istek, gereksinme ve çıkarlarına dayanılarak nasıl engellendiğini görüyoruz. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 sonrası daralma ve otoriteyi görüyoruz.
Yirmi yıl boyunca Anayasa üzerinde oynama, değiştirme rekorunu elinde tutan AKP kötüye kullanılan anayasacılık konusunda hayli becerikli. 2008 yılında yaptığı Anayasa değişikliği bunlardan biriydi. Anayasa Mahkemesinden döndü. Bu denetim, ne 2010 (yargıya darbe) ne de 2017 (başkanlı rejime geçişle parlamenter rejime darbe) Anayasa değişikliklerini önleyebildi. Birçok maddesinde yer verilen laiklik ilkesinin yok edilmesini hiç önleyemedi.
AKP’nin CHP’den yasa teklifiyle aldığı pas sonrası hazırlayıp Meclise sunduğu Anayasa değişikliği baş örtünme ve kıyafet gibi dinsel simgelerin kullanılmasının önünü açmayla ve sıkıştırılmış aile tanımıyla anayasacılığın kötüye kullanılmasının örneklerinden biri olarak gündeme kondu.
Değişiklik teklifleriyle Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif bile edilemez 2. maddesi dolaylı yoldan değiştirilmek isteniyor;
Anayasa, Cumhuriyetin niteliklerini, anayasal düzeni bozmak, laik hukuk devletini
ortadan kaldırmak amacıyla kullanılıyor.
Kutsal din duyguları devlet, hukuk ve siyasete karıştırılırken, hukuk kurallarının yerine dinsel davranış kurallarının geçirilmesi anayasaya yerleştirilerek yok edilen laikliğin üstüne beton dökülecek.
Sonuçta “aydınlanmacı, bilim ve akla dayalı, egemen halk” söyleminden “sömürülen, kul durumuna getirilen, sermayenin ve siyasetinin ve de dinselin egemenliği altına sokulmak istenen halk”a geçişin anayasal yolculuğu hiç de saklama gereği duyulmadan yaşama geçiriliyor.
Cumhuriyetin kuruluş ve varlık nedeni bugün, siyasal İslam yönünden daha uygun bir cumhuriyete dönüştürüldü, sermaye sınıfının emekçiler üzerindeki denetimi daha kolay ve baskıcı duruma getirildi. Şimdi bu hedefler, anayasallık kötüye kullanılarak, taçlandırılmak isteniyor. Hem de düzen içi muhalefetin desteğiyle!
Sınıflı toplumun, sömürü düzeninin, burjuvazinin anayasası, varsa tüm iyiniyetine karşın, tuzaklara çok açık.
Bu ülkede işçiler var ve işçi sınıfı yaşamının her anında sınıfsal tuzakların ve sömürü gerçeğinin deşifre edilmesiyle uğraşırken, hak savaşımlarını sürdürüyor.
Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun, sosyalist cumhuriyetin anayasası, emekçilerin anlık hak savaşımlarıyla ve çözüm belgeleriyle birlikte gerekli siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların yaratılmasıyla yaşama geçecek.
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL DANIŞMA KURULU TOPLANTISI SONUÇ BİLDİRGESİ – 03 ARALIK 2022, ANKARA
ADD Genel Danışma Kurulu toplantısı, Şube Başkanları, Şube Kurul Başkanları, Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, Genel Merkez Bilim, Danışma, Eğitim, Kültür Kurulları üyelerinin katılımı ile 3 Aralık 2022 günü Ankara’da toplanmış, gündemindeki konuları değerlendirmiş ve aşağıdaki hususların kamuoyuna duyurulması kararlaştırılmıştır:
25-26 Eylül 2021’de 16. Olağan Seçimli Genel Kurul’da oluşan Genel Yönetim Kurulu görev bölüşümü yaparak Sayın Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT başkanlığında çalışmalarına coşku ve kararlılık ile başlamıştır. Aradan geçen yaklaşık 1 yılda son derece önemli etkinlikler gerçekleştirilmiştir. 14 Bölge Toplantısı yapılmış, 50 il ve 200 ilçede ADD örgütleriyle yakın ve doğrudan ilişkilerle çalışmalar yürütülmüştür. Son 1 yıl içinde üye sayısı yaklaşık on bin artarak 61 bini, şube sayısı 340’ı aşmıştır. ADD bünyesinde ve kamuoyunda güven sağlayan kurumsallaşmayı güçlendirici çalışmalar, ADD Genel Merkezine akçalı (mali) destekleri de artırmıştır. Derneğimizin öğrenci yurdu çalışmaları, bursları giderek güçlenmektedir.
23 Nisan 2022 günü Ankara’da yapılan kitlesel toplantıya on bini aşkın (Polis kayıtları!) üyemiz ve yurttaşlarımız katılmış ve Genel Başkanımız Dr. Mustafa Hüsnü Bozkurt tarafından büyük bir coşku ile 23 Nisan Ulusal Egemenlik Manifestomuz (bildirgemiz) kamuoyu ile paylaşılmıştır.
Ana tema olarak YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ’ne çağrı ve vurgu yapan bildirgemiz (manifestomuz), hem sanal ortamlarda paylaşılmış hem de basılarak olabildiğince yaygın dağıtılmıştır. Demokratik kitle örgütleri, basın yetkilileri, siyasal partiler dahil, ziyaret edilerek bildirgemiz / manifestomuz verilmiştir.
KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm kuşatmasının ülkemizi de yakından ilgilendirdiği ve bunalttığı açık bir gerçektir. Küresel emperyalizm bir yandan yerli işbirlikçileri ile siyasal islamı ülkemize dayatırken bir yandan da sözde seçenek (!) olarak sunduğu federal bir Türkiye ile Ulusal Birliğimizi ve tekil (üniter) devlet yapımızı tehdit etmektedir. Oysa Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün eşsiz önderliğinde Ulusumuz, geçtiğimiz yüzyıl başında emperyalizmi tarihinde ilk kez bu topraklarda açık bir yenilgiye uğratmış, Kurtuluş’un ardından KURULUŞ aşamasında ise Atatürkçü Düşünce Sistemi = KEMALİZM öğretisiyle (ideolojisiyle) tüm dünyanın mazlum halklarına örnek olmuş ve başarısını Cumhuriyet Devrimimizle kanıtlamıştır.
Bu nedenle ADD, içine sürüklendiğimiz ve son 20 yılda iyice ağırlaşan kuşatmayı yarmak için reçetenin YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Kemalizm’in namus sesini tüm yurt semalarında yeniden gümbür gümbür duyurmak kararlılığı içtenlikle benimsenmiştir.
***
Bu bağlamda ADD Genel Merkezi, Bilim Kurulu eliyle 6 temel alanda kapsamlı bir bilimsel rapor hazırlatarak bastırmış ve dağıtımına başlamıştır. Sağlık, Anayasa-Hukuk, Tarım-Ekoloji, Ekonomi, Dış Politika – Ulusal Güvenlik ve Eğitim sektörlerinde
nasıl bir ulusal, bilimsel – akılcı politika izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır.
23 Nisan Yeniden Atatürk Cumhuriyeti Bildirgesi / Manifestosu ve Temel Konularda Bilimsel Politika Önerileri çalışmalarının önümüzdeki dönemde ülkemize ışık tutabilecek nitelikte olduğuna inanılmaktadır.
Yaklaşan genel seçimlerde kamuoyunun ülkemizin yakıcı gerçekleri ile yüzleşmesi ve denenerek başarısı kanıtlanmış, evrenselleşmiş, Atatürkçü Düşünce Sistemi = Kemalizm ile kuşatmanın mutlaka yarılacağı kararlıkla vurgulanmıştır. Korunacak olan yalnızca “hattı müdafaa” olmayıp, 453 bin km2 mavi vatan dahil, 780 bin km2 anavatanımızdır!
Cumhuriyetimizin 100. yılını önümüzdeki 2023 yılında sonsuz bir gururla,
erinç ve gönençle kutlayacağız.
Önceliğimiz, son derece kritik olan yaklaşan genel seçimlerde ulusalcı –yurtsever güçlerin yeniden iktidar olmasıdır. Bu amaçla ADD 100. Yıl Çalıştayı çalışmalarını kapsamlı ve hızla başlatmalı; ülkemizin pek çok yerinde bu amaçla çoban ateşleri yakmaya başlanmalı ve bu süreçte olgunlaşan öneriler ve planlar uygulamaya konmalıdır.
ADD, olabildiğince kapsamlı bir toplumsal seferberlikle on milyonlarca yurtsever halkımızı ve DKÖ’lerini YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ hedefi ekseninde birleştirmeye çabalamalıdır. Bu bağlamda, 6’lı Masa İttifakı‘nı oluşturan siyasal partiler de içinde olmak üzere, olabildiğince tüm siyasal yapılara, demokratik kitle örgütlerine ve basın yoluyla kamuoyuna ve halkımıza ulaştırılması ve tezlerimizin ziyaretlerle anlatılması, istemlerimizin sunulması çok önemli ve değerlidir ve sürdürülmesi gerekmektedir.
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi hukuk yolunu da kullanarakCumhuriyet düşmanlarının söz ve eylemlerine karşı açtığı davalarla Türkiye Cumhuriyeti’mizin temel değerlerine sahip çıkmakta ve yaptığı basın açıklamalarıyla ADD örgütünün güçlenmesine, zamanında tabana yayılmasına ve kamuoyu mal olmasına hizmet etmektedir.
ADD, hiçbir siyasal örgütün, oluşumun veya çevrenin arka bahçesi, etkinlik alanı olmayacak ve siyasal gelecek bekleyen kişilerin kullanabileceği bir örgüt de olmayacaktır.
Tüm güçlüklere ve son derece sınırlı olanaklarına karşın bağımsızlığını kıskançlıkla koruyarak Anadolu Aydınlanmasına var gücüyle kol kanat gerecektir.
Ülkemizin tüm yurtsever, ilerici, çağdaş, Aydınlanmacı, akıl ve bilimden yana, barışsever… TÜRKİYE SEVDALILARINI ulusal ve tarihsel bir dayanışmaya çağırıyoruz.
İçinde bulunduğumuz koşullar, 100 yıllık Cumhuriyetimiz açısından son derece ağırıdır.
Ancak herkes iyi bilmelidir ki;
Türkiye Cumhuriyeti asla sahipsiz değildir!
Bizlerin namus ve vicdanına Mustafa Kemal Atatürk’ün teslim ettiği kutsal emanetidir.
Türkiye Cumhuriyeti şan ve şerefle ve onurla yaşayacak, “ilelebet payidar kalacaktır”.
Türkiye Cumhuriyeti dünya uluslar ailesinin egemen-eşit, saygın ve çağcıl bir üyesi olarak, dünya kültürüne ve bilimine değerli katkılar koyacaktır.
Ulusal birlikle üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorunumuz yoktur.
Ana gereksinimimiz ULUSAL DAYANIŞMADIR.
Yaşasın Atatürkçü Düşünce Derneği’nin tarihsel, onurlu ve mutlaka başarıya ulaşacak Aydınlanma savaşımı ve Yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne kavuşma çabası!
Yaşasın Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti!
Kamuoyunun ve yüce Türk Ulusunun bilgisine ve ilgisine sunarız.
Haziran 2023’te yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri, bir süredir ülkede bir heyecan dalgasına neden oldu. Her seçim bir mücadele ve çekişmeye vesile olur fakat bu seferki bundan öncekilerden çok farklı.
Bu mücadeleyi umursamayanlar ve çekimser kalanlar, büyük bir sorumsuzluğun vebalini de yüklenmiş olacaklar.
MUHALEFET KAZANAMAZSA…
Seçimi bugün iktidarda bulunan ve Recep Tayyip Erdoğan‘ın temsil ettiği Cumhur İttifakı‘nın kazanması durumunda seçmenler, bir çeşit monarşi sayılan tek adam rejimine onay vermiş sayılacak. Türkiye’nin üzerindeki karanlık daha da koyulaşacak. Büyük yaralar almış bulunan hukuk sistemi berhava olacak. Hak ve özgürlükler tümüyle ortadan kaldırılacak. Din ve inanç özgürlüğünden eser kalmayacak. Devleti tümden tarikatlar ele geçirecek. Erdoğan’ın 20 yıldır önce sureti haktan görünerek son dönemlerde açıktan açığa savunmakta olduğu siyasal İslam, devletin ve toplumun bütün hücrelerine zerk edilmeye devam edilecek.
Bu sistemin dünya ve Türkiye halkının beklentilerine aykırı olduğu baştan belliydi. Erdoğan 20 yıllık iktidarını, çeşitli ekonomik ve sosyal önlemlerle yoksulları kendine bağlayarak sağladı. Ama su, ekonomi değirmeninin oluğunu eskisi kadar doldurmuyor. İktidarın şimdiki bütün çırpınışları, ne yapıp edip, oy yitiğini durdurmak ve yitirdiği oyları geri kazanmaya yöneliktir.
ERDOĞAN, İKTİDARI BIRAKIR MI?
Bir süredir, birçoğumuzda seçimleri yitirse de Erdoğan’ın allem edip, kallem edip iktidarı bırakmayacağı inancı var. Bu kötü beklenti nedensiz değildir. Çünkü Erdoğan, her ne denli seçimler sonucunda iktidara gelmişse de, demokrasiye saygılı biri olmadığını birçok vesile ile gösterdi. Kürtlerin kazandığı belediyelerin nerdeyse tümünün yöneticilerini görevden alıp yerlerine partisinden kayyum ataması bunun en önemli kanıtıdır. İstanbul Büyükşehir Belediye seçimleri muhalefet tarafından kazanılınca seçimleri Yüksek Seçim Kurulu kararıyla yeniletmesi de bu tutumun örneklerindendir.
O’nun, muhalefet belediyelerini kıskaç altına aldığı,
onları çalıştırmamak için her yolu denediğini de görüyoruz.
Edoğan’ın seçim sonuçlarına saygı göstermesinin tek koşulu, İstanbul’da yapılan ikinci seçim gibi büyük bir yenilgi almasıdır.
Erdoğan’ın seçim zamanına kadar da yapabileceği birçok şey vardır: Çeşitli tertiplerle muhalefet bloğunu bölüp birbirine düşürmesi, çeşitli çıkarlar sağlayarak bunların en zayıf olanları yanına çekmesi, savaş çıkarıp seçimlere bir fatih olarak girmesi bunlardandır.
AÇIK VE NET BİR PROGRAM GEREKİR
Bütün bu olasılıkları akılda tutarak vakit geçirmeden muhalefetin açık, anlaşılır ve kitleleri çekecek bir programa göre seçime hazırlanması gerekir. Bu programın can alıcı maddeleri, halkın nasıl ekonomik refaha ulaştırılacağı, 1923’ten beri deneye yanıla oluşturulan kurumların yerli yerine nasıl oturtulacağıdır.
Muhalefet, partizanlıktan çok çekmiş olan halkın önünde; – TRT, Anayasa Mahkemesinin, Yüksek Seçim Kurulunun bağımsızlığını, – üniversitelerin özerkliğini iade edebilecek mi? – Kürt sorununu nasıl çözecek? – Avrupa Birliği ve NATO ile ilişkileri nasıl düzenleyecek? – Komşularımızla bozulan ilişkileri nasıl düzeltecek? – Sağlık ve Eğitim sistemini çağdaş temellere ve halk kitlelerinin çıkarlarına uygun olarak nasıl yeniden düzenleyecek?
Artık anlamış olmalıyız ki; yalnız AKP’nin kurduğu sistem değil, onun iktidara gelmesinden önce var olan sistem de iflas etmiştir. Zaten AKP’ye iktidar kapılarını açan da Kenan Evren, Özal, Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz’la temsil edilen o sistemdi.
Halkın huzur içinde kardeşçe yaşayabilmesi için radikal (köktenci) önlemlere gereksinim var.
Muhalefetin gövdesini oluşturan Altılı Masa bunları gerçekleştirecek bir anlayışa ve cesarete sahip mi?
Günümüzün en önemli siyasi sorusu budur.
2023 seçimlerini yitirse de AKP ve MHP’nin boş oturmayacağı kesindir.
AKP’nin yarım önlemlerle iktidarı ağzına burnuna bulaştıran yönetimin elinden hükümeti yeniden ele geçirmesi zor olmaz.
Bu nedenle, alınacak önlemlerin geniş yığınlara ve demokrat aydınlara bir “Oh!” dedirtmesi koşuldur.
Sermaye grupları arasında gidip gelen bir iktidar halkta bu rahatlığı yaratmaz.
ANAHTAR HDP’NİN ELİNDE
Kılıçdaroğlu’nun iktidar bloğuna karşı oluşturulmasına önderlik ettiği Millet İttifakı, Türkiye’de iktidar mücadelesinin getirdiği bir zorunluluk olmakla birlikte Kürt aydınları ve emekçilerini temsil eden HDP’nin ve Türk sosyalist solunun bunun dışında kalması bir olumsuzluktur. HDP’nin yüzde on gibi büyük sayılacak bir seçmen kitlesine sahip olmasına karşın bu İttifaka alınmamış olması, gelecek seçimlerin en büyük handikapıdır. HDP’nin dışarıda bırakılmasının nedeni, Türk milliyetçiliğini temsil etme iddiasındaki İYİ Parti’nin zaaflarıdır. HDP ile özellikle İYİ Parti’yi aynı masada görmek mümkün görünmüyor.
HDP’nin ve seçmeninin her koşulda cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin adayını destekleyeceği varsayılıyor. Ben de, daha kötüsünün iktidarını engellemek için, Kürt laik ve demokrat seçmeninin içine sinmeyerek de olsa, öyle davranmasını önermiştim. Ne var ki HDP, kendi oylarının çantada keklik sayılmaması gerektiğini, ortak aday ve ilkelerde anlaşmazlarsa kimseyi desteklemek zorunda olmadıklarını ilan ediyor. HDP oyları olmadan muhalefet için iktidar çantada keklik değildir.
Kürt sorununu yok sayan bir Türk milliyetçiliği, Türkiye’nin huzura kavuşmasının önünde en büyük engeldir. Ne var ki, iktidar on yıllardır süren savaşı hem içerde, hem dışarda sürdürmekte ısrarlı ve bundan siyasal kazanç elde etme çabası içinde. Bu siyasal yapının iktidardan uzaklaşması, HDP’nin göstereceği basiretle de Kürtler üzerindeki baskı azalma eğilimi gösterecektir.
Ülkeye barış, ezilen Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte mücadele ettiği ve kazandığı bir halk iktidarıyla gelecektir.
Önümüzde daha uzun ve dikenli bir yol olduğunu unutmayalım.
Emekçileri aydınlatmaya devam edelim. (Tükenmez, Sonbahar 2022)
2017’deki halkoylamasında YSK’nin hukuku boğazlaması ile amacına ulaşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, halkın şaşkınlık travması yaşadığı saatlerde “Atı alan Üsküdar’ı geçti” demişti. Bu deyimin en akla yakın öyküsü şöyle: Çok sevdiği atını kaybeden Köroğlu, yollara düşer ve atı İstanbul’da bir cambazın pazarda satmaya çalıştığını görüp “Atını beğendim ama karar verebilmek için binip bir denemek isterim” der, öneri kabul görür. At, sahibini tanıdığı için dörtnala koşarak bölgeden uzaklaşıp sahile geldiklerinde, Köroğlu kiraladığı sala atı da bindirip Üsküdar’a geçer. Köroğlu’nun dönmemesi üzerine aşırı üzüntü yaşayan cambaza yaklaşan bir kişi, “Ağlayıp sızlamanın yararı yok, atı alan Üsküdar’ı geçti” der. Erdoğan ile Köroğlu’nun “Üsküdar’ı geçmelerindeki” söylem benzerliğine karşın, hukuk temelinde tam bir çapraz pozisyon vardır. Çünkü Köroğlu, Üsküdar’ı kendi atı ile geçtiği halde Erdoğan, bunu, milli iradenin YSK tarafından ifsat edilmesi ile geçti.
ABDÜLHAMİT DİRİLDİ
İslamcıların “Ulu Hakan” düşkünlüğü kara sevda kıvamındadır. Haliç’te donanmayı çürüten Abdülhamit’in adı bir sondaj gemisine ve kapatılan GATA’ya verildi. Döneminde Kuzey Afrika dahil, yaklaşık 1.5 milyon metrekare toprak kaybedildiği halde, “Abdülhamit zamanında bir karış toprak kaybedilmemiştir” sloganı, İslamcıların nesilden nesile devrettiği değişmez mirastır. Kısa süre önce Erdoğan da aynı sözü tekrarladı. Büyük Taarruz’un tarihine Malazgirt’i, Çanakkale destanına Kutül Amare’yi, 23 Nisan’ın yerine Veladet’i alternatif olarak devlet protokolüne soktular. Bunların tümü de bizimdir ama niyetler farklı.
TARİHSEL DÖNEMEÇ
Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın, önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerinde yine bir “Atı alan Üsküdar’ı geçti” planlaması yaptığı çok net.
Modern Türkiye’nin bekası için vazgeçilmez olan hukuk, demokrasi ve laiklik,
İslamcılar açısından Cumhuriyetin ümüğünü sıkmak için detay bile değildir.
O nedenle de AKP’nin zincirleme oldubittilerini anayasaya, hukuka, demokrasiye ve laik sisteme aykırılık açısından eleştirenleri anlamakta hep zorlanmışımdır. Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı örgütlenmenin, hukuk ve demokrasi kaygısı yoktur, gözleri de çok karadır. “Dava”nın patent sahibi Erdoğan bunu hiç saklamadı.
Cumhuriyete karşı saltanatı, Atatürk’e karşı Abdülhamit’i ihya etmek siyasi itikatları açısından “farz” olduğuna göre, sansür neden “sünnet” olmasın. Encümen-i Teftiş’in görevini İletişim Başkanlığı zaten yapıyor. Devri istibdatta “Tahtın kurusun” anlamı çıkabilir vehmi ile “tahtakurusu” sözcüğü bile yasaklanmıştı.
Sansür yasasının iptali için AYM’nin kapısına gidecek olan CHP’nin sonuç alması zor görünüyor. Cumhuriyeti yıkmaya giden yolda her şey planlı ve yasanın çıkarılması ile yüce mahkemedeki denge ayarlaması eşzamanlı. Kapıya dayanan tarihsel seçimlerde Türk ulusu olarak, yeni okyanuslarla buluşmak için kesintisiz bir nehir gibi ebediyete akmak mı, Arap kültür emperyalizminin bataklığına dökülerek tarihten silinmek mi seçenekleri ile karşı karşıyayız.
Aydınlanmacılar, tüm yurtseverler ve Kurtuluş Savaşı’nda canını ortaya koyan
kahramanların torunları gerçek müminler, görev başına!
Aydınlardan, Zülal Kalkandelen için ortak açıklama:
‘Yanındayız, gericiliğe geçit vermeyeceğiz’
Aydın, gazeteci, sanatçı ve akademisyenler, dinci çevrelerin tehdit edip hedef gösterdiği gazetemiz yazarı Zülal Kalkandelen için “Zülâl Kalkandelen’in Yanındayız… Gericiliğe Geçit Vermeyeceğiz…” başlıklı bir metne imza attı.
Son dönemde köşe yazıları nedeniyle özellikle dinci çevrelerce hedef gösterilen gazetemiz yazarı Zülal Kalkandelen’e aydın, gazeteci, sanatçı yazar ve akademisyenlerden destek geldi.
“Bugüne dek sayısız tehdit alan, tecavüzle tehdit edilen, savunduğu görüşleri nedeniyle cinsiyetçi hakaretlerle üzerinde baskı kurulmaya çalışılan Zülâl Kalkandelen’in yanında olduğumuzu ilan ederiz.” denildi.
Destek metni şöyle :
“CumhuriyetGazetesi yazarı Zülâl Kalkandelen, laikliği, eşitliği, yaşam hakkını ve özgürlüğü savunan yazıları nedeniyle gericiler tarafından sistematik bir şekilde hedef gösterilmektedir.
Son olarak İran’da ‘İslami kurallara uygun örtünmediği’ gerekçesiyle katledilen Mahsa Amini hakkında yazdığı makalenin ardından, Yeni Akit Gazetesi ve gazetenin yazarlarından Ali Karahasanoğlu tarafından kezlerce hedef gösterilen Kalkandelen’in can güvenliği açıkça tehlikeye atılmaktadır.
Bugüne dek sayısız tehdit alan, tecavüzle tehdit edilen, savunduğu görüşleri nedeniyle cinsiyetçi hakaretlerle üzerinde baskı kurulmaya çalışılan Zülâl Kalkandelen’in yanında olduğumuzu ilan ederiz.
Laikliğin savunulmasının suç gibi gösterilmesine alışmayacağımız gibi, laikliği, özgürlüğü ve eşitliği savunanların suçlu gibi gösterilmesine geçit vermeyeceğiz.
Zülâl Kalkandelen’e yapılan tehditleri ve hedef gösteren açıklamaları, haber ve paylaşımları kınıyor, hiçbir tehditten korkmuyor, bu gerici karanlığın dağılması için mücadele etmeye devam ediyoruz.”
İMZACILAR
Abdurrahman Bayramoğlu, Avukat Ahmet Müfit Bayram, Şehir Plancısı, Yazar Ahmet Saltık, Prof. Dr. Akasya Kansu Karadağ, Dr. Hukukçu, İlerici Kadınlar Derneği (İKD) GYK Üyesi Alev Doğan, Gazeteci – Gazete Manifesto Haber Müdürü Ali Özgür Dedeoğlu, Eğitimci Alime Mitap, Ressam Alp Atamanalp, Yazar Arzu Becerik, Avukat, İlerici Kadınlar Derneği (İKD) Danışma Kurulu Üyesi Atilla Hekimoğlu, Avukat Atilla Özsever, Gazeteci, Yazar Aydemir Güler, TKP Parti Meclisi Üyesi, Yazar Aygun Zerger, Emekli Memur Aysel Tekerek, Türkiye Komünist Hareketi (TKH) Genel Başkanı Ayşe Sarısu Pehlivan, Yargıçlar Sendikası Başkanı Ayşegül İbici Oruçkaptan, Peyzaj Mimar Aziz Konukman, Prof. Dr. Barış Pehlivan, Gazeteci-yazar Barış Terkoğlu, Gazeteci – Yazar Barış Zeren, Yazar Barkın Asal, Dr. Bengisu İçten, Avukat Berin Ötenel, Tiyatro Sanatçısı Berkay Çelen, Avukat Bilgütay Hakkı Durna, Avukat Burçak Özoğlu, Akademisyen – Sol Portal Yazarı Candan Badem, Akademisyen Celil Denktaş, Yazar Cem Alptekin, Avukat Cengiz Kılçer, Şair, Yeni Ülke Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Ceyda Karan, Gazeteci Çetin Yüksel, Avukat Çiler Dursun, Prof. Dr. Damla Özen, Tiyatro Sanatçısı Deniz Aslan Şenkal, Genel Sağlık-İş Denetleme Kurulu Üyesi Derman Boztok, Dr. Doğan Erkan, Avukat Ekim İsmi, Yeni Ülke Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ekin Şen, Yazar Ender Helvacıoğlu, Bilim ve Gelecek Genel Yayın Yönetmeni Engin Ayça, Sinema Yönetmeni Engin Solakoğlu, Yazar Erdal Atıcı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Erendiz Atasü, Yazar Erhan Karaçay, Mühendis Fatih Yaşlı, Yazar – Akademisyen Fevzi Engin, Dr. Fırat Arapoğlu, Eleştirmen – Yazar Fulya Durak, Avukat Galip Yalman, Prof. Dr. Gönül Erdem, Avukat Gül Erdost, Sosyal Hizmet Uzmanı Güldeste Dedeoğlu, Genel Sağlık-İş Denetleme Kurulu Sekreteri Gülsen Tuncer, Sinema ve Tiyatro Sanatçısı Gülsün Gökalp, Spiker- Program Yapımcısı Güvenç Dağüstün, Müzisyen Haluk Polat, Müzisyen – Eğitimci Hasan Aktaş, Eğitimci Hasan Kırlangıç, İYİ-SEN Başkanı Hasan Sivri, Gazeteci-yazar Hatice İkinci, Gazeteci Hayri Kozanoğlu, Prof. Dr. Hikmet Koyuncuoğlu, Avukat Hüseyin Esentürk – Devrimci 78’liler Federasyonu Ankara Derneği Başkanı Hüseyin Özel, Prof. Dr. Ilgın Su, Yapımcı İbrahim Fikri Talman, Emekli Yargıç, Avukat İlkay Ersus İlke Çandırbay, Avukat İlke Kızmaz, Müzisyen İlker Cenan Bıçakçı, Prof. Dr. İlknur Başer, Sol Parti Başkanlar kurulu Üyesi İnci Boyacıoğlu, Doç. Dr. İsmail Hakkı Tombul, Sosyalist Güç Birliği Yürütme Heyeti Üyesi İzge Günal, Prof. Dr. İzzeddin Önder, Prof. Dr. Kaya Güvenç-TMMOB Eski Başkanı Kemal Parlak, Sınıf Tavrı Sözcüsü Kıymet Coşkun, Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Başkan Vekili Korkut Boratav, Prof. Dr. Korkut Kanadoğlu, Prof. Dr. Kurtuluş Kılçer, TKH Merkez Komite Üyesi Lale Büyük Efe, Avukat Mahmut Aslan, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Genel Sekreteri Mercan Erzincan, Müzisyen Merdan Yanardağ, Gazeteci-yazar Metin Filorinalı, Avukat Metin Yaltı, Avukat Murat Akad, Dr. Murat Çelik, Avukat Murat Şeref Baba, Avukat Murtaza Demir, Yazar, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Kurucu Başkanı Mustafa Büyüksipahi, Gazeteci-Cumhuriyet.com.tr Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Demir, Eğit-Der Eski Başkanı Mustafa Kemal Erdemol, Gazeteci – Yazar Mustafa Türkeş, Prof. Dr. Mutahhar Askari, Öğretmen – Yazar Müjde Tozbey Erden, Avukat, Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı Müslüm Kabadayı, Yazar Namık Koçak, Gazeteci – Yazar Nazım Turan, Avukat Necati Çıtak, Dr. Necdet Pamir, Mühendis, Yazar Necdet Seferoğlu Neval Ogan Balkız, Dr. Hukukçu Nida Açıkalın, Avukat Nuray Atalayer, Dr. Nuray Yenil, İlerici Kadınlar Derneği (İKD) Genel Sekreteri Oğuz Gemalmaz, Sendikacı Oğuz Oyan, Prof. Dr. Oğuz Türkyılmaz, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı Orhan Gökdemir, Gazeteci – Sol Haber Portalı Yazarı Orhan İzzet Kök, Avukat Ömer Faruk Eminağaoğlu, Hukukçu Önder İşleyen, Sol Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Örsan Öymen, Prof. Dr. Yazar Özge Yücel, Doç. Dr. Özgen Seçkin, Yazar-Yayıncı Özgür Aydın, Prof. Dr. Özgür Eryılmaz, Avukat Özlem Şen Abay, Avukat Pelin Yücel, Avukat Rengin Gönenç, Avukat Rıfat Okçabol, Prof. Dr. Sadık Albayrak, Yeni Gelen Dergisi Yazı İşleri Müdürü Sadık Usta, Yazar Savaş Karabulut, Dr. Sedat Vefa Bostan, Avukat Selin Aksoy, Avukatlar Sendikası Başkanı Semiha Özalp Günal, Yrd. Doç. Dr. İlerici Kadınlar Derneği (İKD) GYK Üyesi Serdar Şahinkaya, Yazar – 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu Koordinatörü Serpil Güvenç, Yazar Several Ballıkaya, Avukat Seyhan Erdoğdu, Prof. Dr. Suat Özeren, Dr. İktisatçı Şule Akıncılar Tamer Akgökçe, Hukukçu Taner Timur, Prof. Dr. Yazar Tarık Doğan, Dr. Genel Sağlık-İş MYK üyesi Tolga Binbay, Doç Dr. Yazar Turgay Develi, Gazeteci – Yazar Tülin Tankut, Yazar, İlerici Kadınlar Derneği (İKD) Danışma Kurulu Üyesi Tümay Çetin, Avukat Umut Kuruç, İlerici Kadınlar Derneği (İKD) Genel Başkanı Yaşar Aydın, Birgün Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Yaşar Yamaç, Tüm Emekli Sen Tunceli Şube Temsilcisi Yeliz Toy, Eğitim-İş Bursa Şube Başkanı Zerrin Bayraktar, Prof. Dr.
===================================== Dostlar,
Bu metine elbette biz de imza koyduk.
Zülal Kalkandelen’in söz konusu yazısı aşağıdadır, bütünüyle paylaşıyoruz…
***
Kıyafetinin “İslami örtünme kurallarına uygun olmadığı” gerekçesiyle ahlak polisi tarafından gözaltına alınırken şiddet gördü, komaya girdi ve cuma günü yaşamını yitirdi.
Gözaltına alınmadan bir saat önce çekilmiş, gülümsediği bir fotoğrafı var. Sadece iyi duygular yansıtan güzel yüzündeki o içten gülümseme yok edildi;
21. yüzyılda bir devletin görevlileri, saçı gözüktüğü için bir kadını döverek katletti!
Cuma akşamı bu cinayete isyan edenlerin Amini’nin kaldırıldığı hastanenin çevresindeki protestolarını gösteren videolar yayıldı. Sokaklarda halkın “Diktatöre ölüm!”, “Kız kardeşimi öldüreni öldürürüm!” sloganları yankılanırken bir grup kadın başörtülerini çıkararak“IŞİD’li şerefsizler!” diye bağırıyordu.
Ahlak polisi, protestoya katılan kadınları çığlık çığlığa, tartaklayarak gözaltına alırken çevredekiler ise sadece izliyordu. Bir korku/gerilim filminden sahneler değil, İran’da gerçek hayattan görüntülerdi bunlar…
Devlet görevlileri, Amini’nin polis aracında dövüldüğünü inkâr etse de olayın tanıkları var. Yapılan resmi açıklamada, genç kadının kalp krizi geçirerek öldüğü söyleniyor. Oysa ailesi, hiçbir sağlık sorunu olmadığını belirttiği Mahsa’nın gözaltına alınıp hastaneye getirildiğinde koma halinde olduğunu ve yetkililerin beyin ölümünün gerçekleştiğini söylediklerini belirtiyor.
Kalp krizi geçiren bir hastanın kulağının yanından kan akar mı? Amini’nin hastanedeki odasında kulak ve boyun çevresinin bandajla sarıldığı ve solunum tüplerine bağlandığı görülüyor.
İran Devlet Başkanı İbrahim Reisi, 15 Ağustos’ta kadınların kamusal alanda ve internetteki görüntülerinde kıyafetlerinin İslami kurallara uygun olması için daha katı cezalar getiren bir yasa imzaladı. Göreve geldikten hemen sonra, “ahlak polisi” olarak bilinen din polisini canlandırdı.
Kadın hareketi, İran’da ulusal güvenliğe tehdit olarak görülürken; Mahsa Amini, Reisi’inin İran toplumu üzerindeki “Batı etkisine” karşı “sıfırdan İslamlaştırma programının” kurbanlarından biri oldu.
Bu olayın olduğu gün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Takva, haya ve tesettür” başlıklı cuma hutbesinde ise “Örtünmenin sadece kadını ilgilendirdiği ve başörtüsünden ibaret olduğunu zannetmek ciddi bir yanılgıdır” denildi.
Buradan bir kez daha söyleyelim: Kadınların bedeni ile uğraşmayın!
SİYASAL İSLAMIN YARATTIĞI CEHENNEM
Siyasal İslam işte budur; sokaklarda dövülen, itilip kakılan, hakaret edilen, yerlerde sürüklenen kadınlar gösterir size.
Siyasal İslam budur; “din adına” kadınları ve farklı düşünenleri katlettirir.
Siyasal İslam budur; yaşam tarzınıza, kimliğinize, cinsel yöneliminize, düşüncelerinize, inancınıza karışır.
Siyasal İslam budur; erkeği “efendi” ya da “sahip”, kadını “köle” gibi görür.
Siyasal İslam budur; yobazlığı şahlandırırken yaşam sevincini öldürür.
Siyasal İslam budur; din tüccarları kesesini doldururken, yoksul halkı sömürür.
Siyasal İslam budur; ahlakı kadınların saçı ve bedeni üzerinden tanımlarken katilleri, tecavüzcüleri, soyguncuları korur.
CAN ALAN KARANLIĞA KARŞI LAİKLİK!
Laiklik, işte bunlara karşı var! Bu yobazlığı, kadını erkekten aşağı gören gericiliği önlemek için var.
Kadının toplumsal hayatta hak ettiği saygınlığı elde etmesi için var.
Yasaların referanslarını dinden değil, evrensel hukuk normlarından alması için var.
Halkın kimsenin “tebaası” değil, bu ülkenin eşit yurttaşları olması için var.
Devlet, kimseye inanç, düşünce, yaşam tarzı, cinsel yönelim üzerinden müdahale edemesin diye var.
Laiklik, insanca çağdaş bir yaşam için var.
Her şeyden önce kadınlar için var!
Bakmayın siz, “Burkanın karanlığını seviyorum” diyerek Fransa’dan gazel okuyan sosyolog unvanlı Nilüfer Göle gibilere, “burka” ile simgelenen karanlık, Mahsa Amini gibi kadınları yaşarken hapseden ve bir gün canını da alan karanlıktır.
===================================
Ulusal kimlik bilincinden yoksun siyasal İslam, saltanat-hilafet dönemindeki tavrını bugün de sürdürüyor. Dünyanın en büyük sömürgeci devletlerine ve onların yerli işbirlikçilerine karşı güç koşullar altında kazanılmış “Türk Kurtuluş Savaşı”nı ve onun eşsiz komutanı Atatürk’ün adını tarih sayfalarından çıkarmak istiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çokuluslu yapısı içinde diğer ulusların ardında kalan Türkler, bulundukları her ortamda ulusal kimliklerini sergilemekten kaçınırlar; adeta Türk olduğunu söylemekten utanırlardı. Çünkü İslama göre ulusçuluk günahtı. Köhne saltanatı ortadan kaldıran ve Cumhuriyeti kuran “Atatürk Devrimi”, ulusal niteliği nedeniyle başlangıcından bu yana hep siyasal İslamın hedefi oldu. Sonra da “Kurtuluş Savaşı” tartışmaya açıldı ve sonunda ulus kimliğinin reddi noktasına gelindi… Bugün, Türk kimliğinin yok edilmesi için Osmanoğlu soyu, Türk ulusuna “ecdat” olarak benimsetilmek isteniyor.
ATATÜRK DİYOR Kİ
“Bizim karşı olduğumuz bu hanedandır (Osmanoğlu). Anadolu-Rumeli insanı, elbette bizim insanımızdır. Bizler o insanların devamıyız. Ama bizim atamız Osmanlı hanedanı değil! Biz hanedan soylu değiliz.”
“Osmanoğulları 600 yıldan beri zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardır. Şimdi de Türk ulusu, bu saldırılara ‘Artık yeter’ diyerek, ayaklanarak egemenlik ve saltanatını doğrudan kendi eline almış bulunuyor.”
“Kafasını ve vicdanını en ileri gelişme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecekler ki onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millettir.”
Bilimsel tespitler Anadolu’da Türk kültürüne ait bulguların geçmişini binlerce yıl öncesine dayandırıyor. Ne var ki bu gerçek, siyasal İslamın sistemli çabalarıyla göz ardı ediliyor. Ve Anadolu’daki Türk varlığı 11. yüzyılda Selçuklularla başlatılıyor.
Zamanla yaygın yanlış kullanım, nadir doğru kullanımın yerine geçiyor ve gerçeklerden uzak yapay bir tarih anlayışı oluşturuluyor.
İslamiyet öncesini ve İslamiyeti kabul etmemiş olan Türkleri yok sayan bu sorunlu tarihsel yaklaşımla, Cumhuriyetin oluşturduğu “ulusal kimlik” ve “ulusal bilinç” yıkıma uğratılıyor.
Böylece “Türkiye Cumhuriyeti”ni ”Türkiye İslam Cumhuriyeti”ne götürecek yolun taşları döşeniyor!…
Oradaydık (15.8.22). AYM (Anayasa Mahkemesi) önünde idik, Ahlatlıbel Parkı içinde.
Birkaçyüz kişi rahatlıkla vardık. Az sayıda gazeteci ve kamera vardı.
Bir hanımefendi yukarıdaki basın açıklamasını acılı ses tonuyla, megafonsuz okudu.
Ağırbaşlılıkla ve hiç slogan atmadan, ajitasyona başvurmadan.
Bitiminde çokça ve uzun süre alkışlandı. (Akşam hangi TV’lerin bu eyleme yer vereceklerini göreceğiz..)
Evet, bir kör intikam uğruna, göz göre göre 13 yüksek rütbeli subay ağırlaştırılmış yaşamboyu (müebbet) hapis cezasına çarptırıldı ve 1 yıldır tek başlarına hücrelerde tutulmaktalar.
E. Org. Çevik Bir, ileri derecede demans tanısı ile Adli Tıp Kurumu raporuyla salıverildi.
Yüksek rütbeli ve yaşlı 13 komutan, değişik sağlık sorunları ile yaşama tutunma çabasıyla hapiste.
Ülkemizdeki dinci iktidar, yargıyı da emellerine alet ederek böylesine acımasız bir terörü uygulamakta, yandaş olmayanlarına kendince ölçüsüz gözdağı vermekte. Dahası Cumhuriyet ile hesaplaşmakta!
Bu zulüm, bir taşla birkaç kuş vurmaya tipik örneklerden.
Kurban seçilen komutanların adları ve yaşları aşağıda.,,,,,,,,,,
90 yaşında bir emekli orgeneral hücre hapsinde, helal olsun AKP ve yargısına(!!??)
Oysa İslamiyet’te Müslüman kin tutmaz, nefret ve intikam gütmez. Kuran’da en sık yinelenen Tanrı nitemi (sıfatı) “rahman ve rahim” dir : Esirgeyen ve bağışlayan. Tanrının çoook yüksek ölçüde esirgeyen ve bağışlayan olduğu sıklıkla vurgulanır nedense. Bizim müslümanlarımız neden böyle değil de tam zıddı??
Yanıt : SİYASAL İSLAM!
“Siyasal İslam” bir din değildir! Tam da tersine, düpedüz, İslam dininin açıkça ve alçakça siyasete alet edilmesi ve emperyalizmin güdümününe verilmesidir.
Siyasal İslamcı, kendisini maşa gibi sunarak emperyalistlerce iktidara getirilir ve orada kullanılır. Makam, ün, güç, para.. ise suç işletilerek de olsa ödülleridir ve tanrıları gerçekte bunlardır. Ayrıca tanrıları nasıl olsa ve nedense çoook “rahman ve rahim” dir.
Yapıp ettiklerine kılıf uydurmak da (psikolojik rasyonalizasyon) çok kolaydır :
Burası dar-ül harp ülkesi!
Bu ülkede her şeyyyy ama herrrrrrr şeyyyyyy sınırsız olarak “mübah” tır siyasal islamcı dinbaza(!!!)
13-14 generalin başına getirilen de bir CIA operasyonudur ve maşası, havuç – sopa politikası ile güdülen iktidardır.
Bu komutanlar görevde iken siyasal islamcı Erbakan iktidarı – CIA işbirliğini görmüşler ve halkı uyarma meşru görevini yerine getirmişlerdir. Önerileri MGK’da kabul edilmiş ve Başbakan N. Erbakan imzasıyla uygulamaya konmuştur. Yukarıdaki basın açıklamasında da vurgulandığı üzere, Erbakan ve Koalisyon ortakları, Bakanlar, 28 Şubat 1997 Kararları ile kendilerine dönük herhangi bir baskıdan
söz etmemişlerdir. Hatta tersine, bir baskı görmediklerini açıklamışlardır.
Durum böyle iken kraldan çok kralcı davranma, ancak CIA dayatmasıyla bu saygın komutanlardan intikam almak operasyonudur ve AKP iktidarı bunun aracıdır; yargı da ne yazık ki iktidarın.
Bu tablo insanlık tarihi açısından bir yüz karası ve utanç vericidir, psikolojik savaştır.
***
AYM’ye gelene dek Yargıtay dahil, mahkemeler adaletin gür sesini haykıramamışlardır..
Şimdi sıra AYM’dedir. Dosya 1 yıldır, bireysel başvuru olarak yüksek mahkemenin önündedir.
Yüksek mahkemenin ülkemizin içine sürüklendiği bu “maküs talihi” durduracak adil bir kararı gecikmeden vermesini dilemek bir insan, aydın ve yurttaş olarak en doğal hakkımızdır.
Öte yandan, geç kalan adaletin adalet sayılamayacağını da hepimiz biliyoruz. Oysa Komutanların Bireysel başvurularının öncelikle ve ivedilikle görüşülmesi için somut, nesnel koşullar vardır :
– Bu dava çok sanıklıdır..
– Hükümlüler hapiste, hücrededir.
– İleri yaştadırlar… 74-90 yaş arası..
– Eşlik eden ciddi sağlık sorunları vardır ve bu sorunlar İnfaz Yasası uyarınca cezanın hapishanede infazına engel olacak niteliktedir.
– Mevzuat seçenek infaz rejimlerine elvermektedir..
Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı bu yasanın (CEZA ve GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA YASA) md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle izlenecek yol şöyledir :
“… öbür hastalıklarda cezanın infazına resmi sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur.
Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”
Geçmişte E. Org. E. Saygın vd. bu bağlamda salıverildi (Şubat 2013). Son örnek E. Org. Çevik Bir..
Anılan yasanın 16/3 maddesi ise yönteme ilişkin :
“Yukarıdaki fıkralarda belirtilen ‘geri bırakma’ kararı, Adli Tıp Kurumu’nca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığı’nca belirlenen tam donanımlı hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip, Adli Tıp Kurumu’nca onaylanan rapor üzerine infazın yapıldığı yerin Cumhuriyet Başsavcılığınca verilir.”
*** AYM sıradan bir mahkeme değildir. 6216 Sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’a ek olarak görev ve yetkileri, kuruluşu, işleyiş ve karar alma yöntemleri…. ayrıntılı olarak doğrudan Anayasada 8 madde ile (146-153) düzenlenmiştir. Yüksek mahkemenin kararları net olarak bağlayıcıdır :
Anayasa md. 138/son : Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.
Anayasa md. 153/son : Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.
AYM’nin vereceği bir “hak çiğnemi (ihlali)” kararı, derece mahkemesi olan ilgili ağır ceza mahkemelerince değerlendirilecek ve bu yönde karar alınarak yargılamanın yenilenmesi ve en azından tutuksuz yargılama kararı verilebilecektir.
İstenen de şimdilik, özde budur ve bu hukuksal koruma önlemi ivedidir, acildir.
Bir yıldır hapiste tutulan ileri yaştaki ve ciddi sağlık sorunları ile boğuşan emekli komutanların, gerekli güvenlik önlemlerine de TCK md. 53 uyarınca hükmedilebilir. Örn. yurt dışına çıkma yasağı, polis merkezinde günlük / haftalık imza vb. hatta hala gerek varsa elektronik kelepçe!?
AYM önündeki bu toplantı ve basın açıklaması, Anayasa md. 138/2 uyarınca “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” hükmüne saygılıdır ve Anayasaldır (AY md. 34)! İstenen, “bir an önce” bir karara varılması, bekleme sürecinin daha çok ve yersiz uza(tıl)mamasıdır.
Bu bağlamda tek ölçüt acaba AYM’ye bireysel başvuru sırası mıdır?
Hayır değildir, bu “mekanik” ve “katı” bir biçimsel eşitlik anlayışıdır (equality) ve doğrudan eşitsizlikbile doğurabilir!
Dinamik eşitlik anlayışı hakkaniyet (equity) temellidir ve “herkese hak etiğini vermeyi” içerir kadim Aristoteles‘ten bu yana..
Öte yandan eşitlik; yatay düzlemde eşitlere eşit davranmayı içerdiği gibi, dikey bağlamda eşit olmayanlara eşit davranmamayı da gerektirir. 13 emekli komutan tam da bu son duruma uygun koşullardadır. AYM’nin bilge yüksek yargıçları, kuşkusuz tüm bu hususları gereğince irdeleyecek; salt ama salt, hukukun üstünlüğünün gereği olan yüce adalet ülküsünü yerine getirme amaçlı davranacaklardır.
Bu eylem ve yazdıklarımız, demokratik bir toplumda hiç kuşku yok ifade özgürlüğü kapsamındadır. AYM de kararlarında eleştiriye açık olduğunu hep belirtmektedir. Yukarıda anılan Anayasa hükümleri hiç kuşku yok, AYM’yi mutlak dokunulmaz kılmıyor. Tersine yükümlüyor demokratik hukuk devleti için.
***
Öte yandan, AYM “daha çok” gecikirse, bireysel başvuru sahipleri iç hukuk yollarını tüketmiş sayılabilecektir. AİHM’nin bu yönde kararları vardır. AİHS gereği AİHM’ne gidebilmek için iç hukuk yollarının tüketilmesi istenmektedir. Ne var ki; gereğinden çok uzayan, makul sürede sonlanmayacağı anlaşılan iç hukuk yolları tıkanması söz konusu olduğunda AİHM, bu hukuksal koşulun yerine geldiği varsayımı ile kendisine yapılan hak çiğnemi (ihlali) başvurularını kabul etmektedir.
13 emekli komutanın yasal temsilcileri, “makul bir süre” (ne denli?? Belki 1-2 ay..) daha bekleyerek:
İç hukuk yollarının tıkandığını, tüketilmesinin eylemli olarak (fiilen, de facto) olanaksızlaştığını,
Adil ve hızlı yargılanma hakkının da ihlal edildiğini,
13 hükümlünün ileri yaşta ve ciddi sağlık sorunları nedeniyle, hapis cezasının infazının sürdürülmesi durumunda YAŞAM HAKLARININ DA AÇIKÇA ÇİĞNENECEĞİNİ,
oysa hiçbir ceza yaptırımının asla böylesi bir çiğneme (ihlale) neden olamayacağını,
Telafisi olanaksız istenmeyen sonuçların (engellilik, ölüm!) ortaya çıkmasının
açık ve yakın, somut bir tehlike ve tehdit olduğunu…
savlayarak doğrudan ve hemen AİHM’ne başvurabilirler, başvurmalıdırlar.
Öncelikle çağrımıza uyarak burada toplanan herkese tek tek şükranlarımızı ve minnetimizi belirterek sözlerimize başlıyorum.
Bizler, kamuoyunda 28 Şubat davası olarak bilinen bir kumpas davada yargılanarak müebbet hapis cezası alan ve F tipi cezaevlerinde tam 1’nci yıllarını dolduran, yaşları 74 ile 90 arasında değişen 13 askerin eşleri, çocukları, yakınları, silah arkadaşları, dostlarıyız.
Ancak hepimiz her şeyden önce ADALET ARAYIŞÇILARIYIZ!
Eşlerimiz, babalarımız, silah arkadaşlarımız olan bu insanlar yıllarca bu devlette Ordu Komutanlıkları, Kuvvet Komutanlıkları gibi en üst düzeyde görev yaptılar. Ettikleri yemine bağlı kalarak devlet, millet ve Türk Silahlı Kuvvetleri için gecelerini gündüzlerine katarak bir ömür hizmet ettiler; Türk Milletinin onurunu, askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canlarından aziz bildiler, Cumhuriyet ve vazife uğruna ettikleri yeminden taviz vermediler. Öyle ki, görevleri ailelerinden bile öncelikliydi; eşleri gerektiğinde aylarca bu komutanları göremedi, çocuklarını neredeyse babasız büyüttü.
Bundan hiç yüksünmedik. Eşlerimizi seçerken askerliğin bir fedakârlık mesleği olduğunu ve bizlerin de birer asker eşi olarak türlü güçlüklere aynı fedakârlıkla göğüs germek durumunda olduğumuzun bilinci içindeydik.
Eşlerimiz kutsal saydıkları üniformayı çıkarıp emekli olduklarında, artık torun sevme döneminde iken, eski başbakanlardan merhum Erbakan’ın vefatı beklendikten sonra, birdenbire, her nasılsa birilerinin aklına 28 Şubat‘ın bir “askerî darbe” olduğu geliverdi. Savcı kılıklı FETÖ üyesi bir şahıs, tıpkı Atabeyler, Ergenekon, Malatya – Zirve, Balyoz, Kozmik Oda, İstanbul ve İzmir Askerî Casusluk, Oda Tv, Fenerbahçe – Şike ve benzeri bir dizi davanın birebir kopyası ve son halkası olarak “28 Şubat Davası”nı başlattı. 76’sı tutuklu 103 kişi bu davanın sanığı yapıldı. Yaklaşık 5 yıl süren mahkeme sürecinde akıl almaz hukuksuzluklar, usulsüzlükler yaşandı, sırf sanıkları suçlu çıkarabilmek için üretilmiş, tahrif edilmiş sahte belgeler kullanıldı. Avukatlarımızın o süreçte bütün o hukuksuzlukları, usulsüzlükleri, sahte belgeleri, toplanmayan gerçek delilleri, dinlenmeyen tanıkları, göz ardı edilen bilirkişi raporlarını tek tek somut belgelerle ortaya koymalarına ve bu davanın bir FETÖ kumpası olduğunu kuşkuya yer olmayacak biçimde kanıtlamalarına rağmen tüm gerçeklerin üstü örtüldü, görmezden – duymazdan gelindi ve 14 kişiye ceza verildi. Sonuçta eşlerimiz, babalarımız 19 Ağustos 2021 tarihinde demir parmaklıklar ardına kondu.
İşte 4 gün sonra tam 1 yıl bitmiş olacak.
Mahkeme sürecinde ısrarla altını çizdiğimiz bir durumu şimdi kamuoyunun huzurunda bir kez daha vurguluyoruz:
28 Şubat Davası – tıpkı diğerleri gibi – bir FETÖ kumpasıdır! Soruşturmayı başlatan ve davanın iddianamesini yazan savcılar, ilk tutuklamaları yapan ve mahkeme sürecinde yer alan bir kısım hâkimler, soruşturma sürecinde savcılara sözde belge temin eden şahıslar, temin edilen belgeler hakkında “güvenilir” raporu veren TÜBİTAK görevlileri, savcıya Genelkurmay’dan belge ulaştıran askerî personel, yani kısaca bu davaya “eli değen” herkes bir şekilde FETÖ bağlantılı çıktı. Bugün o şahısların bir kısmı FETÖ üyeliği, bir kısmı da 15 Temmuz’daki rolleri nedeniyle halen ağırlaştırılmış mübbet hapis cezalarıyla cezaevlerinde, bir kısmı ise yurt dışında firarî (kaçak) durumdadır.
Bütün bu gerçeklere rağmen dava inatla sürdürüldü ve sayılan tüm hukuksuzluklar Yargıtay’a kadar sıralı mahkemelerce hep göz ardı edildi.
Yargı sürecinde, bu ülkede adalet olduğu inancımızı hep muhafaza ettik, ama hep hayal kırıklığına uğradık. 28 Şubat’ın darbe ile ilgisi olmadığını,
“İddianame”nin sırf sanıkları suçlu çıkarmak üzere kin, nefret ve husumetle hazırlanmış bir kumpas çalışması olduğunu
ve TSK mensuplarına yönelik bütün diğer kumpas davalardakilere çok benzer sahteliklerle kurgulandığını, dolayısıyla her halükârda yargıçların bu hukuk rezaletlerini göreceklerini sandık. Ancak yanıldık. Başlangıçta da söylüyorduk, ama bugün artık bu davanın bir siyasi dava olduğuna, yargının siyaset eliyle bir intikam aracı olarak kullanıldığına tereddüdümüz kalmadı.
Yüce Türk Milleti ve Değerli Katılanlar;
Herkes şunu biliyor: Merhum Erbakan yaşadığı müddetçe hiçbir zaman bir askerî darbe ile devrildiğini söylememiş, darbeyi ima dahi etmemiştir. Aynı şekilde, devam eden yargılamalar sırasında tanık olarak gelip dinlenen hiçbir hükûmet yetkilisi o süreçte baskı, cebir ve şiddete maruz kaldıklarına ilişkin tek bir söz etmemiş, aksine cebir ve şiddeti reddetmişlerdir. Bu gerçeklere rağmen şu anda yaşları 74 ile 90 arasında olan 13 insan Erbakan Hükûmetini devirdikleri gerekçesiyle demir parmaklıklar ardında ömür tüketiyor.
Ülkenin rejimini kendi ideolojik algılarına göre şekillendirmek isteyen çevreler 28 Şubat sürecini topluma bir “askerî darbe” olarak empoze etmekte ve bunun propagandası üzerinden siyasî rant elde etmeyi hedeflemektedirler.
Yaş ortalaması 80’in üzerinde olan ve her biri ayrı sağlık sorunu yaşayan insanların kumpaslarla cezaevinde olması öncelikle yaşam hakkının ihlalidir.
Bizler tam 1 yıldır Anayasa Mahkemesi’nin bu dosyayı ele almasını bekliyoruz.
Uluslararası ceza normlarına göre de sanıkların yaşları nedeniyle bu davaya ilişkin itirazların bir an önce ele alınması gerekmektedir. Ancak anlaşılan o ki, içerideki insanların ölmeleri ya da en azından kendini ve çevresini tanıyamayacak kadar kötürüm olmaları beklenmektedir.
Bizler buraya AYM’nin lehimize bir karar vermesini sağlamak için toplanmadık. Talebimiz, AYM’nin bir an önce hak ihlali konusundaki bireysel başvurularımıza bir yanıt vermesi ve dosyayı ele almasıdır. Zaten inanıyoruz ki, dosyayı açtıklarında, hukuk tarihimize kara bir leke olarak geçeceğinden kuşku duymadığımız 28 Şubat Davasındaki bütün hukuk garabetlerini görecek ve verilen kararlara kendileri de şaşıracaklardır. (Tabii eğer görmek isterlerse…)
Son söz olarak; bizler ölümlere doğru giden haksız bir infaz sürecini kamuoyuyla paylaşmak üzere burada toplandık.
Bu sesin duyulmasına verdiğiniz katkı nedeniyle hepinize tekrar minnet ve şükranlarımızı sunuyor,
Anayasa Mahkemesi’nin de bu sese kulak veripbir an önce gereğini yapmasını diliyoruz.
Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz. 15 Ağustos 2022, Ankara
Oradaydık. AYM (Anayasa mahkemesi) önünde idik, Ahlatlıbel Parkı içinde.
Birkaçyüz kişi rahatlıkla vardık.
Bir hanımefendi yukarıdaki basın açıklamasını acılı ses tonuyla, megafonsuz okudu.
Ağırbaşlılıkla ve hiç slogan atmadan, ajitasyona başvurmadan.
Bitiminde çokça ve uzun süre alkışlandı. Az sayıda gazeteci ve kamera vardı.
Akşam hangi TV’lerin bu eyleme yer vereceklerini göreceğiz.
Evet, bir kör intikam uğruna, göz göre göre 14 yüksek rütbeli subay ağırlaştırılmış yaşamboyu (müebbet) hapis cezasına çarptırıldı ve 1 yıldır tek başlarına hücrelerde tutulmaktalar.
E. Org. Çevik Bir, ileri derecede demans tanısı ile Adli Tıp Kurumu raporuyla salıverildi. 13 yüksek rütbeli ve yaşlı komutan, değişik sağlık sorunları ile yaşama tutunarak hapiste.
Ülkemizdeki dinci iktidar, yargıyı da emellerine alet ederek böylesine acımasız bir terörü uygulamakta, yandaş olmayanlarına kendince ölçüsüz gözdağı vermekte. Bu zulüm, bir taşla birkaç kuş vurmaya tipik örneklerden. Kurban seçilen komutanların adları ve yaşları aşağıda.
Oysa İslamiyet’te Müslüman kin tutmaz, nefret ve intikam gütmez. Kuran’da en sık yinelenen Tanrı nitemi (sıfatı) “rahman ve rahim” dir.. Esirgeyen ve bağışlayan. Tanrının çoook yüksek ölçüde esirgeyen ve bağışlayan olduğu sıklıkla vurgulanır. Bizim müslümanlarımız neden böyle değil de tam zıddı??
Yanıt : SİYASAL İSLAM!
“Siyasal İslam” bir din değildir. Tam da tersine, düpedüz, İslam dininin açıkça ve alçakça siyasete alet edilmesi ve emperyalizmin güdümününe verilmesidir. Siyasal İslamcı, kendisini maşa gibi sunarak emperyalistlerce iktidara getirilir ve orada kullanılır. Makam, ün, güç, para.. ise suç işletilerek de olsa ödülleridir ve tanrıları gerçekte bunlardır. Yapıp ettiklerine kılıf uydurmak da (psikolojik rasyonalizasyon) çok kolaydır :
Burası dar-ül harp ülkesi!
Bu ülkede her şeyyyy ama herrrrrrr şeyyyyyy sınırsız olarak “mübah” tır siyasal islamcıya!
13-14 generalin başına getirilen de bir CIA operasyonudur ve maşası havuç – sopa politikası ile güdülen iktidardır. Bu komutanlar görevde iken siyasal islamcı Erbakan iktidarı – CIA işbirliğini görmüşler ve halkı uyarma görevini yerine getirmişlerdir. Önerileri MGK’da kabul edilmiş ve Başbakan Erbakan imzasıyla uygulamaya konmuştur. Yukarıdaki basın açıklamasında da vurgulandığı üzere, Erbakan ve Koalisyon ortakları, Bakanlar, 28 Şubat 1997 Kararları ile kendilerine dönük herhangi bir baskıdan söz etmemişlerdir. Hatta tersine, bir baskı görmediklerini açıklamışlardır.
Durum böyle iken kraldan çok kralcı davranma, ancak CIA dayatmasıyla bu komutanlardan intikam almak operasyonudur ve AKP iktidarı bunun aracıdır; yargı da ne yazık ki iktidarın.
Bu tablo insanlık tarihi açısından bir yüz karası ve utanç vericidir.
AYM’ye gelene dek Yargıtay dahil, mahkemeler adaletin gür sesini haykıramamışlardır.. Şimdi sıra AYM’dedir. Dosya 1 yıldır, bireysel başvuru olarak yüksek mahkemenin önündedir. Yüksek mahkemenin ülkemizin içine sürüklendiği bu “maküs talihi” durduracak adil bir kararı gecikmeden vermesini dilemek bir insan, aydın ve yurttaş olarak doğal hakkımızdır.
Öte yandan, geç kalan adaletin adalet sayılamayacağını da hepimiz biliyoruz. Komutanların Bireysel başvurularının öncelikle ve ivedilikle görüşülmesi için nesnel koşullar vardır :
– Bu dava çok sanıklıdır..
– Hükümlüler hapiste, hücrededir.
– İleri yaştadırlar… 74-90 yaş arası..
– Eşlik eden ciddi sağlık sorunları vardır ve bu sorunlar İnfaz Yasası uyarınca cezanın hapishanede infazına engel olacak niteliktedir.
– Mevzuat seçenek infaz rejimlerine elvermektedir..
Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı bu yasanın (CEZA ve GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA YASA) md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle izlenecek yol şöyledir:
“… öbür hastalıklarda cezanın infazına resmi sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur. Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”
Geçmişte E. Org. E. Saygın vd. bu bağlamda salıverildi (Şubat 2013). Son örnek E. Org. Çevik Bir.. Anılan yasanın 16/3 maddesi ise yönteme ilişkin :
“Yukarıdaki fıkralarda belirtilen ‘geri bırakma’ kararı, Adli Tıp Kurumu’nca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığı’nca belirlenen tam donanımlı hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adli Tıp Kurumu’nca onaylanan rapor üzerine infazın yapıldığı yerin Cumhuriyet Başsavcılığınca verilir.”
*** AYM sıradan bir mahkeme değildir. 6216 Sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’a ek olarak görev ve yetkileri, kuruluşu, işleyiş ve karar alma yöntemleri ayrıntılı olarak Anayasada doğrudan 8 madde ile (146-153) düzenlenmiştir. Yüksek mahkemenin kararları net olarak bağlayıcıdır :
Anayasa md. 138/son : Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.
Anayasa md. 153/son : Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.
AYM’nin vereceği bir “hak ihlali” kararı, derece mahkemesi olan ilgili ağır ceza mahkemelerince değerlendirilecek ve bu yönde karar alınarak en azından yargılamanın yenilenmesi ve tutuksuz yargılama kararı verilebilecektir.
İstenen de şimdilik, özde budur ve bu hukuksal koruma önlemi ivedidir, acildir.
1 yıldır hapiste tutulan ileri yaştaki ve ciddi sağlık sorunları ile boğuşan komutanların, gerekli güvenlik önlemlerine de TCK md. 53 uyarınca hükmedilebilir. Örn. yurt dışına çıkma yasağı, polis merkezinde günlük / haftalık imza vb. hatta hala gerek varsa elektronik kelepçe..
Toplantı ve basın açıklaması, Anayasa md. 138/2 uyarınca “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” hükmüne saygılıdır. İstenen, “bir an önce” bir karara varılması, bekleme sürecinin daha çok uza(tıl)mamasıdır.
Bu bağlamda tek ölçüt acaba AYM’ye başvuru sırası mıdır?
Hayır değildir, bu “mekanik” ve “katı” bir biçimsel eşitlik anlayışıdır (equality) ve doğrudan eşitsizlik bile doğurabilir!
Dinamik eşitlik anlayışı hakkaniyet (equity) temellidir ve “herkese hak etiğini vermeyi” içerir kadim Aristoteles‘ten bu yana..
Öte yandan eşitlik; yatay düzlemde eşitlere eşit davranmayı içerdiği gibi, dikey bağlamda eşit olmayanlara eşit davranmamayı da gerektirir. 13 komutan tam da bu son duruma uygun koşullardadır. AYM’nin bilge yüksek yargıçları kuşkusuz tüm bu hususları gereğince irdeleyecektir. Salt ama salt, hukukun gereği olan yüce adalet ülküsünü yerine getirme amaçlı davranacaklardır.
Bu eylem ve yazdıklarımız, demokratik bir toplumda hiç kuşku yok ifade özgürlüğü kapsamındadır. AYM de kararlarında eleştiriye açık olduğunu hep belirtmektedir. Yukarıda anılan Anayasa hükümleri hiç kuşku yok, AYM’yi mutlak dokunulmaz kılmıyor.
***
Öte yandan, AYM “daha fazla” gecikirse, bireysel başvuru sahipleri iç hukuk yollarını tüketmiş sayılabileceklerdir. AİHM’nin bu yönde kararları vardır. AİHS gereği AİHM’ne gidebilmek için iç hukuk yollarının tüketilmesi istenmektedir. Ne var ki; gereğinden çok uzayan, makul sürede sonlanmayacağı anlaşılan iç hukuk yolları söz konusu olduğunda, AİHM, bu hukuksal koşulun yerine geldiği varsayımı ile kendisine yapılan hak ihlali başvurularını kabul etmektedir.
13 komutanın yasal temsilcileri, “makul bir süre” (ne denli?? belki 1-2 ay..) daha bekleyerek, iç hukuk yollarının tıkandığını, tüketilmesinin fiilen olanaksızlaştığını, adil ve hızlı yargılanma hakkının da ihlal edildiğini, hükümlülerin ileri yaşta ve ciddi sağlık sorunları nedeniyle, hapis cezasının infazının sürdürülmesi durumunda YAŞAM HAKLARININ DA AÇIKÇA İHLAL EDİLECEĞİNİ, telafisi olanaksız sonuçların ortaya çıkmasının açık ve yakın bir tehlike ve tehdit olduğunu… savlayarak doğrudan ve hemen AİHM’ne başvurabilirler, başvurmalıdırlar.
Toplantı alanında kameralara kısa bir demeç verdik. Bize ulaşan kısa kayıt aşağıda :
Sevgi ve saygı ile. 15 Ağustos 2022, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Kamu Yönetimi-Siyaset Bilimci (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik