Etiket arşivi: Erinç Yeldan

Anayasanın ilk maddesi: Kimse aç bırakılamaz

09 Ocak 2023, Cumhuriyet


Doğan Kuban
 Hoca’nın 23 Eylül 2016 tarihli yazısı Herkese Bilim Teknoloji dergisinde (Sayı 26) kapak olmuştu. Geçenlerde açlıktan ölen bir çocuk, ülkemizdeki açlığın fotoğrafı gibiydi. Bunlar nüfusun yüzde kaçı?

  • Açlıktan birden değil de yavaş yavaş ölenler?

Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı aralık ayında Türk-İş tarafından 8.130 TL olarak açıklanmıştı. Asgari ücrete zam, tam açlık sınırında yapıldı.

Bir de yoksulluk sınırı var: Dört kişilik aile için hesaplanan 20.485 TL! Nüfusun yüzde kaçının evine 20.000 TL giriyor? Asgari insan gibi yaşamanın ölçüsü! Buna göre,

  • orta sınıfın nasıl da hızla yoksulluk sınırına doğru kaydığını görüyoruz.

Ülkemizde çocuk işçi sayısı hızla arttı: TÜİK’e göre sayıları 720 bin. Bunların %34’ü okulu bıraktı. OECD ülkeleri içinde yoksulluk içinde yaşayan çocuk oranı en yüksek Türkiye’de: %22.7

Çeşitli araştırmalara göre, Türkiye’de 16 milyon insan aç,
50 milyon insan da yoksul.

Kuban Hoca 2016’da dünyadaki 1 milyar insanın aç bırakılmasından yola çıkıyordu ve (AS: 2021 sonu verisi 828 milyon!) bize de bir öneride bulunuyordu:

  • Anayasa’nın 1. maddesi “Kimse aç bırakılamaz!” olsun. Okuyalım:

KOLAY SAVAŞ DEĞİL

“Her gün daha zengin olmak için yollar arayan sözde insanlığın, bir milyar insanın aç bırakılmasını günümüzde kabul etmemeliyiz. Bunu gösteriş, reklam, politik propaganda olarak yapmak da insan haysiyetine yakışmıyor. Gerçi insanlarda haysiyet sorunu da açlık gibi, yaygın bir özellik haline geldi. 

Ama yine de önce açlıktan başlayalım. Belki o vesile ile haysiyet, namus, hoşgörü, acıma gibi tarihi, insani ve dini değerler yeniden değer kazanır. Bunun, kapitalist dünyada, kolay bir savaş olmayacağını biliyoruz. Fakat biz bunu başaran ilk ülke olabiliriz.

EN UTANÇ VERİCİ GÖRÜNTÜ

  • İnsanlığın en utanç verici görüntüsü açlıktır.

Zengin, fakir bütün ülkelerde insanların bir bölümü zenginlik içinde yüzerken, kentlerde yapılar, otomobiller birbirleriyle yarışırken, kulübelerinde, çadırlarında, dağlarda, çöllerde yaşayan tek bir insanın gününü aç geçirmesi uygarlığın, bilginin, teknolojinin ve sözde Tanrı’ya inancın ham ve aldatıcı söylemler olduğunu gösteriyor.

Dünyanın zengin insanları gökdelen dikmek, silah üretmek, savaş oyunları ile hemcinslerini öldürmek gibi etkinliklerle uğraşır ve bu bağlamda dünyayı palavra ile doldururken aç kalanlara kaygısız kalıyor. ‘Ekonomist’ler büyük kuramlar üretiyor. Ama açların sayısı artıyor

Aç insanları düşünerek kanı donan belki kimse yoktur. Biz insan ve ölümü doğal fenomen olarak görmeğe alıştırılmış canavar bir soyun üyeleriyiz. Oysa hiçbir dinde ‘Hemcinslerinizi aç bırakabilirsiniz’ demiyor. 

AÇLARIN YEMEKLERİNİ ÇALANLAR

  • Her ülkede açların yemeklerini çalan örgütlü insanlar var. Bu da devlet.

O zaman devletin görevini yanlış ya da eksik tanımlıyoruz.

  • Devletin birinci ödevi toplumun tümünü doyurmaktır.

Böyle bir anayasa hiçbir uygar ülkede yok. Her anayasada devletin ilk görevi toplumun güvenliğini sağlamakla başlıyor. Neden?

  • Çünkü anayasalar insanın yaşamını sağlamak amaçlı değil, aşiret reislerinin, derebeylerinin, sultanların ve yakın çevrelerinin güvenliğini korumak için tasarlanmışlar.

Gelişme aşamasında hak ve özgürlük gibi kavramlar eklenmiş, yaşama hakkı ve yaşatma görevi arasına ‘aç bırakmamak’ yeterince açık olarak konmamış. 

Biz yaralı her canlıya, hayvan hatta bitki ve çiçeğe, acıyarak ve üzülerek bakabilen duyarlı yaratıklarız. Bu her insanda biraz vardır. İnsan demeğe layık olanlarda, diyelim. 

Fakat tıp biliminden öğrendiğimize göre, acıma hissi olmayan psikopatlar da var. Fakat insanlığın çoğunluğunun, uygarlıktan söz ettiği bir çağda açlık, kabul edilemez bir ‘aberration’, (AS: sapma) toplum bilincinin yoldan çıkmasıdır

EN BÜYÜK SAVURGAN

Türkiye gıda savurganları arasında dünyanın önde gelen ülkelerinin en önünde. (Scientific American, Ağustos, 2016 sayısı). Onun için Açlık Savaşı belki de en kolay kazanılacak savaş.

Sömürgen olarak yaşayan politik sınıf, politikayı sömürü aracı olarak kullanmaktan uzaklaşmalı.

İçi boşalmış ideolojilerden kaynaklanan sosyal ve ekonomik nedenlerle gerçekleşemeyen doğal bir insan hakkı var. Ya da bu çağda olmalı: Aç kalmamak.

Türkiye’nin açlarının tümünü doyurmağa üretimi yetişir. Türkiye’deki üretimin hesaplanan bir yüzdesi, kimsenin aç kalmayacak şekilde, anayasanın ilk maddesi olarak açlığın yok edilmesine harcanmalı.

Bunu her ülkeden önce neden başarmayalım?”
=============================================
Dostlar, 

Biz bu “dehşetli” yazısı nedeniyle hem Sn. Bursalı’yı hem merhum Kuban’ı saygı ile selamlarken, bir başka saygın, yurtsever bilim insanı, ekonomist Prof. Erinç Yeldan‘ın geçen hafta tweet hesabında paylaştığı bir çizimini (sınıfsal gelir grafikleri) ve net yorumunu eklemek istiyoruz. (Bu çizim, Prof. Yeldan hocamızın 3 tam gününü almış!)

Sevgi ve saygı ile. 09 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Para, Kur, Faiz, Mevduat, Risk, Kur Koruması, Dövize Endeksleme…

EKONOMİ POLİTİK
Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız.

Prof. Dr. A. Erinç Yeldan
Kadir Has Üniversitesi erinc.yeldan@khas.edu.tr
22 Aralık 2021

Para, Kur, Faiz, Mevduat, Risk, Kur Koruması,
Dövize Endeksleme…

Ülkemizde sade vatandaşın finansal okur yazarlığının geliştiği bir haftadayız. Yukarıdaki sözcükleri peş peşe sıraladığımızda Türkiye’nin para politikası serüveninin karmaşasını da dile getirmiş oluyoruz. Bu yazımda “faiz sebep, enflasyon sonuç” ile başlatılan, sonra “Yeni Ekonomi Modeli ve rekabetçi kur” modeline dönüştürülen, en sonunda da “dövize endeksli / kur korumalı model” diye adlandırılan politika git-gelleri arasında savrulan para “politikasının -?” olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışacağım.

En önce kuramsal, ama basit, bir giriş yapalım. Paranın fiyatı nedir; nasıl belirlenir?
Paranın fiyatı üç boyutlu var:
(1) satın alabildiği mallar (AS: ve hizmetler) kümesine göre değeri -ki bunun tersine enflasyon diyoruz (yani enflasyonun artışı, paranın mallar (AS: ve hizmetler) karşısında değerinin düşmesi demek);
(2) paranın yabancı paralar karşısında değeri (bu da döviz kuru ile tanımlanıyor); ve
(3) paranın zamana karşı değeri –ya da faiz, veya resmi yeni ifadeyle zamana karşı paranın “getirisi”. (Faiz demiyoruz, “getiri” ya “da “kâr payı” diyoruz, ama herkes neyi kastettiğimizi anlıyor ve biliyor).

Her mal piyasasında olduğu üzere, paranın “değeri” de piyasadaki para arz ve talebine bağlı. AKP ekonomi idaresi altında para arzında ve kredi hacminde son 3 yıl içinde olağanüstü bir
genişleme yaşandığını gözlemliyoruz. TCMB verilerinden bu genişlemeyi izlemek olası. Sağda TL arzının M2 diye adlandırılan geniş tanımı var. Geniş tanımlı para arzı 2020’nin başında 700 milyar TL’den yedi aylık kısa bir sürede neredeyse iki katına, 1 trilyon 200 milyar TL’ye yükseltilmiş.

Döneme damgasını vuran nitelik, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi.

  • Bir cemaatler ve şirketler koalisyonu olan AKP’nin, hızla büyüme ve refah öyküsüne ihtiyacı var.

Her ne pahasına olursa olsun bunu elde etmek gerekli. Borçlanma ve kredi finansmanına dayalı tüketim çılgınlığını körüklemek üzere kredi hacmi de hızla yükseltilmiş. Burada kredi garanti fonu, kredi rasyosu gibi piyasa dışı özendirme ve baskı sistemlerinin devreye sokulduğunu hatırlıyoruz. Sol tarafta gözlemlediğimiz üzere, kredi hacmi 2018 başında 2 trilyon TL dolayında iken, 2019 sonrasında hızla ivmelendirilmiş ve günümüzde 4 trilyon TL düzeyine çıkartılmış durumda.
……………..
……………….
Yazının tümünü okumak için lütfen tıklayınız…

file:///C:/Users/User/Downloads/yeldan791_21ara2021parakurfaiz.pdf

İklim Değişikliği => İklim Krizi => İklim Adaletsizliği

Prof. Dr. Erinç YELDAN

EKONOMİ POLİTİK

İklim Değişikliği => İklim Krizi => İklim Adaletsizliği

İklim “değişikliği” ile mücadelede küresel diplomasinin en önemli buluşması olan 26. Taraflar Konferansı Glasgow’da çalışmalarını tamamlamak üzere. 2015 yılında toplanmış olan Paris Konferansına görece çok daha hazırlıklı ve iddialı hedefler içeren Glasgow 26. COP’ta sunulan taahhütler, ne yazık ki küresel ısınmayı sınırlama mücadelesinde hedeflenenen (sanayi devriminden bu yana) 1.5 C artışı sağlayamayacağı anlaşılmış durumda.
…………….
…………………..
……………….

Prof. Yeldan, yazısını şöyle bağlıyor :

Sözümüzü Chico Mandez’in geçtiğimiz hafta medyada çok paylaşılmış olan
şu fotoğrafı ile tamamlayalım. Çalışma arkadaşım Dr. Burcu Ünüvar’ın
çevirisiyle,
Sınıf mücadelesi olmadan yapılan çevrecilik sadece bahçeciliktir”.
***
makalenin tümünü okumak için lütfen tıklayınız :

İklim Değişikliği, İklim Krizi, İklim Adaletsizliği

Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız

Paris’ten Net Sıfır Emisyon Hedefine

EKONOMİ POLİTİK

Prof. Dr. A. Erinç Yeldan
Kadir Has Üniversitesi
erinc.yeldan@khas.edu.tr
13 Ekim 2021
Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız.

Paris’ten Net Sıfır Emisyon Hedefine

Türkiye 7 Ekim günü Paris Anlaşması’nı TBMM’de onaylayarak, iklim değişikliği ile ortak mücadeleye katılacağını resmi olarak ilan etti.

Paris Anlaşması diye anılan metin, 2015’te Paris’te toplanan 21. Taraflar Konferansında (COP-21) sunulan Ulusal Niyet Beyanları (Intended Nationally Determined Contributions) üzerine kurgulanmış idi.
***
Yazının tümünü 2 görseli (grafiği) ile PDF dosyası olarak görüp okumak için lütfen.
tıklayınız.

yeldan785_13ekim2021_paristenaydye (1)

Sevgi ve saygı ile. 18 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

Girişimci fabrikası üniversiteden enflasyona…

Erinç Yeldan

Erinç Yeldan

Cumhuriyet, 05 Mayıs 2021

 

Başlığı yadırgayan, garipseyen okurlarım olacaktır. Bilimsel araştırma, eğitim ve topluma hizmetin merkezi ve yönlendiricisi olması arzulanan üniversitenin mal ve hizmet fiyatlarında artış anlamına gelen enflasyon olgusu ile ne gibi alakası olabilir? Enflasyonla mücadele ile üniversitelerin akademik özerkliği ve bilimsel özgürlüğü arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?

Önce başlığın ilk sözcüklerinin kaynağını anımsayalım. Bir girişimci fabrikası olarak üniversite kavramını geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde yılbaşında bir kararname ile rektör olarak atanmış olan Melih Bulu’dan işittik. Özgün İyi Yönetim Uygulamaları Forumu’nun açılışında konuşan Bulu, şu görüşleri savlamaktaydı: “Boğaziçi aslında girişimci ruhu kendisiyle içselleştirmiş durumda. Boğaziçi olarak biz kendimizi Türkiye’nin girişimci fabrikası olarak görüyoruz.” 

Sözü edilen “girişimcilik ruhu içselleştirilmesinin” ne Boğaziçi’nin ne de herhangi başka bir akademik kuruluşun yükümlülüğü olduğu; üniversitelerin temel görevlerinin ticari kaygılarla ürünler üreten fabrikalar değil, bilimsel liyakate dayalı özgür araştırma ve çağdaş bir eğitim faaliyeti sunmayı gerektirdiğini sayın Bulu’ya anımsatmak zorundayız.

Bu doğrultuda 20 Ocak tarihli Ekonomi Politik’te dile getirdiğim şu görüşleri yinelemek istiyorum: Üniversiteler, ekonomik çıkar ve maliyet ilkelerine göre bir ürün, fikir ya da tasarım peşinde olan işletmeler değildir. Bu bağlamda faaliyetleri, “inovasyonun merkezi ya da yürütücüsü” anlamına indirgenemez. İnovasyon kâr amacı güden şirketler kesiminin, bilimsel çabanın sonuçlarını piyasa faaliyetlerine uygulama biçimi olarak ortaya çıkar. Ekonomik getiri amacıyla bilimin uygulanma biçimi üniversitelerin değil, piyasada kazanç-maliyet muhasebesi yapan şirketler kesiminin faaliyetidir ve kesinlikle üniversitenin araştırma önceliğine dönüştürülemez.

Ancak üniversiteler sisteminin bu niteliği elbette onları toplumsal hayattan kopuk, rastgele bilimsel hayaller uğraşısında olan kurumlar olduğu anlamına gelmez. Kanımca eğitim sistemimizin en önemli sorunu, bilim üreticisi olarak üniversiteler ile bilimsel faaliyet bulgularını gençlere mesleki beceriler kazandırmak ve onları üretim sürecinin sürekli değişim koşullarına göre hazırlayacak olan meslek eğitim kurumlarımızın yetersizliğidir. Bu eksiklik, üniversitelerimizi asli görev ve sorumluluklarından uzaklaştırarak, faaliyetlerini mesleki eğitim ve ticari başarıya odaklanan sınai ürün tasarımları ile sınırlamaktadır. Bu da üniversitelerimizi gittikçe daha dar, sığ ve günlük gelip geçici rantlar peşinde koşan birer işletmeye dönüştürmektedir.

Nitekim, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörlerinden, hocamız Prof. Dr. Üstün Ergüder’in kurucusu ve yönetim kurulu başkanlığını yürüttüğü Eğitim Reformu Girişimi’nin TÜRKONFED ile birlikte sunduğu “Beceriler, Yeterlilikler Ve Meslek Eğitimi: Politika Analizi Ve Öneriler” başlıklı rapor bu gerçekleri tüm yalınlığıyla dile getirmektedir. Rapor, ekonomimizin ihtiyaç duyduğu nitelikli ara eleman ihtiyacının karşılanamama riskini “Türkiye’nin büyüme potansiyeline doğrudan sekte vurabilecek bir tehdit” olarak değerlendirmekte ve ancak şu gerçeğin de altını çizmektedir: “Günümüzde meslek eğitimi düşük statülü bir eğitim biçimi olarak algılanmakta, daha az arzulanan ve daha önemsiz bir ekonomik hayata hazırlama türü olarak görülmektedir. Meslek eğitiminin gerek yükseköğretim, gerek ortaöğretimde gençlerimiz için çekici kılınabilmesinin en önemli koşulu, bu eğitimin piyasa şartlarına cevap verebilir bir hale getirilmesidir”. 

Bu önemli eğitim politikası sorunu, işsizlik ve sosyal dışlanma”, “ulusal ekonomide düşük verimlilik” ve “ulusal rekabet gücünün geri kalması” gibi ciddi sosyal ve ekonomik risklerin karşımıza çıkmasına yol açmaktadır: ERG Raporu “Türkiye, OECD ülkeleri arasında işgücüne katılım oranı en düşük seyreden ve işgücü verimliliğinde de en fazla gerileyen ülkeler arasında yer almaktadır… Eğitim düzeyi düşük bir istihdam ve insan gücü Türkiye’nin özellikle Doğu Avrupa ve Asya ülkeleriyle rekabet gücünü ve bilgi ekonomisine geçişini olumsuz etkileyecektir uyarısıyla mesleki eğitimin geliştirilmesinin önemine vurgu yapmaktadır.

Eğitim sistemimizi böylesi bir reform ile yenileyemezsek, ne üniversitelerimizde akademik özerklik ve çağdaş bilimsel araştırmanın koşullarını yaratabilir ne de gençlerimizi güçlü, özgün ve yaratıcı becerilerle donatılmış biçimde iş yaşamına hazırlayabiliriz.

  • Şimdi gelelim tüketici fiyatlarında %17, üretici fiyatlarında da %34’e ulaşan enflasyon tehdidine.

Anımsayalım ki enflasyon “hiçbir yerde ve hiçbir zaman sadece birer parasal meseleden ibaret” değildir. Enflasyon, ulusal ekonominin işgücü, mal ve hizmet piyasalarındaki yapısal tıkanıklıkların ve darboğazların; sürdürülebilir kalkınmaya yönelik yatırımlar yerine imar rantlarına dayalı spekülatif büyüme tercihlerinin; kırsal ekonomide plansızlığın ve ulaşım sektöründeki çarpık tercihlerin; sanayi ve enerjide dışa bağımlılığın; dini dogmalarla yoğrulmuş, ezberci bir eğitim sisteminin yarattığı düşük vasıflı işgücünün; akademik özerkliğin çiğnendiği bir yüksek öğretim sisteminin yarattığı yapısal koşulların, … (liste uzuyor, burada duruyorum) tezahürüdür.

  • Siyasi sadakate dayalı mevcut yönetim biçimi ise Türkiye’nin böylesi yapısal sorunlarını çözmek bir yana, daha da derinleştirmektedir.

Halkın ekonomisi, ‘Özgür İktisat’

Erinç Yeldan
Erinç Yeldan
28 Nisan 2021, Cumhuriyet

Boğaziçi Üniversitesi’ne yılın daha ilk günü, bir gece yarısı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzası ile Melih Bulu rektör olarak atanıverdi. Söz konusu atama kararının akademik özerklik ilkelerine, Boğaziçi Üniversitesi’nin akademik geleneklerine ve her şeyden önemlisi akademik liyakate değil, siyasi sadakate dayalı olması nedenleriyle

  • Boğaziçili meslektaşlarımız ve öğrencileri yaklaşık dört aydır direniş gösteriyor.

Bu direniş çok farklı biçimlerde, farklı renklerde, farklı seslerde süregeldi.

Hocalar her gün öğle saatinde rektörlük binasına arkalarını dönerek sessiz protestolarını gösterirlerken Boğaziçili öğrencilerin kurguladıkları dans ve müzik gösterileri, türkü uyarlamaları, sahaf kitaplıkları, resim sergileri ve sosyal medyada mizahın sınırlarını genişleten paylaşımları ile bugünlere ulaştı.

Tüm bu çokseslilik, görsellik ve kültürel zenginlik arasında değişmeyen tek bir şey vardı: Akademik özerkliğe, bilim ve aklın kazanımlarına, bilimsel yaratıcılığa sıkı sıkıya bağlılık.  

Bu bağlılığın çok yönlü dışavurumları arasında, bir grup ekonomi bölümü lisans öğrencisi genç meslektaşımızın sessiz sedasız yarattıkları ortak çabalarına değinmeden geçemeyeceğim. Kendilerini Özgür İktisat diye adlandıran bu enerji dolu topluluk, Açık Dersler ve Halkın Ekonomisi dizisi altında, tüm bu dönem boyunca ekonomi biliminin çağdaş öğretisini, halk için anlamını, bilimin doğrularını önyargısız, telaşsız ve sade bir biçimde her hafta bizlerle paylaşmayı görev bildiler.

Bu paylaşım boyunca ODTÜ’den Profesör Ebru Voyvoda bizlere “21. Yüzyılda Baca Ne Arar” sorusuyla sanayileşme / sanayisizleşme ayrımını aktardı; 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu’nun kurucusu ve AÜ SBF öğretim üyesi Profesör Bilsay Kuruç, Türkiye’nin planlama, kalkınma ve aydınlanma çabalarını günümüze taşıdı; Ankara Üniversitesi’nden Emel Memiş, toplumsal cinsiyet üzerinden sosyal dışlanmanın, eşitsizliğin ve ekonomik ayrımcılığın biçimlerini anlattı; TOBB Üniversitesi’nden Güneş Aşık Hoca Türkiye’de derinleşen bölgesel eşitsizlik üzerinden Türkiye’de süregelen kriz ortamının yapısal kökenlerini paylaştı… Bilkent’ten Refet Gürkaynak Hoca ise TÜİK’in gizli dehlizleri arasında el yordamıyla ilerleyerek, bizler için Türkiye’de ekonomi istatistikleri arasındaki tutarsızlıkları, anlam farklılıklarını ve eksiklikleri yorumluyordu.

Bütün bu tempo arasında Boğaziçi Ekonomi Bölüm Başkanı Ünal Zenginobuz’dan, eski hocamız Murat Sertel’in iktisat bilimine olan katkılarını, dokuz yüz yetmişler, seksenler dönemlerinin çalkantıları, uğraşları, umutları ve ütopyaları arasında anımsadık.

Dizinin geçen haftaki konuğu ise Hindistan Jawaharlal Nehru Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Jayati Ghosh idi. Jayati Hoca, bizlere küresel ilaç tekellerinin Covid pandemisi üzerinden yürüttüğü kâr savaşımınısoykırım sözleriyle betimliyordu. Jayati Ghosh bize Hindistan’da aslında her on iki senede bir Ganj Nehri boyunca yapılan hac geleneğinin, bu sene bir yıl öne alındığını; zira din astrologlarının yıldızların ve gezegenlerin konumuna bakarak, hac geleneğinin seneye değil, bu yılın bahar mevsimine denk düştüğünün kehanetini savunduğunu aktarmaktaydı.

  • Pandeminin ortasında dinsel dogmalar, astrolojik kehanetler üzerinden yaşanan bu kitlesel törenler, pandemiye karşı yürütülen savaşımın başarısızlığa uğramasının en büyük nedeniydi.

Bu renkli dizi bu hafta ODTÜ’den hocamız Profesör Oktar Türel’in bizlerle paylaşacağı “Dünyada Sanayileşmenin Son Dört Onyılı ve Geleceği Üzerine Düşünceler” ile devam edecek.

Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü öğrencilerinin medya üretim kolektifi olarak yola çıkan Özgür İktisatHalkın Ekonomisi seminerleri boyunca ele aldıkları konuları, konukları ve akademik özerkliğe olan inançlarıyla, bilimin ve aklın üstünlüğüne dayalı direnişin yepyeni bir cephesini oluşturdular. Yolları açık olsun, emeklerine teşekkür ederek.

Rakamların anlattığı: 128 milyar dolar ve 60 milyar TL

Erinç Yeldan
Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 21 Nisan 2021

Ekonomi gündeminizde AKP ekonomi idaresinin hesap vermesi gereken iki rakam var: Bunlardan birincisi, son iki sene boyunca Merkez Bankası’nın rezervlerindeki kaybı ifade eden 128 milyar dolar nerede sorusu; diğeri ise Sosyal Koruma Kalkanı adı altında vatandaşlara aktarıldığı savlanan 60 milyar TL.

Birbirine bağlı iki rakam, her ikisi de AKP ekonomi idaresinin “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” diye anılan dayatmanın yaratmakta olduğu ekonomik tahribatı ve krizi göz ardı etmeye, güneşi balçıkla sıvamaya çalışan çaresizlik öyküsünün niceliksel ifadesi…

128 milyar dolar nerede? sorusu kamuoyunda daha yakından biliniyor ve bir slogan haline dönüşmüş durumda. T.C. Merkez Bankası’nın “yeni” başkanı Şahap Kavcıoğlu, çaresizlik içinde, söz konusu rakamın kaybolmadığını, yalnızca Şubat 2017’den bu yana TCMB ile Hazine arasında yapılmış olan bir protokol uyarınca “..ihtiyaç görülen durumlarda… sağlıksız fiyat oluşumlarının önüne geçilmesi için… kamu bankaları aracılığıyla döviz işlemleri yapılmış olduğu” bilgisini aktarmakla yetinmekte. Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan ise söz konusu işlemin yasal olduğunu ve yolsuzluk anlamına gelmediğinin özenle altını çizmekteydi.

Her iki açıklama (ve benzeri diğer uğraşlar) konunun özünü kaçırma ve örtbas etme çabasından ibarettir.

  • Sorunun özünde, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi sonrasında Türkiye’de bürokrasinin tahribatı ve siyasi sadakate dayalı, liyakatsiz idari atamalar nedeniyle oluşan güvensizlik ve belirsizlik ortamından kaynaklanan iktisadi-siyasi krizi gizleme çabası yatmaktadır.

Bu çabanın ana amacı, “Döviz kurlarındaki yükselme her ne pahasına olursa olsun engellenmeli ve döviz kurları sanki istikrarlıymış gibi gözükmeli” görüntüsünün sağlanmasıdır.

Ancak bu amaç açıkça söylenememektedir. Zira tüm bu süre içinde TCMB’nin ana görevinin “fiyat istikrarının sağlanması” olduğu; “döviz kuru istikrarının hedeflenmesinin söz konusu olamayacağı” dile getirilmekte; deyim yerindeyse “yerli yabancı yatırımcıların gözü boyanmaya” devam edilmektedir. Hatta bunun da ötesinde, söz konusu dönemde

  • TCMB, gene siyasi direktifler doğrultusunda, ekonomiyi canlı tutmak amacıyla olağanüstü bir parasal genişlemeye yönelmiş, para arzını 2020’nin ocak – temmuz ayları arasında neredeyse iki kat artırmıştır.

Dolayısıyla, 128 milyar dolar nerede sorusunun özü salt yasal olup olmayışı değil, iktisat politikalarının tutarlılığı açısından yanlış, tutarsız ve kurumsal itibar kaybı anlamına gelmesidir.

SOSYAL KORUMA KALKANI ALDATMACASI

Ancak 128 milyar dolar sorusunun, kamuoyunda yeterince dile getirilmeyen bir başka uzantısı daha var. Yasal ya da değil, iktisadi aklın kurallarına uygun olsa da olmasa da sonunda şirketler kesimine, özellikle de finans sermayesine yöneldiği anlaşılmaktadır. Oysa aynı dönemde, hanehalklarına (vatandaşlara) sağlanan devlet yardımı son derece cılız kalmış; çalışanlara sağlanan ek gelir desteği gene çalışanların kendi birikimlerinden karşılanmıştır. Yazımızın ikinci “rakamı” da bu gerçeği dile getirmektedir.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın öne sürdüğü verilere göre 2020-2021 Nisan döneminde Sosyal Koruma Kalkanı adı altında 60 milyar TL harcanmıştır. Ancak rakam bir başka gerçeği gizlemektedir. DİSK Araştırma Dairesi’nin geçen hafta ayrıntılı biçimde analiz ettiği üzere, söz konusu tutarın 31.5 milyarı “Kısa Çalışma Ödeneği”; 10.2 milyarı “Nakdi Ücret Desteği”; 5.6 milyarı “İşsizlik Ödeneği” yoluyla işçi kesimine; 4 milyarı ise “Normalleşme Desteği” yoluyla işveren kesimine sağlanmıştır. Koruma Kalkanı’nın 51.4 milyar TL tutarındaki bu bölümünün kaynağı ise çalışanların maaşlarından ödenen işsizlik sigortası fonudur. Yani çalışanlar kendi kendilerini destekleyerek sosyal koruma elde etmişlerdir.

DİSK, bu rakama gene vatandaşlardan “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” çağrısı altında toplanan 2 milyar TL’nin de eklendiğinde vatandaşların kendi kendini desteklediği toplamın 53.5 milyar TL’ye ulaştığını belgelemektedir. Dolayısıyla, söz konusu dönemde vatandaşlara sağlanan devlet desteği salt 6.5 milyar TL düzeyinde (2020 ulusal gelirinin % 0.12’si!) gerçekleştirilmiştir.

AKP ekonomi idaresinden beklenen “128 milyar dolara nerede” sorusunun yanıtını bir de bu açıdan beklemekteyiz. Çalışan kesimlere, hanehalklarına, vatandaşlara sağlanan devlet desteği neden bu kadar düşüktür? Ve evet bir kez daha,

128 milyar dolar kimlere aktarıldı???!!

Üniversiteler küresel tehdit altında

Erinç Yeldan
Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 31 Mart 2021

Üniversiteler küresel tehdit altında

Geçen hafta sonu Boğaziçi Kelepçesiz Akademi öğrencileri Tehdit Altında Üniversiteler başlığıyla uluslararası düzeyde katılımcılarla birlikte önemli bir söyleşi-panel gerçekleştirdi. Macaristan Central European University’den Andrea Peto; Brezilya Pontifical Catholic University of Rio Grande do Sul öğretim üyesi Fernanda Martins, Yunanistan Panteion Üniversitesi’nden Athena Athanasious; Sırbistan Belgrad Üniversitesi’nden Gazela Pudar Drasko ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Zeynep Gambetti yaklaşık 3 saat boyunca bizlere tüm dünyada üniversitelerin nasıl bir küresel tehdit altında olduğunu gerek kuramsal gerek tarihsel gerekse de hayattan canlı örnekler vererek paylaştılar.(*)
Andrea Peto konuşmasında, üniversitelerin il-liberal ve otokratikleşen devlet aygıtının giderek birer yandaş kurumuna dönüştürüldüğünü aktardı. Andrea Peto’ya göre bir yanda devlete ve otoriteye bağlılık, bir yandan da piyasa koşullarında kâr amacı güden birer işletmeye dönüştürülen üniversiteler artık özgür bilimin üretildiği kurumlar olmaktan çıkarılmaktadır. Üniversiteler giderek neoliberal devlete ve piyasanın rekabetçilik mantığına meşruiyet kazandırma uğraşına itilen bürokratik örgütler olarak çalışmaktadır. Bu dönüşümün bir parçası olarak artık toplumsal cinsiyet, sosyal eşitlik ve eleştirel bakış açısını korumaya çabalayan çalışmalar akademinin dışına itilmekte, hatta deyim yerindeyse düşman olarak nitelendirilmektedir.
Özetle, piyasanın mantığına aykırı her uğraşın düşman olarak adlandırıldığı bir küresel rekabet dünyasında üniversiteler de payını almaktadır.
Söz konusu otokratikleşme ve merkezileşmeye en çarpıcı örneği ise Fernanda Martins sunmaktaydı. Fernanda Martins, Jair Bolsanaro’nun Brezilyası’nda eğitim kurumlarında idari görevlendirmelerin giderek emekli subaylar, generaller ve askeri personelden oluşturulmaya başlandığını; böylelikle Brezilya’da kamusal eğitimin militarizeleştirildiğini çarpıcı örneklerle aktarmaktaydı.

***

Aynı günlerde bir yandan da Bilim Akademisi’nin yayın organı Sarkaç dergisinde Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayşın Ertüzün“Dünya çapında üniversite olmak: Akademik özgürlük ve üniversite özerkliği” başlıklı yazısında bilimsel araştırmanın temelinde akademik özgürlük vardır diyerek şu tanımı paylaşmaktaydı:

“Akademik özgürlük, öğretim üyelerinin ve araştırmacıların, araştırma gündemlerini / konularını belirleme; doğruyu bulmak için diğer araştırmacılar ve öğrenciler ile eleştirel fikir tartışması yapma; kanıta, akla dayalı olarak yaptıkları araştırmalara ilişkin çıktıları araştırmacılar, öğrenciler ve kamuoyuyla paylaşma özgürlüğüdür.”

Ayşın Hoca yazısında kısa bir süre önce Gothenburg Üniversitesi V-Dem Enstitüsü tarafından yayımlanan 2021 Demokrasi Raporu’na ve Mart 2021’de de Küresel Kamu Politikaları Enstitüsü (Global Public Policy Institute – GPPi) tarafından yayımlanan “Özgür Üniversiteler: Akademik Özgürlük Endeksini Eyleme Geçirme” başlıklı raporuna atıf vererek Liberal Demokrasi Endeksine (LDE) göre hızla otokratikleşen 10 ülke arasında maalesef Türkiye’nin de bulunduğunu ve Polonya ve Macaristan’ın ardından 3’üncü sırada yer aldığını aktarıyordu.

Ayşın Ertüzün Hoca yazısını “Yükseköğretim kurumlarımıza yön veren mercilerin dünya üniversite sıralamalarında Türkiye’deki üniversitelerin niye ilk 100 üniversite arasında yer almadığı konusunu dikkatle ele almaları, sistematik faktörler yanında söz konusu rapor ve belgeleri birbirlerini tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirerek üniversitelerimizin bu sıçramayı yapabilmelerini sağlayacak akademik özgürlük ortamını ve üniversite özerkliğini yeniden tesis edecek adımları atmaları elzemdir” sözleriyle tamamlamaktaydı.

“Aksi takdirde üniversitelerimizin dünya çapında üniversiteler olmaları ve üniversite sıralamalarında üst sıralarda yer almaları hayalden öteye gidemeyecek”.

Ayşın Ertüzün Hoca’nın uyarılarına katılmamak mümkün mü?

(*) Söz konusu panel YouTube kanalında “Universities At Risk” başlığı altında yer almakta.

Büyüme, istihdam, bölüşüm üstüne

Büyüme, istihdam, bölüşüm üstüne

Erinç YeldanErinç Yeldan
03 Mart 2021, Cumhuriyet

 

Türkiye’nin milli geliri (gayri safi yurtiçi hasılası – GSYH) 2020 yılını ortalama %1.8’lik büyümeyle kapattı. Milli gelirdeki artışa karşın, Türk Lirası’ndaki aşınmayla birlikte kişi başına gelirimiz 8.599 dolara geriledi. Bu rakam 2009’da gerçekleşen 8.980 dolarlık kişi başına gelirin altında; yani bireysel olarak 2009 krizi düzeyini yeniden yaşamaktayız.

Milli geliri sürükleyen harcama bileşenlerine baktığımızda, gene özel ve tüketim harcamalarının başat olduğu gözleniyor. Özel tüketim harcamaları %8.2, kamunun tüketim harcamaları ise % 6.6 oranında genişlemiş. Bunlar yanında sabit sermaye yatırımlarında da %10.3’lük bir artış yaşanmış durumda. Yatırım harcamalarındaki bu hızlı ivmelenmeye karşın, sabit sermaye yatırımlarının hacmi, 2018 düzeyinin hâlâ % 6.5 gerisinde. Dolayısıyla, Türkiye’nin çoğunlukla belirsizlik ve güvensizlik ortamına bağlı olarak 2018’in üçüncü çeyreğinden başlayarak 2020’nin ortasına değin yaşamış olduğu peş peşe yedi çeyrek dönemlik daralmanın olumsuz etkileri daha henüz telafi edilmiş değil.

Milli gelirin üretimi açısından ise sektörler arasında sert ayrışmaların yaşanmakta olduğu gözlenmekte. Finans kesimi %21.4; bilgi ve iletişim sektörü %13.7 oranında ivmelenirken, idari ve destek faaliyetleri % 5.2, hizmetler sektörü %4.3, inşaat ise %3.5 oranında daralma göstermiş. Pandeminin ulusal ekonomide yarattığı farklı koşullara dayalı olarak sektörlerin bu biçimde ayrışması, iktisat yazınında artık K-tipi büyüme olarak adlandırılmakta. Türkiye’nin deneyimi de bu konuda tipik bir örneği sergilemekte.

Yaşanan büyümenin esas olarak parasal genişleme ve aşırı kredi sunumuna dayanmakta olduğu sıkça dile getirilen bir gözlem. Bu tür büyümenin sonuçları biliniyor: Birincisi (borçla ivmelendirilen) talep artışıyla sürüklenmekte olduğu için enflasyonist baskılar yaratmakta; ikinci olarak da yapısal dönüşümler ve teknolojik ilerleme ile desteklenmediği sürece istihdam artışları son derece cılız (hatta negatif) olmakta. Nitekim eski DPT ve Merkez Bankası uzmanı Zafer Yükseler, 2020 yılı boyunca GSYH % 1.8 artış göstermesine karşın, istihdamın %4.5, fiili çalışan sayısının ise %10.3 azalmış olduğu bilgisini paylaşmaktadır. Zafer Yükseler’in vurgusunu sektörel düzeyde irdelediğimizde de anomali derinleşmektedir. Örneğin imalat sanayii sektörünün yıl boyunca %2.1 genişlemesine karşın, sanayi istihdamı 2019’un eşdeğer dönemine görece 89 bin kişilik kayıp yaşamış; ortalamanın çok üstünde daralma gösteren (%3.5) inşaatta ise istihdam 101 bin kişi artmıştır!

2020 yılı toplamı boyunca istihdam kaybı resmi istatistiklere göre 1 milyon 103 bin kişidir. Parasal genişleme ve borçlandırma üzerinden gerçekleşen milli gelir artışı istihdamda yaşanan tahribatı önleyememiştir. Bunun ötesinde, TÜİK tarafından paylaşılan resmi veriler, 2020 boyunca istihdam kayıplarının erkeklerde 531 bin, kadınlarda ise 572 bin kişi olduğunu dile getirmektedir.

Son olarak milli gelir istatistiklerinde hep en son sıraya atılan ve ekonomi gündemimizde de çoğunlukla pek söz konusu edilmeyen -hatta deyim yerindeyse örtbas edilen- bir diğer veri setiyle yazımızı tamamlayalım:

Milli gelirin bölüşümü 

TÜİK verileri, ücretlilere yapılan işgücü ödemeleri 2020 yılında yalnızca %9.6 artmışken, net işletme artığının (toplam kârların) %20.2 arttığını paylaşmakta. (Toplam ortalama enflasyonun %13.5; -emekçileri daha yakından ilgilendiren- gıda fiyatlarındaki enflasyonun ise %21 olduğunu hatırlayalım.) Böylelikle, işgücü ödemelerinin milli gelir içindeki payı geçen yıl %34.8 iken bu oran 2020 yılında %33’e gerilemiş; net işletme artığının payı ise %47.5’ten %49.4’e yükselmiştir.

Tipik bir istihdam-dostu olmayan büyüme öyküsü…

Aşı emperyalizmi

Aşı emperyalizmi

Erinç YeldanErinç Yeldan
Başlık, Uluslararası Kalkınma İktisatçıları Birliği (IDEAs) üyesi iki meslektaşımıza ait. Anis Chowdhury ve Jomo Sundaram, Covid-19’a karşı geliştirilen aşıların patent yasaları, milliyetçi şoven adımlar, küresel tekellerin kâr iştahları ve piyasaların anarşik kargaşası yüzünden yeterince yaygınlaştırılamaması nedeniyle pandemiyle mücadelede başarı elde edemediğimizi vurguluyor. Chowdhury ve Sundaram’ın uyarılarına göre aslında önlenebilir engeller yüzünden aşılanma gereken hızda ilerlememekte. Şimdiye değin sadece 70 ülke kendi vatandaşlarını aşılamaya başlayabilmiş durumda ve dolayısıyla aşılanma bu hızda devam edecek ise küresel düzeyde dünya nüfusunun, örneğin, yüzde 75’inin aşıya ulaşması, bir iki değil, en az altı sene sürecek.
Bu gerçekleri iktisatçıların ilgi duyacağı dille özetleyelim: Aşılanmanın gecikmesi şimdiye değin (yetersiz ve ağır aksak da olsa) alınmış olan önlemlerin boş harcanması ve küresel ekonomide yaşanacak talep daralması nedeniyle 28 trilyon dolarlık bir üretim ve gelir kaybı ve gelişmiş ülkelerde de yüzde 7 düzeyinde bir gerileme anlamına gelecek.
Patent yasalarının koruma duvarları altında, dizginlenemeyen kâr dürtüsü, aşıya erişim hızının son derece yavaş ilerlemesine neden olmakta. 17 Ocak tarihli Economist dergisi 85 yoksul ülkenin aşıya erişimini 2023 sonrası olarak tahmin etmekte. 5 Şubat tarihi itibarıyla 2.5 milyar insanı barındıran toplam 130 ülkede tek bir doz aşı dahi uygulanabilmiş değil.
University World News ağ-sitesi, 8 Şubat itibarıyla uygulanmış olan 131 milyon doz aşının yüzde 78’inin ABD, Çin, AB ülkeleri ve İngiltere tarafından gerçekleştirildiğini; Afrika ülkelerinin payının ise sadece binde 2 düzeyinde kaldığını duyuruyor. Brezilya haricindeki Latin Amerika ülkeleri için ise toplam 250 milyonluk nüfusa karşın sipariş edilen aşı miktarı sadece 150 milyon. ABD, 1.2 milyar doz aşı siparişi ile kendi nüfusunu iki kez aşılayabilecek bir stoku garantiye almış durumda.
2021 sonuna değin zengin ülkeler kendi nüfuslarını neredeyse üç kez aşılayabilecek konumda iken, 70 yoksul ülkede sadece on insandan birisi aşıya ulaşabilecek. Bu gerçekten hareketle, Oxfam ve Uluslararası Af Örgütü’nün de katkıda bulunduğu Halkın Aşı Birliği, ilaç tekellerinin ellerinde tuttukları teknoloji ve araştırma deneyimlerini kamuya açmadıkları takdirde bu eşitsizliğin küresel bir soykırıma dönüşeceğini ilan ediyor.
Diğer yandan, sanıldığının aksine, küresel ilaç tekellerinin Covid aşısının geliştirilmesi sürecinde uğradıkları sabit maliyetleri kendi öz kaynaklarıyla değil, bilakis daha büyük oranda devlet yardımlarıyla kamunun kaynaklarını kullanarak karşıladığı biliniyor. Chowdhury ve Sundaram, bizlerle en büyük altı uluslararası ilaç tekelinin şimdiye değin 12 milyar dolar düzeyinde kamu kaynaklı devlet desteği kullandığı bilgisini paylaşıyor. Moderna, ABD’den 955 milyon dolar Ar-Ge fonu yanında 1.5 milyar dolarlık peşin alım desteği; Pfizer/BioNTech ise Almanya’dan 375 milyon Avro, Avrupa Yatırım Bankası’ndan ise 100 milyon Avro’luk destekleri kullanmış durumda. Yoğun kamu desteğine karşın, küresel aşı piyasalarında beklenen 40 milyar dolarlık kârın yarattığı cazibe, ilaç tekellerinin aşılanma teknolojisini patent yasaları ardına gizlemesini engelleyemiyor. Aşı şirketlerinin borsalarda hisse değerlerinin gelişimi ise Forbes sayfalarında izlenmeye devam ediyor.
Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus ise tüm bu gerçekler karşısında, yetersiz aşılanma sürecinin dünyamızı bir ahlaki çöküşün eşiğine getirmekte olduğunu vurgulamaktaydı. Doğrudur, ancak DSÖ daha çok öncesinde, tüm insanlara sosyal mesafe tedbirleri ve ellerimizi en az yirmi saniye süreyle yıkamamızı öğütlediği günlerde, dünyamızda 1 milyar insan içilebilir suya erişimden yoksun, 2.6 milyar sanitasyon hizmetlerinden yoksun ve 1.5 milyar kişinin elektriğe erişimden yoksun yaşadığı gerçeklerini de göz önüne almak zorundaydı.
  • Yoksul uluslar emperyalist küreselleşme ve yapısal reform şantajları altında küresel finans sermayesinin ve ulusötesi şirketlerin kararlarına boyun eğdirilirken,
  • Tüm dünyada sosyal dışlanma, eşitsizlik ve doğamızın tahribatı hızlandırılıyordu.
Küresel kapitalizmin emperyalist rekabet ve yükselen milliyetçilik söylemleri altında, Covid-19 aşısının paylaşımında eşitlikçi davranması beklenebilir miydi?