Etiket arşivi: 24 Ocak kararları

Anayasa: Yetmedi, yetmeyecek

  • Kapitalizm öylesine çaresiz ki kendi yarattığı felaketlere çare bulması bir yana kendine bile çare bulmakta zorlanıyor. Doymak bilmezlikleriyle, anayasalara da doymuyorlar.

Anayasa: Yetmedi, yetmeyecek

SOL.ORG, https://sol.org.tr/yazar/anayasa-yetmedi-yetmeyecek-25854, 11.02.2021

ALİ RIZA AYDIN

Kapitalizmin ekonomi politiğinin sürdürülmesinde burjuva devletin (AS: devletinin) ve hukukun başlı başına rolü var, etkisi yüksek. 12 Eylül faşist darbesinin parlamentoyu ve siyasal partileri kapatıp tüm organlarıyla devleti biçimlendirmesi, Milli Güvenlik Konseyiyle yürütülen yönetimle, 24 Ocak Kararları(AS: 1980) da içeren darbe hukukunun yazılıp uygulanması, aynı hukukun ve uygulamanın 1982 Anayasasına yansıması artık genç nüfus yönünden okuyarak ya da dinleyerek öğrendiği tarih.

Bu tarihe 2016 darbe girişimi (AS. 15 Temmuz) sonrası OHAL hukuku ve uygulamasının OHAL kaldırıldığı halde yaşatılmasıyla ve başkanlık rejimiyle devam ediyoruz.

12 Eylül (1980) öncesinin “anarşi” bahanesi, günümüzde “terör” bahanesiyle anlatılıyor. Siyasal iktidara muhalif olanların terörle damgalanmasından, hukukun ve polisin buna göre biçimlendirilip kullanılmasından, dahası Anayasa ve hukukun istenmeyen kurallarının rafa kaldırılıp istenenlerin de istendiği zaman ama çifte standart uygulanmasından geri kalmıyor. Otoriter yasalar, kararnameler ve kararlar sıralanırken “yeni anayasa” nakaratı da dillerden düşürülmüyor.

Ortada bir garabet var. Siyasal iktidar, düzen içi muhalefete terörist damgası vuruyor. Muhalefetse düzen içinde kalma konusunda en ufak bir duraksamaya düşmeden siyasal iktidarı demokratik, sosyal (laikliği unuttular!) hukuk devletinin hizasına çekme söylemlerinden başka bir şey yapamadan, üzerindeki devasa milliyetçi ve dinsel ağ içinde oradan oraya savrulup duruyor.

Düzen içinde kalmama konusunda en ufak direnç bile gösteremeyenler, rejimi çekecekleri hizayı bile tanımlayamayanlar her alanda süren hukuksuzluk ve keyfilikleri, siyasal iktidarı meşrulaştırmakla, düzeni yaşatmakla meşguller. Kapitalist düzen içinde kalma konusunda, onun kılına dokunmama konusunda en ufak duraksamaları yok.

Anayasaları, parlamentoları, hukukları ve yargıları ancak düzenlerinin devamı ve istikrarıyla sınırlı. Üretim güçlerinden, özel mülkiyetten ve üretim ilişkilerinden yola çıkarak açıklanabilecek anayasaları sınıfsal. Hukukun atağa kaldırılıp insanlık, hak ve özgürlük, güvenlik adına (AS: için) ilkelere kavuşmasında emekçilerin mücadele ve direnişleriyle sosyalist devletlerin etkileri önemli olmakla birlikte, aynı hukukun burjuva devletleri elinde emekçilere baskı ve sömürü aracına dönüşmesi gözlerin kapatılacağı bir durum değil. Kimse buralara sığınıp hukuka masum üstünlük sağlamaya kalkmasın, bu masumiyet düzen içinde kalıp hukuku sınıfsal analize tabi tutmayanları da yiyor.

Anayasa sınıflarüstü değil. Az boz değil, epeyce müdahale var Anayasaya 1982’den bu yana. Müdahale edilen madde sayısı ve bu değişikliklerin içeriği kapsamlı ama müdahale dönemleri bile tek başına şu “demokratik, laik hukuk devleti” denilen Cumhuriyet ilkesinin ne durumlara düşürüldüğünü ve emekçilere baskı ve sınırlama dışında bir şey çıkmadığını göstermeye yetiyor.

1982 Anayasasına dönemsel müdahaleler şöyle  :

Müdahaleler azımsanamayacak derecede, konu ve madde bazında da hayli etkili. (C) dönemindeki 1995 ve 2001 değişiklikleri darbe Anayasasının hak ve özgürlükler üzerindeki ağır sınırlama ve baskısını düzeltme yönünden olumluluk içermesine karşın AKP dönemindeki değişiklikler kimi olumlu görünümler altında başkalaştırma ve bugünkü rejime getirme konusunda kayda değer. 25 Anayasa değişikliği girişiminin 17’sine imza atan, bunlardan 4’ü Cumhurbaşkanından, 1’i de AYM’den dönen AKP, kendisi 12 Eylül’ün devamı olduğu halde her seferinde 12 Eylül Anayasasının ortadan kaldırılacağı, demokrasinin yerleşeceği gibi bir kandırmacaya sığındı, bugün de “yeni anayasa” derken aynı şeyi yapıyor.

AKP’nin 2008 değişliklerinin, Anayasanın 2. maddesindeki “demokratik, laik hukuk devleti” ilkesini değiştirir nitelikte görülerek Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına karşın o günlerden bugünlere laiklik ilkesinin yok edildiği örnekler kalıcılaştı. Laiklik ilkesini çiğneyen yasalara onay veren de aynı AYM oldu. Muhalefet de buna uydu.
Zaten uygulanmayan Anayasayla karşı karşıya olduğumuz ve bu durumun da düzen içi mekanizmalarla denetlenip önlenemediği açık. Yasama ve yargı düzeyindeki anayasal denetim organlarını işlevsizleştirmek, önemsizleştirmek, yandaşlaştırmaktan ve devleti partileştirmekten geri durulmuyor. Buraya en büyük destek, demokrasi masumiyetine sığınan ama demokrasi yanılsamasının altında kalmayı dert edinmeyen düzen içi muhalefetten geliyor. Böylece zaten baskı altında olan “toplumsal denetim” de siyasetten destek alamıyor.

Ne Anayasa değişiklikleri yetiyor sömürmeye ne hukukla sürekli oynamak…

Ne keyfilik yetiyor ne de keyfiliği ve adaletsizliği hukuka yazmak. O kadar rahatlar ki, artık anayasa değişikliği bile yapma meşruiyeti olmayanlar kendilerini “Kurucu Meclis” gibi görüp “Kurulu Meclisin” bile yapamayacağı, ilk üç maddeyi de değiştirebilecek “yeni anayasa” girişimini dile getirip destekçi bulabiliyorlar.

Düzen içi muhalefet partileri kendi anayasa dosyalarını çıkarırken de aynı meşruiyetsizlik söz konusu. Anayasa, seçim, demokrasi diye diye 2002’den bu yana siyasal iktidarın piyasa ve din adına yaptıklarını meşrulaştırmakla meşguller.

Sermaye sınıfının çıkarları ve istikrarı için anayasa yazıp, emekçi halka -zaten kendi mücadeleleriyle kazandıkları- hak ve özgürlükleri eşit olarak verdim demekle olmuyor.

  1. Sermayenin anayasası emekçiler için yazılmıyor, onları denetim altında tutmak için yazılıyor.
  2. Eşit denilen haklardan yararlanmada emekçiler yönünden büyük eşitsizlik söz konusu.

Eşit denilen eşitsizliklerin azıcık toparlanır gözükmesini 1961 Anayasasının ilk 10 yılında ve 1990’larda gördük: Birincisi 12 Mart Muhtırası (1971) ve sonrası Anayasa değişiklikleriyle ve devamında 12 Eylül darbesiyle (1980), ikincisi de 2002 AKP projesiyle paramparça edildi. Şimdi yeni rejim peşindeler, hem de 1921 Anayasasının arkasına sığınarak.

Kapitalizm öylesine çaresiz ki kendi yarattığı felaketlere çare bulması bir yana, kendine bile çare bulmakta zorlanıyor. Doymak bilmezlikleriyle, anayasalara da doymuyorlar. Düzenlerinin kusursuz(!) anayasalarını yapmak için, kapitalist devletlerin anayasalarının
en iyi örneklerini bulup yazsalar dahi çaresizler.
Olsa olsa “toplumsal demagoji politikası” izlerler, o kadar.

Çaresizlikleri içinde çıkaracakları anayasa, emekçiler yönünden kısa sürede bir parmak bal gibi gözükse de hep boş söz olarak kalacak. Hak ve özgürlükler bahşedilmez, mücadelelerle kazanılır. Emekçiler, hak mücadelelerini verirler ama “sınıflar arasında uzlaşma”, “emekçilere baskı” ve “sömürü” hukukuna kanmazlar ve o hukuku meşrulaştırmaya da aracı olmazlar.

  • Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun meşruluğu anayasa ve hukukla sınırlı değil, ötesindedir.

Sömürüye, otoriteye, dinsel gericiliğe boyun eğilmezken, düzenin anayasasına nasıl mahkum olunur?

Emekçiler kendilerini sömürenlerin anayasalarına, bu anayasalarda yazan iyi-kötü nitelendirmelere, demokrasi ve eşitlik yanılsamalarına, seçim ve adalet yalanlarına mahkum değil.

Emekçi halkın anayasasını sömürge gemisi içindekiler ne yazabilir ne de uygulayabilir.

“Bu düzen değişmeli” diyenlere göre toplum yararının üstünde bir anayasa olamaz, o anayasa da sınıf mücadeleleriyle, devrimle elde edilen siyasal, toplumsal ve ekonomik yapıyı tamamlayıp güçlendirmek ve korumak amacını taşır.

Emekçilerin ihtiyacı olan “Toplumcu Anayasa”, “sosyalist devletin” işçilerinin, emekçilerinin, köylülerinin, aydınlarının ortak çabasının ürünü olacak “sosyalist cumhuriyet”le yaşama geçecek. Sınıfsız ve sömürüsüz düzen mücadelesi “Toplumcu Anayasa”yı yapmak ve uygulamak için gerekli koşulları yaratacak,

  • “Toplumcu Anayasa” da insanın insanı sömürmediği toplumun güvencesi olacak. 

AKP sistem partisi mi operasyon partisi mi?

AKP sistem partisi mi operasyon partisi mi?

ahmetgursoy.028@gmail.com, 24 Temmuz 2019, YENİÇAĞ
Türkiye’de ikide bir siyasetin tıkanması ve ülkenin geçmişten hiç ders almadan yeniden defalarca krize sürüklenmesinin gerisinde ne var? Siyaset adamlarının uzmanların kendilerine sorması ve cevaplaması gereken soru budur? Bakın işte yine krizle karşı karşıyayız.

Kaç kere ekonomik krizle karşılaştık kim biliyor? Hafızayı yoklayarak birkaç kişi buna anında cevap verebilir ama bir anda cevap verecek büyük bir çoğunluk yok.

Lakin Türk siyasetinde yeni dönemeçlerin yaşandığı kritik süreç daima ekonomik krizlerle ve bir de darbelerle olmuştur. Herkes darbelere ateş püskürüyor. Püskürmeli de. Ancak en az darbeler kadar siyasi dönüşümleri ve gelişmeleri etkileyen ve hatta birkaç kere siyaseti yeniden düzene konulmasına neden olan, birçok partinin hayatına son veren asıl sorunların başında biri daha var: Ekonomi…

24 Ocak kararlarını hatırlayın. Mimarı Özal değil miydi?

12 Eylül darbesi sonrasında Özal’ın partisi ANAP’ı öne çıkaran işte bu kararlardı. Ekonomik iyileşmenin sonunda halkın onayanı alarak iktidara taşındı.

DSP-MHP dönemine gelin.. Ortaya çıkan ekonomik kriz sonrasında DSP yerle bir oldu. MHP’de tıpkı ortağı gibi dibe vurdu. Sonra? Siyasal dengeler yeniden kuruldu. AKP ortaya çıktı.

Diyeceksiniz ki “28 Şubatın etkisi yok mu?” Var tabi. Ama ikinci en büyük neden ve AKP’yi iktidara taşıyan asıl sebep, darbe karşıtlığından çok, ekonomi idi. Şimdi geldiğimiz noktada, AKP’yi dibe doğru çeken muhalefeti yükselen değer haline getiren sebep de aynı. AKP, kendi geleceğini gördü. Güya önlem almaya çalışıyor. Ortağı MHP ile birlikte seçim sistemlerini değiştirmeyi düşünüyor.

Operasyon peşinde.

Ne yaparsa yapsın eğer elinde ekonomiyi yeniden güçlendirecek sihirli bir değnek yoksa, her yaptığı operasyon kendisine olumsuz bir karşılık olarak yansıyacaktır. Bazıları AKP’nin bir kitle partisi olduğunu söylüyor. “Muhafazakâr” olarak tanımlıyor. Kısmen bu özellikleri taşısa da icraatları yönünden bakıldığında

  • AKP, Türkiye’nin görüp geçirdiği en büyük operasyon partisidir.

Tabir yerinde ise devlet aygıtında oynatmadık vida bırakmamıştır. İktidara geldiğinden itibaren oldukça yavaş, mümkünse zamana yayarak gerçekleştirdiği dönüşüm sürecini MHP ile birlikte Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemiyle noktalamıştır.

Öncelik elbette iktidarın (eski sistemin) ele geçirilmesiydi.

İkincisi, iktidarda sürekli kalabilmek için basının ele geçirilmesi ve böylece kitle zihin kontrolünün sağlanması..

Üçüncüsü, devlet aygıtının partileştirilmesi sürecidir.

Dördüncüsü, eş zamanlı olarak ekonominin (partili iş dünyasının) yaratılması..

Beşincisi,  ordunun tasfiyesi. (buna vesayetin kaldırılması diyorlar).

Altıncısı, en büyük sorun haline gelen ortağın tasfiyesi ve

Yedincisi de MHP ile yeni Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin kurulmasıdır.

Geldiğimiz noktada, geçmişten hiç ders alınmadığı için ekonomi duvarına tosladılar.

Şimdi hazırlık yapmaktalar. Yeni operasyonlarla, toplum mühendisliği ve veya alt sistem değişiklikleriyle kazandıklarını kaybetmemenin yollarını aramaktalar. Lakin gelin görün ki, sistem; (tabir yerinde ise) başlarına çökmek üzere. Altında kalabilirler. Baştaki soruya dönersek ne diyeceğiz? Ey ekonomi sen nelere kadirsin.

 

Mehmet Bedri Gültekin : Kapıyı çalan tehlike ve fırsat

Kapıyı çalan tehlike ve fırsat 

 Mehmet Bedri Gültekin

Mehmet Bedri Gültekin
aydinlik.com.tr, 01.12.2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ekonomide yolun sonuna geldik. 1980 yılında 24 Ocak kararları ile başlayan; neoliberal politikaları uygulayarak milli ekonomiyi tasfiye etme, Kamu İktisadi Kuruluşlarını elden çıkarma ve emperyalist finans merkezlerine her bakımdan bağlanma diye özetleyebileceğimiz programın sonuçlarını yaşıyoruz. Ama özel olarak belirtecek olursak; AKP iktidarı ile birlikte doludizgin yürürlüğe konan, sıcak para merkezlerinden borçlanarak ekonomi çarkını döndürme döneminin sonuna geldik.

14 yılda 130 milyar dolardan, 150 milyar doları kısa vadeli olmak üzere 400 milyar doların üzerine çıkan dış borç (AS: 420 milyar Dolar!); bir yıl içinde bulunması gereken 250 milyar dolar dış kaynak… Tablo budur ve Türkiye’yi bekleyen geleceğin ne olduğunu görmek için kâhin (AS: önbilici) olmak gerekmiyor.

Türkiye’nin yumuşak karnı

Yolun sonunu gösteren sadece son iki ay içinde Dolar’ın % 25 değer kazanması değildir. Ekonomi, çok çeşitli alanlarda, ABD başta olmak üzere Batı ile kapışan Türkiye’nin yumuşak karnı… ŞİÖ’ye yönelme mesajları veren Türkiye, şimdi ekonomi alanında Batı’dan gelmesi olası saldırılarla karşı karşıya. Türkiye ABD ile birçok cephede karşı karşıya geldi. Bölücü terör, FETÖ, Rusya ve İran’la ilişkiler, “Türk Akımı” anlaşması,  Irak’ın kuzeyindeki 2. İsrail’i Akdeniz’e bağlayacak ABD-İsrail koridoru vb. vb.

“Türkiye’nin ŞİÖ içinde rahat edeceği” yolundaki açıklamalar, ABD açısından bütün bu gelişmelerin üzerine tüy dikmek anlamına geldi.

Bütün bu etkenlere Batı ekonomilerinin 2008 yılında içine yuvarlandığı krizden bir türlü çıkamadığını ve emperyalizmin kendi krizini çevreye yıkarak hafifletme şeklindeki doğal eğilimini de ekleyelim.

Sonuç gerçekten yolun sonundayız ve Batı sistemi içinde ve neo liberal politikalarla gideceğimiz bir yer bulunmuyor.

Batı’nın krizi, Türkiye’nin şansı

Çin’ce de “kriz” aynı zamanda “fırsat” demektir.
Türkiye ekonomisinin şu anda içinde bulunduğu “kriz”, aynı zamanda Türkiye’nin önüne bir “fırsat”ı da çıkarmış bulunuyor. IMF verilerine göre Çin ekonomisi 2014’te yılında satın alma gücü üzerinden yapılan hesaplamalara göre ABD ekonomisini geride bırakarak dünyanın 1 numaralı ekonomisi oldu.

Çin büyüme hızını düşürmesine karşın hala % 7’lerle büyüyor. ABD ekonomisi ise deyim yerindeyse yerinde sayıyor. Sadece bu durumu göz önüne alarak düşünecek olursak, Çin’in şu anda bile ABD ile arayı açmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Çin, yıldızı parlayan ülke olarak yalnız değildir. Atlantik ülkeleri çürüme ve durgunluk içindeyken, bütün Asya artık gelişmekte olan dünyadır. Dünya ekonomisinin Asya ile nefes alıp vermekte olduğu, günümüzün en büyük gerçeğidir. Türkiye çürümekte ve çökmekte olan Atlantik sistemi içinde mi yer alacak yoksa gelişmekte olan Asya ile mi birleşecek. Önümüzdeki soru budur ve yaşamaya başladığımız krizin cevabı da buradadır.

ŞİÖ ve Batı Asya Birliği

Daha da somut olarak ele alırsak, Türkiye 50 yıldır kapısında beklediği Avrupa’nın kapısında beklemeye devam mı edecek yoksa şimdi büyük bir arayış içinde olan komşularıyla Batı Asya Birliğine mi yönelecek? Batı Asya Birliği (Türkiye, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Azerbaycan); 3 milyon km2 toprağı, 250 milyon nüfusu, bugün itibariyle 2.5 trilyon dolar milli hasılası, dünya enerji rezervlerinin %35’ine sahip olması, büyük tarımsal potansiyeli ve zengin maden kaynaklarının yanı sıra genç ve eğitilmiş insan gücüyle dünyanın gelişmeye en elverişli bölgesel birliği olmaya adaydır.

Atatürk tarafından 1930’lu yıllarda Sadabad Paktı’yla (AS: 1937) ilk adımları atılan Bölge ülkeleri arasında birlik fikri, son yıllarda yaşanan acıların ve ödenen bedellerin ardından yeniden canlanıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün günümüzde artan ağırlığı, Batı Asya Birliği için koşulları daha uygun hale getiriyor.

ŞİÖ, AB’nin alternatifi (seçeneği) değildir.. diyenler, AB’nin gerçek alternatifinin üzerinden atlıyorlar. Türkiye’nin kapısını çalan ekonomik kriz ve güvenlik tehdidi bir yandan güvenlik şemsiyesi olarak ŞİÖ’yü, öbür yandan ekonomik bakımdan en yakın ortakları ŞİÖ ülkeleri olan Batı Asya Birliği’ni biricik çıkış yolu olarak Türkiye’nin önüne koyuyor.
===========================

Teşekkürler değerli dostumuz M. Bedri Gültekin…

Batı, geleneksel, genlerine kazınmış emperyalist sömürgenliği ve ikiyüzlülüğünü sürdürüyor.. Türkiye’nin o zamanki AET’ye başvurusu 1963 tarihli Ankara Anlaşması iledir ve Başbakan İsmet İnönü‘nün imzasını taşımaktadır. Aradan 53 uzun yıl geçmiştir ve Türkiye hala bekleme odasında tutulmaktadır. Oysa Birliğe tam üye olmadan Gümrük Birliği‘ne girerek ülkesini pazar kılan ve 1 Ocak 1996’dan bu yana 21 yıla varan dönemde birlaç yüz milyar Dolar dış ticaret açığı verdirilerek kanata kanata sömürülen bir konuma düşürülmüş durumdayız. Üstelik AB ülkelerinin AB dışından 3. ülkelerle bağıtladığı gümrük rejimi de Türkiye’yi doğrudan bağlamaktadır!

Geldiğimiz yer ortadadır. AKP döneminde kişi başına borç artışı, kişi başına gelir artışından daha fazladır. Bir soygun ve talan ekonomisi haramzadelerce dayatılmaktadır.

Türkiye, çok yönlü ilişkiler içinde kapsamlı bir uluslararası dengeye oynamak zorundadır. Dış politikanın tunç yasası ülkenin dostların değil çıkarlarının olacağıdır. Türkiye, karşılıklı çıkarlara saygı ekseninde ülkemizin çıkarlarını ençoklaştıracak çok yönlü ve çok yanlı (taraflı) ilişkiler denklemini kurmak ve işletmek zorundadır.

  • Verili zemin ise YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞTIR..
  • Büyük ATATÜRK tam bağımsızlığın üstüne titriyor ve
  • Savaşı, ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe cinayet olarak tanımlıyordu..

Sevgi ve saygı ile.
02 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com