Etiket arşivi: toplumsal cinsiyet

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

Her Türlü Şiddete HAYIR!

Kadına yönelik şiddet, ister kamusal ister özel yaşamda olsun, kadınlara yönelik fiziksel, cinsel ve psikolojik zarara yol açabilecek eylemlerdir. Önlenemeyen kadına yönelik şiddet eylemleri, kadınların toplumda yasal, sosyal, politik ve ekonomik eşitlik elde etme fırsatlarını tehlikeye atmaktadır. Kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak, soruna yönelik kamuoyunu bilinçlendirmek amacıyla 1999 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu kararı ile 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), kadına yönelik şiddeti önemli bir halk sağlığı sorunu olarak tanımlamıştır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde gelişen şiddetin hedefi kadınlar ve kız çocuklarıdır. Dünyada her üç kadından birinin yaşamı boyunca fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldığı bilinmektedir. Bu şiddet çoğunlukla en yakınları tarafından uygulanmaktadır. Ülkemizdeki durumu yansıtan son çalışma  2014 yılında yapılan Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’dır. Bu araştırmada, evlenmiş kadınların %38’i, yaşamlarının herhangi bir döneminde eşleri ya da birlikte oldukları erkekler tarafından fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz bırakıldıklarını belirtmişlerdir. Çocukluğunda cinsel istismara uğrayanların oranı %9’u bulurken, çocuk yaşta evlenen kadınların, cinsel, fiziksel, duygusal olmak üzere şiddetin her türüne daha fazla maruz kaldıkları görülmektedir. On sekiz yaşından önce evlenen kadınların yarısı yaşamlarının bir döneminde duygusal şiddet ve istismara uğradığını, fiziksel veya cinsel şiddet mağduru olduğunu ifade etmiştir. (AS: Ekonomik şiddet!?)

Cinsiyete dayalı fiziksel, duygusal, sözlü, cinsel ve ekonomik şiddet, kadınların ve çocukların yaşamına zarar verdiği gibi ailelerin, toplulukların, ülkelerin sağlığına da zarar verir. Şiddet artan yaralanma riski, depresyon, kaygı bozuklukları, planlanmayan gebelikler, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlarla da ilişkilidir.

Türkiye, 11 Mayıs 2011’de dahil olduğu kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları sözleşmesi olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi’nden 1 Temmuz 2021’de çekilmiştir. Ne acıdır ki, Türkiye’de 2021 yılı içinde 310 kadın, kadına yönelik şiddet sonucu öldürülmüştür. (11 Kasım 2021 verisi)

Bu dönemde sağlık çalışanı olan kadınlara karşı da şiddetin arttığı görülmektedir. Hem bireyleri hem aileleri hem toplumları etkileyen şiddet, küresel bir halk sağlığı sorunudur: ŞİDDET BİR PANDEMİDİR!

  • Şiddete sessiz kalmak da ŞİDDETTİR.

Kurumlar arası işbirliği ile hareket etmeli ve sesimizi tüm sağır kalplere duyurmalıyız.

HASUDER – HALK SAĞLIĞI UZMANLARI DERNEĞİ
TOPLUMSAL CİNSİYET, KADIN VE ÜREME SAĞLIĞI ÇALIŞMA GRUBU

  1. International Day for the Elimination of Violence against Women. UN. Information NoteDivision for the Advancement of Women. https://www.un.org/womenwatch/daw/news/vawd.html
  2. Şiddetten ölen kadınlar için dijital anıt. http://anitsayac.com/
  3. https://www.who.int/health-topics/violence-against-women#tab=tab_1 erişim,11.11.2021
  4. https://www.who.int/health-topics/violence-against-women#tab=tab_2 erişim, 11.11.2021
  5. https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/331699/WHO-SRH-20.04-eng.pdf?ua=1
    erişim, 11.11.2021

Üniversiteler küresel tehdit altında

Erinç Yeldan
Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 31 Mart 2021

Üniversiteler küresel tehdit altında

Geçen hafta sonu Boğaziçi Kelepçesiz Akademi öğrencileri Tehdit Altında Üniversiteler başlığıyla uluslararası düzeyde katılımcılarla birlikte önemli bir söyleşi-panel gerçekleştirdi. Macaristan Central European University’den Andrea Peto; Brezilya Pontifical Catholic University of Rio Grande do Sul öğretim üyesi Fernanda Martins, Yunanistan Panteion Üniversitesi’nden Athena Athanasious; Sırbistan Belgrad Üniversitesi’nden Gazela Pudar Drasko ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Zeynep Gambetti yaklaşık 3 saat boyunca bizlere tüm dünyada üniversitelerin nasıl bir küresel tehdit altında olduğunu gerek kuramsal gerek tarihsel gerekse de hayattan canlı örnekler vererek paylaştılar.(*)
Andrea Peto konuşmasında, üniversitelerin il-liberal ve otokratikleşen devlet aygıtının giderek birer yandaş kurumuna dönüştürüldüğünü aktardı. Andrea Peto’ya göre bir yanda devlete ve otoriteye bağlılık, bir yandan da piyasa koşullarında kâr amacı güden birer işletmeye dönüştürülen üniversiteler artık özgür bilimin üretildiği kurumlar olmaktan çıkarılmaktadır. Üniversiteler giderek neoliberal devlete ve piyasanın rekabetçilik mantığına meşruiyet kazandırma uğraşına itilen bürokratik örgütler olarak çalışmaktadır. Bu dönüşümün bir parçası olarak artık toplumsal cinsiyet, sosyal eşitlik ve eleştirel bakış açısını korumaya çabalayan çalışmalar akademinin dışına itilmekte, hatta deyim yerindeyse düşman olarak nitelendirilmektedir.
Özetle, piyasanın mantığına aykırı her uğraşın düşman olarak adlandırıldığı bir küresel rekabet dünyasında üniversiteler de payını almaktadır.
Söz konusu otokratikleşme ve merkezileşmeye en çarpıcı örneği ise Fernanda Martins sunmaktaydı. Fernanda Martins, Jair Bolsanaro’nun Brezilyası’nda eğitim kurumlarında idari görevlendirmelerin giderek emekli subaylar, generaller ve askeri personelden oluşturulmaya başlandığını; böylelikle Brezilya’da kamusal eğitimin militarizeleştirildiğini çarpıcı örneklerle aktarmaktaydı.

***

Aynı günlerde bir yandan da Bilim Akademisi’nin yayın organı Sarkaç dergisinde Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayşın Ertüzün“Dünya çapında üniversite olmak: Akademik özgürlük ve üniversite özerkliği” başlıklı yazısında bilimsel araştırmanın temelinde akademik özgürlük vardır diyerek şu tanımı paylaşmaktaydı:

“Akademik özgürlük, öğretim üyelerinin ve araştırmacıların, araştırma gündemlerini / konularını belirleme; doğruyu bulmak için diğer araştırmacılar ve öğrenciler ile eleştirel fikir tartışması yapma; kanıta, akla dayalı olarak yaptıkları araştırmalara ilişkin çıktıları araştırmacılar, öğrenciler ve kamuoyuyla paylaşma özgürlüğüdür.”

Ayşın Hoca yazısında kısa bir süre önce Gothenburg Üniversitesi V-Dem Enstitüsü tarafından yayımlanan 2021 Demokrasi Raporu’na ve Mart 2021’de de Küresel Kamu Politikaları Enstitüsü (Global Public Policy Institute – GPPi) tarafından yayımlanan “Özgür Üniversiteler: Akademik Özgürlük Endeksini Eyleme Geçirme” başlıklı raporuna atıf vererek Liberal Demokrasi Endeksine (LDE) göre hızla otokratikleşen 10 ülke arasında maalesef Türkiye’nin de bulunduğunu ve Polonya ve Macaristan’ın ardından 3’üncü sırada yer aldığını aktarıyordu.

Ayşın Ertüzün Hoca yazısını “Yükseköğretim kurumlarımıza yön veren mercilerin dünya üniversite sıralamalarında Türkiye’deki üniversitelerin niye ilk 100 üniversite arasında yer almadığı konusunu dikkatle ele almaları, sistematik faktörler yanında söz konusu rapor ve belgeleri birbirlerini tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirerek üniversitelerimizin bu sıçramayı yapabilmelerini sağlayacak akademik özgürlük ortamını ve üniversite özerkliğini yeniden tesis edecek adımları atmaları elzemdir” sözleriyle tamamlamaktaydı.

“Aksi takdirde üniversitelerimizin dünya çapında üniversiteler olmaları ve üniversite sıralamalarında üst sıralarda yer almaları hayalden öteye gidemeyecek”.

Ayşın Ertüzün Hoca’nın uyarılarına katılmamak mümkün mü?

(*) Söz konusu panel YouTube kanalında “Universities At Risk” başlığı altında yer almakta.

Sistemli ve süregiden bir ayırımcılık var

‘Sistemli ve süregiden bir ayırımcılık var’

Semih Gemalmaz’dan ‘Ayrımcılık, Şiddet ve Sömürü

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Prof. Dr. Mehmet Semih Gemalmaz’ın

  • Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kadınlara, Çocuklara ve Azınlıklara Karşı Ayrımcılık, Şiddet ve Sömürü (Nedenleri, Kapsamı, Sonuçları ve Buna Karşı Direnme Stratejileri)

başlıklı inceleme kitabı, yalnız hukukçuları, ilgili sosyal bilim dallarında uğraş verenleri değil, merak eden, öğrenmek isteyen bütün okurları birebir ilgilendiriyor. Gemalmaz’la kitabını konuştuk.

  • Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kadınlara, Çocuklara ve Azınlıklara Karşı Ayrımcılık,
    Şiddet ve Sömürü,
    Mehmet Semih Gemalmaz, Homer Kitabevi, 2823 s.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/975217/Semih_Gemalmaz_dan__Ayrimcilik__Siddet_ve_Somuru_.html 19.5.18, Cumhuriyet

– Önsözdeki açıklamanızda, bunun 4 kitabı bulacak incelemenin 3. kitabı olduğunu belirtiyor-sunuz. Osmanlı’dan günümüze kadınlar-çocuklar-azınlıklar bağlamında yaşamın bütün  a-lanlarına uzanan 2786 sayfalık bu kitap üzerine konuşmadan önce incelemenizin tümü hak-kında bilgi verir misiniz?

Semih Gemalmaz ile ilgili görsel sonucu

– İlk iki kitap konuyu Antik Yunan ve Roma’dan Ortaçağ’a ve Ortaçağ’dan 21. yüzyıla kadarki uzun iki dönemde irdeliyor. 3. kitap, esas olarak Osmanlı ve Cumhu-riyet dönemlerini ele alırken 4.  kitap konu-yu, 20. yüzyılın 2. yarısında kurumsallaşan İnsan Hakları Ulusalüstü Hukuku bağla-mında bölgesel ve uluslararası insan hak-ları belgeleri ve sözleşmelerle kurulmuş organların kararları çerçevesinde inceliyor.

Çalışma tamamlandığında kadınlara, çocuklara ve azınlıklara karşı ayırımcılık, şiddet ve sömürü sorunu hem tarihsel bütünlüğü, geçişkenliği, kapsamı, yaygınlığı ve nedenleri hem de sorunu aşmak için yürütülen savaşım araçları, teknikleri ve başarı düzeyi bir bütün olarak ortaya çıkacak. Ayrıca çok boyutlu bu sorunun aşılması için gerekenlere ilişkin değerlendirme ve öneriler sergilenecek. Kısacası bu çalışmayla amaçladığım hem nesnel gerçeği saptayıp göstermek hem de bazı çözüm yollarını öngörmek. Bu konuda çalışma yapacaklara kapsamlı bir kaynakça sunuluyor. Alt başlıklarda öğretideki farklı/çatışan görüşleri işledim ve kişisel değerlendirme ve görüşümü de belirttim. 4 kitaba da asıl rengini veren, toplumsal cinsiyet bakış açısı. Bu karşılaştırmalı araştırma, kapsamı gereği interdisipliner ve mültidisipliner nitelikte.

“AYIRIMCILIK, ŞİDDET VE SÖMÜRÜ BİRER PATOLOJİ”

– Yeni çıkan 3. kitabınızda, 3 ana bölüm ve pek çok alt başlık var. Birkaç oturumda okunup bitirilebilecek türden bir kitap değil elbette elimizdeki; çok zengin bir başvuru kaynağı. Sistematiği, okura, aradığını ya da ihtiyaç duyduğunu bulmakta büyük kolaylık sağlıyor; dili de bu zor alanı derinlemesine kavrama olanağı sunan bir açıklıkta. Çalışmanızın bu yönüyle ilgili ne söylemek istersiniz?

– 3. kitap “İslam”, “Osmanlı” ve “Türkiye” şeklinde üzere 3 ana bölümden oluşuyor. İslam toplumları, hukuku ve pratiğine değinen ilk bölüm Osmanlı uygulamasını anlayabilmek için gerekli ön bilgiyi sunuyor. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini kapsayan 2. bölümde konu kadın, çocuk ve azınlık özneleri açısından irdelenirken 3. bölüm çocuk üzerinde odaklanarak yine her 2 dönemi kapsıyor. Kadın, çocuk ve azınlıklar, tarihsel pratiğin doğruladığı üzere ayırımcılık, şiddet ve sömürüye en fazla maruz kalan ve korunmasız kesimler olduğundan birlikte değerlendirmek gerekir. İki husus ekleyebilirim: Birincisi, “azınlık” kavramını en geniş anlamında kullandım. İkincisi, 3 öznenin yalnızca o sıfat ve konumlarından kaynaklanan kendilerine özgü sorunları olduğunun farkındayım.

Nitekim kitapta bu özgün sorunlara değindim. Örneğin, tüm çocuklar sırf çocuk olmaktan ötürü mağduriyete açıkken azınlık, sürgün, mülteci ve savaş çocukları, işçi, yoksul ve kimsesiz çocuklar bu özel konumlarının getirdiği özel mağduriyeti yaşıyor. Keza, çocuk gelinler, eğitimde cinsiyetler arasında fırsat eşitsizliği gibi hususlarda çocuklar cinsiyetlerinden kaynaklanan sömürü ve şiddetin hedefidirler. Ancak bu durum 3 özne grubun birbiriyle bağlantılı mağduriyet ortak paydasını silikleştiriyor. 3. kitabın bir özelliği de örneğin, Osmanlı kadınlarının bir yandan haklardan tümüyle yoksun, hak arama yollarını kullanamayan, eve hapsedilmiş, bütünüyle edilgen ve etkisiz olduğuna ve her türlü haktan bütünüyle yararlanan, şiddet ve sömürüye hiç maruz kalmayan, istisnai olaylarda mahkemelerce etkili biçimde korunan, yasal şedit bedensel cezalardan bağışık tutulan, linç edilmeyen, velhasıl diğer toplumlardaki çağdaşı hemcinslerinden çok daha özgür ve müreffeh yaşayan kişiler olduğuna dair birbiriyle çelişik ve aynı derecede safsata iki uç görüşü çürütmesi. Bu çalışma ayrıca emek ve emekçi tarihi de göz önünde tutulmadan, ayırımcılık, sömürü ve şiddetin sağlıklı biçimde kavranamayacağı tezine dayanıyor.

  • Ayırımcılık, şiddet ve sömürü birbirini tamamlayan ve kronikleştiren 3 patoloji. Şiddet kavramı ise fiziksel, duygusal, cinsel, ilişkisel, ekonomik şiddet alt kategorilerini kapsar.– Tarih boyunca kadın ve erkek hakları, hep erkek lehine görünüyor. Sizce eşit hakların sağlanması mümkün mü, sağlamanın koşullar neler?

Tarihsel, sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik, kültürel vb. hangi açıdan bakarsak bakalım cinsiyetçi, erkek egemen, hiyerarşik düzen kadınlar aleyhine sonuçlar doğurdu. Zaten en geniş anlamda “kadın hareketi” mücadelesi de buradan çıktı. Toplumda yerleşik kadın ve erkek rolleri, işbölümü vb. eşitliksizci güç ilişkilerinin sonucu ve bu yönüyle sınıfsal, ideolojik ve siyasal nitelikli. Hukuk bu yerleşik düzeni yasal açıdan kurumsallaştırmanın, korumanın ve tahakkümü sürdürmenin aracı. Haklarda cinsiyet bakımından eşitliğin sağlanması önemli ve örneğin siyasal haklarda eşitlik, eşit işe eşit ücret, evlenme ve boşanmada eşitlik, mülkiyet hakkı bağlamında eşitlik gibi bu söylemin hukuk ve kadın hareketi tarihinde yeri var. Haklarda eşitliğin Anayasal ve yasal güvence altına alması, ihlaller karşısında dayanılacak hukuksal zemini sağlaması bakımından önemli.

Ancak hak eşitliği söyleminin ve yasa düzeyindeki bazı iyileştirmelerin albenisine kapılıp bununla yetinmek, cinsiyetler arası eşitsizliğin somut yaşam pratiği içindeki tezahürünü göz ardı etmeye hizmet edebilir. Konumları eşitsiz olanları eşitlemek için mağdur kesimi (kadınları) kayıran ve koruyan özel önlemlere gereksinim bulunuyor. Buna hukukta “özel önlemler” veya “destekleyici özel önlemler veya destekleyici edim” adı verilir ve bazılarının yazdığı gibi bunun adı “olumlu ayırımcılık” değildir çünkü “ayırımcılığın” olumlusu yoktur. Günümüzde gelişmiş sanayi ülkelerinde de örneğin eşit işe eşit ücret hedefi tutturulamadı; kayıt dışı istihdam tüm emekçiler için ama özellikle kadın ve çocuk işçiler bakımından sistematik sömürü aracı; göçmen-mülteci kadın-çocuk sömürüsü arttı; köleliğin modern formlarının ve insan ticaretinin en yüksek orandaki mağdurları kadın ve çocuklar. Siyasal temsilde durum aynı; parlamentolarda, hükümetlerde kadın oranları gelişmiş ülkelerde bile % 40’a ulaşmadı. Kamu ve özel sektörde karar verici yüksek makamlarda sınırlı sayıda kadın bulunuyor. Kısacası, haklarda eşitlik önemli olmakla birlikte, uygulamada eylemli eşitlik sağlanmadıkça bunun sadece sanal iyileşme olduğunu ve mücadelenin, değişen koşullara uygun yeni stratejileri kotararak sürdürülmesi gerektiğini görebilecek durumdayız.

“ŞİDDETİ YARATANLAR TASFİYE EDİLMELİ”

– Bireyde ve toplumda şiddetin nedenleri nedir, bireysel şiddet ile toplumsal şiddet arasında ilişki var mıdır, bugünün Türkiyesi’nde kadınlara ve çocuklara uygulanan şiddet ile siyasi yaşamımız arasında bir ilişki kurulabilir mi? Şiddet nasıl önlenebilir?

– Kanımca tek başına bu teoriyle açıklanabilecek nitelikte olmamakla birlikte şiddet önemli ölçüde öğrenilen davranış kalıbı. Çeşitli teorilere ilişkin öğretideki görüşleri ve araştırma sonuçlarını ayrıntılı biçimde 2. kitapta açıkladım. Dolayısıyla bireysel şiddetin, diyelim ki yasal veya fiili yaşam birlikteliği içinde erkeğin kadına veya çocuklara şiddeti ya da çocukların akran zorbalığı üzerinde rol modellerinin etkisi var. Akıl sağlığı sorununu bir yana koyarsak bireysel şiddeti besleyen bazı etkenler şunlar: Yetişkinler arası gerilim ve çatışma; düşük sosyoekonomik statü; sosyal yalıtılmışlık; şiddeti özendirici ve ödüllendirici davranışlar; şiddet suçlarında cezasızlık ve etkisiz infaz siyasası ya da tersine ölçüsüz ve şedit ceza-disiplin rejimi uygulamaları; yaşam yerine ölümü, dayanışma ve paylaşma yerine bencilliği, ahlâksızlığı ve kaba kuvveti yüceltme.

Bireysel ve toplumsal şiddet iç içe geçerek birbirini besliyor. Ötekileştirme, dışlama, sürekli iç ve dış düşman yaratma, yabancı düşmanlığı, savaş çığırtkanlığı, tolerans yoksunluğu, dinbazlık, bilimsel bilgiden, düşünme ve uslamlamadan uzaklaşma şiddeti tetikleyen etkenler arasında. Kabadayı ağzı, küfür ve hakaret, aşağılama, alay, küçümseme, sürekli ona buna had bildirme gibi siyasal yaşama ve siyasal figürlerin söylemine içkin ve egemen şiddet dili ve davranışının, hem bireysel şiddeti beslediğini hem de toplumu akıl tutulması, vicdan, insaf ve izan yoksunluğu cenderesine sıkıştırdığını düşünüyorum.

  • Şiddeti önlemek için kaynağı kurutmak ve bu ortamı yaratan, besleyen ve kışkırtan karar verici pozisyondakileri tasfiye etmek gerekir.

“CEZA VE İNFAZ SİSTEMİYLE TANIŞAN ÇOK ÇOCUK VAR”

– Çocuklara ailelerin verdiği ile devletin verdiği eğitimin ilişkisi nasıl tanımlanabilir?
Bir bölümde, 1970’lerde Türkiye’de ve çeşitli ülkelerde yapılan Çocuğun Değeri Araştırma-ları’ndan söz etmişsiniz. Bu konuyu biraz açar mısınız? Bizim toplumumuz 1970’lerden bu yana çocuğu değerlendirmede bir değişim gösterdi mi?

– Türkiye’de çocuğun değeri kanımca hâlen işlevine, aileye katkısına göre belirleniyor. Ekono-mik bunalım derinleşip istihdam alanı daraldıkça ve gelir dağılımı eşitsizliği yoğunlaşıp sosyal güvenlik düzeneği eğretileşerek yaşlılık, hastalık, işgöremezlik gibi koşullara maruz kalma riski ve korkusu arttıkça, kamu kurumları ve belediyelerce siyasal amaçla himmet gibi dağıtılan nak-dî veya aynî yardımlara bağımlılık sürdükçe ailede çocuğun bir işgücü kaynağı, sömürülmesine aldırılmaksızın aile gelirine katkı aracı olarak görülmesi kaçınılmaz. Bu aslında, siyasal erkin bilinçli siyasasının sonucu.

  • Devletin resmî nüfus siyasası da olabildiğince çoğalan, eğitimsiz, ilköğretim ve
    belki daha yüksek diplomalı, niteliksiz ve ucuz işgücü oluşturmaya dayanıyor.

Türk toplumu ve ailesinde çürüme belirtisi ikiyüzlülüklerden biri anaların, bacıların baş tacı edildiği ise diğeri çocukların sevilip kollandığı ve iyi eğitildiği.

  • Özgür, sorgulayan yetişkinler istenmediği için bunun taşları çocuklara yönelik siyasalarla örülüyor.
  • Türkiye çocukluğu, hem çocukluğunu yaşayamayan hem de geleceği çalınan kitle. 1950’lerden bu yana Cumhuriyet’in kazanım ve değerlerinin altı sistemli ve aşamalı biçimde oyuldu.
  • Bu karşıdevrim sürecinde baş hedef eğitim kurumları ve süreciydi; itaatkâr, bilgisiz ama oy deposu nesiller yetiştirildi.

Çocuğun değersizliğinin bir başka kanıtı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süregiden okullarda bedensel ceza uygulaması. Bedensel cezadan ustaların insafına terk edilmiş çıraklar da nasibini alıyor. Dolayısıyla Türkiye’de çocuk, ailenin ve devletin gözünde birey, hak sahibi varlık sayılmadığı ölçüde değerli. Türk hukuku “çocuk terörist” kategorisi bile oluşturdu! Ceza ve infaz sistemiyle tanışmış küçümsenmeyecek sayıda çocuk bulunuyor. Tutuklu-hükümlü annesiyle infaz kurumunda yaşamak zorunda kalan küçük çocukları da hatırlatabiliriz.

  • Özellikle yoksul ailelerin tarikat kurslarına, okullarına, yurtlarına veya sokakta çalışmaya ve yaşamaya icbar edilmiş çocuklarını da hatırlatabiliriz.

– Bugün azınlıklara karşı ayırımcılıkla ilgili durumumuz ne? Bugünkü sosyal ve siyasal yaşamımızda azınlık kavramını nasıl tanımlayabiliriz, sınıflandırabiliriz?

– Azınlık kavramını standart dilsel, dinsel, etnik vb. azınlık anlamında kullanıyorsak örneğin Hıristiyan ve Musevi nüfus niceliksel bakımdan çok büyük oranda eritildi. Kalan bir avuç azınlık ise eğitimden ibadete, mülkiyetten ticarete pek çok hak bakımından fiili ağır kayıtlamalar altında. Ermeni fobisi zaman zaman siyasi aktörlerce bilinçli olarak kışkırtılıyor. Azınlıklara yönelik isim, din değiştirme, kitlesel sürgün, çocukları ailelerinden ayırma, mülkiyete el koyma gibi resmi ve yasal; mal yağmalama, ev, dükkân, ibadethane tahribi, ırza geçme ve hatta linç gibi kışkırtılan ama müsamaha edilen yasa dışı saldırganlıklar bu topraklarda yaşandı. Parlamentonun kapıları, 1950’lerden günümüze bir iki istisna dışında azınlıklara fiilen kapalı. Hukuk mesleğinde azınlıklar fiilen yargıç ve savcılık yapamazken tek faaliyet alanı avukatlık.

Azınlıklar yüksek düzeyli devlet memuriyetlerinde yoktur; akademik yaşamda hayli seyrekleşti. Cinsiyet açısından bakıldığında mağduriyet azınlığa mensubiyet nedeniyle katmerleniyor. Azınlıklara mensup kadınlar hem bu niteliklerinden hem de Müslüman çoğunluktaki hemcinsleri gibi sırf kadın olmaktan kaynaklanan pekişmiş ayırımcılık mağduru. Azınlık tanımı genişletildiğinde mağdur kitlesi büyüyor. Sünni olmayan diğer Müslümanlara, Kürtlere, Romanlara, LGBT’lere, seks emekçilerine, solcular başta siyasal muhaliflere dek uzun bir liste oluşturan grupların mensupları sistemli ve süregiden ayırımcılık, baskı, şiddet, dışlama, cezalandırma, yoksunlaştırma ve yoksullaştırma, mala ve cana yönelik korku salma siyasasının mağdurları. Bu siyasa, 12 Eylül 1980 fiili rejimiyle güç ve ivme kazanıp giderek bugünkü noktaya vardı.
==================================================
Dostlar,

Çok önemli – değerli bir çalışmadır Sayın Prof. Dr. Mehmet Semih Gemalmaz ustanın yeni emeği.. Dile kolay, 4 cilt ve 3 bin sayfaya yaklaşıyor.. Uzun yıllar alanın çok değerli bir klasiği olacağa benziyor. Ardından, güncellenen baskılarla

“İNSAN HAKLARI ÖĞRETİSİ – GEMALMAZ”

başlığıyla (örneğin), ardıl insan hakları hukukçuları çok yazarlı olarak (editoriyal) sürdürmeli. Batı’da ne çok örneğini görüyoruz: klasikleşen bir yapıt, ilk yazarın yetiştirdiği ardıllarınca onlarca kez yenilenerek basılıyor ve adı yaşatılıyor ilk su veren üstadın.. Bizde de bu vefalı – sorumlu bilimsel geleneğin yerleşmesine çaba gösterilmeli..

Hele hele AKP = RTE tek başına – mutlak iktidarında insan hakları ülkemizde kabul edilemez ve sürdürülemez derecede geriletildi.

Tüm totaliter – otoriter – baskıcı – despotik rejimlerde olağan olduğu üzere, sorunlu siyasal aktörler ve yandaşları bu tabloyu asla kabul etmezler. Yoğun bir siyasal körlük, hemen tüm algıları, dengeleyici – denetleyici düzenekleri felç eder. Hukuk, pozitif mevzuat normlarına indirgenir, acı verici biçimde araçsallaştırılır ve yasama organı – düzenleyici kurumlar otokratik rejimin güdümünde içerik kazanır ve bu normlara iyi kötü uyum hukuk devleti – hukuk güvencesi sanılır..

Yargı yansızlığını ve bağımsızlığını olabildiğine yitirir hatta güdüm altına alınır.
“Majestelerinin yargısı” dikte edenin (Diktatörün) ayağına çağrılır, ayağa kalkar, önünü ilikleri popülist gösterilerde birlikte poz verir basına..
Hukuk güvencesinin – hukuksal öngörülebilirliğin kırıntısının kalabildiği karanlık yapıda, bu kurgu aslında ekonomik sömürünün şalı ola işlevini de üstlenir..

Bir yandan da EĞİTİM SİSTEMİNİN kodları ile oynanarak kitleler dincileştirilir, gericileştirilir ve güdümlü oy depolarına dönüştürülür..

Bu süreç bir döngüdür ve V. Pareto’nun kuramındaki gibi elitler yükselir, çöker; yükselir – çöker.. Paul Kennedy de benzer kurama dayalı koca bir yapıt vermişti.

  • Türkiye, günümüzde, çok çıplak söyleyelim, insan hakları rejimi bakımından neredeyse
    1679 İngiliz Habeas Corpus güvencelerinin bile gerisindedir!

Bu durum sürdürülemez ve umar – dileriz ki;

24 Haziran – 8 Temmuz 2018 süreci,
en azından daha da kötüleşmeyi frenleyecek siyasal sonuçlar doğurur, doğursun,
doğurmalıdır ve doğuracaktır!

Sevgi ve saygı ile. 20 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com