Etiket arşivi: küresel kriz

Dolar Kuru Yine Niçin Yükseldi?

Dolar Kuru Yine Niçin Yükseldi?

Dr. Mahfi EĞİLMEZ
25 Şubat 2021

Son iki günde Dolar kurunda yaşanan yükselişler üzerine pek çok soru sorulur oldu. Bunları topluca yanıtlamaya çalışayım.

Döviz fiyatı hangi mekanizmayla belirleniyor?

Ekonomi biliminde mal, insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini gidermek üzere alım satım konusu yapılan somut araçlardır. Bu tanım çerçevesinde ekonomi bilimi açısından döviz de tıpkı elma gibi bir maldır ve arz (satışa sunulan üretim) ve talebe (satın alınmak istenen miktara) göre piyasada belirlenen bir fiyatı (kur) vardır. Elma fiyatı gibi dövizde de arz yüksekse (mal bolsa) fiyat düşer, talep yüksekse fiyat artar. Buna karşılık kurun oluşumunda arz ve talep güçlerini etkileyen güçler, elma arz ve talebini etkileyen güçlerden biraz farklıdır. Burada beklentiler çok daha fazla önem kazanır. Ekonominin genel gidişinin, ülke risklerinin artışının, yapılan açıklamaların ya da yurt dışında bizi de etkileyebilecek gelişmelerin kurlar üzerindeki etkisi elma fiyatı üzerindeki etkisinden çok daha fazladır.

Dolar kuru son iki günde niçin yükseldi?

Kur yükselişinin (ya da TL’nin dış değer kaybının) dış ve iç nedenleri vardır. Şu sıralarda Dolar genel olarak değer kaybettiği halde bizde Dolar kuru yükseldiğine göre göre bu seferki kur yükselişinde genel dış etkenlerin rolü yok demektir.

  • Buna karşılık Türkiye’ye özel dış etkenlerin etkisi var.

Örneğin piyasalarda, Biden yönetiminin Türkiye’ye yönelik tavrı henüz tam olarak netleşmemiş olsa da pek dostça olmayacakmış gibi bir hava var.

Kurun son iki gündeki yükselişinde asıl olarak iç nedenler ve orada da devletin en üst kademesinden gelen açıklamalar etkili görünüyor. Kanal İstanbul yatırımında ısrar edilmesi, rezervler konusunda gerçeklerin görmezden gelinmesi gibi açıklamalar riskleri artırmaya devam ediyor. Riskler artmaya başladığında da kur yükseliyor.

Herkes aynı anda Dolar alsa bunu karşılayacak bir mekanizma var mı?

Dünyanın hiçbir ülkesinde herkesin aynı anda Dolar alması halinde bunu karşılayacak bir mekanizma yoktur.

Doları basan ABD’de bile bütün mevduat sahipleri bankalara gidip mevduatlarını aynı anda çekmeye kalksa sistem çöker. Bu tür hareketler genellikle büyük kriz dönemlerinde olur ve krizi içinden çıkılamayacak noktalara taşır. O zaman da devletler para çekilişine sınır koyar hatta yasaklarlar. Benzer bir durum Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta küresel kriz sonrasında yaşanmıştı. Paniğe kapılan insanlar bankadan paralarını çekmeye kalkışınca sistem tümüyle çökmenin eşiğine gelmiş ve bankalardan para çekilişine günlük sınırlamalar getirilmişti.

Bankadaki TL mevduatımı Dolara çevirdiğimde banka da hemen gidip bir yerlerden o kadar Dolar mı alıyor? Alıyorsa ne zaman ve nereden alıyor?

Bankadaki TL mevduat hesabınızdaki paranızı dilediğiniz zaman Dolara (veya başka bir yabancı paraya) o anda geçerli olan kurdan çevirip Dolar mevduat hesabı açabilirsiniz. Bu çerçeveden bakarsak TL mevduatı olan herkesin Dolar (ya da başka döviz) yaratma yeteneği var demektir. Günümüz uygulamasında buna konvertibilite deniyor (eskiden konvertibilite denince paranın altına ya da altına dayalı paralara dönüştürülebilme durumu anlaşılırdı.) Bankanın bu işlem nedeniyle gidip bir yerlerden o miktarda Dolar almasına gerek bulunmuyor. Ama eğer Dolar mevduatı sahipleri Doları nakit olarak banka şubesinden çekmek isterse ve banka şubesinin de o gün bu iş için yeterli Dolar mevcudu yoksa o zaman şube bu miktarı bankanın merkezinden talep eder. Eğer Banka’nın da bu talebi karşılayacak Dolar mevcudu yoksa o zaman karşısında iki seçenek vardır: Bankaların Merkez Bankasında zorunlu karşılıkları dışında bir de istediklerinde kullanabilecekleri serbest mevduatı vardır. Banka, Merkez Bankasında yeteri kadar serbest mevduatı varsa ihtiyacı olan Doları oradan da çekebilir. Eğer bankanın Merkez Bankasında yeterli miktarda serbest mevduatı yoksa, TL vererek o günkü kurdan o kadar Doları başka bir bankadan ya da Merkez Bankası’ndan satın alır ve müşterisinin talebini karşılar.

Altının ons fiyatı düştüğü halde gram altın fiyatı niçin yükseliyor?

Altının ons fiyatı son iki günde 1.812 Dolar/Ons’dan 1.790 Dolar/Ons’a gerilediği halde gram altın fiyatı 410 TL/Gram’dan 414 TL/Gram’a yükseldi. Bunun nedeni Dolar kurunun yükselmesidir. Amerikalı altın yatırımcısını sadece ons fiyatındaki değişiklik etkilerken Türk altın yatırımcısını altının ons fiyatındaki değişiklik kadar Dolar kurundaki değişiklik de etkiler. O nedenle dünyada altın fiyatı düştüğü halde bizde Dolar kuru daha fazla yükseldiği için gram altın fiyatı da yükseliyor. Türk altın yatırımcısı açısından ideal durum hem altın hem de dolar fiyatının yükselmesi, en kötü durum ise her ikisinin de düşmesidir. İki gün öncesine kadar ikisi de düştüğü için altın yatırımcısının kaybı artıyordu. Şimdi altın fiyatı düşse de Dolar kuru yükseldiği için zararların bir kısmı telafi ediliyor.

Değişen Koşullar, Değişen Yaklaşımlar

Değişen Koşullar, Değişen Yaklaşımlar

Mahfi EĞİLMEZ, PhD
21 Mart 2019

 

 

(Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

2018 yılının son çeyreğinde dünyada farklı bir görünüm vardı. ABD neredeyse artık krizden çıkmış, Avrupa benzer aşamaya geçişte epey bir yol almış, Japonya neredeyse 30 yıl sonra tünelin ucunda ışığı görmüş gibiydi. Gelişmiş ülkeler kategorisinde tek sorun Brexit olarak duruyor onun da çözümü yolunda ilerleme sağlanıyor gibi görünüyordu. Gelişme yolundaki ekonomilerde de durum istikrarlı bir görünüm içindeydi. Sadece Çin’de büyüme ivme kaybediyor bir de gelişmiş ekonomilerin parasal sıkılaştırmaya başlaması dış finansmana aşırı bağlı gelişme yolundaki ekonomilerde bazı finansmana erişim sorunları yaratabilecek gibi duruyordu. Bu durum da büyük endişe yaratmıyor, yönetilebilir olarak kabul ediliyordu.

2019’a girerken görünüm değişmeye başladı. Uzakdoğu ve Latin Amerika kökenli bir resesyon dalgasının dünyayı sarabileceği ve yeniden bir küresel krizin içine çekebileceği korkusu egemen olmaya başladı. Bu yeni bakışın en belirgin kanıtı Davos toplantısı öncesinde World Economic Forum grubunun 800 büyük şirketin CEO’suyla yaptığı anket. Anket sonucuna göre bu en önemli karar alıcıların 2019 için en büyük endişe kaynağının resesyon olduğu ortaya çıktı. Birkaç ay önce küresel krizin artık sonuna gelindiği kanısı egemenken bu hızlı değişim oldukça şaşırtıcıydı. Bu kadar üst düzey karar alıcıların beklentisinin resesyon olması, kararlarını da buna göre alacakları, örneğin yatırımların kısılması, istihdamda azaltmaya gidilmesi gibi adımlar atabilecekleri endişesinin doğmasına yol açtı. Böyle kararlar bu adımların dünyanın her yanındaki diğer şirketlerce de izlenmesine yol açacak bir dalga yaratabilir ve bu gelişme yeni bir resesyonu tetikleyebilir.

Beklentilerin böyle yön değiştirmesinde birçok gelişme etkili oldu. Bunlar arasında Brexit, İtalya’nın giderek bozulan ekonomik durumu, Fransa’daki karışıklıklar, Arjantin ve Venezuela’nın büyük sıkıntıları, Çin ekonomisinin yaşadığı ciddi ivme kaybı, ticaret savaşları, Almanya’da Merkel sonrasında ne olacağının belirsizliği, Türkiye ekonomisinin slumpflasyona gidişi ilk akla gelenler.

Ekonomi, bütün o matematiksel gösterisine karşın, merkezinde insan ve toplumun olduğu bir bilim ve o nedenle beklentiler ekonomide çok önemli bir yer tutuyor. Eğer beklentiler olumlu ise gerçekleşme de büyük ölçüde öyle oluyor. Çünkü karar alıcılar o olumlu beklentilere göre karar alıyor. Tersi geçerliyse yani karar alıcıların gelecekle ilgili beklentileri olumsuzsa kararlarını bu havada alıyorlar ve gerçekleşme de olumsuz oluyor.

Bu gelişmeye göre kararlarını ilk gözden geçiren Avrupa Merkez Bankası oldu. Avrupa Merkez Bankası, 2018’in sonlarında parasal genişlemeyi sadece vadesi gelen tahvillerin yenilenmesine indirgemişti. Draghi verdiği mesajlarda 2019 yılının son çeyreğinde faiz artırımı yapabileceklerini ve parasal genişlemeyi tümüyle durdurabileceklerini ima ediyordu. Sonrasında Avrupa’nın krizden çıkışının daha zaman alabileceğini ve o nedenle faiz artırımı ve parasal sıkılaştırma bir yana, parasal gevşemeye yeniden girebileceklerini söylemeye başladı. Ardından Fed de yaklaşımını revize etmeye yöneldi. Yeni yıla girilirken piyasalar, Fed’in 2019 yılında 3 kez faiz artıracağı ve 600 milyar Doları piyasadan çekeceğine neredeyse kesinlikle emindiler. Fed, son iki toplantısından sonra yaptığı yeni açıklamalarla bu beklentiyi değiştirmeye başladı. Bugün gelinen noktada Fed’in 2019 yılında faizi hiç artırmayacağı ve parasal sıkılaştırmaya da son vereceği beklentisi yerleşmiş bulunuyor. Dünyanın en büyük iki merkez bankası parasal sıkılaştırmadan hızla uzaklaşmaya yönelerek piyasadaki olumsuz beklentileri olumluya çevirmeye çabalıyorlar. Her ikisi de küresel sistemde sadece kendi ülkelerinin veya bölgelerinin sağlam olmasının yetmeyeceğinin, bütün dünyanın iyimser bir havaya geçmesinin gerekli olduğunun farkındalar.

Keynes’e sormuşlar “Üstat, koşullar değişirse ne yaparsınız?” Keynes yanıtlamış: “Koşullar değişirse ben de düşüncemi değiştiririm.” İşte şimdi tam da oradayız. Koşullar değişti, beklentiler olumsuz bu durumda para politikası uygulayıcıların yapması gereken şey bu olumsuz havayı dağıtacak adımlar atmak. Asıl kritik soru bu adımlar yeterli olacak mı sorusu. Bu kez Fed ve Avrupa Merkez Bankası erken davrandı ve politikalarını hızla revize ettiler. O nedenle resesyon eğilimini önleyebilirler. Ama yine de bu adımlar başka bazı gelişmelere de bağlı bulunuyor. Örneğin Brexit’in nasıl sonuçlanacağı, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşının nasıl çözümleneceği, Çin’in yaşadığı ivme kaybını durgunluğa girmeden tersine çevirip çeviremeyeceği, IMF’nin Arjantin’in toparlanmasını sağlayıp sağlayamayacağı, Türkiye’nin girdiği slumpflasyondan ne kadar sürede çıkacağı gibi meseleler Fed ve Avrupa Merkez Bankası’nın para politikası değişikliğinden bağımsız yanları olan konular. Bu konularda da olumlu gelişmeler yaşanması gerekiyor. Bütün bunlar da yetmiyor, parasal sıkılaştırmanın gevşemeye dönmesi halinde bu kez piyasalarda yeni balonlar yaratılmasının da önlenmesi gerekiyor.

Özetle söylemek gerekirse 2019 yılı bütün dünya için son derecede dikkatle ele alınması gereken hassas bir yıl. Diğer ülkelerin, küresel sistemin ekonomik yönetimini Fed ve Avrupa Merkez Bankası’na bırakıp arkalarına yaslanarak seyredecekleri bir dönem değil bu. Herkesin üzerine düşeni yapması yeni bir küresel krizden uzak durmanın ilk koşulu.
==========================
Dostlar,

ERDOĞAN’ın GOLAN TEPELERİ İÇİN TRUMP’a ÇATMASININ BEDELİ 26 MİLYAR $!

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi   

Hazine eski Müsteşarı, Mülkiyeli Dr. Mahfi Eğilmez’in irdelemesi son derece uyarıcı ve ayrıca yol gösterici (bkz. başlıktaki erişke..). Eğilmez, SBF = Mülkiye mezunu bizim gibi. Bu seçkin Fakülteyi, bilim yuvasını AKP = RTE, 15 Temmuz 2016 “darbe girişimi” sonrası ağır biçimde yaraladı.

Sayısı 30’a varan akademisyen, haklarında kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın ve daha korkuncu, yargıya başvurma hakkı da tanımaksızın OHAL KHK’leri ile görevden uzaklaştırıldı..

  • Oysa Anayasa m. 38/4 ve AİHS m. 6/2 uyarınca herkes, evrensel masumluk karinesi gereği,
    suçluluğu kesinleşmiş mahkeme kararları ile hükmen sabit oluncaya dek masumdur!

AKP = RTE iktidarı, Sn. Eğilmez’in ciddi uyarılarının ne ölçüde ayırdında acaba?

Damat Hazine – Maliye Bakanı alaycı söylemlerle dövizin yükselmek yerine daha da düşeceğini hiçbir bilimsel veriye dayanmaksızın, basın önünde kafiyeli sözlerle ileri sürerken,
birkaç güne kalmadan kayınpederinin (RTE!) gadrine uğradı adeta!?

AKP = RTE “mutada inkiyaden” (alışıldığı üzere..) gene köpürdü bir bahane bularak (yerel seçim!).. Bu kez, Suriye’nin yarım yüzyıldır İsrail işgali altındaki (9-10 Haziran 1967’den bu yana!) Golan tepelerinin artık İsrail’e verilmesini isteyen ABD Başkanı Trump’a çattı. Kuşku yok bu istem, uluslararası hukuk bakımından yok hükmündedir. Ancak Suriye’nin belinin kırılmasına yol açan 2011 baharında başlayan Emperyalist Batı girişimlerinde oynanan
öncü rol unutuldu bir anda!?

Malum Reis, Türkiye’nin etini – budunu gözetmeden ve de kendinden menkul müthiş şişkin bir egoyla İslam dünyasının tümüne kol – kanat germeye çabalayan post-modern Halife (!) modeli çizmeye adanmış görünüyor.. Ama örn. S. Arabistan’ın Yemen’deki katliamına seyirci!?

ABD / Trump ile her didişmesinde Türkiye ağır ekonomik ve politik bedeller ödüyor, saygınlık yitirerek şamar oğlanına dönüşüyor. Ancak AKP’nin Dışişleri mücahitleri (Monşerleri kovdular sözde!?) bir türlü “stratejik müttefike bu yapılır mı??” ağlamasından – aşağılık kompleksinden sıyrılamıyor.. Dış politika tam bir ikili oynama (double – track policy), maskeli! Dünden bu yana Dolar 5,40’tan 5,70’e 30 krş. yükseldi. 30 krş/5,40 TL=%5,55 oranında dış borç büyüdü. 476 milyar $ x .0555= 26,42 milyar $ dış borç artışı! Toplam dış borç 500 milyar doları aştı.. 26,4 milyar $/82 milyon; kişi başına 322 $ dış borç artışı (1835 TL; neredeyse bir asgari ücret!) oldu RTE’nin bu hesapsız çıkışıyla.

Böyle ülke yönetimi olur mu? Bir iktidar bu denli sorumsuz ve hesapsız davranabilir, aklına eseni uluslararası kamuoyu önünde gelişigüzel söyleyebilir mi? Üstelik ekonomi çöküntü içinde ve ülke yangın yerine dönmüş iken?! Eğer basiretsizlik ürünü değilse, bu söylem üstelik bilinçli – istendik ise (!?!) daha da ürkünç (vahim) bir durum ile yüz yüze değil miyiz eyyy Türk Ulusu, AKP seçmeni?!

Türkiye, 31 Mart 2019 yerel – genel seçimlerinde AKP’ye hak ettiği dersi mutlaka vermelidir.

Sevgi ve saygı ile. 24 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Sürekli durgunluk

Sürekli durgunluk

Erinç Yeldan
Cumhuriyet,
31.10.18

Sürekli durgunluk (secular stagnation) küresel ekonominin içinde bulunduğu süregelen yavaşlama trendini betimlemek için kullanılıyor. Sürekli olarak kendini yenileyen durgunluk, çevresini saran koşullar biçim değiştirmesine karşın, üretkenlik, ücretler ve sabit sermaye yatırımlarının seyri gibi ana göstergeler bakımından konjonktürel bir olgu olmaktan ziyade, kalıcı bir görünüm sergilemekte. 

Küresel kriz, kısa süre içinde yoğun iflasların, şiddetli bir daralmanın ve yüksek işsizliğin oluşması yerine, etkileri uzun süreye yayılmış, ısrarlı bir durgunluk olarak kendini göstermekte; ve bu yönüyle de spektaküler bir çöküşün ardından görece hızlı toparlanma ile betimlenen geleneksel kriz biçimlerinden farklılaşmakta. Kriz, zaman içinde ve bölgeden bölgeye farklı biçimlerde (Avrupa’da kamu borcu; gelişmekte olan ülkelerde özel sektör borçlanması ve gerileyen tasarruflar; ABD’de miktar kolaylaştırması diye anılan parasal genişlemenin ardından para ve mali piyasalarda balonlaşma ve dengesizlik, vb…) tezahür etmekte; ancak süreci koşullandıran ana olgular sürekli olarak kendini yenileyerek karşımızda durmakta: üretkenliğin ve potansiyel büyüme hızının gerilemesi ve dolayısıyla, kronikleşen yapısal işsizlik, ücretlerin durgunlaşması, gelir dağılımının şiddetli bir biçimde bozulması
Bu süreçte, örneğin Avrupa’da potansiyel gayri safi gelirin 2007 öncesinin çok altında kalmış durumda olduğu görülmekte. Küresel kapitalizmin hegemonik lideri ABD’de ise işsizlik oranı %4’ün altında seyrediyor olmasına karşın, söz konusu istihdam kazançlarının düzenli işler yerine, yarı zamanlı ve geçici, enformal istihdam biçimlerinde yoğunlaştığı ve ücret kayıplarının reel olarak sürmekte olduğu anlaşılmakta.
Potansiyel büyüme kapasitesinin geliştirilmesi kuşkusuz sabit sermaye yatırımlarının büyümesi ile olası. Oysa sabit sermaye yatırım harcamalarında küresel boyutta gözlemlediğimiz durgunluk ve göreceli olarak gerileme süreci, sürekli durgunluk olgusunun da ana açıklayıcısı olarak görülüyor. Aşağıdaki özet tablo, sabit sermaye yatırımları ve büyüme ilişkisini ABD örneğinden yola çıkarak bir çırpıda belgeliyor:

***[Haber görseli]

Sürekli durgunluk kavramı 2008 krizi bağlamında ilk kez Lawrence Summers tarafından 2014’te toplanan Amerikan İktisatçılar Birliği kongresinde dile getirilmiş idi. (Kavramın orijinal kullanımı 1938’de büyük buhran dönemini açıklamaya çalışan Keynesgil iktisatçı Alvin Hansen’e ait). Summers, sorunu talep eksikliğine ve tasarrufların fazlalığına bağlamaktaydı. Oysa söz konusu dönemde yalnızca ABD ya da Avrupa’da değil, neredeyse tüm küresel ekonomide tasarruf eğilimlerinin de gerilemiş olması, sorunu yalnızca basit bir talep eksikliği meselesine indirgeyemeyeceğimizi dile getiriyor.
Biraz geniş bir tarihsel perspektifle bakarsak, sürekli durgunluğun özünde uluslararası yeni işbölümünün niteliklerinde ve neoliberal düşüngünün hegemonik dayatmalarında yattığını gözleyebiliriz. Şöyle ki; 2000’li yılları biçimlendiren uluslararası işbölümü küresel meta zincirlerinde gerek üretim süreçlerini gerekse istihdamı parçalamış; işgücü piyasalarını heterojenleştirmişti. Bu doğrultuda ABD dünyanın merkez bankası gibi çalışarak mali piyasalarda Dolar sunuyor ve “finansal ürünler” pazarlıyordu. Bunun karşılığında, reel malların üretimi ise giderek dünyanın atölyeleri olarak faaliyet gösteren uzak ve doğu Asya ülkelerine kaydırılmıştı. ABD söz konusu ülkelerin ucuz işgücüne bağlı mallarını ithal ederken verdiği dış açığı da (cari işlemler açığı) ihraç ettiği finansal ürünler aracılığıyla finanse etmekteydi. 

Neoliberal düşüngünün “başka alternatif yok” koşullandırmalarıyla sürdürülen söz konusu Vaşington Mutabakatı (AS: Uzlaşması), finansal sermayenin ve ulus-ötesi şirketlerin hiper-akışkanlığına ve devlet aygıtının piyasalardaki düzenleyici konumunu tasfiye etmek üzere yeniden biçimlendirilmesine dayanmaktaydı. Küreselleşme” diye sunulan bu dönüşüm, özü bakımından, sermayenin kârlılığını engelleyecek her türlü düzenlemenin kaldırılarak, piyasaların kuralsızlaştırılmasını sağlamayı amaçlamaktaydı.

  • Emek örgütleri ise “yönetişimci” devletin uygulayacağı açıkça faşizme dayalı şiddet
    aracılığıyla güçsüzleştirilecek; emeğin sosyal kazanımları tasfiye edilecekti.
  • Sermaye ve kârlılığının önünde duran her türlü düzenleme “akıldışı” ve “çağdışı” idi… 

Böylelikle, finansal varlıkların spekülatif balonlarına dayalı büyüme, üretkenlik ve istihdam ile ücretlerin geliştirilmesine dayalı büyümenin yerini aldı. Ancak, sermayenin başat olduğu bu dönüşüm, ABD ve diğer metropoller açısından 3 önemli “sızıntı” anlamına geliyordu:

– şirketler-küreselleşmesinin çıkarları doğrultusunda kaybolan istihdam ve kronik işsizlik;
– talep harcamalarının ulusal piyasalar yerine ithalat biçiminde kaybı;
– ve sabit sermaye yatırım harcamalarının gerilemesi. 

Dolayısıyla, tarihsel olgular açısından değerlendirildiğinde, sürekli durgunluğun tasarruf fazlalığından kaynaklanan talep eksikliğine dayalı teknik bir meseleye indirgenemeyeceği açıktır.

  • Sorunun temelinde
    – neoliberal koşullandırmalara dayalı yeni (yönetişimci) devletin faşizme açık otoriter baskı rejimleri ve beslediği şirketler
    – ve finansal küreselleşmesinin yarattığı siyasi / sosyal ve ekonomik çarpıklıklar yatmaktadır. 

Bu değerlendirmeler bir yandan da bize “Fed önümüzdeki yıl kaç kez faiz artırımına gidecek” veya “Döviz kurunda yıl sonu tahmininiz nedir” gibi sorulara dayalı analizlerin, küresel ekonomideki gelişimleri izlemekten ne kadar uzak kaldığının da altını çiziyor.

Betona 551 milyar dolar

Betona 551 milyar dolar

Erinç Yeldan
07 Nisan 2018, Cumhuriyet

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye son 7 yılda yarım trilyon Doları aşan inşaat yatırımı yaptı. 

Alınan dış borç betona gömüldü

[Haber görseli]

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 yılına ait “büyüme” istatistiklerini yayınladı. Milli gelirimizin 2017’de %7.4 ile yeni bir rekor kırdığını ve dünya ekonomisinin önemli başarı öykülerinden birisi olduğunu öğrendik. 
2017’nin “göz kamaştırıcı” büyüme olgusunun ardındaki etkenleri kamuoyundaki tartışmalardan biliyoruz: hanehalkı ve devletin tüketim harcamalarındaki hızlı artış; “net” ihracatın olumlu katkısı; sabit sermaye yatırım harcamalarındaki sıçrama, … Ancak bu değerlendirmeler daha çok milli geliri oluşturan parçaların incelenmesiyle sınırlı kaldığından, büyümenin niteliği ve yapısal kaynakları hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmamıza yeterli olmuyor. Bunun için, TÜİK’in veri eksikliklerine rağmen, daha derine inmemiz gerekiyor. 
Üstteki tabloda, küresel krizin olumsuz etkilerinin (görece) atlatıldığı ve AKP ekonomi yönetiminin artık “çıraklık” dönemini geride bırakarak, “ustalık” dönemine girdiğini ilan ettiği 2010 sonrasına ilişkin üç temel veri var. İlki Türkiye’nin dış borç stokuna ilişkin. İkinci sütunda “inşaat” sektörü katma değeri ve nihayetinde milli gelir rakamları ABD doları bazında sergileniyor. 
Türkiye’nin 2010 yılında dış borç stoku 291 milyar dolar iken, milli geliri 772 milyar dolar idi. İnşaat sektörü bu rakamın %6.2’sini oluşturmaktaydı ve dolar cinsinden hesaplandığında 47 milyar dolarlık bir katma değer üretmekteydi. 2010’lı yıllar boyunca Türkiye’de konut inşaatına dayalı bir yatırım ve büyüme stratejisini uygulamaya konuldu. Milli gelir, dolar kurundaki iniş çıkışlara da duyarlı olarak, 772 milyar dolardan 2017 sonunda 851 milyara yükseldi (toplam 78.6 milyar dolarlık artış). İnşaat sektörünün payı %8.6’ya değin yükseldi ve yarattığı katma değer 2017 sonunda 73.2 milyara ulaştı (birikimli olarak 26.1 milyar $). 
Yani söz konusu yedi yılda inşaat sektöründeki büyüme, milli gelirin toplam büyümesinin üçte birini kendi başına sağlamaktaydı. Dolayısıyla, her bir dolarlık milli gelirimizin üçte biri inşaat faaliyetiydi! 
Şimdi bu harcamaların kaynağına bakalım. Türkiye’nin 2010’da 291 milyar dolar olan dış borç stoku, 2017’nin üçüncü çeyreği sonunda 437 milyara ulaşmış. Bu rakama göre dış borçlarımızın yıllık ortalama artış hızı %5.8’e ulaşıyor. Halbuki dolar bazında milli gelirimizin yıllık artış hızı sadece yüzde 1.4!

İnşaat YUTTU

Yedi yılda milli gelirde toplam artış 78.6 milyar dolar iken, dış borçtaki artış bunun neredeyse iki katı, 146 milyar dolar.

  • Türkiye her bir dolarlık milli gelir üretirken, yaklaşık iki dolar dış borç üretmiş.

Bunun üçte birini de inşaata “yatırmış”. İnşaat yatırımlarının yedi yıllık toplamı 551 milyar doları buluyor.

  • Tam yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapılmış.

Bu rakamın inşaat yerine, eğitim, sağlık, sosyal altyapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye’yi mevcut konjonktürde sadece tahayyül edebiliyoruz. Türkiye, yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izledi. 

  • Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreci her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandı.

“Bu sefer her şey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son buldu.
======================================
Dostlar,

İşte bir AKP klasiği daha…

Prof. Erinç Yeldan, son derece önemli bir makro denge – dengesizlik sorununu işliyor.
Yazık oldu yarım trilyon dolar borca!
İstanbul’da depreme karşı binaların dönüşümü ne yazık ki 1999’dan bu yana 19 yılda tamamlanamadı!.

Ülkemizin taşını toprağını satan AKP iktidarı, TOKİ’yi bir kamu kurumu olarak asla elden çıkarmadı. Vahşi kapitalist bir ekonomide Devlet eliyle inşaatlar sürdürüldü. Çok rahat arsa sağlandı TOKİ’ye.. Yasal mevzuat desteği de. TOKİ sosyal konuttan giderek lüks konuta ve işyerleri, cami inşasına yöneldi. Yandaş yükleniciler zengin edildi. 1 milyona varan konut fazlası üretildi, satılamayıp TOKİ’nin elinde şişti! Konutta net arz fazlası yaratıldı!

Ancak öğrenci yurtları sorunu ülkemizde çözül(e)medi!?
Tarikatlar, cemaatlar, vakıflar, dernekler.. bu alandaydı çünkü.
Bu yurt yangınlarında masum çocuklarımız yandı!
Bu yurtlarda masum çocuklarımızın ırzına geçildi!
Durdurulamıyor da! Ciddi yatırım, bağlantılar, süren inşaatlar, stoklar, makine parkı ve inşaat işçileri.. Ne yapmalı?? Yurtdışı pazarlar ülkemizdeki aşkın kapasiteyi emecek düzeyde değil.
Bu gün frene bassanız, yıllar sonra etkili olacak..
Bir de inşaat sektöründe yaşanan İŞ CİNAYETLERİ var ödenen acı bedel kapsamında.
Bari deprem bölgelerinde yapı stokları tümüyle yenilenebilse!

Bunlar devr-i AKP’de yaşandı ve iktidar değişmedikçe ne acı ki sürecek!
Bir delinin kuyuya taş atması örneği!

Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dünya Ekonomik Forumu uyarıyor

Dünya Ekonomik Forumu uyarıyor

Prof. Dr. Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 31.01.2018

Zenginler kulübü diye de anılan Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) yıllık toplantıları geride kaldı. 1971’den bu yana toplanan örgütün bu yılki toplantılarının ana teması Parçalanmış Bir Dünyada Ortak Bir Gelecek Tasarlamak şeklinde belirlenmiş idi. Toplantıların ana vurgusu da bir yanda küresel kriz sonrası elde edilen yüksek büyüme hızları, bir yanda da gelir dağılımı ile etnik ve cinsiyet ayırımcılığına dayalı fırsat eşitsizliklerinin yarattığı sosyal dışlanma ve artan şiddet olguları idi.
* Yani: hızlı büyüyen, ancak parçalanmış bir dünya… 
Dünya ekonomisinin 2018’de, yani 2008 krizinden on yıl sonra, ilk kez potansiyel büyüme hızına ulaşacağı tahmin ediliyor. Ekonomik büyümenin yeniden sağlanmış olmasına karşın, sosyal kalkınma göstergelerinde izlenen çözülme ve gelir eşitsizliğindeki artış Forum katılımcıları kadar, tüm sosyal bilimcilerin de geleceğe yönelik endişelerini artırmakta. Bu bağlamda Dünya Ekonomik Forumu’nun bu seneki en önemli katkısı yeni geliştirilen bir sosyal göstergenin paylaşımı oldu: 
Kapsayıcı Kalkınma Endeksi (*) (Inclusive Development Index) ulusal ekonomileri salt gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) göstergesi ile değil, geliştirdiği 11 adet sosyal gösterge ile değerlendirmeyi amaçlıyor. 

– Büyüme,

– kalkınma, 
– kapsayıcılık,
– sürdürülebilirlik ve 

– nesiller arası eşitlik 

ana başlıklarından oluşan bu on 11 gösterge aracılığıyla milli gelir büyümesinin ötesinde daha gerçekçi ve anlamlı bir veri seti sunulmakta.  DEF Raporu’na göre sadece GSYH verilerine dayanan değerlendirmeler, yıllarca biriken sosyal eşitsizlik, çevrenin tahribatı ve gelecek nesillere miras bıraktığımız dünya kaynaklarının savurgan biçimde israfı gibi tehditleri göz ardı etmekte ve insanlığın gerçek sosyal refah kayıplarını gizlemekte. Bu sakıncaları bertaraf etmesi açısından söz konusu endeksin anlamı önemli -hele hele yerkürenin zenginleri tarafından iletilmekteyse…

***
Forum Raporu’na göre son beş yılda dünya ekonomisinin milli gelirler toplamı bağlamında “büyüme” gösteriyor olmasına karşın, söz konusu kalkınma endeksine göre 29 gelişmiş ülkenin 20’sinde sosyal kapsayıcılık göstergelerinin gerilediği; 74 kalkınmakta olan ülkenin 56’sında ise nesiller-arası eşitsizliğin artmış olduğu gözlenmekte. 
Kalkınma Endeksi verilerine göre, dünyada en kapsayıcı gelişmiş ülke olarak Norveç nitelendirilmekte. Öte yandan yükselen piyasa ekonomileri diye anılan ve hızlı büyüme sergileyen 30 ülke arasında sadece altısı “sosyal kapsayıcılık” göstergesinde ilerleme kaydetmiş; on üçünde mevcut durum korunmuş; on ülkede ise daha da kötüleşme yaşanmış. Birçok ülkede söz konusu endeksin alt bileşenlerinde çarpıcı farklılıklar gözlenmekte. Örneğin, “büyüme ve kalkınma” göstergesi bakımından ABD’nin 29 ülke arasında 10. sırada, ancak “kapsayıcılık” bakımından yirmi sekizinci, “nesiller arası eşitsizlik” bakımından da 26. sırada yer aldığı gözleniyor. 
Yükselen piyasa ekonomilerinde de benzer biçimde derin farklılıklar var. Örneğin Türkiye, Meksika, Endonezya ve Filipinler “nesiller arası eşitsizlik endeksi”nde daha olumlu sıralarda yer alırken; “kapsayıcılık”, “gelir eşitsizliği” ve “sürdürülebilirlik” göstergeleri bakımından gerilerde gözüküyor. 
Sonuç: Dünya Ekonomik Forumu, gezegenimizde sosyal refahın paylaşımı bakımından en önemli sorunun, ekonomistler ve siyasetçiler tarafından bir ulusun zenginliğini ölçmenin tek göstergesinin milli gelir verilerinden ibaret olarak gösterilmesi olduğunu vurguluyor. 
Büyüme, ne pahasına? 
(*) World Economic Forum,
https:// www.weforum.org/reports/theinclusive- development-index-2018

Kapitalizmin borç tuzağı

Kapitalizmin borç tuzağı

portresi

Prof. Dr. Erinç YELDAN
Cumhuriyet
, 9.11.16

“Borç Tuzağı” 1980’lerin başında özellikle Latin Amerika ülkelerinde çılgınca gelişen borçlanma temposunu betimlemek için kullanılmaktaydı. İki petrol krizinin yaşanmış olduğu 1970’li yılların ikinci yarısında Latin Amerika ülkelerinin dış borçları yılda ortalama %20.4 oranında artmaktaydı… Ta ki 1982’de Meksika’nın borçlarını ödeyemeyerek moratoryum ilan etmesine kadar.
Borç tuzağı, kuşkusuz, sadece teknik bir iktisadi mesele değildi. Borç yükünün gerektirdiği devalüasyonist baskılar özellikle emekçiler üzerinden çıkartılıyor; borcun getirdiği sınıfsal tepkilerin bastırılması görevi ise antidemokratik, militarist darbelere devrediliyordu.
***
Bundan sonrasını Third World Network iletişim ağının direktörü Martin Khor’dan okuyalım (*):
Borç tuzağı 2008 krizine giden yolda kapitalizmin ayırt edici özelliği oldu. Tüm dünya dış borç stoku toplamı 2002’de dünya toplam gelirinin %200’ü düzeyinde idi; 2015’e gelindiğinde borç oranı %225’e çıktı. 2015 itibarıyla 152 trilyon dolarlık bir büyüklük ifade eden bu tutarın ardında 2010 sonrasında geliştirilen “miktar kolaylaştırması operasyonları” ve “sıfır faiz içeren para politikaları” yatmaktaydı. Küresel krizden çıkışta gelişmiş kapitalist dünya görece daha yüksek faiz getirisi peşinde koşarken sıcak para akımları Türkiye’nin de aralarında bulunduğu “yükselen piyasa ekonomilerine” akmaktaydı. Öyle ki 2013’e değin söz konusu ülkelere giren sıcak para söz konusu ülkelerin milli gelirinin %1.3’üne ulaşmaktaydı.

“Her ne pahasına borç” olanağından beklenen sermaye girişleri ile birlikte ekonomik faaliyetlerin canlanacağı ve küresel ekonomiyi krizden çıkartacağı hesaplarıydı. Ancak taze fonlar reel ekonomide sabit sermaye yatırımlarına ve emeğin üretkenliğini artırıcı teknolojik dönüşümleri beslemek yerine, borsa hisse senetleri, bonolar, repolar ve finans sisteminin yeni icat enstrümanları aracılığıyla kapitalizmin kumarhane masalarında çarçur edildi. Bankacılık kesimi dışındaki reel üretici sektörlerdeki şirketlerde de rant masalarına katılmayı çıkarlarına daha uygun buldular. Tüm dünyada reel üretici şirketlerin borçlanması hızla yükselirken sabit sermaye yatırımları gerilemekteydi.

Nitekim, 2014 ve sonrasında durgunluk koşullarının gelişmekte olan ülkelere de sıçramasıyla birlikte küresel kriz yeni bir dönüşüm gösterdi. Söz konusu ülkelerde sermaye hareketleri yön değiştirdi ve çıkışa dönüştü. UNCTAD verileri, gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışını 656 milyar dolar olduğunu tahmin ederken söz konusu oranın bu ülkelerin milli gelirlerinin %2.7’sini oluşturduğunu vurguluyordu. Martin Khor’a göre yaşananlar, yaşanması muhtemel kâbusun habercisi gibidir:

Küresel mali piyasalarda ucuz kredinin daralmasıyla birlikte tüm gelişmekte olan dünyada devalüasyonist baskılar hızlanacaktır. Borç yükü arttıkça, borçların çevrilmesi için gerekli fonlar zorunlu olarak “içeriden” karşılanacak; artan sömürünün yaratacağı sınıfsal tepkiler ise

  • yükselen milliyetçilik dalgaları,
  • sosyal ayrımcılık ve
  • hukuk dışı uygulamalar aracılığıyla bastırılmaya çalışılacaktır.

    Borç tuzağı ve borç bağımlılığı giderek kapitalizmin çirkin yüzünü -hukuk tanımazlığını ortaya dökmektedir.


    Meraklısına not  :
    Türkiye’nin dış borç stoku 2002 sonunda 129.6 milyar dolar idi. 2015’in altıncı ayında 421 milyar dolara ulaşmış, yani on iki buçuk yılda 3.2 kat artmıştır. Söz konusu dönemde iç borç stokunda gözlenen 200 milyar doları aşan artış da göz önünde bulundurulduğunda,
  • kişi başına toplam borç artışı, dolar olarak kişi başına ulusal gelir artışından fazladır! 
    (*) Third World Network: www.twn.my
    =====================================
    Dostlar,

Erinç hoca ülkemizin yüzakı ekonomistlerindendir. Cumhuriyet’teki yazıları bir açıı ekonomi okulu / dersleri gibidir.. Bu yazı da çarpıcı gerçekleri sergilemekte. AKP – Erdoğan’ın ekonomide uçurdukları balonun nasıl yanıltıcı olduğunu sayısal verilerle izliyoruz. Özellikle “meraklısına not” tam bir bam teli.. AKP’li yıllarda;

  • kişi başına toplam borç artışı, dolar olarak kişi başına ulusal gelir artışından fazladır!

Sevgi ve saygı ile.
10 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

2008’den 2015’e Türkiye ekonomisi

2008’den 2015’e Türkiye ekonomisi

Prof. Dr. Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 07.10.2015
Küresel krizin 7. yılı geride kaldı. Türkiye bu ay sonunda son derece önemli bir seçim yaşayacak. Bu döneme ilişkin Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeleri başlıca büyüklükler açısından hatırlamakta yarar görüyorum. Karşılaştırmaları daha anlamlı kılmak için tarihsel perspektifimizi 2003’e kadar uzattım. Aşağıdaki tablo söz konusu dönem boyunca ekonominin seyrini kuşbakışı özetliyor.

 

Gözlemlerimiz    :

• Enflasyon 2001 krizi sonrasında tek haneli rakamlarda. Ancak % 8 alt sınırı kırılamadan 2015’e ulaşılmış; Türkiye küresel ekonominin görece hâlâ yüksek enflasyon yaşayan ekonomilerinden birisi.
• 2003’e görece döviz kurundaki değişim enflasyon oranının altında. 2015 itibarıyla Amerikan Doları’nın enflasyondan arındırılmış reel fiyatı, 2003 düzeyinin hâlâ %13 altında.
• Dövizde yaşanan ucuzlama bir yandan ithalat talebini kamçılamış, diğer yandan da ithalat maliyetlerindeki ucuzlama sayesinde enflasyonun %8-10 bandında korunabilmiş olmasına olanak sağlamış gözüküyor.
• Ancak ithalat talebindeki artış, cari işlemler dengesinin milli gelirin % 5’ini aştığını;
kriz öncesi % 8’e, kriz sonrası “toparlanma” diye adlandırılan 2010-2012 arasında da % 10’una kadar yükselmiş olduğunu gözlüyoruz. Ancak sorun cari işlemler açığının rakamsal büyümesiyle sınırlı değil. Dış açığın finansman biçimi borçlanmayı arttırıcı sermaye girişleri ile sürdürülmekte. Bu da Türkiye ekonomisinin dış kırılganlığını arttırıcı önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
• Bu gelişme sonucunda dış borç stoku 144 milyar dolardan 402 milyar dolara, dolar bazında yaklaşık 3 kat artmış. Ancak dövizin reel olarak ucuzlaması sayesinde TL bazında hesaplandığında dış borcun milli gelire oranı % 50-60 olarak gözlenmekte ve borç yükü sanki makul düzeyde seyrediyor algısı yaratmakta. Nitekim kısa vadeli dış borçların, uluslararası rezervlerimize görece yüksekliği dış kırılganlığın en önemli göstergesi olarak yorumlanıyor.
• Ancak söz konusu dış kırılganlık sadece finansal bir mesele değil. İthalatın giderek ara malı
ve yatırım mallarında yoğunlaşması ile birlikte ulusal sanayinin yatay ve dikey girdi-çıktı bağlantılarının tahrip olmasına ve istihdam kazanımlarının da sınırlı kalmasına neden olmakta. Bunun sonucunda sanayinin milli gelir içindeki payı %15’e gerilemiş; işsizlik oranında ise kalıcı bir kazanım elde edilememiş durumda. 2003 sonrası Türkiye’sinde ekonomideki gelişmelerin ana belirleyicisinin dövizin ucuzluğuna bağlı olduğu gözleniyor.
Her ne pahasına ucuz döviz! Bu ise, kuşkusuz, salt teknik bir iktisadi mesele değil.

=========================================

Dostlar,

Prof. Yeldan’ın yetkin bir iktisat uzmanı olduğunu bu site okurları bilirler.
Bu yazısı bir bakıma AKP’nin tek başına iktidar olduğu 13 yılın özet muhasebesi..

Ayrıca 2008’den bu yana süregelen küresel ekonomik bunalımın Türkiye ekonomisi üzerinde yoğunlaşan olumsuz etkilerine dikkat çekilmekte, öneriler sunulmakta..

– Cari işlemler dengesinin ulusal gelirin % 5’ini aşması
– Dış açığın finansmanının dış borçlanmayı ve kırılganlığı büyütüyor olması
– Dış borç stokunun 144 milyar dolardan 402 milyar dolara, 3 kat büyümesi..
Ulusal gelirin % 50-60’ına ulaşması
– Kısa vadeli dış borçların dövz rezervimize oranının yükselmesi
– Türkiye’nin küresel ekonominin görece hâlâ yüksek enflasyon yaşayan ekonomilerinden birisi oluşu
– Sanayinin ulusal gelir içindeki payının %15’e gerilemiş olması
– İsitihdam da kalıcı – gerçek bir artış sağlanamayışı..

Başlıca ve ağır sorunlar olarak yaşanıyor..

Dövizin 2003’ten bu yana görece ucuzluğu, Ekonomide elde edilenleri açıklayan en belirgin ölçüt (parametre)..

Ancak bu dönemin de sonuna gelindi.. 2015 başında 2,23 TL dolayında olan Dolar,
günümüzde 3 TL sınırında,, TL karşısında % 70 dolayında değerlenmiş görünüyor.

Büyüme hedefleri gözden geçirilerek (revize edilerek) %3’ün altına çekildi.  2015 sonunda % 1,4 dolayında nüfus artış hızı (NAH) bekliyoruz (geçen yıl % 1,33 idi; RTE çok çocuk dayatıyor ve NAH büyüyor ne yazık ki!)..  Dolayısıyla, büyüme % 2,8’de kalırsa, bunun yarısı Nüfus artışı ile silineceğinden, gerçek (net, reel) büyüme % 1’5’lerde kalabilir. Bu hızla, gelişmekte olan bir ekonomi, başta hızla ve akıl dışı biçimde artan nüfusun işsizlik sorununu çözemez, gelir düzeyinde anlamlı artış sağlayamaz, gönenç devleti olamaz, sosyal devlet giderleri kısılır… GERİ KALMIŞLIK ÇEMBERİ KIRILAMAZ..

Türkiye ÜRETMEK ve tasarruflu yaşayarak ulusal ekonomisini güçlendirmek zorunda.
Gümrük duvarları ile ulusal sanayisini kollamak zorunda.
Bunun için ise ilk iş olarak AB Gümrük Birliği’nden (GB) çıkmak zorunda..
O GB ki; şimdiye dek AB’ye üye olan 28 devletten hiçbiri tam üye olmadan kabul etmedi.. Türkiye ise “herkesten birkaç adım ötede”!? 1.1.1996’dan bu yana 20 yıldır GB üyesi ve gümrük tarifelerinin belirlenmesinde söz sahibi değil.. AB’nin, Türkiye’ye danışmadan 3. ülkelerle yaptığı ikili ticaret anlaşmalarından kaynaklanan gümrük vergisi yitikleri ve dış ticaret yükleri ülkemizin sırtında.. Yitikler birkaç yüz milyar Doların altında olmayan muazzam büyüklükler.

Demek ki ULUSAL – MİLLİ BİR EKONOMİ izlemek gerekiyor, dış güdümlü değil..

Çare, çook gecikmiş olmakla birlikte hala var.. 1 Kasım’da MİLLİ HÜKÜMET!
Kimi stratejik özelleştirmelerin iptali ve ÜRETİM SEFERBERLİĞİNE GİRİŞEN TÜRKİYE!

Sahi, 2023’te Dünyada ilk 10 ekonomi içine girecektik, bu masal ne oldu??
2008’den bu yana kişi başına ulusal gelir rakamsal (nominal) olarak artmıyot!?
Glir dağılımı giderek bozuluyor.. AKP 2002 sonuda iktidar olduğunda, en varsıl % 10 (zengin) ulusal geliriden % 67 pay alırken bu rakam son olarak % 77 oldu!

Bu tablo sürüdürülebilir değildir ve önüne iktidarları katar da süpürür, kimse engel olamaz!

Sevgi ve saygı ile.
07 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Mustafa Sönmez : Ne kadar barutları var?


Ne kadar barutları var?

portresi

 

 

Mustafa Sönmez

SÖZCÜ, 19 Ağustos 2014

Küresel kriz koşullarında bir daha görüldü ki, kapitalizmin alev aldığı hallerde imdada hemen devlet itfaiyesi yetişiyor, çeşitli bütçe kaynaklarını,
ağırlıkla vergileri, alev alan sisteme sıkıyor, ateşi yatıştırmaya çalışıyor
.

Buna maliye politikaları ile müdahale deniyor.

Ama para politikaları da eşlik ediyor.

Faizlerle oynanarak sisteme nefes aldırılıyor.

Doğaldır ki, bütün bunların sonucu kamu bütçesine açıklar biçiminde yansıyor.

Küresel kriz deneyiminden görüldü ki, ABD’den çeşitli AB üyelerine kadar birçok ülkede krize yapılan müdahaleler sonucu bütçe açıkları büyüdü, yerel yönetim açıkları büyüdü, sosyal güvenlik kuruluşlarının transfer ihtiyaçları arttı,
kamu borçlanma ihtiyacı ve yükü arttı
.

Ağır faizler ödemeye mecbur kaldılar.

Sonuçta kriz, bir noktada devletin mali krizine dönüştü.

Ülkelerin kamu açıkları, milli gelirlerinin % 8-10’una, bunun daha da yükseğine çıktı ve iktidarları tatsız kemer sıkma politikalarına da zorladı.

Yine ABD’den başlayarak bütün Batı ülkelerinde kamu açıklarını normal oranlara indirmek gibi tatsız bir gündem var.

Bu “normalleşmenin” faturasının hangi sınıflara, nasıl ödetileceği ve
bunun icraatı, sınıfsal çatışmaları 
önümüzdeki yıllarda daha da artıracak.

Türkiye’de bütçe…

Türkiye, özellikle 2001 krizine kadar başı kamu açıklarıyla en çok belada olan bir ülkeydi.

Beş kara delik diye adlandırılan

1. merkezi bütçe,
2. belediyeler,
3. KİT’ler,
4. SSK,
5. tarım kooperatiflerinin açıkları….

Kamunun sürekli borçlanması.. bu da faizleri yukarıda tutuyor ve
devletten faizle geçinen rantiyeleşmenin önü alınamıyordu.

2001 krizi sonrası, IMF’den alınan krediler ile kamu açıklarını daraltacak
bir dizi tatsız önlem ile açıklar azaltılmaya çalışıldı
.

Tabii ki 2001-2002 döneminin acı önlemlerinin siyasal bedeli, 57. Hükümet ortağı 4 partiyi (AS: Biz DSP, ANAP ve MHP olarak 3 parti anımsıyoruz..) %10 barajı altında bırakmak ve AKP’yi iktidara getirmek oldu.

AKP maliyesi…

AKP iktidara geldiği ilk yılın sonunda kamu açıkları, ulusal gelirin %8’i
dolayındaydı.

AKP, IMF’nin “mali disiplin” reçetelerini harfiyen uyguladı, kamu harcamalarını kıstı, dış para girişi ile büyüme süreklilik kazanınca dolaylı vergiye dayanan
toplam vergi gelirleri
 de arttı.

Yanı sıra önceki hükümetin altyapısını hazırladığı özelleştirmeler hızlandırıldı.

Öyle ki, 2013 sonuna gelindiğinde 60 milyar dolara yaklaştı özelleştirme gelirleri

Dış para girişi ile borçlanma maliyetleri de azalınca bütçe açıkları hızla düşmeye başladı ve 2008 sonunda başlayan küresel krizin sarsıntısına kadar açıklar ulusal gelirin %1.5’una kadar düştü. Küresel krizin etkisiyle 2009’da yaşanan yüzde 5’e yakın daralmayı aşmak için AKP rejimi de kamu kaynaklarını kullandı; açığı yüzde 5.5’a çıkaracak kadar yangına su sıktı ve ateşi söndürtüp kaçmış yabancı parayı yeniden çekti, arabayı rayına oturttu.

Kamu maliyesi, yabancılar için yatırım yapılacak bir ülkenin önemli göstergesi.

Onlar için adeta, ülkenin itfaiyesinin sıhhat göstergesi.

Açık büyükse yatırıma çekiniyorlar ama açık düşük, hatta kamu borç yükü makul düzeyse, birçok kırılganlığa rağmen yatırım kararı verebiliyorlar.

Türkiye’de AKP rejimi, özellikle bunu düşünerek kamu açıklarına dikkat ediyor, özelleştirmeleri hiç eksik etmiyor.

Ankara’daki Saracoğlu Mahallesi’ni bile satılığa çıkardı!

Baruthane…

Yine de ekonomi küçülme sinyalleri verince, tüketime dayalı vergilerde azalma, ithalata dayalı KDV’lerde düşüşyaşanıyor.

Yabancılar gelsin diye devlet bono faizleri artırılıyor.

SGK’nın açıkları büyüyor ve bütçeden aktarım ihtiyacı hızlanıyor.

Belediyelerin bütçeden finans ihtiyaçları azalmıyor, artıyor.

Bütün bunlar kamu maliyesi teknesinin yavaş yavaş su almasına neden oluyor.

2014’ün ilk yarısı, merkezi bütçenin giderlerinin gelirlerinden 3 puan daha önde gittiğini ve şimdiden 3.5 milyar TL açık verildiğini gösteriyor.

AKP rejiminin 2015 genel seçimi öncesi kamu maliyesine çok işi düşecek.

Hem seçmeni avuçta tutmak için popülist harcamalar yapmak için buna ihtiyacı var, hem de dış para girişinin azalması ile ateşi düşmeyen dövizin yüksek seyrinin yarattığı tahribatı onarmak için kamu kaynaklarına ihtiyaç var.

Dövizi frenlemek için yüksek seyreden faiz ayrı bir fatura çıkardığı için işletmelere, bunun da yıkımını önlemek için kamu bütçelerine ihtiyaç var.

Özetle, merkezi bütçe, yerel yönetim bütçeleri, SGK, bazı fonlar, KİT bütçeleri, AKP rejiminin “barut”u

Bu barut azalır ya da fırtınada ıslanırsa, iyi gitmeyen dış koşullarla, artan enflasyonla, işsizlikle, düşen üretim sorunları ile, iç pazarın daralması ile mücadele etmek için
eli ayağı bağlı olacak rejimin.

Şu anki baruthanenin görünümü, fena değil gibi görünüyor ama şemsiye
ters dönebilir
.

Büyüme düşünce vergi geliri azalır, buna karşılık harcamalar katıdır,
kısmak kolay değildir.

Borçlanma yüksek faizlerle yapılınca bütçenin daha büyük bölümü faize gitmeye başlar.

Bununla birlikte, ulusal gelirin %1-1.5’u düzeyinde seyreden açığın, %3-4’dek çıkmasını göze alacak bol kepçe, seçmen tavlayıcı politikalar söz konusu olacaktır.

Özellikle muhalefetin, kamu maliyesi adlı “yara bandı”nı ya da baruthaneyi unutmaması gerekiyor

Prof. Dr. Erinç YELDAN : 2012’den Geri Kalanlar

Prof. Dr. Erinç YELDAN

2012’den Geri Kalanlar
Cumhuriyet26 Aralık 2012

2012 artık geride kalmak üzere. Yıldönümleri çoğunlukla şöyle bir soluklanıp, düşünmek ve geçen yıldan öğrendiklerimizi yeni deneyimlere dönüştürmek üzere hazırlanabilmek için fırsatlar doğuruyor. 2012 ile birlikte büyük durgunluk diye anılan küresel kriz beşinci yılını geride bıraktı. 2013 ve hatta 2010’lu yılların daha uzun bir süre boyunca düşük büyüme ve yüksek işsizlik ile yoğrulacağı hemen hemen bütün iktisadi öngörülerde kabullenilmekte.

Küresel krizin basit bir konjonktürel döngüden ibaret olmadığını; aksine, kapitalizmin uzun dönemli yapısal kriz dalgalarından birisini yaşamakta olduğumuzu ve krizin ardında sadece kapitalizmin günlük işleyişinin değil, aynı zamanda iktisat politikalarına yön veren iktisat teorisindeki yanlışların da sayılması gerektiğini bu köşede sık sık dile getirmiştik. Gerçekten de krizin ardında sadece toksik finansal varlıkların değil, toksik iktisat kuramlarının da bulunduğu ve iktisat biliminde 1980 sonrasında yaşanan neoliberal dönüşümün sorgulanması gerektiği artık kabul edilen olgular.

2012’nin son günleri bu doğrultuda önemli iki çıkışa sahne oldu; hem de tam söz konusu neoliberal dönüşümün önemli iki aktöründen… Birinci olarak, Amerikan “merkez bankası” Federal Reserve, 2013 boyunca küresel para piyasalarında, ilan edildiği şekilde, 1 trilyon dolara yakın bir fonlamayla yetinmeyebileceğini duyurdu. FED, parasal genişleme üzerine kendisini kısıtlayacak herhangi bir niceliksel hedefinin olmadığını; Amerikan ekonomisinde işsizlik oranının 2008 öncesi “makul” düzeylere gerileyene dek, parasal genişlemeye devam etmeyi planladığını açıkladı.

Bu açıklamanın anlamı şudur: Amerikan “merkez bankası” 2013 boyunca başlıca sorumluluğunu fiyat istikrarını korumak ve enflasyonla mücadele etmek hedefinde görmemekte; öncelikle işsizlikle mücadele ve reel ekonominin canlandırılması politikalarıyla kendisini sorumlu ilan etmektedir. FED’in bu“cesur” çıkışı dünya kamuoyu ile samimiyetle paylaşmasında elbette, ABD’de“mali uçurum” diye anılan daraltıcı maliye politikası tehdidinin ve bir türlü canlandırılamayan özel tüketim ve yatırım talebinin yarattığı endişe ve panik havasının etkisi bulunmaktadır.

Ancak, dürtüler ne olursa olsun, bir gerçek açıktır: Merkez bankalarının başlıca sorumluluğunu enflasyon hedeflemesinde gören ve para politikalarının reel ekonomik etkilerinin olamayacağını savunan muhafazakâr arz yönlü efsaneler çökmüştür.
Merkez bankaları, değişen koşullar altında değişik hedeflere yönelebilme ve bu yönde ekonomiye müdahale edebilecekleri istikrar aletlerini güncel tutmak zorundadır.

2012’nin son günlerine yetişen ikinci çıkış ise bizzat IMF’nin icra direktörlerinden geldi: IMF yeni yayımladığı “Sermaye Akımlarının Serbestleştirilmesi ve İdaresi: Kurumsal Bir Görüş”(*) başlıklı çalışmasında, sermaye akımlarının henüz finansal olgunluğa erişmemiş gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde “riskler taşıdığını” ve
söz konusu riskleri aşmanın önemli adımlarından birisinin sermaye akımları üzerine kontroller uygulanması olduğunu belirtmekteydi. Gerçi, IMF sermaye akımlarının serbestisi üzerine getirilmesini önerdiği kısıtlamaları “kontroller” sözcüğü ile değil,
daha yumuşak ve hoşgörülü görüleceğine inandığı “sermaye akımları idaresi tedbirleri” (capital flow management measures) deyimiyle karşılamayı yeğlemekteydi. Ancak, konunun uzmanları IMF’nin bu çıkışıyla neyi kastettiğini ve 30 yıldan fazla bir süredir bir dogmatik inanç düzeyinde sürdürülen “sermaye hareketlerinin serbestliği kutsaldır; dokunulamaz” ve “spekülasyon gerekli ve iyidir” sloganlarının artık günümüz istikrar politikaları demeti içinde yer almadığını itiraf etmekte olduğunu anlamış durumdalar.

2012’nin deneyimleri, 2013 ve sonrasında kapitalizmin büyük durgunluk dönemecinde günlük politika arayışlarında ne gibi dönüşümlere yol açacak, hep birlikte göreceğiz. Ancak bir gerçek var ki, daha önceleri bu köşede dile getirdiğimiz bir sözcüğü tekrar vurgulamadan geçemiyorum:

  • Küresel ekonominin 2008 öncesi koşullarına dönmesi olanaksızdır.

Bu gerçeğin tüm“piyasa oyuncularınca” da bir an önce kabullenilmesi, kriz koşullarını daha hızlıca atlatacak ve krizin maliyetlerini azaltacak iktisadi politikaların uygulanabilmesine olanak sağlayacaktır.

(*) International Monetary Fund (IMF) The Liberalization and Management of
Capital Flows: An Institutional View, Washington DC, 2012.