Etiket arşivi: Ali Rıza Aydın

Piyasalaşan anayasa

 

Anayasa tartışması devam ediyor. Sevgili Aydemir Güler’in geçen Cumartesi yazısınaTürkiye, ben kendimi bildim bileli Anayasa tartışır.” tümcesiyle başlaması abartı değil. Ancak kendisinin de vurguladığı gibi bu tartışmanın gerçekçi olanı ve olmayanı var.

Anayasal gelişme ve gerileme tezlerinin yansımalarıyla ya da daha gerçekçi deyişle toplumsal ilişkilerin yansıma biçimleriyle süregelen bir anayasa geçmişimiz var. Sokaklarda “İslam Anayasası” broşürü dağıtılan, İslam anayasasına geçilemeyen ama geçilmiş gibi yaşanılan bir ülkedeyiz.

  • Anayasanın özü, bireysel ve toplumsal olarak insan olmalı.  

Özünde ilerlemeci, aydınlanmacı, eşitleştirilmiş insanlığın insanı olan anayasa gelişmenin yansıması; karanlığın, gericiliğin ve sömürünün insanı olan anayasa gerilemenin yansıması.

Anayasal gerileme tezlerinin özelliği “yapı”yı, “ilişkiler”i, “eşitsizliği”, “hakları” gizleyip biçimle uğraşmaları. Biçim ağırlığı organlarıyla, görev ve yetkileriyle devlete verildiğinde, akan suları durdurduklarını sanıyorlar.

Erdoğan’ın 12 Eylül günü Ulucanlar Eski Cezaevinde düzenlenen “Yeni Anayasa Sempozyumu”nda yaptığı açıklamalar, “yeni, sivil, demokratik, özgürlükçü, kuşatıcı” sözcükleriyle “ideal anayasa metni” çağrıları “düzen aynı kalacak ama anayasa yenilenecek” demekten öte bir şey söylemiyor, söyleyemez de… AKP ve ortakları iktidarının “demokratik, özgürlükçü ve kuşatıcı” derken kimleri, hangi ideoloji ve siyaseti kapsadığı, kavramları nasıl yanılsama içine soktuğu 2002’den bu yana her yönden kanıtlandı.

Sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin özgürlüğü, onların siyasetlerinin demokratlığı dışında ne yaşadı Türkiye? İlericilerin, aydınların, sanatçıların, gazetecilerin, çocukların, kadınların ve bütünüyle emekçi halkın hak ve özgürlüklerinin engellenmesi ve sömürülmesi, doğanın talanı dışında ne yaşadı Türkiye?

Her seçimde emekçi halkın genel oy hakkının sömürücüler ve siyasetçileri tarafından çalınmasının dışında ne yaşadı Türkiye?

  • Zamlar ve pahalılık, yağma ve soygun, doğa ve kadın katliamı, işçi cinayetleri,
    sınırsız sömürü
    dışında ne yaşadı Türkiye?

1921 Anayasasından 1982 Anayasası ve değişikliklerine dek ne tartışmalar ve değişiklikler yapıldı ne hükümet değişiklikleri uygulamaya sokuldu… “Meclis hükümeti”nden “parlamenter rejim”e geçen Türkiye oradan da “başkanlı rejim”e geçti. “Dini İslam”dan “laik hukuk”a geçen devlet, Anayasaya karşın dinsele teslim edildi. Arada anayasal gelişme tezleri de yaşama sokulduysa da, anayasaların ekonomi politiği olan sömürü değişmedi, derinleşti.

Bugün hep vurguladığımız gibi, “anayasalı anayasasızlaştırma” dönemindeyiz ve Erdoğan’ın “yeni, ideal anayasası”nın özü bu… Yanılsamalarla, dinsellikle oyalayarak ve uyuşturarak kolay yönetim, kolay sömürü. Bu düzene engel olmayan hukuka evet, olana hayır.

Zaten kapalı olması gereken ama her alanda yaygınlaşarak büyüyen
tarikat ve cemaatler kaldırılmadan yeni anayasa yapılamaz.

Laiklik siyasette, devlette, hukukta, her alanda ödünsüz ve eksiksiz uygulanmadan yeni anayasa yapılamaz.

Özelleştirmeler yasaklanmadan, özelleştirilen, kamusal hizmetleri yürüten, toplumsal üretim araçlarını elinde tutan özel mülk ve işletmeler devletin elinde kamucu yapılmadan yeni anayasa yapılamaz.

Kapitalizme ve emperyalizme, onların NATO, IMF, DB gibi örgütlerine bağımlılıktan kurtulmadan yeni anayasa yapılamaz.

Evet bunlar iktidar konusu ve sorunu.

Sömürücü düzenin adları farklı, özleri aynı siyasal partilerinin anayasalarının, içinde ara sıra gerçekçi gelişme tezleri taşısa da, sömürücü düzenin ilişkilerini yansıttığı unutulmamalı. O gerçekçi tezlerin anayasanın metni içine –1924 Anayasasındaki laiklik ve toprak reformu, 1961 Anayasasındaki hak ve özgürlükler, 1982 Anayasasındaki katı hak ve özgürlük sınırlamalarının esnetilmesi gibi- yerleştirilmiş olmasının sömürü ilişkilerine dokunmadıkça yaşatıldığı, dokunduğu an askıya alındığı ya da değiştirildiği unutulmamalı.

Siyasal iktidarların hukuksal belgeleri ve örgütlenmeleri sermaye iktidarından ve toplumsal yapılanmadan ayrı olmaz.

Ve evet iktidar konusu ve sorununu çözecek olan da sınıfsız ve sömürüsüz toplumun halk iktidarı.

Türkiye’yi kapitalist/emperyalist ilişkilerin içine çekerek demokratlaştırdığını iddia edenler, ılımlı İslamın içine çekerek uyumlulaştıranlar iktidarda ve düzen içi siyaset de aynı düzenin kuyruğunda. Erdoğan’ın “yeni anayasayı gelin birlikte yapalım” çağrısı liberalizm bulamaçlı düzene.

Bu çağrıda ve olası uzlaşmada “anayasanın kurucu unsuru ne olacak” sorusunun yanıtı yok.

Anayasanın kurucu unsuru dinsellik mi olacak laiklik mi, piyasa mı olacak emek mi?

Erdoğan’ın “MHP ve AKP dışında yeni bir anayasa metni hazırlayan teşekkül çıkmadı” demesi, TBB’den DİSK’e, TÜSİAD’den kimi derneklere ve düzen içi siyasal partilere dek yapılan çalışmaları görmezlikten gelmesinden öte “ne yapılacaksa biz yaparız”ı işaret ediyor. Erdoğan hep yaptığı gibi meydan okuyor. “Yurtsever Hukukçular”dan Avukat Mert Doğan’ın anımsattığı gibi Erdoğan’ın yeni anayasa açıklaması 2010 Anayasa değişiklikleri öncesi açıklamalarıyla koşut. Aynı nakarat.

Kargadan başka kuş tanımam örneği düzen içinde yapılan anayasa çalışmaları tanınmazken “Toplumcu Anayasa” çalışmalarının yanına bile yaklaşılmıyor. Cumhuriyet ve Sosyalizm için örgütlenme ve savaşım güçlendikçe Toplumcu Anayasanın yaşama geçeceği düzen yakınlaşacak, düzenin yanılsama balonları sönecek.

Anayasa tuzağı ve kötü niyetli anayasacılık

ALİ RIZA AYDIN
Anayasa Mahkemesi Eski Yazmanı (Raportörü)
22.12.2022, HABER SOL
https://haber.sol.org.tr/yazar/anayasa-tuzagi-ve-kotu-niyetli-anayasacilik-359651

  • Burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur.
  • Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır.

Toplumsal düzenle bu sistem içinde uygulanacak rejim, anayasanın ana konularındandır. Bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükler, egemenlik, siyasal örgütlenme ve çalışmalar, seçme ve seçilme hakkı, güvenceler, eşitlik ve adalet, toplum içinde devlet, devlet içinde iktidar, doğa, ekonomik haklar, planlama… Anayasal tezler sıralanır gider.

Bunların içinde iki unsur (öge) öne çıkar. Birincisi din ve/veya soy aklından kurtularak ortaklaş(ıl)an hukuk, laik hukuk. İkincisi ekonomi politik.

Anayasal alan insan aklının ürünü olarak siyaset ve kamu yönetimi bilimine, anayasa hukuku teorisine (kuramına) bırakılmış gibi gözükse de asıl belirleyici ekonomi politiktir.

İçinde cumhuriyet, demokratiklik, sosyallik, yasa önünde eşitlik, laiklik, çeşitlendirilmiş hak ve özgürlükler, güvenceler, sınırlandırmalar, ne barındırırsa barındırsın soru duraksamasız sorulur:

  • Sınıflı toplumun, sömürü düzeninin, burjuvazinin anayasası mı?
  • Sınıfsız, sömürüsüz toplumun anayasası mı?

Birinci soru içindeki anayasa, genellikle kapitalist/emperyalist yüzlerini göstermek yerine insan hak ve özgürlükleri, demokratik toplum düzeni, eşitlik gibi kavramlarla öne çıkar; egemenliğin soyut olarak ulusun olduğunu söyler ve yetkili organlara, temsilcilere kullandırır.

Bu düzen mülkiyet hakkı, girişim ve sözleşme özgürlüğü, özelleştirme, kamu-özel paylaşımı (Ortaklığı / İşbirliği), para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasaları gibi düzenlemelerle; devlete kapitalist/emperyalist düzeni koruma, hak ve özgürlükleri sınırlandırma görevleri vererek sürdürülür.

Burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur. Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır. Ki o dildeki ve özdeki “hak ve özgürlük” denilenler emekçilerin uzun, sancılı ve kanlı savaşımlarıyla kazanıldığı halde…

Sömürücü düzenin, uluslararası ilişkilerde de emperyalizmin hukukundaki tuzaklar söz ve öz içinde saklı. Emekçilerin savaşımlarıyla kazanılanlar, sömürenler tarafından sömürülenlere baskı olarak dönüyor. Daha önce yazdığımız, varmış gibi gösterilen ama yine Anayasa hükmüyle uygulatılmayan grev hakkı; laikliğin din özgürlüğü içinde yok edilmesi en tipik örneklerden ikisi.

Anayasa tuzağının sahteliklerle dolu önemli özünün, burjuva niteliğinin yanına iki ekleme yapılabilir:

Birincisi hem sermaye sınıfının hem de temsilcilerinin istek ve gereksinmelerine uygun olarak hukukun hukuksuzlukla birlikte yürümesi. Başta cumhuriyetin nitelikleri ve laiklik ilkesi olmak üzere, Anayasanın ihlal edilmesi, ihmal edilmesi, çifte standart uygulanması, rafa kaldırılması bu olağandışılığın olağanlaşmış durumunu gösterir.

  • Anayasa vardır ama egemen sınıfa, sömürüye hizmet eder.

Dinin devletin, hukukun, siyasetin ve toplumsal yaşam tarzının içine yerleştirilmesi, parlamentonun parmak sayısına sıkıştırılması ve sermaye sınıfına bağlılığı, yargının halkın hak arama ve denetim aracı olmaktan çıkarılıp sermayenin ve siyasal iktidarın denetim aracına dönüştürülmesi bu düzene uyumun örnekleri. Buraya yargı kararlarındaki çelişkiler ve kaotik (karmaşık) durumla birlikte, siyasal iktidarın işine geldiğinde “tanıyorum”, gelmediğinde “tanımıyorum” dediği keyfiliği de eklemek gerekiyor.

İkinci tuzaksa, kötüye kullanılan (istismarcı) hukuk ve anayasacılık. Türkiye’nin anayasa yolculuğunda örnekleri var. Daha başlangıçta ilerlemeci ve aydınlanmacı dönemin devamında, faşizmi işaret eden eğilimler ve emperyalizmle bütünleşme görüyoruz. Anayasayla özdeş devrim yasalarına ve yasaklarına karşın laikliğin adım adım kemirildiğini, Türk-İslam tezinin ağırlığını görüyoruz. İnsan hak ve özgürlükleri adımları atılırken, bu adımların sermayenin ve siyasal temsilcilerinin sınıfsal istek, gereksinme ve çıkarlarına dayanılarak nasıl engellendiğini görüyoruz. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 sonrası daralma ve otoriteyi görüyoruz.

Yirmi yıl boyunca Anayasa üzerinde oynama, değiştirme rekorunu elinde tutan AKP kötüye kullanılan anayasacılık konusunda hayli becerikli. 2008 yılında yaptığı Anayasa değişikliği bunlardan biriydi. Anayasa Mahkemesinden döndü. Bu denetim, ne 2010 (yargıya darbe) ne de 2017 (başkanlı rejime geçişle parlamenter rejime darbe) Anayasa değişikliklerini önleyebildi. Birçok maddesinde yer verilen laiklik ilkesinin yok edilmesini hiç önleyemedi.

AKP’nin CHP’den yasa teklifiyle aldığı pas sonrası hazırlayıp Meclise sunduğu Anayasa değişikliği baş örtünme ve kıyafet gibi dinsel simgelerin kullanılmasının önünü açmayla ve sıkıştırılmış aile tanımıyla anayasacılığın kötüye kullanılmasının örneklerinden biri olarak gündeme kondu.

Değişiklik teklifleriyle Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif bile edilemez 2. maddesi dolaylı yoldan değiştirilmek isteniyor;

  • Anayasa, Cumhuriyetin niteliklerini, anayasal düzeni bozmak, laik hukuk devletini
    ortadan kaldırmak amacıyla kullanılıyor.

Kutsal din duyguları devlet, hukuk ve siyasete karıştırılırken, hukuk kurallarının yerine dinsel davranış kurallarının geçirilmesi anayasaya yerleştirilerek yok edilen laikliğin üstüne beton dökülecek.

Sonuçta “aydınlanmacı, bilim ve akla dayalı, egemen halk” söyleminden “sömürülen, kul durumuna getirilen, sermayenin ve siyasetinin ve de dinselin egemenliği altına sokulmak istenen halk”a geçişin anayasal yolculuğu hiç de saklama gereği duyulmadan yaşama geçiriliyor.

Cumhuriyetin kuruluş ve varlık nedeni bugün, siyasal İslam yönünden daha uygun bir cumhuriyete dönüştürüldü, sermaye sınıfının emekçiler üzerindeki denetimi daha kolay ve baskıcı duruma getirildi. Şimdi bu hedefler, anayasallık kötüye kullanılarak, taçlandırılmak isteniyor. Hem de düzen içi muhalefetin desteğiyle!

Sınıflı toplumun, sömürü düzeninin, burjuvazinin anayasası, varsa tüm iyiniyetine karşın, tuzaklara çok açık.

Bu ülkede işçiler var ve işçi sınıfı yaşamının her anında sınıfsal tuzakların ve sömürü gerçeğinin deşifre edilmesiyle uğraşırken, hak savaşımlarını sürdürüyor.

Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun, sosyalist cumhuriyetin anayasası, emekçilerin anlık hak savaşımlarıyla ve çözüm belgeleriyle birlikte gerekli siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların yaratılmasıyla yaşama geçecek.

İslam devleti, vicdani ret ve en sonuncu kavga

  • Habere göre Bursa Bölge Adliye Mahkemesinin bir kararında laik nitelikli “Cumhuriyet” olan “Türkiye Devleti”, “İslam devleti” olarak tanımlanıyor.

İslam devleti, vicdani ret ve en sonuncu kavga


ALİ RIZA AYDIN
Anayasa Mahkemesi Em. Raportörü

Türkiye bir İslam devleti mi?
“Bu soru da nerden çıktı” denilmeli haklı olarak.

Cumhuriyetin ilerlemeci ve aydınlanmacı değerleriyle gelişen yönetsel ve anayasal gelişme tezlerine ve yürürlükteki Anayasaya göre sorunun yanıtı açık ve net: Hayır!

Tarikat ve cemaatlerle de desteklenen kimi dinsel kişi ve kesimler, kimi siyasiler “% 90 üstünde” bir niceliksel değeri de kullanarak İslam devleti diyor; kimileri de bu savlarını din özgürlüğüyle ilişkilendirerek, İslam devleti demeden işine ve ihtiyacına göre çifte kullanım yapıyor.

Kimi mahkeme kararlarında din özgürlüğünün diğer tüm hak ve özgürlüklere (AS: ağır) bastığını, onları ikincilliğe ittiğini; kimi kararlarda da dinselliğe dayalı gerekçelerin kullanıldığını görüyoruz.

Anayasa ve diğer hukuk kuralları yanına yapılan eklemelerle ya da yargıcın vicdani kanaatiyle dinsel davranış kurallarından destek alınması laik hukuk devletine, laik cumhuriyet ilkelerine aykırı.

Laiklik din özgürlüğüne değil, din özgürlüğü laikliğe dayanması gerekirken; laiklik temel ilkesi, din özgürlüğünün altına itilip yok ediliyor.

AKP’nin başlattığı ve düzen içi siyasetin de benimsemekten kaçınmadığı sözde genişletilmiş, esnetilmiş laiklik nitelendirmesi “din özgürlüğü” başlığı altında, Anayasa Mahkemesinin de desteğiyle olağanlaştırıldı.

Bu genel değerlendirmelerle birlikte (Sabah Gazetesi kaynaklı, Dilek Yaman Demir imzalı, soL’da bizim de aktardığımız bir haber durumu din özgürlüğünden başka bir zemine taşıyor. Haberdeki karara ulaşamadık ama -ki böyle bir karar varsa ulaşamamak da haberdir, yoksa haberin nedeni ve amacı haber olur- bu başlıklardan hareketle birkaç notun aktarılmasında yarar var. Habere göre

  • Bursa Bölge Adliye Mahkemesinin bir kararında laik nitelikli “Cumhuriyet” olan “Türkiye Devleti”, “İslam devleti” olarak tanımlanıyor.

Bir yurttaşın dinsel inancı gereği askere gitmeyi reddetmesine ilişkin davada

  • “Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar İslam devleti olsa da diğer dinlere de hoşgörülüdür

denilerek vicdani redde onay verilirken yapılıyor bu tanımlama. Hukuktan, meşruiyetten uzaklaşan sakatlıklar dikkat çekici.

Birincisi, vicdani reddi insan hak ve özgürlüğünden uzaklaşarak dinsel hoşgörüye -haberde İslam dini hoşgörüsüne- bağlamak hukuksal dayanaklardan uzaklaştırır ve dinsel inanç temelli gerekçeye oturtur.

Hukuk ve toplumsal yaşam bir dine dayandırıldığı an o dinin çıkarına gelip dayanır ki burada hoşgörü soyutlaşır, din özgürlüğü de biter, hak ve özgürlükler de…

İkincisi, din özgürlüğü dinsel inancı içerdiği gibi inanmamayı da içerir ki vicdani ret konusunda yalnızca başka bir dine hoşgörüyü esas almak din özgürlüğünü sınırlandırmış olur. Zorunlu din dersinden muafiyet konusunda da aynı yaklaşım vardı.

Üçüncüsü ve en önemlisi de, konunun içinde geçtiği devletin, hem laiklik ilkesine, hem din özgürlüğüne hem de kaynağını aldığı Anayasaya aykırı olarak bir din devleti, İslam devleti olarak tanımlanması; böylece devletin temel düzeninin din kurallarına dayandırılması.

Cumhuriyet din konusunu zamana yayılan bir geçişle çözdü. Özü şuydu ki, İslam bir dönem devletin dini olarak tanımlansa bile, 1923’den başlayarak devletin şekli “Cumhuriyet”ti, “İslam devleti” değildi.

  • İslam devleti tanımlamasının yapılması hem açık bir reddi/tanımamayı, hem siyasal İslam iktidarının nitelendirmesini hem de ilerlemeci ve aydınlanmacı Cumhuriyete karşı yerine konulacağı anlatır. 2023 provası gibi de okunabilir.

Dine müdahale edilmeyecek ama din her alana müdahale edebilecek; yeni laiklik tanımları bu. Buradan İslam devleti sözcüklerini kullanmak zor olmuyor. Biri özgürlük diyor, diğeri din devleti;  eşitsizlik dinle beslenerek yaşamını sürdürüyor, sınıf mücadelesi dinle kırılıyor. Burjuva devletinin laiklik tanımı bir öyle, bir böyle… Halka ait olanla değil sömürücü egemenin ihtiyacına göre dönüp duruyor.

Vicdani ret konusu ise uluslararası sözleşmelerde ve kimi anayasalarda yer alması ya da yorumlanması zamana bağlı olarak kabul gören, zorunlu askerliğin reddine dayalı bir insan hakkı. Burjuva düzeninin genel yaklaşımı burada da söz konusu; vicdani ret bireysel. Politik görüşe, ahlaki değere, dinsel inanca dayandırılabiliyor ama ağırlık dinsel inançta.

  • Birleşmiş Milletler devletleri vicdani ret hakkını tanımaya davet ederken,
    konuyu inanç özgürlüğünün bir parçası olarak görüyor.
  • İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine dek birçok sözleşmede inanç özgürlüğü kapsamında değerlendiriliyor.
  • Türkiye’de yasaklama yok ama düzenleme de yok.

Dinsel inanç özgürlüğü, sınıfsallıktan kaynaklanan nedenlerle eşitsizliklerle, ayrımcılıklarla birlikte yaşıyor.

  • Dinselliğin devlete, hukuka, siyasete, bireysel ve toplumsal yaşam tarzına yönelik müdahaleleri, baskı ve saldırıları, istismarları saymakla bitmez. Adına da “özgürlük” denir. Oysa burjuvazinin “özgürlükçülük oyunu”dur oynanan ve bu alanda sermaye sınıfıyla dinsellik birlikte hareket eder.

Askerliğin reddine kapitalist/emperyalist düzende bakışın süreci uzun, değişen koşullara göre öyküsü de karmaşık. Konunun bireyselliğe, dinselliğe, inanca bağlanması sömürücü düzenin ve savaşa bakışının istediği durum. Buradaki hoşgörünün sınırını da kapitalizmin, emperyalizmin, milliyetçiliğin, dinselliğin bütünsel savaş ve sömürü ihtiyacı belirliyor. Emekçilere, eşitsizlikle beslenen ve sermaye sınıfı tarafından çerçevelenen bir hak ve özgürlük tanınıyor yalnızca. Emperyalist savaşlar için duydukları ihtiyaç da aynı sömürünün parçası.

Komünistlerin bu konuya bakışı bireysellikten, bireysel insan hakkından, dinsel inanç özgürlüğünden, sömürücü düzenin göstermelik kararlarından, özgürlükçülük oyunlarından çok ötede, diliyle ve özüyle çok farklı.

  • Sömürücülere, emperyalist paylaşımlara, savaş ve işgallere, kanla sulanan düzene, insanca ve eşit yaşamayı yok edenlere,
  • Düzenleri için emekçileri emekçilerle savaştırmaya kalkışanlara karşı çıkış sömürücülere karşı sınıfsal mücadeleyi gerektiriyor.

“Bu kavga en sonuncu kavga” olacak ve Enternasyonal’le kurtulacak insanlık…

(+1) değil, gündemi emekçi halk belirleyecek

  • (+1) sermaye adına her şeyi belirleyecek öyle mi? Yağma yok! Sömürü uğruna üst yapıda oynanan oyunlara ve söz verilip yapılmayanlara kanılmayacak.
Türk Sanat Müziğiyle aram sıcak değildir ama gündem seçime odaklanınca ve seçimin parlamento seçimini tali olmaya iten başkanlık seçimi olma özelliği ağır basınca; “yapacağız, edeceğiz, vereceğiz” gibi seçim vaatleri açık artırmaya girince; adaletsiz seçim hukuku, yönetimi ve denetimi aklıma takılınca; dahası başkan seçimindeki (50+1) oranı tartışmaya açılınca ve daha adaletsiz seçim hukuku üzerine çalışmalar ortada dolaşınca Şekip Ayhan Özışık’ın sözlerini yazıp bestelediği, Zeki Müren’in de hakkını vererek söylediği o nihâvend/düyek şarkının ilk bölümü takılıyor dilime:
  • Yine hazan mevsimi geldi
    Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek
    Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde
    Hicranını yalnız başına çekecek
    Hüsranını yalnız başına çekecek
“Düzenin siyaseti, bu siyaset içinde demokrasinin olmazsa olmazı seçimler o kadar da bozuk plak değil ki, iyi örnekler de var” diyenleri duyar gibiyim. Sorun da bu iyi örnek yinelemelerinde zaten.

Kapitalizmin ve siyasetinin kimilerine göre iyi örnekleriyle iç çelişkilerin törpülenmesi ve kimi bunalım durumlarında sert bir şekilde bozulan dengelerin kısmen giderilmesi dışında, küçük nefes pipetleri verilen geçici iyileştirmeler dışında sömürünün ortadan kalktığı görülmüş mü?

Asıl olarak sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksullaştırılanların, gericiliğin karanlığında yaşamaya bırakılanların, onların yanındaki ilericilerin ve aydınlanmacıların mücadeleleriyle kazanılan hak ve özgürlükler kapitalizmin / emperyalizmin ihtiyaçlarına göre kerte kerte ya da hızla geri alınmıyor mu? Hukuk, adalet hemen her alanda sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasında çifte standart uygulanmıyor mu?

Emekçi halk kendisini sömüren düzenin hicranını çekmez ama hüsranını sürekli çektiği tartışmasız. Bu hüsran üzerine oynuyor düzen içi siyaset, “bu sefer tamam, artık kurtulacağız” diye diye… Düzen içi muhalefet, “bizimle hüsran yaşamayacaksınız, gelin ayrılığımıza son verelim” diyor iktidara oturmak için. Siyasal iktidar da sanki iktidarda değilmiş gibi kılıktan kılığa giriyor.

(+1) ve oradan gelecek başkanlı rejim sihirli formül değil ki… Sermayenin emekçi halk üzerindeki denetimi ve sömürü düzeninin istikrarı için uygun görülen seçeneklerden biri. Öte yandan, parlamenter rejimde neler yaşandı ki emekçiler yönünden yoktular.

Gündemi ve programı emekçilerin belirlediği, aşağıdan yukarıya emekçi halkın oluşturduğu meclislerce yönetilen ve denetlenen bir yapıya var mısınız?

Ne oldu? Kapitalizmin bozuk plakları yerine devrimci müzik gelecek diye mi ürktünüz?

Sermayenin egemenliğinde siyasal iktidarların nöbet değişikliğinde dahi yapılamayacak şeyler var. Asıl olarak da sınıflı toplum ve sermaye sınıfının egemenliği değişmeyecek, sömürü yok olmayacak. Bu açık.

Anayasa, yasalar, hukuksal değişiklikler, yargı reformu dikkate alınacaksa eğer haydi birkaç madde önerelim. Bakalım adaletsiz seçime sarılan düzen içi partiler, birini dahi gündemlerine alacak mı?

Birincisi, Anayasada çokça geçen ama din özgürlüğüne sıkıştırılan laiklik kavramını, açık olarak şöyle yazalım mı?

  • “Siyasal, hukuksal, ailesel ve toplumsal yaşam, eğitim işleri, devlet işleri, tümüyle ya da bir bölümüyle, dine ve din kurallarına dayandırılamaz. Dinsel inanç bireysel bir tercihtir; her yurttaş herhangi bir dine inanmakta ya da inanmamakta, bunları açıklayıp açıklamamakta özgürdür. Din kimlik konusu yapılamaz.”

İkincisi, eğitim için şöyle yazalım mı?

  • “Eğitim her aşamasında parasız sunulan kamusal bir hizmettir, tüm toplumsal kesimlere eşit olarak sunulur.”

Üçüncüsü, sağlık için şöyle yazalım mı?

  • “Sağlıklı olmak temel bir insan hakkıdır. Sağlık hizmetinin tüm insanlara eşit ve parasız olarak sunulması esastır.”

Daha çok madde var. Örneğin özelleştirmeyi ve işsizliği yasaklayalım mı?

Sendikalaşma önündeki engellemeleri kaldırmayı, memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu iş sözleşmesi yapma hakkı ve grev hakkı vermeyi de unutmayalım. Hak gasplarını sağlayan yasaları kaldırmayı unutmayalım.

Bu arada CBK’leri sınırlandırmayı, yasalarla düzenlenen örneğin cumhurbaşkanına hakaret maddesini, OHAL yasaklarını, hak ihlallerini ve komisyonunu, OHAL’den devreden yasaları kaldırmayı da unutmayalım.

Zor mu, olanaksız mı?

O zaman yasakların ortadan kaldırılacağı iki öneriyi milyonlarca emekçi adına kabul edersiniz her halde, seçime gidiyorsunuz ya…

  • Grev hakkı tüm emekçileri kapsayacak biçimde yasalarla güvence altına alınır. Hakkın özüne dokunacak engelleme ve yasaklar getirilemez.”
  • “Toplantı ve gösteri yapma, örgütlenme ve propaganda bütün bireylere ve toplumsal örgütlenmelere açıktır, yasaklanamaz.”

Bu kadar da olmaz demeyin. Emekçi halkın nefesi mücadeledir, eylemdir, olmadı direnme hakkını kullanmaktır.

(+1) sermaye adına her şeyi belirleyecek öyle mi? Yağma yok! Sömürü uğruna üst yapıda oynanan oyunlara ve söz verilip yapılmayanlara kanılmayacak.

  • Gündemi örgütlü emekçi halk belirleyecek, sınıfsız sömürüsüz toplumu emekçi halk kuracak.

Denizi geçemeyip ‘çay’la avunmak

 

Bilinen bir deyim “denizi geçip çayda boğulmak”. Deyimler yaşamdan geliyor, yaşam da deyimleri terse çevirebiliyor.

Ormanlara göz dikilmesi yeni değil. Orman alanlarından farklı amaçlarla yararlanmanın turizm alanı, otelcilik, konut ve/veya toplu konut yapılaşması, tarımsal üretim ve sanayi, madencilik gibi çok çeşidi var. Devlet anayasal sorumluluğundan ve görevinden çekildikçe kamuya ve doğaya ait olan ormanlar canlı,  cansız tüm bütünselliğiyle özel mülke, özel girişime, kâra, ranta, fırsatçılara terk ediliyor. Devlet politikaları ve uygulamaları yönünden tercih, göz yumma, ihlal, ihmal, hepsi var. Kimi zaman hukuk çalışıyor, kimi zaman hukuksuzluk…

Ormanların ve orman köylüsünün korunması Anayasanın 169. ve 170. maddeleriyle anayasal güvence altında. Korunmadan öte, ormanların devletçe geliştirilmesi ve mülkiyetinin devrolunamaması anayasal görev ve buyruk. Anayasa gereği bütün ormanların gözetimi, yönetimi ve işletilmesi devlete ait.

Güncele, yangınlara gelirsek; yine Anayasa gereği “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.”

Anayasanın bu iki özellikli hükmüne bugüne kadar el atılamadı. “Anayasa’yı çokça değiştiren AKP tarafından da mı el atılmadı” diyeceksiniz.

AKP, bir proje partisi olarak iktidar koltuğuna oturduktan (18 Kasım 2002, Abdullah Gü hükümeti) ve Recep Tayyip Erdoğan’nın başbakanlığından (14 Mart 2003) kısa süre sonra,l 4.4.2003 günlü, 4841 sayılı Yasayla Anayasanın 169. ve 170. maddelerinde değişikliğe gitti. Devlet ormanlarının gerçek ya da tüzelkişilerce işletilmesini ve orman niteliğini yitirmiş alanlarla ilgili bu ilk değişiklik Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderildi.

2003’ün Nisan ayındaki bu hareketten sonra, ormanların işlettirilmesi işinden vazgeçilerek, orman köylüleriyle ilgili 170. madde değişikliği 29.7.2003 günlü, 4960 sayılı Yasayla ve kimi muhalefetin de desteğiyle yeniden kabul edildi. Hemen ardından da 4965 sayılı Orman Kanunu değişiklik yasası çıkarıldı. Bu iki değişiklik de Cumhurbaşkanı Sezer tarafından bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderildi.

Ormanlarla ilgili Anayasa değişiklik girişimlerinin, AKP iktidarının ilk Anayasa değişikliği olan ve Erdoğan’a parlamento ve başbakanlık yolunu açan değişiklikten hemen sonra ikinci ve üçüncü sırada gelmesi ormanlar konusunun AKP yönünden önemini ve kararlılığını gösterir.

AKP ormanlarla ilgili Anayasa maddelerine bir daha dokunmadı. Bunda A. N.  Sezer’in geri göndermelerinin haklı gerekçesinin, bu gerekçenin AKP dışında siyasette ve halk içinde, kısmen de yasama ve yargı organları içinde yarattığı etkinin rolü yadsınamaz. Örneğin geri gönderilen Orman Kanunu değişikliğine ilişkin Yasanın parlamentoda yeniden kabulü üzerine Cumhurbaşkanı Sezer’in Yasayı imzalayarak kimi maddelerini AYM’ye taşıması ve AYM tarafından iptali önemli bir etki yarattı.

Sermaye düzeninin yağmacılığına karşın ormanlar konusunda Anayasa değişikliğine gidilememesi dönem siyasetinin ve toplumsallığının mücadele sütununa olumluluk olarak yazılabilir tabii. Yazılabilir de kazın ayağı hiç öyle değil. Mücadeleler, egemen sermaye sınıfı adına egemen siyaset tarafından bir bir kırılıyor. Ya hukukla ve yargıyla oynanıyor, ya hukuksuzluk devreye sokuluyor; ya anayasa rafa kaldırılıyor ya da rejim değiştiriliyor.

Ormanla ilgili Anayasa maddeleri AKP’nin rafa kaldırdığı maddelerin başında yer alır. Ki bu rafa kaldırmanın etkileri güncel orman yangınlarında açık olarak görülüyor. Anayasaya karşın, yasalarla, KHK’lerle, OHAL KHK’leriyle, yönetmeliklerle yapılan müdahaleler Anayasayı rafa kaldırmanın üstüne yerleşti. Uygulamaysa bu müdahaleleri katladı. Kurallaştırmanın yerini kuralsızlaştırma aldı.

Orman hukukuyla değişiklikler ve ekler yaparak o kadar çok oynadılar ki… 1956 tarihli Orman Kanunu 1980’den önce 5 kez değiştirilmişken sonra 40 kez değişikliğe uğradı. 40 değişikliğin 12’si AKP öncesine 28’i AKP dönemine ait. Oynamanın ağırlığının 12 Eylül 1980 darbesi sonrasına, onun içindeki ağırlığın da AKP dönemine rastlaması ormanlar üzerine düşünülenler, plan ve programlar için çok şeyi anlatıyor. Ayrıca son Turizmi Teşvik Kanununda yaptıkları gibi başka yasalarla da el attılar ormanlara. Ne Anayasa Mahkemesinin kısmi iptal kararları engel olabildi bu açgözlülüğe, ne de yağmur duaları…

Orman yangınlarını, yangınlardaki istihbarat zaaflarını, yangınlarla mücadele yavaşlığını ve yetersizliğini, yangınlar sürerken yasalaşan yağmalama kurallarını, yangın çıkan/çıkarılan alanları bu bütünlükle okumak gerekir. Bu okuma doğrudan canlılarıyla, doğasıyla, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla ormanların sömürücülerin emrine ve hizmetine verilmesine kadar gider.

Orman denizini anayasal alanda geçemeyen AKP’nin yarattığı orman düzeni, çay dağıtarak avunmaya ve avutmaya kadar düşer. Avutmalarla, RTÜK aracılığıyla tehditle meşguller ama sonuçta emekçi halkın yaşamı, canlılar ve doğamız yangın yeri.

  • Ne mutfaktaki ne de ormandaki yangın söndürülebiliyor. Kapitalizmin felaketleri ve çaresizliği sürüyor.

Sermaye sınıfı yönünden denizin geçildiği ileri sürülebilir, ekonomik durum istatistik oyunlarıyla krizde değilmiş gibi gösterilebilir; sağlık, bireylerin salgın korkusuyla yönetilmeye bırakılabilir, eğitimin uzaktan olanı teknolojiye teslimiyet öne çıkarılarak yerleştirilebilir.

  • Ne yaparlarsa yapsınlar sömürü gerçeğini, sermayenin sınırsız tahakkümü gerçeğini, dinsellikle ve milliyetçilikle uyutma ve yönetme gerçeğini değiştiremezler.

Sömürenler yönünden geçildiği sanılan deniz çayda boğulmayı önleyemez.

Sömürülenler, ezilenler yönünden deniz geçilememiştir.

Karanlığı yırtmak, yangınları söndürüp aydınlığı, eşitliği, özgürlüğü ve adaleti getirmek için örgütlenen halkı avutamayacaklar, kandıramayacaklar, sömüremeyecekler.

Göç insanları, emekçiler

https://haber.sol.org.tr/yazar/goc-insanlari-emekciler-310214,
‘Göç insanlarının sınıfsal konumlanışları sermaye sınıfının karşısında. Onların, yurtlarından edilmeleri, nüfussuzlaştırmaları, ezilmeleri, sınıfsal ve örgütlü mücadeleyi gerektiriyor.’

Suriye, Afganistan, dünyanın birçok bölgesi… Göç inanları yurtlarını bırakıp yollara düşüyor, Türkiye depo ülke olmaya devam ediyor. Göç insanlarıyla ilişkiler ve sorunlarsa göç gerçeği, yaşam gerçeği, sosyolojik ve ekonomik gerçekler göz ardı edilerek birilerinin yönlendirmesiyle ve polisiye sahnelerle servis ediliyor, polisiye yöntemlerle çözüleceği sanılıyor.

Ağırlıklı çoğunluğu emekçilerden oluşan insanlara ve göçlerine milliyetçi, ırkçı ve dinsel karşıtlıkla bakmak kolaycılıktan, kestirmecilikten başka bir şey değil. Ama o kadar da değil.

  • Milliyetçi, ırkçı ve dinsel yaklaşımla, hem kapitalizmin, emperyalizmin, sömürünün gerçekleri saklanıyor,

hem de ucuz, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma zorunda bırakılan yurttaş emekçilere ve işsizlere eklenen göç emekçileriyle ortaya çıkan daha ucuz, daha esnek, daha kuralsız, daha güvencesiz emek gücü hazırda bekletiliyor.

Çalışanı kapının önüne koyun, işsizi işe alın; onu da atın Suriyeliyi alın; onu da atın Afganistanlıyı (AS: Afgan’ı) alın… Bu yolla kârımıza kâr katacağız denilmiyor da, sanayimiz gelişecek deniliyor.

ABD filosuna “defol” demeyenler, “defol” diyenlere saldıranlar bugün göç insanlarına “defol” diyebiliyor.

Yaman çelişki mi, yaman benzerlik mi?

Göç insanlarına “defol” diyenler, onları karın tokluğu bile denmeyecek yöntemle, köle gibi çalıştırabiliyor; dahası satabiliyor o insanları.

Yaman çelişki mi, yaman rıza mı?

Avrupa, göç insanları arasından işine tarayan az sayıdaki teknik elemanı, uzmanı çekip alıyor; niteliksiz dediği çoğunluğu depo ülkelere yığıyor. Siyasi ve ekonomik pazarlık hep sürüyor.

Yaman çelişki mi, yaman uyum mu?

Kapitalizmden, emperyalizmden, onların sesli/sessiz yandaşlarından emeğe ve emekçiye uzatılan el sömürü düzenine yarayacak kadar…

Siyasetleri de sempatileri de ikiyüzlü. Olağan zamanlarda da, pandemide de, göç insanlarıyla ilişkide de aynı ikiyüzlülük söz konusu; gericilik ve ikiyüzlülük bir arada.

Düzen siyaseti olarak yarın yeni anayasalarına sözde yabancıların, özde göç emekçilerinin çalıştırılmalarıyla ilgili hüküm koyarlarsa şaşırmamalı. Çalışmayı garantileyip, üzerlerindeki patron denetimini güçlendiren ama insanlığın yanına bile yanaşmayan bu hukuka sermaye sınıfından destek tam olur.

Tarih, azatlı kölelerin, emperyalizmin yurtlarından ettiği göçmenlerin, yabancıların hukuksal disiplin altına alındığı, aynı zamanda da düzen siyasetine oy dahil çok yönlü monte edildiği örneklerle dolu. Yer yokluğundan, kaynaklar yetmediğinden değil, emperyalistlerin sömürü ihtiyaçları gerektirdiği için…

Milliyetçiler karşı çıkar, dinciler sarılır; dinciler karşı çıkar milliyetçiler sarılır; her ne olursa olsun patronlar ağızlarını şapırdatarak emekçilerin el ovuşturmasını bekler.

  • Burjuvazinin devleti bu düzene hizmet ederken emekçilerin çıkarlarına uygun olmayan hukuku da kılıf olur.

Sonra da “artık sınıf mı kaldı?” diyerek işçi sınıfını, emekçileri düzenleri içinde eritmeye kalkışırlar.

  • Sınıflar var ve sınıflar çatışması ve savaşımı da var.

Düzen içiler hangi gözlüğü, hangi maskeyi takarsa taksın, milliyetçi, dinsel hangi kılıfa sığınırsa sığınsın bu gerçek değişmez, değişmeyecek. Ve tüm göç insanı emekçiler işçi sınıfının bir parçası.

Türkiye Komünist Partisi’nin 27 Temmuz günlü dijital gazetesi Boyun Eğme’de de soruldu: Kim bu göç dalgasının sorumlusu?

Göç dalgasını durdurmak için mültecilere karşı mücadele etmek çözüm değil; mülteci karşıtlığı emekçileri birbirine düşman ederek sorunu daha da karmaşıklaştırıyor.

İnsanlar ülkelerini savaş alanına çeviren emperyalist ülkelerin daha fazla tahakküm ve sömürü hırsı yüzünden göç ediyor.

Sorumlu, ülkelerin egemenlik haklarını hiçe sayan, daha fazla sömürü için gericilikle işbirliği yapan, savaşlar çıkaran, iç karışıklıklara neden olan ABD ve Batılı emperyalist ülkelerdir.

Sorumlu; Suriye’de, Afganistan’da NATO’nun komiserliğini yapan,
ABD’nin şemsiyesi altında askeri müdahalelere dahil olan AKP iktidarıdır.  

  • Zorunlu göç dalgasını doğuran emperyalist savaşlar ve işgaller durdurulmalıdır.

Gelenek Dergisi’nin 130. ve 143. sayılarında yer alan yazılarda (Mülteci krizinin kökenleri hakkında kısa notlar Erman Çete, Göç insanları: Yanılsamalar ve gerçekler Ali Rıza Aydın, Göçmen işçiler ve çalışma yaşamının değişen yapısı Zeynep Yıldız, Göçmen ve mültecilerin sınıf içindeki konumu, Yıldız Koç) ayrıntılı çalışıldığı gibi mülteci/sığınmacı/göçmen politikalarının kökenlerine, hukuku dahil ikiyüzlülüğüne ve göç insanlarının sınıfsal karakterine dikkat çekmeden gerçek sorumluları, sömürü düzenini hedefine koymayan çözümler hep düzenin devamına hizmet edecektir.

Göç insanlarının sınıfsal konumlanışları sermaye sınıfının karşısında. Onların, yurtlarından edilmeleri, mülksüzleştirilmeleri, nüfussuzlaştırmaları, ezilmeleri, baskı ve şiddete uğramaları, yaşam haklarının ellerinden alınmaları ve ölümlerine ilişkin somut durumun somut analizi, tarih boyunca güvenilmeyeceği kanıtlanan kapitalist/emperyalist düzen içi arayışları değil, sınıfsal ve örgütlü mücadeleyi gerektiriyor.

Anayasa: Yetmedi, yetmeyecek

  • Kapitalizm öylesine çaresiz ki kendi yarattığı felaketlere çare bulması bir yana kendine bile çare bulmakta zorlanıyor. Doymak bilmezlikleriyle, anayasalara da doymuyorlar.

Anayasa: Yetmedi, yetmeyecek

SOL.ORG, https://sol.org.tr/yazar/anayasa-yetmedi-yetmeyecek-25854, 11.02.2021

ALİ RIZA AYDIN

Kapitalizmin ekonomi politiğinin sürdürülmesinde burjuva devletin (AS: devletinin) ve hukukun başlı başına rolü var, etkisi yüksek. 12 Eylül faşist darbesinin parlamentoyu ve siyasal partileri kapatıp tüm organlarıyla devleti biçimlendirmesi, Milli Güvenlik Konseyiyle yürütülen yönetimle, 24 Ocak Kararları(AS: 1980) da içeren darbe hukukunun yazılıp uygulanması, aynı hukukun ve uygulamanın 1982 Anayasasına yansıması artık genç nüfus yönünden okuyarak ya da dinleyerek öğrendiği tarih.

Bu tarihe 2016 darbe girişimi (AS. 15 Temmuz) sonrası OHAL hukuku ve uygulamasının OHAL kaldırıldığı halde yaşatılmasıyla ve başkanlık rejimiyle devam ediyoruz.

12 Eylül (1980) öncesinin “anarşi” bahanesi, günümüzde “terör” bahanesiyle anlatılıyor. Siyasal iktidara muhalif olanların terörle damgalanmasından, hukukun ve polisin buna göre biçimlendirilip kullanılmasından, dahası Anayasa ve hukukun istenmeyen kurallarının rafa kaldırılıp istenenlerin de istendiği zaman ama çifte standart uygulanmasından geri kalmıyor. Otoriter yasalar, kararnameler ve kararlar sıralanırken “yeni anayasa” nakaratı da dillerden düşürülmüyor.

Ortada bir garabet var. Siyasal iktidar, düzen içi muhalefete terörist damgası vuruyor. Muhalefetse düzen içinde kalma konusunda en ufak bir duraksamaya düşmeden siyasal iktidarı demokratik, sosyal (laikliği unuttular!) hukuk devletinin hizasına çekme söylemlerinden başka bir şey yapamadan, üzerindeki devasa milliyetçi ve dinsel ağ içinde oradan oraya savrulup duruyor.

Düzen içinde kalmama konusunda en ufak direnç bile gösteremeyenler, rejimi çekecekleri hizayı bile tanımlayamayanlar her alanda süren hukuksuzluk ve keyfilikleri, siyasal iktidarı meşrulaştırmakla, düzeni yaşatmakla meşguller. Kapitalist düzen içinde kalma konusunda, onun kılına dokunmama konusunda en ufak duraksamaları yok.

Anayasaları, parlamentoları, hukukları ve yargıları ancak düzenlerinin devamı ve istikrarıyla sınırlı. Üretim güçlerinden, özel mülkiyetten ve üretim ilişkilerinden yola çıkarak açıklanabilecek anayasaları sınıfsal. Hukukun atağa kaldırılıp insanlık, hak ve özgürlük, güvenlik adına (AS: için) ilkelere kavuşmasında emekçilerin mücadele ve direnişleriyle sosyalist devletlerin etkileri önemli olmakla birlikte, aynı hukukun burjuva devletleri elinde emekçilere baskı ve sömürü aracına dönüşmesi gözlerin kapatılacağı bir durum değil. Kimse buralara sığınıp hukuka masum üstünlük sağlamaya kalkmasın, bu masumiyet düzen içinde kalıp hukuku sınıfsal analize tabi tutmayanları da yiyor.

Anayasa sınıflarüstü değil. Az boz değil, epeyce müdahale var Anayasaya 1982’den bu yana. Müdahale edilen madde sayısı ve bu değişikliklerin içeriği kapsamlı ama müdahale dönemleri bile tek başına şu “demokratik, laik hukuk devleti” denilen Cumhuriyet ilkesinin ne durumlara düşürüldüğünü ve emekçilere baskı ve sınırlama dışında bir şey çıkmadığını göstermeye yetiyor.

1982 Anayasasına dönemsel müdahaleler şöyle  :

Müdahaleler azımsanamayacak derecede, konu ve madde bazında da hayli etkili. (C) dönemindeki 1995 ve 2001 değişiklikleri darbe Anayasasının hak ve özgürlükler üzerindeki ağır sınırlama ve baskısını düzeltme yönünden olumluluk içermesine karşın AKP dönemindeki değişiklikler kimi olumlu görünümler altında başkalaştırma ve bugünkü rejime getirme konusunda kayda değer. 25 Anayasa değişikliği girişiminin 17’sine imza atan, bunlardan 4’ü Cumhurbaşkanından, 1’i de AYM’den dönen AKP, kendisi 12 Eylül’ün devamı olduğu halde her seferinde 12 Eylül Anayasasının ortadan kaldırılacağı, demokrasinin yerleşeceği gibi bir kandırmacaya sığındı, bugün de “yeni anayasa” derken aynı şeyi yapıyor.

AKP’nin 2008 değişliklerinin, Anayasanın 2. maddesindeki “demokratik, laik hukuk devleti” ilkesini değiştirir nitelikte görülerek Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına karşın o günlerden bugünlere laiklik ilkesinin yok edildiği örnekler kalıcılaştı. Laiklik ilkesini çiğneyen yasalara onay veren de aynı AYM oldu. Muhalefet de buna uydu.
Zaten uygulanmayan Anayasayla karşı karşıya olduğumuz ve bu durumun da düzen içi mekanizmalarla denetlenip önlenemediği açık. Yasama ve yargı düzeyindeki anayasal denetim organlarını işlevsizleştirmek, önemsizleştirmek, yandaşlaştırmaktan ve devleti partileştirmekten geri durulmuyor. Buraya en büyük destek, demokrasi masumiyetine sığınan ama demokrasi yanılsamasının altında kalmayı dert edinmeyen düzen içi muhalefetten geliyor. Böylece zaten baskı altında olan “toplumsal denetim” de siyasetten destek alamıyor.

Ne Anayasa değişiklikleri yetiyor sömürmeye ne hukukla sürekli oynamak…

Ne keyfilik yetiyor ne de keyfiliği ve adaletsizliği hukuka yazmak. O kadar rahatlar ki, artık anayasa değişikliği bile yapma meşruiyeti olmayanlar kendilerini “Kurucu Meclis” gibi görüp “Kurulu Meclisin” bile yapamayacağı, ilk üç maddeyi de değiştirebilecek “yeni anayasa” girişimini dile getirip destekçi bulabiliyorlar.

Düzen içi muhalefet partileri kendi anayasa dosyalarını çıkarırken de aynı meşruiyetsizlik söz konusu. Anayasa, seçim, demokrasi diye diye 2002’den bu yana siyasal iktidarın piyasa ve din adına yaptıklarını meşrulaştırmakla meşguller.

Sermaye sınıfının çıkarları ve istikrarı için anayasa yazıp, emekçi halka -zaten kendi mücadeleleriyle kazandıkları- hak ve özgürlükleri eşit olarak verdim demekle olmuyor.

  1. Sermayenin anayasası emekçiler için yazılmıyor, onları denetim altında tutmak için yazılıyor.
  2. Eşit denilen haklardan yararlanmada emekçiler yönünden büyük eşitsizlik söz konusu.

Eşit denilen eşitsizliklerin azıcık toparlanır gözükmesini 1961 Anayasasının ilk 10 yılında ve 1990’larda gördük: Birincisi 12 Mart Muhtırası (1971) ve sonrası Anayasa değişiklikleriyle ve devamında 12 Eylül darbesiyle (1980), ikincisi de 2002 AKP projesiyle paramparça edildi. Şimdi yeni rejim peşindeler, hem de 1921 Anayasasının arkasına sığınarak.

Kapitalizm öylesine çaresiz ki kendi yarattığı felaketlere çare bulması bir yana, kendine bile çare bulmakta zorlanıyor. Doymak bilmezlikleriyle, anayasalara da doymuyorlar. Düzenlerinin kusursuz(!) anayasalarını yapmak için, kapitalist devletlerin anayasalarının
en iyi örneklerini bulup yazsalar dahi çaresizler.
Olsa olsa “toplumsal demagoji politikası” izlerler, o kadar.

Çaresizlikleri içinde çıkaracakları anayasa, emekçiler yönünden kısa sürede bir parmak bal gibi gözükse de hep boş söz olarak kalacak. Hak ve özgürlükler bahşedilmez, mücadelelerle kazanılır. Emekçiler, hak mücadelelerini verirler ama “sınıflar arasında uzlaşma”, “emekçilere baskı” ve “sömürü” hukukuna kanmazlar ve o hukuku meşrulaştırmaya da aracı olmazlar.

  • Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun meşruluğu anayasa ve hukukla sınırlı değil, ötesindedir.

Sömürüye, otoriteye, dinsel gericiliğe boyun eğilmezken, düzenin anayasasına nasıl mahkum olunur?

Emekçiler kendilerini sömürenlerin anayasalarına, bu anayasalarda yazan iyi-kötü nitelendirmelere, demokrasi ve eşitlik yanılsamalarına, seçim ve adalet yalanlarına mahkum değil.

Emekçi halkın anayasasını sömürge gemisi içindekiler ne yazabilir ne de uygulayabilir.

“Bu düzen değişmeli” diyenlere göre toplum yararının üstünde bir anayasa olamaz, o anayasa da sınıf mücadeleleriyle, devrimle elde edilen siyasal, toplumsal ve ekonomik yapıyı tamamlayıp güçlendirmek ve korumak amacını taşır.

Emekçilerin ihtiyacı olan “Toplumcu Anayasa”, “sosyalist devletin” işçilerinin, emekçilerinin, köylülerinin, aydınlarının ortak çabasının ürünü olacak “sosyalist cumhuriyet”le yaşama geçecek. Sınıfsız ve sömürüsüz düzen mücadelesi “Toplumcu Anayasa”yı yapmak ve uygulamak için gerekli koşulları yaratacak,

  • “Toplumcu Anayasa” da insanın insanı sömürmediği toplumun güvencesi olacak. 

Saat zamanı adımlıyor

Saat zamanı adımlıyor

Her yılın başında olduğu gibi umutla baktık 2020’ye. Türkiye Komünist Partisi’nin yüzüncü yaşıyla, Nazım’ın “övünüyorum” dediği yirminci asrın şiiriyle, “Ve ölen ve doğan / ve son gülenleri güzel güzel gülecek olan” 21. yy  her şeye karşın “güneşli olacak” dizeleriyle başladık yıla ve 21. yy’a. Başladık ama koronavirüsün, pandeminin, yaşama endişesinin etkisi altında herkes, her şey altüst oldu. Ve düzen de ona uydu. Azgın kapitalizm tüm güçleriyle ve araçlarıyla emekçi halkın üzerine çullandıkça çullandı. Ne piyasa frene bastı ne de gericilik… Ne devlet sosyalleşti ne de hukuk… Ne işçi cinayetleri durdu ne kadın cinayetleri…

Emperyalizmin kıskacı, sermayenin tahakkümü sınırsızca çalışırken emekçiler de sınırsızca, güvencesiz olarak ve düşük ücretle çalışmaya zorlandı ya da işsiz bırakıldı. Hukuk hukuksuzluğun, keyfiliğin ve baskının metni olmaya yargı da siyasi iktidar bağımlılığına devam etti. Tek tük olumlu karar siyasal iktidarın tepkisiyle karşılaştı, tepkiler arttıkça olumlu kararlar azaldı.

Sınıfsallığın yönetim organizasyonundaki ifadeleri olan devletle hukuk otoriterleşmenin kurum ve kuralları olarak emre amade olurken, düzen muhalefeti de hesap sorma yetisini yitirerek siyasal eylemsizliği kabul etti. Medya, yazar ve sanatçılar, demokratik örgütler, akademisyenler, yurtseverler, aydınlar ve emekçiler üzerindeki baskı zaten bir türlü kendine gelemeyen toplumsal denetimi de sıfırladı. Sermaye sınıfının, siyasi iktidarının ve gericiliğin çıkarları, hortumlamaları toplumun çıkarı olarak sunuldu.

Siyasal eylemsizliğin dikkati çeken yansımalarından biri AKP-MHP ittifakı dışındaki düzen partilerinin aynı sınıfsal siyasette buluştukları “Türkiye ittifakı” söylem ve özlemleri oldu. Yan yana olamazlar denilenler kol kola buluştu. Demokrasi deniyor ya adına, genel oyun ve özgürlüklerin çalındığı,  hakların gasp edildiği, eşitsizliğin eşitlik diye sunulduğu anti-komünizm yüklü demokrasi… 2020’nin tarihine not düşürürcesine ve koronavirüsü kıskandırırcasına, demokrasinin olmazsa olmazı siyasal parti çıktı ortaya mantar gibi. Faaliyette olan siyasal parti sayısı 15.12.2020’de 100’e çıkarken bunların 23’ü 2020 yılında kuruldu.

Partilerine koydukları; Anadolu Birliği, Aydınlık Gelecek, Merkez Ana, Barış ve Eşitlik, Güç Birliği, Demokrasi ve Atılım, Toplumsal Özgürlük, Yeniden Birlik,  Umut, Yeni Yol, Değişim ve Demokrasi, Yenilik, Cumhuriyet ve İstiklal, Güzel, Cesur Düşünce, Kuvayı Milliye, Doğru, Bizim, Milli, Devlet, Milliyetçi Cumhuriyet, Devrim Hareketi, Uyanış adlarıyla umut dağıtmaya çabalayan siyasal partiler egemen sınıfın ideolojisi ve siyasetinde buluşurken, adaletsiz seçim sistemi içinde neyi nasıl yapacakları, halkı nasıl oyalayacakları 2021 ve devamının ilginç konusu olacağa benzer.

Halk umutsuzluğunu anlatmak için “işimiz piyangoya kaldı” derken Milli Piyango büyük sermayenin eline geçti. Siyasal partiler çoğalırken tek siyasetin dayanağı olarak siyaset ve ekonomi, doğal kaynakların kullanımı, devlet, hukuk, sağlık, eğitim, dinsellik, adaletsiz seçim sistemi ve işgücü sermayenin denetiminde. Aydınlanma, laiklik, demokrasi, sosyal devlet, adalet, eşitlik, hak ve özgürlük… Hepsi yanılsama bu düzende, düzen siyasetinin görevi de yanılsamaları sürdürme.

2020 hak ihlalleriyle, gasplarıyla geçti. Yasaklar ve baskılarla, sona eren yaşamlarla geçti. 2021’e ihlalleri, gaspları, adaletsizlikleri, baskıları, sınırsız yetkileri, savunmasızlığı, keyfilikleri, örgütlere ve savunmaya el koymayı kural haline getiren, adının arkasına saklanan yasama belgesiyle (7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun) giriyoruz. Meclis içi muhalefet de vermediği oya sığınmakla yetiniyor. Devleti ve hukuku başkalaştırırken yaşam tarzını da başkalaştırdılar. Kimileri bu başkalaştırmada tahterevallinin tepesinde yer alırken emekçi halk onları yukarıda tutmak için aşağıya itiliyor.

Siyasi partilerden meslek oda ve birliklerine, dernek ve vakıflardan sendikalara örgüt çok ama gerçek örgütlenme hepsinde yaşanamıyor.

Gerçek örgütlenme kimi bireylerin ilkesiz olarak aynı siyaseti savunan çıkarcı başka bireylerin peşine takılması değil, emekçi halkın sınıf bilinciyle toplum yararı için örgütlenmesidir. Birinciler, sınıflı toplumda düzen içinde kalır, sermayenin halk üzerindeki egemenliğini savunur ve emeğin sömürülmesini kaygı bile etmeden rekabet peşine düşerler. İkinciler, sınıfsız ve sömürüsüz dünya için mücadele eder ve insanın insanı sömürmesine karşı çıkarak sömürücü düzeni yıkmaya yönelirler.

Gerçek örgütlenme düzen içinde tek siyasetin parçaları olan siyasal partilere üye olmakla, sömürücülerin saflarına katılmakla, piyasacı ve gericilere payanda olmakla, sömürü düzenini uzlaşma kılıfıyla meşrulaştırmakla ve onun kulu olmakla değil, işçi sınıfının devrimci mücadelesine katılmakla yaşama geçer.

Ostrovski’nin “Ve Çeliğe Su Verildi”de söylediği gibi saat mühür basarcasına adımlıyor zamanı.

Gerçek örgütlenme, saatin zamanı emekçiler adına adımlamasıdır; emek ister, emek için emek ister.

2021 başta sağlık emekçileri olmak üzere tüm emekçiler için, insanlık için esenlik dolu olsun; Aydınlanma ve laikliğin ayağa kalktığı örgütlü sınıfsal mücadele yılı olsun.

Aynı gemide değiliz

Aynı gemide değiliz

  • ABD’nin özgürlük yargıçları gibi açık oynamasa da Avrupa’nın liberal yargıçları ve Mahkemesi olarak İHAM, sermayeyle, talancılarla, yağmacılarla, hırsızlarla, katillerle, dinsel gericilerle, bunların ittifakı siyasal iktidarlarla, öz olarak da sömürü düzeniyle aynı gemide.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) Başkanı Robert Ragnar Spano’nun, Türkiye ziyareti, bu ziyaret içinde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın yer alması ve kendisine akademisyen kıyımcısı İstanbul Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilmesi, törende gazeteci yasağı, Spano’nun bir Mahkeme Başkanı gibi değil de siyasi iktidarı destekleyen siyasetçi gibi yaptığı konuşmalar tartışma yarattı.

İHAM’nin “abartı mı, balon mu” olduğu konusunda tartışmaya girmek burjuva hukuk devletinde ve bu devletin kapitalist ve emperyalist ilişkilerinde hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsızlığına; hakların ihlal edilmediği eşit, özgür ve adaletli bir toplumun bu yolla sağlanacağına inananlar tarafından abes sayılabilir.

Ama uzlaşmaz karşıtlıklar mahkemelerde az eksikli hatta eksiksiz hak arama özgürlüğüyle ve adil yargılanma hakkıyla çözülemiyor, çözülemez.

Çözülemez, sınıflı toplumda çözülmesi de olanaksız. Egemen sınıf geçici ve küçük uzlaşmalarla düzenini ve istikrarını sürdürmek dışında buna izin vermez; düzeni de hep kendi denetiminde tutar, olmazsa otoriterleşir, faşizme kadar gider.

Kapitalizmin ulusal ve uluslararası kurumları ve kuralları bu düzeni ve istikrarını korumak için kurulur, sapmalar olursa da hizaya getirilir. İHAM aynı Sözleşmeyi (İHAS) esas alarak, kimi zaman bireysel haklar konusunda hakkı iade ederek düzeni korumakla görevli üst kurumlardan biri. Hakkın hakkını verirken de bir sınırı var: kapitalizm…

İHAM’ın SSCB döneminde verdiği kararlarla sonraki dönemde verdiği kararlara bakıldığında, ilkinde sosyalist toplumla rekabet çabası, ikincisinde dağılan ülkelerin kapitalizme uyum sağlama çabası açıkça görülür.

Bir de Türkiye gibi otoriterleşme eğilimi ve gericileşme eğilimi yükselen ülkelerde hizaya getirme çabası var ki, kapitalizm adına iki sınır konur: Bir, otoriterleşmeye çeşitli nedenlerle onay verilir; OHAL düzeninde ihlal onayları buna örnektir. İki, aşırı keyfileşmeye ve de gericileşmeye karşı da “aman fazla sapmayın” denir; Başkan Spano’nun Türkiye ziyareti buna örnektir.

Ziyarette, hem parti devletin kapitalist ilişkiler nedeniyle sırtı sıvazlanmış hem de “Toplumda yargının fonksiyonsuz olması, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının esas alınmaması sonucu, topluma yabancı yatırım çekilmesi mümkün olmaz” diyerek emperyalist ilişkilerde uyarı yapılmıştır. Bu kapsamda Ayasofya bile konuşulmuştur ki ardından Cumhurbaşkanının Ayasofya kararına usuli itirazıyla hukuk devleti görüntüsü verilmesi, itirazın reddi halinde mahkemelere saygı, kabulü halinde de Ayasofya için herkesi memnun edecek ara formül gelecektir.

Spano’nun “Kanunun üzerinde hiç kimse yoktur” ifadesi de burjuva devletinin burjuva hukukunun tanımlamasından başka bir şey değil. Yalnızca pandemi döneminde sermaye lehine, emekçiler aleyhine çıkarılan kanunlara bakmak yeterli.

İHAM Başkanı sınıfsallığını saklama gereğini hiç duymadı, bireysel hak ve özgürlükleri -o da yarım yamalak- öne çıkarırken kapitalizme ayar sağlayan Mahkemesini perdelemedi.

Bu ziyaretteki bütün zaafları ve gizemleri Başkanın üzerine yüklemenin anlamı, düzeni ve sınıfsallığı perdelemektir. Tıpkı tarikat ya da cemaat liderlerinin örneğin çocuk istismarının dinsel gericilikten ve düzenden kurtarılıp liderlere yüklenerek piyasacı ve gerici düzenin perdelenmesi gibi…

“İHAM Başkanı böyle bir düzeni nasıl içine sindiriyor?” diye soranlara, sömürü düzeninin ihtiyacı olduğunda keyfilikle, gericilikle, kayırmacılıkla, otoriterlikle ve denetimsizlikle ama sermayenin söz ve karar sahipliğiyle gemisine yol bulduğunu anımsatalım.

Sermaye sınıfı hem ulusal hem de uluslararası alanda, hem kendine daha çok pay alarak hem de emeği daha çok sömürerek çok yönlü güvence istiyor, bu güvenceyi de devletlerle ve hukukla koruma altına alıyor. Onların hukukun üstünlüğü dediklerinin özü bu kadar basit. Bağımsız yargının göreviyse bu güvenceyi sermaye adına sürdürülebilir kılmak.

Bu arada İHAM tarafından önerilen Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru ve yine İHAM tarafından onaylanan OHAL Komisyonu kurumları da paçayı kurtarmaya yetmedi. Hak ihlalleri emekçi halk aleyhine hızla artıyor ve düzenin kurumları etkisiz mi etkisiz. Kurulan ön barajlara karşın Türkiye, Rusya’yla birlikte İHAM önündeki ihlal dosyalarında ilk iki sırayı korumaya (!) devam ediyor. “İHAM kararlarını tanımam” diyen CB da başkanlık rejimin başında oturuyor.

ABD’nin özgürlük yargıçları gibi açık oynamasa da Avrupa’nın liberal yargıçları ve Mahkemesi olarak İHAM, sermayeyle, talancılarla, yağmacılarla, hırsızlarla, katillerle, dinsel gericilerle, bunların ittifakı siyasal iktidarlarla, öz olarak da sömürü düzeniyle aynı gemide. Yeni sömürgeciliği, yineleyerek ve yineleyerek yaşatma gemisindeler. Başları ağrıyınca da hukuksuzluğu ve keyfiliği burjuva hukukunun içine çekme, hizaya getirme çabası içindeler.

O gemi, İkinci Dünya Savaşında SSCB’yi, sosyalizmi yıkmak; komünizmle mücadeleye silahla destek vermek için savaşan gemi.

O gemi, emperyalizmin donanması içindeki yeni sömürü düzeninin gemisi.

O gemi, kapitalistlerle aynı gemideyiz diyen düzen muhalefetinin gemisi.

Demokrasiyle, hukukla, yargıyla allayıp pullayıp sefere çıkarıyorlar.

O gemi, “aynı gemide değiliz” diyen ve bugün 100. yaşının kutlayan Türkiye Komünist Partisinden, sosyalistlerden, aydınlanmacılardan, ilericilerden, yurtseverlerden, emekçi halktan kurtulup yoluna devam edemeyecek.

O gemiyi işçi sınıfı durdurup batıracak.

Kim mutlu olmaz ve gururlanmaz ki… 100 yaşında Partimiz var.

Parti can, Parti yaşam, Parti ahlak ve disiplin, Parti örgütlü sınıfsal mücadele, Parti devrim…

Eşit ve özgür bir ülke kuracağız, güzel günler göreceğiz.

İpin ucu kaçtı mı?

Çoktaaan diyenleri duyar gibiyim. Ama “kaçtı mı kaçırıldı mı”, “kimler kimlerden kaçırdı” ya da daha yerinde olarak “ipin ucu kimlerin elinde” sorularını sormadan olmaz. Olmaz, çünkü ilişkilerin analizini yapmazsak, kapitalizm içinde kalarak eşit, özgür ve adaletli bir dünyada yaşanabileceği inancını taşıyanlar arasında ve tabii ki düzen içinde ve otoritesinde sıkışır kalırız. Dahası burjuva devletin ve hukukun vitrinine koyduğu demokrasi, sosyallik gibi birçok yanılsamaya kanarak yaşamak zorunda kalırız. Hemen her gün hemen her köşede eşitsiz yaşam koşullarından, siyasal iktidardan ve gericilikten, kötü haber okumaktan veya izlemekten yakınan milyonlar var. Gelir adaletsizliğinin altında ezilenler, geliri olmayanlar var. Kanun önünde herkes eşit diye diye kandırılan ama gerçek eşitliği bir an bile yaşayamayanlar var. Düşünce özgürlüğü diye diye düşüncesini açıkladığı için soruşturmaya, kovuşturmaya uğrayanlar, tutuklular ve hükümlüler var. Yargıda adalet arayamayanlar ya da ararken gerçek adaletsizliğin üstüne ikincil adaletsizliği de yargıda yaşayanlar var. En temel ihtiyaçlarını, beslenmeyi, barınmayı, sağlığı, eğitimi, nefes almayı piyasa vahşiliğinde kıyısından köşesinden karşılamaya çalışanlar ya da hiç karşılayamayıp nefessiz kalanlar var.
  • Kapitalist düzenin cinayetleriyle yaşamı sona erdirilenler var.
Kirada oturduğu derme çatma evin küçücük bahçesinde, teneke saksılarda yetiştirdiği domates ve biberin birkaç kilosunu mahallede satıyor diye; kiraladığı avukatlık bürosunda bir arkadaşı için ek masa koyuyor diye ek kira isteyen ev sahiplerinin bulunduğu toplumda bu tür olaylar şaşkınlık ve mizahla anlatılırken unutturulan ama Anayasa ve hukukla korunan sınırsız özel mülkiyet var. Emekçileri koruduğu sanılan ama ezen sözleşmeler var.
  • Kamu kaynaklarının talanla, yağmayla özel mülkiyete aktarılması var.
Üretim araçlarını elinde tutan, üretim ilişkilerini yönlendirip yönetenlere canlarını feda ederek emeklerini satmak zorunda olanlar var. Devasa bir yedek işgücü olarak işsiz ordusu var. Fuat Sözen’in yerinde analiziyle istihdamda tarihi çöküş var. Bu tabloyu AKP iktidarı ve onun lideri yaşatıyor ve ondan kurtulursak piyasanın vahşetinden ve gericiliğin baskısından kurtulacağız öyle mi? Bu siyasal iktidar ipin ucunu kaçırdı öyle mi?
  • Pandemiyi sömürü fırsatçılığına çeviren iş dünyası, o yönetemiyor denilen AKP’ye tam desteğini sunuyor.
Ve düzen muhalefeti de ittifaklı iktidar hesapları yaparken iş dünyasına sıcak desteğini ihmal etmiyor.  Patron örgütleri AKP’ye ve sıklıkla tartışmalara konu olan Albayrak’a tam destek veriyor. AKP’nin iktidara oturmasından bu yana her kritik anda ya da bunalımda bu tür destekleri hep yaptılar ve hep de karşılığını aldılar.

Devlet yeniden şekillendirilirken, piyasalaştırılırken; kamu kurum ve kuruluşlarındaki kadrolar tarikatlar ve cemaatler arasında paylaştırılırken -buna AKP’nin uzun Fethullah Cemati ortaklığı da dahil- sermayeyle anlaşmazlığa düşülmedi. Devlet sermayeye kayıtsız, koşulsuz, kusursuz hizmet için vardı ve sermaye bu üç (k) deki küçük zaaflardan, mülkiyet kaydırmalarından rahatsız olmadı; yeter ki sömürü düzeninin siyasetine, ideolojisine ve istikrarına bütünsel zarar gelmesin.

Destek açıklamalarından birini vermek yeter. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Sahadaki durumu hükümetimize en hızlı şekilde aktararak ekonomi yönetimimizin karar ve icraat süreçlerine en kapsamlı desteği verdik” diyor ve şöyle devam ediyor: “Türkiye sadece sağlık alanında değil ekonomi alanında da pandemiye karşı başarılı bir mücadele gösterdi. Sayın Cumhurbaşkanımız liderliğinde hükümetimizin attığı hızlı ve kararlı adımlar adeta bir dalgakıran görevi gördü… Türkiye bu tümseği de aşacak ve kararlı adımlarla ilerlemeye devam edecek.”

Yanıltmasın; Türkiye dediği emekçi halk değil sermaye sınıfı, yani sömürenler… Özünde sermayenin ihtiyacı olan 12 Eylül Anayasasının değişikliklerinde, yasal düzenlemelerde, yetki yasalı ya da OHAL’li KHK’lerde, onların yerine konulan CBK’lerde, diğer hukuk düzenlemelerinde, kamu idarelerinin iş ve işlemlerinde, yargı kararlarında ve diğer denetim organları işlemlerinde hep aynı amaç için çalışıldı. Sermaye istiyor; kendisine teşvik ve kaynak istiyor; emekçilere daha fazla esneklik, daha fazla güvencesizlik ve hak gaspı istiyor; AKP devleti de yasamasıyla ve yargısıyla elbirliğiyle isteklerini yerine getiriyor. İpler zaten hep sermayenin ve onun iktidarının elinde. Şimdi AKP’nin keyfî ama hedefi belli hallerine bakıp “ipin ucunu kaçırdılar, değiştirmek gerekir” demek düzen içi muhalefet ve o muhalefete umut bağlayanlar yönünden göle yoğurt mayalamaya benziyor. Araya bir de parlamenter rejime dönüş, daha güçlü bir başbakan gibi arayışlar da eklenerek AKP’lileştirilen parti devletinden kurtarma üzerinden planlar yapılıyor. Emperyalist ilişkileri gündeme bile almıyorlar.

At değiştirerek emekçileri daha fazla sömürmeyi de gizlemiyorlar. Emekçi halka saldırı, haklarını budama, fırsatçılık, ucuz işgücü, sürekli borçlandırma, yedek işgücü olarak işsiz bırakma ve düzenlerine bağlı tutma konusunda küçük ayrıntıları farklı siyaset gibi göstermeleri düzenin istediği uyumlaştırma ve sömürü siyasetinden başka bir şey değil. Yapacaklarını nöbet değişimi üzerine, devlet ve hukuk üzerine kuruyorlar. Ekonomiyi düze çıkaracağız dedikleri kapitalizmin düzü. Siyasal partiler yer değiştirecek, gerekirse liderler değişecek ama düzen aynı düzen, sermaye sınıfı emekçileri sömürmeye devam edecek… Oh ne âlâ…

İpler sermaye sınıfının elinde. İplerle halk arasında demokrasi kılıflı siyasal partiler var, devlet ve hukuk var. Devletle ve hukukla oynayarak, aynı siyaseti farklı siyasi partilerle yapmaya kalkışarak iplerin sahibi değiştirilmiyor, değiştirilemez.

  • Değiştirilmesi gereken kapitalizmin, emperyalizmin sömürü düzeni. Çökmeleri kaçınılmaz, yıkılmaları kaçınılmaz.
  • İşte bunun için “işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesi” ve “devrim için parti” diyoruz, “omuz ver” diyoruz.