Etiket arşivi: Türk Tarih Kurumu

Kuduz vakaları ve halk sağlığı

Olaylar ve Görüşler

Dr. Gülay ERTÜRK
VETERİNER HEKİMLER DERNEĞİ GENEL BAŞKANI

21 Temmuz 2023 Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)


Kuduz
yine gündemimizde. Her yıl 60 bine yakın insanın kuduzdan öldüğü dünyada, bu sadece geri kalmış ülkelerin sorunu. İnkübasyon (AS: kuluçka) süresi değişmekle birlikte 2 hafta ile 2 ay arasıdır. Tedavisi (Sağaltımı) imkânsızdır (olanaksızdır). Sadece (yalnızca) aşı ile korunmak mümkündür (olanaklıdır).

Ülkemizde kuduza yakalanma ihtimali (olasılığı) olan hayvan türleri; köpek, kedi, sığır, koyun, keçi, at, eşek gibi evcil hayvanlarla kurt, tilki, çakal, domuz, ayı, sansar, kokarca, gelincik gibi yabanıl hayvanlardır. Ülkemizde kuduz olan hayvanların %93’ünün evcil hayvanlar olduğu ve ilk sırayı %59 ile köpeklerin aldığı görülmektedir.

HASTALIK AŞAMALARI

Kuduz bir hayvanın enfeksiyöz salyası ile ısırılma ve hatta sağlam mukoza yolu ile temas, hastalığı insana bulaştırır.

Hayvanlarda klasik kuduz seyrinde enfeksiyon üç dönemde kendini gösterir. Sükûnet dönemi, saldırgan dönem ve felç dönemi. Saldırganlık dönemi görülmeden de kuduz seyredebilir. Saldırganlık döneminin görülmediği kuduz seyir şekline sakin kuduz denir. Kedi ve köpeklerde kuduz hastalığında, virüs, santral sinir sisteminden tükürük bezlerine ulaştıktan sonra on gün içinde hastalık belirtileri ortaya çıkar ve hayvan ölür. Bir başka deyişle ısıran hayvan salyasında virüs taşıyorsa, on gün içinde ölmesi beklenir. Bu nedenle kedi ve köpeğin on gün gözlemi önerilir.

TEDAVİ (Sağaltım) SÜRECİ

İnsanlarda, kuduz riskli temas proflaksisinde (AS: Korumasında) en önemli adım yara bakımıdır. İyi bir yara bakımı kuduz virüsü geçişini azaltmadaki en etkili yöntemdir. Virüs uzun süre ısırık bölgesinde kalabileceği için aradan geçen süreye bakılmaksızın yıkama işlemi mutlaka uygulanmalıdır. Mekanik olarak virüsün mümkün olduğu kadar (olanak ölçüsünde) uzaklaştırılması amaçlandığından su ve sabun ile yıkama çok önemlidir. (AS: Akar su altında 15 dakika) 

AŞININ ÖNEMİ

Bugün kuduz için yapılan aşıların tümü ithal (dışalım) aşılardır. Oysa aşı üretimi konusunda ülkemizde veteriner hekimler çok tecrübelidirler (deneyimlidirler). 1882’de Pasteur kuduz aşısını bulduğunda, Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit’in, aşı ile ilgili eğitimi almaları için Paris’e gönderdiği üç kişilik kuruldaki kişilerden biri Baytar Hüsnü Bey idi. 1900’lü yılların başından başlayarak 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dahil, 2000’li yıllara gelinceye dek aralıksız olarak veteriner aşı ve (AS: bağışık) serumları üretilmiştir. Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitülerinde çok sayıda viral, bakteriyel ve paraziter aşı geliştirilmiştir. Ülkemizde aşı üretim alanında, günümüzdeki dışa bağımlılığının önlenmesi için kamu ve özel sektörde yerli aşı üretiminin desteklenmesi ve GMP (AS: İyi Üretim Uygulamaları) sistemi yatırımlarının acilen (ivedilikle) yapılması gereklidir.

Türkiye’de Sağlık Bakanlığı verilerine göre her yıl ortalama 200 binin üzerinde insan kuduz riskli temas nedeniyle sağlık birimlerine başvurmaktadır. Kuduz bu denli önemli iken, Sağlık Bakanlığı bünyesinde “Veteriner Halk Sağlığı” birimi yoktur. Oysa hayvanlardan geçecek hastalıklar (zoonozlar) için ilk ve en iyi savunma hattını veteriner hekimler oluşturur.

Gerek yerel yönetimlerde, gerekse ilgili bakanlıklar bünyesinde veteriner otoritesi yeniden yapılandırılmadığı sürece, kuduzdan uyuza birçok hastalık hayvanlardan insanlara bulaşmaya devam edecektir.
=====================================
Dostlar,

Kuduz kuşkulu ısırık ve yaralanmaların yönetiminde Dünya Sağlık Örgütü rehberi son derece önemli ve değerlidir. Erişim için lütfen tıklayınız..

WHO Guide for Rabies Pre and Post Exposure

Bir de ulusal rehberimiz var, Sağlık Bakanlığınca hazırlanan; güncel ve başarılı :
https://hsgmdestek.saglik.gov.tr/depo/birimler/zoonotik-vektorel-hastaliklar-db/zoonotik-hastaliklar/2-Kuduz/6-Rehbler/Kuduz_Profilaksi_Rehberi.pdf

Türkiye Ulusal Refik Saydam Koruyucu Sağlık Kurumu’nu derhal yeniden açmalı ve teknolojisini, uzman insangücünü sağlayarak başta aşılar (bakteriyel, viral, paraziter) olmak üzere bağışık serumlar, anti-toksinler, immunglobulinler, koagülasyon faktörleri ve değişik biyolojik ürünlerin, NBC savaş karşı kimyasallarının, temel ilaçların.. ülkemizde üretimi sağlanmalıdır. Bu ürünler stratejik olup, tümü ile dışalıma (ithalata) bağlı olmak kabul edilemez.

Öte yandan, Tıp Fakültelerindeki “Halk Sağlığı Anabilim Dalı” gibi, Veteriner Tıbbı (Veterinary Medicine) fakültelerinde Veteriner Halk Sağlığı (Veterinary Public Health) Anabilim Dallarının kurulması zorunludur.

Dünya Sağlık Örgütü’nün “Tek Tıp – Tek Sağlık” yaklaşımı / politikası “İnsan – Hayvan – Çevre Sağlığı” önlemlerinin bütüncül ele alınmasını öngörmektedir.

Gerekli kurumlaşmalar sağlandığında sayın yazarın belirttiği GMP (İyi Üretim Uygulamaları) uygulamalarına ek GLP (İyi Laboratuvar Uygulamaları) ve GCP (İyi Klinik Uygulamaları) uygulamaları da yerine getirilecektir.

Sağlık Bakanlığı kuduz kuşkulu ısırık, yaralanma olgularına tıbbi destek verecek birimleri sayıca artırarak ülkeye yaymalı, aşı – bağışık serum (Kuduz İmmun Globulin) sıkıntısına yer vermemelidir.

  • 21. yy’da kuduzdan ölüm yüz kızartıcıdır ve yöneticilerin mutlak insancıl, hukuksal sorumluluğunu doğurur (Anayasa m. 2, 56, 125 vd.)
    ***

Not    : Sayın yazarın dili, şaşılacak ölçüde eski ve Türkçe dışı. Türkçemize yazık. Üzülerek ve rahatsız olarak sıkça, ayraç içinde Türkçe sözcükler koyduk..

DİL DEVRİMİ, Atatürk Devrimlerinin ayrılmaz parçasıdır ve öksüz bırakılamaz. Atatürk’ün Türk Dil Kurumu‘nu kurduğu 26 Temmuz 1932’de yaptığı uyarıyı usumuzdan hiç çıkarmamalıyız :

  • “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” / Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Paşa, İş Bankası gelirlerinden Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu için sürekli gelir / akar sağlayarak akçalı bağımsızlıklarını da güvencelemişti. 12 Eylül 1980 darbecileri sözde Atatürkçü görünürken, Atatürk’ün emaneti – mirası – vasiyeti bu 2 yaşamsal devrim kurumunu kapattılar ve devlet dairesine dönüştürdüler. Bunların ne ölçüde Kemalist Devrime hizmet ettikleri ortada! Önceki gün Türkçe sözlüğe “Türkiyeli” sözcüğünü koymaya yeltendiler. İngiltereli, Fransalı, İtalyalı, Rusyalı… sözcükleri var mı? Ülke ve ulus adları ayrı ayrı var.. İngiltere / İngiliz, Fransa / Fransız, Rusya / Rus… Herkes çok özenli olmalı ve Aydınlanma Devrimlerine dönük örtük-açık saldırılara dikkat ve bilinçle karşı koymalıyız. Türkçeyi savsaklama (ihmal etme) lüksümüz yok..

Bu arada Cumhuriyet Gazetesi  yönetiminin de epey zamandır bu sorunsal üzerinde durmadığı görülüyor. Önceki genel yayın yönetmeni Arif Kızılyalın, Dilbilimci idi… Cumhuriyet Vakfı yazmanı Işık Kansu, bizim gibi Dil Derneği üyesi. Bir kez daha anımsatıyor ve rica ediyoruz; Cumhuriyet Gazetesi Dil Devrimimize özenle sahip çıkmayı sürdürsün..

Sevgi ve saygı ile. 21 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi-1 

Ruşen Yalçın Keleş – Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma EnstitüsüPROF. DR. RUŞEN KELEŞ
12 Kasım 2022, Cumhuriyet

Hiç kuşkusuz, dil ile düşünce arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle, Dil Devrimimiz ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgeler. Savaş ile kazanılan bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanında atılan adımlarla tamamlanması zorunluydu. Dilde özleşme bir bakıma kültürde de öze dönmek anlamına geliyordu. 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulmalarının ardındaki temel neden de buydu.

Ne yazık ki kimi bilim insanlarımız, hem kolaylarına geldiğinden hem Türk dilinin varsıllığına güvenleri olmadığından derslerinde, yapıtlarında, konuşmalarında Batı dillerinden gelme sözcükleri bol bol kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunun gibi, adına “Osmanlıca” denilen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki anlama uyuşmazlıklarını artıran dili kullanmakta direnenler bile yazarken ve konuşurken çok sık yanlışlar yapmaktan geri kalmıyorlar.

CUMHURİYET KARŞITLIĞI

Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma kararlılığında olan ülkemizde, yabancı sözcüklerin oranı hâlâ çok yüksek.

  • Dilde özleşmeye devletçe yön vermenin bir kamusal görev olduğu çok açıktır.

Bu, bilim dilinde de evrim kurallarının değil, devrim kurallarının geçerli kılınması anlamına gelir. Dilde gerilikle, kafanın içindeki gerilik at başı giden iki gerilik türüdür. Bu ilişki, öz ile biçim arasında da var olduğu için, Cumhuriyeti kuranlar kılık kıyafet devrimine de önem vermişlerdir.

Gerçekte, Dil Devrimi’nin karşısında olanlar, genellikle Türk Devrimi’ni bütünüyle içlerine bir türlü sindirememiş olanlardır. Bunun örneklerini son yıllarda çok sık görür olduk. Bu kişiler, yalnızca kimi sözcüklerin kullanımına değil, devrimin özüne, Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelere karşıdırlar. Ulusçuluk anlayışları ayrı olduğu için, laik olmadıkları için, bilimi halka taşımak halk yığınlarının uyanışını hızlandırmakla sonuçlanacağından Dil Devrimi’ni de sevimli bulmazlar.

GELENEK BEKÇİLERİ

Kısaca, Atatürk’ün Kültür ve Dil Devrimi’ni tüm öteki atılımları gibi benimsemediklerinden Dil Devrimi’nin karşısında olmak da bir görevdir onlar için. Bu tutum ve davranışlarıyla belki de Atatürk’ün çağdaşlaşma buyruğuna ayak uyduramayan bu “gelenek bekçileri”, içte ve dışta Türk toplumunu yerinde sayan bir toplum yapmakta ya da geriye götürmekte yarar gören çevrelere bilerek ya da bilmeyerek araç olmaktadırlar.

Yalnız seçimle göreve gelmiş olanlar değil, siyasal erke 1980’lerin başlarında el koymuş olan ve “Atatürkçülüğü” dillerinden düşürmeyen Kenan Evren ve arkadaşları da Türk Dil Kurumu’nu, bir gönüllü kuruluş (dernek) olmaktan çıkararak kamu kurumu durumuna sokmuş ve kurumun başına, şu tümceleri kurabilmiş bir bilim (?) insanını getirmekten geri kalmamışlardır:

  • Atatürkçülük bir ideoloji değil, Türkiye’de Atatürk öldükten sonra doğan bir içtimai hastalığın adıdır. Hakiki fikirlerin yerine geçmek isteyen hayallerden kurtulmamız lazımdır.”2

Oysa Atatürk adını taşıyan kurumların başında görev alacak olanlarda, her şeyden önce Atatürkçülüğe yürekten inanmış olmak aranacak koşulların başında gelmelidir.


1- Topluçalışım, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, Ankara 1981; Ruşen Keleş, “Toplumsal Gelişme ve Bilim Dili”, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, s.90-104; Ruşen Keleş, “Atatürkçülük: İdeoloji mi, Hastalık mı?”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 1985.
2- Komünizmle Mücadele Dergisi, Sayı: 36, 15 Mayıs 1952.

BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ KIBRIS TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ
KIBRIS TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Sayın İsmail Bozkurt’un kavramsallaştırdığı Kıbrıs Türklerinin “Var Olma Mücadelesi”, 20’nci yüzyıla damgasını vuran bir olgudur. İngiliz yönetimi altında başlayan Var Olma Mücadelesi, Kıbrıs Cumhuriyeti sırasında ve sonrasında da sürmüş, günümüzde çözüm bekleyen sorunların başında yerini almıştır.

Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından 20’nci yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da başlatılan Milli Mücadele’nin bir benzerini de Kıbrıs Türkleri vermektedir. Ancak bir farkla; Anadolu’daki Milli Mücadele kısa bir süre sonra Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüş olmasına karşın, Kıbrıs Türk halkının bağımsızlık istenci (iradesi) ne yazık ki uluslararası kuruluşlar ve bağımsız devletler tarafından, Türkiye dışında, tanınmamıştır. Bu durum Kıbrıs Türk halkının on yıllar süren yalnızlığına yol açmıştır.

Kıbrıs Türklerinin vermiş olduğu ve dinamik yapısını hâlâ koruyan bu mücadelenin hem KKTC’de hem de Türkiye başta olmak üzere çeşitli düzlemlerde anlatılması ve kamuoyu ile akademik dünyada farkındalık oluşturulması büyük önem taşımaktadır.

Peki, bu konuda KKTC’nin devlet politikası var mıdır? Buna “evet” diyebilmeyi çok isterim, ancak Kıbrıs Türklerinin Var Olma Mücadelesinin kitlesel olarak anlatıldığı, yükseköğretim kurumlarının programları arasında olduğunu söyleyebilmek olanaklı değildir. Kıbrıs Türklerinin Var Olma Mücadelesi ile Kıbrıs Türk halkına on yıllardır dayatılan insanlık ve hukuk dışı uygulamaların yeterince anlatılmadığı gerçeği kamuoyunun da uzlaştığı bir sorundur.

KKTC’de halen etkin 22 üniversiteden yalnızca ikisinde (Yakın Doğu Üniversitesi ve Lefke Avrupa Üniversitesi) Tarih Bölümü vardır. Bu durum bile Kıbrıs Türklerinin savaşımının (mücadelesinin) kamuoyuna anlatılması ve yeni kuşaklarda tarih bilincinin oluşturulması konusundaki politika eksikliğinin somut göstergesidir.

Şöyle ki: Halen KKTC üniversitelerinde 110 bine yakın öğrenci lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini yürütmektedir. Bu öğrencilerin %90’nı aşan bölümünü Türkiye ve 3. ülke vatandaşları oluşturmaktadır. Kısaca 90 binin üzerindeki üniversite öğrencisi mezun olduktan sonra uzun yıllar kaldığı KKTC’den ayrılırken, Kıbrıs Türklerinin Var Olma Savaşımından habersiz olarak ülkelerine dönmektedir. Uzun yıllardır süren bu durumun doğal sonucu olarak, KKTC’de yükseköğrenimlerini tamamlayan yaklaşık 400 bine yakın kişi, Kıbrıs Türklerine uygulanan insanlık ve hukuk dışı politikalar konusunda bilgi sahibi olmadan ülkelerine dönmüşlerdir.

  • Kıbrıs Türk halkının Var Olma Savaşımını anlatabilmek yolunda çok büyük bir fırsatın kaçırılmış olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Bu eksikliğin yaratmış olduğu sakıncalar her düzeyde dile getirilmiş olmasına karşın, önemli bir adımın atılmamış olması düşündürücüdür.
***
Kıbrıs Türklerinin Var Olma Mücadelesini Anavatan Türkiye’de anlatmak, hem kamuoyunda hem de akademik alanda farkındalık yaratmak amacıyla önemli bir girişimde bulunulmuştur.

Nitelikli bilimsel ve ulusal öğretim ile araştırmaları önceleyen, içinde bulunduğu coğrafyayı ve Türkiye’yi okumaya çalışan bir vizyonla çalışmalar yapan Başkent Üniversitesi kurucusu ve Yönetim Üst Kurul Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın bu konudaki eksikliği gidermek amacıyla vermiş olduğu buyrum (direktif) doğrultusunda

  • Kıbrıs Türk Tarihi Araştırmaları Merkezi KITAMER kurulmuştur.

Türkiye ve KKTC’de benzeri olmayan bu Merkezin misyonları arasında:

  • Türkiye’de Ulusal Dava olarak kabul edilen Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımını geniş kitlelere duyurmak ve farkındalık düzeyini artırmak,
  • Akademik çalışmalar yaparak sorun alanlarını bilimsel yöntemlerle inceleyip elde ettiği sonuçları ve çözüm önerilerini ilgili kurumlarla paylaşmak,
  • Gereksinim duyulması durumunda Kıbrıs’taki gelişmeler konusunda danışmanlık yapmak yer almaktadır.

KITAMER’in yakın bir gelecekte Kıbrıs Türk Tarihi Enstitüsü’ne dönüşmesi ile ilgili stratejik hedef ise, on yıllardır dile getirilen ancak bugüne dek somut adım atılmamış önemli bir tasarımdır..
===========================
Dostlar,

Bu önemli ve coşku veren Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kurucu müdürlüğüne, dostumuz E. Albay Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ atanmıştır.

Mehmet Balyemez - Kıbrıs Türk Tarihi Araştırmaları Merkezi - Başkent Üniversitesi | LinkedIn

Sayın Balyemez Cumhuriyet Tarihi doktorudur. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde Sn. Prof. Dr. Bige Sükan danışmanlığında yürüttüğü doktora tezi, Kıbrıs Türk tarihinde son derece kapsamlı ve değerli, beş yüz sayfayı aşkın bir bilimsel araştırma ürünüdür. İngiliz arşivlerinden geniş ölçekte yararlanılmıştır ve Türk Tarih Kurumu‘nca basılmaya değer bulunmuştur.

Dr. Balyemez’in kişisel arşivinde oldukça varsıl (zengin) belgeler bulunmaktadır. Bunların araştırmacılara açılması ve ulusal – uluslararası kamuoyuna doğru bilgiler verilmesi gereklidir. Haklı Kıbrıs Ulusal Davamızı savunmada elimiz gerçekte çok güçlüdür.

Ingiliz Yönetimi Döneminde Kıbrıs Türklerinin Siyasi Kitabı

Dr. Balyemez, KKTC üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştığı yıllarda “KKTC Tarih Kurumu”  (Türk Tarih Kurumu benzeri) kurulması için çok çaba göstermiştir. Bu adım atılmalıdır. KKTC halkına ve özellikle gençlerine ulusal tarih bilinci kazandırılması yaşamsaldır.

Başkent Üniversitesi kurucu rektörü, yurtsever bilim insanı hocamız Sayın Prof. Dr. Mehmet Haberal‘ın, kendisine götürdüğümüz böylesi bir öneriye hızla ve yürekten destek vermesi alkışlanacak bir durumdur. Zamanla bu Araştırma ve Uygulama Merkezinin ulusal – uluslararası ölçekte lisansüstü tezlerin üretildiği bir Enstitü’ye evrilmesi çok yerinde olacaktır.

Devletin ilgili birimlerinin, başta Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, bu girişme destek vermeleri çok olağandır. Türkiye’de ve İngiltere’de, dünyanın başka yörelerinde yaşayan Kıbrıs Türklerinin de bu Merkezle yakından ilgilenmeleri gerekmektedir:

Merkez, web sitesini de açmıştır ve önemli bilgi, belgeleri paylaşmaya başlamıştır :

https://kitamer.baskent.edu.tr/kw/index.php

Başarılar diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 06 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

ULUSAL AHLAK VE ULUSAL BEKA KRİZİ NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

ULUSAL AHLAK ve ULUSAL BEKA KRİZİ NEDİR?

(AS: Bizim katkılarımız ve çekincelerimiz yazının altındadır..)

Ulusal ahlak ve beka krizi; bir insanın kendi ailesini, kendi vatanını, kendi toplumunu, kendi devletini, kendi kültürünü, kendi dilini, kendi tarihsel öğretilerini, kendi soydaşlarını ve kendi yurttaşlarını terk edip başka toplumlar, ülkeler ve devletlerin ideallerine göre programlanıp başkaları için çalışması, çaba göstermesi ve hatta savaşmasıdır. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Bu anlamda, biz Türkler olarak, bin yılı aşkındır Arap Dili ve Arap milliyetçiliği için, 1950’lerden bugüne de büyük oranda ABD’nin idealleri ve emperyalist hedefleri ve çıkarları için çalışıyoruz!

Dinler evrenseldir (AS: çekincemiz aşağıda..). Ayrıca dinler ve inançlar hiçbir ulusun tekelinde değildir. Uygarlık da evrenseldir (AS: çekincemiz aşağıda..).

Ahlaklı, vicdanlı, adil, kul hakkı yemeyen iyi bir Müslüman olmak için Arap milliyetçisi olmaya ya da uygar bir insan olmak için emperyalistlerin çıkarlarını gütmeye gerek yoktur.

Müslüman olmak Araplaşmayı, Arp milliyetçiliğine bilerek ya da bilmeyerek, hizmet etmeyi gerektirmez. Ne yazık ki içimizde hâla Arap alfabesini ve Arap dilini kutsal sayan insanımız hiç de az değildir (notumuz aşağıda..). Ancak Araplara ve Arap kültürüne düşman olmaya da gerek yoktur. Türk Dili ve kültürü ne ise Arap Dili ve kültürü de odur. Diller ve kültürler arasında bir alt ya da üst hiyeraşisi (katmanlama) kurulamaz. Aynı biçimde Batı, ABD hayranı, Batı taklitçisi ve gözü kapalı olarak Batıcı olmak da gerekmez. Yalnızca BATILI OLMAK yeter.

Batılı olmak, Batının çıkarları ve emperyalist emellerinin yanında olmak değildir. Batıda tarih ve toplum sahnesine çıkan çağdaş, Aydınlanmacı evrensel anlayış ve uygarlıktan yana olmaktır. Bu uygarlıktan türeyen değerler sistemini benimsemektir. Yurt sevgisinde, ülke ve toplum kalkınmasında Batılı gibi akıl ve bilimle eğitilmek, düşünmek ve davranmaktır.

Her ulusun kimliği kendisi için önemli ve değerlidir. Saygı duyulmalıdır. Ancak ulusların bilerek ya da bilmeyerek kendi ulusal kimliklerinden vazgeçmeleri doğru değildir. Hatta büyük bir sorumsuzluk ve vebal olur. Bu anlamda M. K. ATATÜRK asla Batıcı değil Batılı oldu. Kurtululuş Savaşını Batıyı yenerek kazandı.Türkiye Cumhuriyetini Batıya karşın kendi ulus kimliğine dayanarak kurdu. Batılı emperyalistleri yurdumuzdan kovan Lozan Antlaşması Batıya karşın bağıtlandı. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu‘nu bu nedenlerle kurdu.

Ümmet kimliği ve ümmetçilik ise aynı dinin farklı kültürlerine sahip birçok farklı ulusu tek bir dinsel kimlikte birleştirme amacına yöneliktir. Arap halkları bile aralarında birlik kuramıyorlar. Çünkü ümmetçilik ütopiktir ve olanaksızdır. Ulusların salt din ve ahiret için çalıştıkları varsayımı gerçekçi değildir. Ayrıca toplumları aklın, bilimin ve teknolojinin yardımı olmadan yalnızca dinsel ahlak öğretileri ile kalkındırma ve geliştirme olanakları da yoktur. Bu nedenle,

  • Uygar dünya artık teokratik (dinci) feodal kültür ve dogmatik değerlerle yaşama dönemini kapatmıştır.

Ortaçağ çok gerilerde kalmıştır. Toplumlar ve bireyler için din, inanç ve vicdan özgürlüğü ve ulus kimliği ön plana çıkmıştır. Çoğunlukcu olmayan ama temelde çoğulcu, sözde değil özde demokratik toplumsal yapılanmalara, hukukun üstünlüğüne ve yurttaşların eşitliğine dayalı bir siyasal anlayış bilinci oluşmuştur. Yeni Dünya ve siyaset düzeni bunu gerektirmektedir. Artık

  • Ümmetçiliğin yeni dünya düzeninde ve dünyanın geleceğinde yeri kalmamıştır.

Tarihimizin genel akışı içinde, bu yeni dünyanın ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve siyasal düzenini en doğru ve en iyi kavrayan ve uygulamaya aktaran siyasal önder de Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk‘tür. O’nun ve ulusumuzun kendi özgür istençleri ile kurdukları laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olanTürkiye Cumhuriyeti’dir. Bu, Cumhuriyetin kuruluş felsefesidir, kuruluş ilkeleridir. Ayrıca özgür akıl ve bilim destekli engin yurt ve ulus sevgisidir.

Gümüzde bile, tüm küreselci, emperyalist yoğun telkinlere karşın ulus devlet ve ulus kimliğinin önemi ortadadır. Putin, Ortodoks Hristiyanlık için savaşmiyor, Rus halkının ulus kimliği için savaşıyor. Aynı biçimde, Ukrayna halkı da kendi ulusu, kendi dil ve ulus kimliğini korumak için direniyor… (AS: natumuz aşağıda)

Sonuç olarak                     :

  • Araplaşmak, Acemleşmek… ya da Batıcılaşamak ayn sonucu doğurur.
  • Ulus bilincinin yitimi ulusal bekanın (sağkalımın) da yitirilmesi demektir
  • Kendi ulusal kimliğini ve ulus bilincini koruyarak, nedensiz biçimde, hiçbir ulusu düşman olarak etiketlemeden;
  • Yurtta ve dünyada barış” ilkeleri içinde yaşamanın yollarını aramak en doğru rotadır.

================================
Dostlar,

Sayın Çivi’nin “Dinler evrenseldir” düşüncesine katılmamız olanaksız.. En azından islam dini için.. Kuran kendisi sınırını çizip amacını sınırlıyor :

  • İslam Arap’ın dini.. evrensel değil, yerel!

Yusuf-2 : Biz Kuranı, anlayasınız diye, Arapça indirdik…
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
…İnnâ enzelnâhu kur’ânen arabiyyen le allekum ta’kılûn…

İbrahim-4 : Biz her Peygamberi kendi Kavminin Dilinde gönderdik…
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ
…mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî liyubeyyine lehum…
***
Ayrıca “Uygarlık da evrenseldir” görüşüne katılamıyoruz.
Uygarlıklar yerel ve onu yaratan uluslarla sınırlıdır. Örn. Maya uygarlığı, Aztek uygarlığı.. Batı uygarlığı..

Ama MEDENİYET evrenseldir, tekildir ve aşkın bir kavram olarak Uygarlıkları da içerir.
***
Evimize gelen bir su teknisyenini “Selamın aleyküm” sözüne karşılık “günaydın” ile karşılamıştık 1-2 yıl önce. Genç adam şaşırdı, “Allahın selamı..” dedi. Konuştuk biraz.. Kendisini “Arap” sanıyordu, Türk olduğunu bilmiyordu!!
***
Ukrayna ne yazık ki emperyalizmin silahlı örgütü NATO yalakalığı yapmakta idi bir yandan..

Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

 

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 47’NCİ YILINDA GÖZDEN KAÇAN AYRINTI

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Balyemez
Em. Albay, Rauf Denktaş Üniversitesi
Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Md.

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Kıbrıs Türk halkının, 1878 yılında başlayan özgürlük mücadelesinin en önemli kırılma olaylarından biri de 20 Temmuz 1974 tarihindeki Kıbrıs Barış Harekâtı olmuştur. Kıbrıs Barış Harekâtının yapılmasına neden olan gelişme ise Nikos Sampson’un 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Başkanı Başpiskopos III. Makarios’a karşı başlattığı Yunanistan destekli askeri darbe girişimidir. EOKA-B terör örgütü lideri N. Sampson darbesinin amacı Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamanın kavramsal karşılığı olan “Enosis” i gerçekleştirmekti.

Sampson darbesi bir başka gelişmenin önünü açmıştır. Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşmalarına dayanan Garantörlük hakkını kullanarak Ada’da bozulan düzeni yeniden kurmak, Kıbrıs Türklerinin ve Rumların can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmeye karar vermiş ve bu kararını 20 Temmuz 1974 sabahı eyleme geçirmiştir. Türkiye bu atılımı yapmadan önce, Başbakan Bülent Ecevit, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin öbür Garantör (AS: Güvenceci) devleti olan İngiltere ile Londra’ya giderek yoğun diplomatik görüşmeler yapmış ve Kıbrıs’taki düzeni yeniden sağlamak amacıyla birlikte davranmayı önermiştir. Ancak İngiliz yetkililer bu öneriyi desteklemeyince Türkiye, bütün askeri zorluklara karşın bu barış harekâtını tek başına gerçekleştirmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Deniz, Kara ve Hava güçlerinin katıldığı bu ortak askeri harekât, Milli Mücadeleden sonra ulusal sınırlar dışında gerçekleştirilen ve başarı ile sonuçlanan ilk askeri operasyon olması bakımından ayrıca ve çok önemlidir.

Kıbrıs Barış Harekâtından sonra, bugünkü sınırlar “de facto” olarak (AS: eylemli, fiilen) oluşturulmuş ve bir bakıma Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne giden yolun kapısı aralanmıştır. Ancak Barış Harekâtından sonra başlayan ve günümüze dek süren görüşmelerde henüz bir sonuç alınamamıştır. Rum ve Yunan yöneticiler, “Kıbrıs Sorunu”nun Barış Harekâtından sonra başladığı ezberini (retoriğini) sürekli gündemde tutmayı ve KKTC topraklarını “İşgal” altındaki bölge olarak nitelemeyi, KKTC’yi de “Korsan Devlet” olarak tanımlamayı ulusal politika olarak benimsemiştir.

Kıbrıs Türk halkının bir yüzyıldan uzun süren özgürlük savaşımı birçok bakımdan özenle incelenmeli ve genç kuşaklara, uluslararası topluma anlatılmalıdır. Çünkü bu savaşım (mücadele) henüz tam olarak sonuçlanmamıştır. Öyle ise Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımının tarihsel gelişimini kısaca anımsatmakta büyük yarar vardır :
***
Kıbrıs Türk halkının bağımsızlık savaşımı, Türk dünyasının 20’nci yüzyılda utkuyla (zaferle) taçlandırdığı iki önemli gelişmeden biridir. Mazlum uluslara örnek olan 1. Bağımsızlık Savaşı, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarınca 1. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında başlatılmış ve 24 Temmuz 1923 günü bağıtlanan Lozan Barış Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Lozan Barış Antlaşması her alanda tam bağımsız olmak isteyen Türkiye’nin yeniden doğuşunu muştularken (müjdelerken), Kıbrıs Türk toplumunda ise düş kırıklığı yaratmıştır. Çünkü 1878 yılında 2. Abdülhamit’in onayı ile “geçici” olarak Kıbrıs’a yerleşen, ancak 1914 yılında Ada’yı tek başına ülkesine katan (ilhak eden) İngiltere’nin bu hukuksuz eylemi, Lozan Barış Antlaşması ile hukuksallık kazanmış ve Kıbrıs Adası İngiliz yönetimine terk edilmiştir.

Kıbrıs Türk toplumu bu gelişme sonrasında yaşadığı düş kırıklığının olumsuz etkisini hemen üzerinden atmış ve toplum, haklarını elde etmek – korumak amacıyla Varolma Savaşımına başlamıştır. Kıbrıs Türklerinin Varolma (Beka, Survival) Savaşımı; Müftü Mehmet Ziyaeddin Efendi, Başöğretmen Remzi Bey, Mısırlızade Necati Özkan, Dr. Fazıl Küçük, Rauf Raif Denktaş’ın önderliğinde günümüze dek ulaşmış; ancak henüz sonuçlanmamıştır!

Kıbrıs Türklerinin Varolma Savaşımı, Misakı Milli sınırları dışında kalan Türk toplulukları dikkate alındığında özel bir yere sahiptir. Çünkü, Lozan Barış Antlaşması sonrasında Türkiye sınırları dışında kalan hiçbir Türk topluluğu bağımsızlık savaşını ya hiç vermemiş ya da başarıya ulaştıramamıştır. Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımı dışında! Bu haklı ve saygın savaşım, 15 Kasım 1983’te “bağımsızlık kararı” alınmasıyla taçlandırılmış ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) 18’inci Türk Devleti olarak tarihteki yerini almıştır.

Kıbrıs Türklerinin gerek İngiliz yönetiminde gerek Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde gerekse  günümüze dek uzanan süreçte yaptıkları yüzyıllık Varolma Savaşımı, son 50 yıllık sürede  uluslararası yalıtma (izolasyon) ve ambargolara karşın Kıbrıs Türk halkının temel haklarından vazgeçmemesi bakımından da önemlidir.

Kıbrıs Türk halkına uygun görülen, insan haklarına aykırı yalıtım (izolasyon) ve kapsamlı ambargolar ile yaşlısından gencine, kadınından erkeğine bütünlükle (topyekün) verilen bağımsızlık ve özgürlük savaşımının hem genç kuşaklara hem de uluslararası alanda anlatılması yaşamsal derede önemlidir.

Aksi takdirde bu görevi başka düzeneklerin (mekanizmaların) üstlenmesine ve gerçek olmayan anlatımlarla karşı karşıya kalınmasına şaşırmamak gerekir!

Peki, Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımını her düzlemde (platformda) yeterince anlatabiliyor muyuz? Bu soruya “Evet” diyebilmeyi gerçekten çok isterdim! Ancak yanıtım “Hayır”! KKTC’deki tarih öğretiminin verili (mevcut) durumu şöyledir :

Kıbrıs Türk halkının varolma savaşımının ulusal eğitim sisteminde anlatılması ve genç kuşaklara bu savaşımın öğretilmesi 11 Haziran 1986’da yürürlüğe giren KKTC Milli Eğitim Yasası ile buyurulmuştur. Günümüzde de geçerliliğini koruyan bu Yasanın “Amaçlar” başlıklı bölümünün 2. fıkrasında, Kıbrıs Türklerinin Varolma Savaşımının öğretilmesine ilişkin şu vurgu yer almaktadır:

  • Kıbrıs Türk Toplumunun, varolma mücadelesinin özünde yatan gerçekleri bilen, mücadele tarihinin bilincine varan ve bu mücadeleye inançla bağlanan,… yurttaşlar olarak yetiştirmek.”

Bu yasa maddesinin gereği, orta dereceli okullarda uygulanırken daha çok öğrenciye sahip olan KKTC üniversitelerinin çok büyük bir kesiminde ne yazık ki dikkate alınmamıştır!

KKTC’de halen 22 üniversite eğitim ve öğretim etkinliği sürdürmektedir. Bu üniversitelerden yalnızca Lefke Avrupa Üniversitesi (LAÜ) ve Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ)’nde “Tarih Bölümü” vardır. Öbür üniversitelerin hiçbirinde Tarih Bölümü olmadığı gibi, birkaç üniversitede “seçmeli ders” ya da Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersi yetişeğine (müfredatına) sıkıştırılarak anlatılması dışında, Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık savaşımını konu alan dersler yoktur! Yineleyelim, hem de KKTC Milli Eğitim Yasası’na karşın!

Bu durumun sonuçları ise çok ürkünçtür (vahimdir). KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı verilerine göre KKTC üniversitelerinde 2000-2021 arasında 250 bin T.C. vatandaşı, 110 bin 3. ülke vatandaşı lisans veya yüksek lisans programlarına eğitim ve öğretim sürecine katılmıştır. KKTC üniversitelerinde bu dönemde öğrenci olan 360 bine yakın kişi, Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık savaşımını öğrenemeden, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını hazırlayan nedenler ve sonuçlarını öğrenemeden ülkelerine dönmüşlerdir. Bu kişiler kendi ülkelerinde önemli görevlere seçilmiş / atanmışlarken, olasılıkla kimisi de uluslararası kuruluşlarda görev almıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Ticaret Bakanı Mehmet Muş gibi!

Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş ve şimdiki Cumhurbaşkanı Sayın Ersin TATAR’ın da her fırsatta gündeme getirdiği “Tarihimizin doğru olarak öğretilmesine” yönelik söylemlerine karşın ne yazık ki Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve bağımsızlık savaşımının geniş kitlelere anlatılması doğrultusunda çok büyük fırsat kaçırılmıştır ve bu sorun sürmektedir.

Bu belirlemelerden sonra yapılması gerekenler ise çok açıktır:

Öncelikle üniversitelerimizdeki lisans / yüksek lisans programlarında kayıtlı öğrencilere “Kıbrıs Türk Mücadele Tarihi” dersinin, tıpkı Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinde olduğu gibi,  2021-2022 akademik yılından başlayarak zorunlu / kredili ders olarak Yetişeke (Müfredata) katılması,  ortadereceli okul yetişeklerinde yer alan Kıbrıs Türk Tarihi dersinin etkinliğinin değerlendirilmesi, gerekirse Hükümetin de desteğiyle üniversitelerde Tarih Bölümlerinin açılması ve bu programları bitirenlerin öncelikli olarak Kıbrıs Türk Mücadelesi Tarihi ders öğretmeni olarak atanmaları yaşamsal derecede önemlidir. Bununla birlikte Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığında korunan 20 Temmuz – 18 Ağustos 1974 tarihleri arasında yürütülen Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili arşiv belgeleri araştırmacılara açılmalı, bu konuda da belgelere dayalı bilimsel çalışmalar yapılması teşvik edilmeli, müze açılmalıdır.

Son olarak; 20 Temmuz 1974 günü başlayan ve 18 Ağustos’a dek süren çatışmalarda TSK mensubu 499 vatan evladı (497 asker ve TSK buyruğunda görev yapan 2 kamu görevlisi) şehit olmuştur. Kocatepe Muhribi şehitlerini de asla unutmamak vefa borcumuzdur.

Bugün Kıbrıs Türk halkı, barış ve erinç (huzur) ortamında yaşamını sürdürebilmesini bu şehitlerin ve Türk Mukavemet Teşkilatı kahramanlarının gözlerini kırpmadan ölüme koşmalarına borçludur. Nur içinde yatsınlar. Rahmet, minnet, şükran ve saygıyla.
======================================
Dostlar,

Ricamızı kırmayarak, çok yoğun çalışmaları içinde web sitemiz için bu çok değerli makaleyi kaleme alan sevgili dostumuz Rauf Denktaş Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Md. Em. Albay Yrd. Doç. Dr. Mehmet Balyemez‘e çok teşekkür borçluyuz..

Tüm insanların genel olarak İNSANLIK TARİHİ, özelde ise kendi ulusal yakın tarihlerini gereğince – yeterince öğrenmeleri Dünya Barışı açısından kritik bir önem taşımaktadır.

Emperyalizmin ise ne yazık ki bu bağlamda son derece bilinçli, dizgeli (sistematik) kurgu ve çarpıtma çabası içinde olduğunu üzüntü hatta acıyla gözlemliyoruz.

Büyük ATATÜRK‘ün ülkemizde Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu kurması, dernek konumunda yapılandırması ve kalıtından (mirasından) onlara bağımsızlıkları ve işlevsellikleri için düzenli – sürekli – yeterli akçalı (maddi) kaynak sağlaması kuşkusuz dehasının ürünüdür. Ülkemizde bu 2 vasiyet Kurumu, hukuk ve vasiyet hakkı çiğnenerek 12 Eylül 1980 darbecilerince felç edilmiştir, halen neredeyse göstermelik durumdadırlar. Bu 2 Kurumun, Atatürk’ün vasiyetine koşulsuz saygı ile eski hukuksal konumlarına (statülerine) kavuşturulmaları çok önemlidir.

KKTC’de de kamusal sorumlulukla, Ulusal Tarih Araştırmaları ve Öğretimi için kurumsallaşmada geç kalınmamalı, stratejik bir öncelik olarak örgün eğitimde yapılanma sağlanmalıdır. Dostumuz Dr. Balyemez’in engin birikimi – deneyimi – çabası, azmi.. dileriz bu yolda belirleyici ve sonuç alıcı olsun..

Savaş meydanlarında kan dökerek, can vererek kazandıklarımızı çarpıtılmış sözde tarih verileriyle masalarda – salonlarda yitirmeyelim. Mustafa Kemal Paşa, gene yol gösteriyor:

  • “TARİH YAZMAK, TARİH YAPMAK KADAR MÜHİMDİR; YAZAN YAPANA SADIK KALMAZSA DEĞİŞMEYEN HAKİKAT İNSANLIĞI ŞAŞIRTAN BİR HAL ALIR.”

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 47’NCİ YILI kutlu ve mutlu olsun!

Ve artık egemen – eşit 2 ayrı devlet yapılanmasına geçilsin kanısındayız.

Sevgi ve saygı ile. 20 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

BADEMLER KARAR VERDİLER

Bademler Karar Verdiler

BADEMLER KARAR VERDİLER

Rıfat Serdaroğlu
02 Mayıs 2020
https://www.medyasiyaset.com/bademler-karar-verdiler/

Bademlerin bilinen niyetleri, halkın “tabak gibi” dediği ayın on dördü gibi belli oldu. Son RTÜK saçmalıkları ve tutuklamalar bunun işaretini verdi.

Türk Milleti ile savaşmaya karar verdiler.
Yıllardır döşedikleri taşların istikameti de açık olarak belli oldu.
Bademlerin istikameti, İran tipi bir İslam Devleti

Başarabilirler mi?
Böyle giderse başarırlar!
Bu ülkede Askeri Okullar kapatılırken, Askeri hastaneler yok edilirken, Türk Ordusuna cemaat-tarikat artıkları doldurulurken, Suriye’de – Libya’da Türk Ordusu El-Nusra militanlarıyla birlikte savaştırılırken, üstelik bu ihanetler kendi generallerimizin Bademlerle işbirliği ile yapılırken, Türk Milletinin ekmeğini yemiş, suyunu içmiş görevdeki BİR ORGENERAL bile ses çıkaramıyorsa korkuyorsa, başarırlar…

Yarın bu general müsveddeleri, tıpkı Boğaz köprüsünde olduğu gibi, insanlarımız Sadatçı militanlar- Suriyeli katiller- mafya elemanları tarafından öldürülmeye başlandığında, Badem de Türk Genelkurmayına “Hiçbir asker sokağa çıkmayacak” diye emir verdiğinde, emre uyarlar ve insanların katledilmesini utanmadan seyrederler…

Bu ülkede, vatandaşın can ve mal güvenliğinden birinci derecede sorumlu Emniyet Genel Müdürlüğü, zimmetindeki yüz binden fazla uzun namlulu otomatik silahı kaybediyorsa (!) Emniyet Teşkilatı, tarikat yuvası haline dönüşüyorsa ve kendilerini sadece Bademleri korumakla görevli olarak görüyorsa, başarırlar…

Bu ülkede Bademler tarafından hemen her gün Anayasa çiğnenirken, yasalara uymamak günlük olay haline gelmişken, Savcıların ve Yargıçların bir kısmı Bademlerin her dediğini emir kabul edip yerine getirirken, insanlar hapishanelerde suçsuz yere yatarken, hukuk devleti yok edilirken, görevdeki bir Yüksek Yargıç itiraz sesi çıkarmıyorsa, başarırlar…

Humeyni Devrimi sonucu İslam Devleti İran’a bu şekilde geldi. Peki, neler oldu?
Geldiği gün, öncelikle o generaller ve Polis şefleri öldürüldü!
Kadın Yargıçları çarşafa sokup, eve kapattılar. Yerlerine Kadıları koydular.
İran’ın aydınları-gazetecileri-üniversite hocaları ya öldürüldü ya düzene uydular.

Türk Milletini ayağa kaldırması gereken muhalefet partileri, Bademlerin uydusu haline gelmişse,gerçeklerden kopmuşlar ve muhalefette olmaktan mutlularsa, güle oynaya başarırlar…

Olmaz mı diyorsunuz? Başaramazlar mı diyorsunuz?

En az “Kozmik Oda” kadar önemli “Türk Tarih Kurumunun” başına kimi getirdiler, farkında mısınız?
Ahmet Yaramış adlı kişi, Atatürk düşmanlarıyla el ele olan biridir.
Mustafa Armağan gibi “Atatürk Düşmanı” biriyle konferanslar veren biridir. İskilipli Atıf gibi, Atatürk’ü kafir ilan edip öldürülmesi için fetva veren, Kuvvai Milliye ve taraftarlarına kafir diyen İngiliz Muhipleri üyesini öven biridir.

  • Bu atama açıkça Türk Devletine ve Türk Milletine hakarettir.

Bunu yapan Bademler, her şeyi yapar.
Çare, Anayasamızın bizlere verdiği demokratik direnme hakkımızı kullanıp, bu İhvan saldırısının önüne Türk Milletinin direncini koymaktır.

İşte Çoban Ateşi Hareketi bu günler için kuruldu!
Herkes sahip çıkacak. Kenardan seyretmeyecek. Bu mücadele bir siyasi mücadele değildir. Yapılacak olan mücadele Türk Milletinin var olma mücadelesidir.

Biz bu mücadeleyi gücümüz tükenip, yere düşünceye kadar yapmaya amadeyiz.

Takdir Yüce Türk Milletinindir.

TÜRKÇE TIP DİLİ BİLİMSEL TOPLANTISI KONUŞMA METİNLERİ

TÜRKÇE TIP DİLİ BİLİMSEL TOPLANTISI KONUŞMA METİNLERİ


Dostlar,

Geçtiğimiz yıl, 9 Eylül Üniversitesi Rektörlüğü ile Türk Nefroloji Derneği’nin ortak etkinliği olarak 1 günlük bir bilimsel toplantı yapıldı 14 Mayıs 2019’da..

Konu şöyleydi :

  • 1. TÜRKÇE TIP DİLİ BİLİMSEL TOPLANTISI

Düzenleme kurulu başkanlığını sevgili dostumuz Sn. Prof. Dr. Taner Çamsarı üstlenmişti.

Hemen hepsi meslektaşımız, arkadaşımız – dostumuz olan katılımcıların konuşmaları kitaplaştırıldı ve çok değerli bir kalıcı yapıta dönüştü.

Konuşma metinleri 9 Eylül Üniversitesi yayını olarak Eylül 2019 sonunda basıldı (200 adet).

92 sayfalık kitapta 10 bildiri ve serbest tartışma, katkılar yer alıyor (3.8 MB)..

Türkçe’nin nasıl yetkinlikle bir bilim dili, o arada Tıp Dili olabileceğini bir kez daha anlıyoruz kitabı okudukça.
Lütfen tıklayınız : 1._TURKCE_TIP_DILI_BILIMSEL_TOPLANTISI_KONUSMA_METINLERI_IZMIR_2019

Salt Türkçe sevdalısı Tıp Bilimcileri değil,  Dilbilimciler de bu sonuca varıyorlar bir kez daha.

Dolayısıyla ülkemizde, bir sömürge devleti gibi yabancı dilde eğitim çarpıklığı içimizi acıtıyor.

2. Türkçe Tıp Dili Bilimsel Toplantısı Mayıs 2020’de Kocaeli’de tasarlanıyor.

Büyük ATATÜRK, son derece yerinde gerekçelerle, görkemli Devrimleri içinde Dil Devrimi‘ne ayrı bir önem vermiştir.

Bu sitede Türkçemiz, Dil Devrimi konularında epey yazı yazdık.

Örneğin

ATATÜRK; TÜRK DİLİ ve Günümüz Kültür Emperyalizmi

Türk Yazı Devrimi

……….

Atatürk’ün kurduğu ve kalıtından (mirasından) gelir bırakarak bağımsızlıklarını ve üretkenliklerini sürekli kıldığı Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 12 Eylül 1980 darbecilerince kapatılarak Devlet dairesine dönüştürülmüştür. T.C.’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün vasiyeti, hukuk dışına çıkılarak çiğnenmiştir.

Bu açık aykırılığın – ihlalin daha fazla sürdürülmemesi gerekir.

Ne var ki, günümüz AKP siyasal iktidarı, Arap – Osmanlı hayranlığı – takıntısı ile Türkçemize karşı da düşmanca bir tutum – davranış içinde..

Tipik biçimde Arap emperyalizminin asimilasyon dışavurumu bu tablo gerçekte.. Çok yazık..

Gelişmiş ülkelerin Ulusal Dil Akademileri / Kurumları stratejik önemde kurumlar olarak görülmekte ve tüm ülke – halk – devlet tarafından bilinçli biçimde desteklenmektedir.  Ülkemizde, Dil Devrimine düşman bir karşıdevrim olgusu acı vericidir. Ulusumuz, bu sorunu da aşmalıdır, aşacaktır..

Sevgi ve saygı ile. 17 Şubat 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Dil Derneği Üyesi, Hekim,
Siyaset Bilimci (Mülkiye – SBF),
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

YİNE 24 NİSAN GELDİ !!! 

YİNE 24 NİSAN GELDİ !!! 

Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

Gerçeği kapar, yer altına gömerseniz, o yine büyüyerek patlar ve yalanı yok eder.” / Emile ZOLA

Ermenistan örgütleri, Almanya’da yaptıkları toplantıda ülkemizin yarısını kapsayan büyük Ermenistan haritasını yayınlamışlar.

Değerli arkadaşlar,

22.4.2013 tarihinde sizlere gönderdiğim YİNE 24 NİSAN GELDİ ve 1915-18 DÖNEMİNİ, 1915-23’e DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYORLAR !!! başlıklı yazımı, birinci dünya savaşına zorla sokulan Osmanlıda, orduyu yöneten Alman Genel Kurmay Başkanlığının önerisi ile gerçekleşen tehcirin 104. yılı nedeniyle sizlerin bilgisine yeniden sunmak istedim.

AB, 15 Nisan 2016’da kendi parlamentosunda kabul edilen Sözde Ermeni Soykırımını da ülkemiz için hazırladığı son ilerleme raporuna ekledi. Ayrıca Almanya Federal Meclisi de 2.6.2016 günü 1915’teki tehcir olaylarını bir soykırım olarak kabul etti.

Burada üzücü olan, “Ermeni soykırımı” tasarısını alman Meclisi’ne getiren ismin Türkiye kökenli olan Yeşiller Partisi’nin Eş Başkanı Cem Özdemir olmasıdır. Tasarısının oylamasında tek ret oy Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Milletvekili Bettina Kudla’dan gelirken, tek çekimser oy da yine CDU milletvekili Oliver Wittke’dan geldi. Buna karşın Alman Parlamentosu’nda yer alan 11 Türkiye kökenli vekil de tasarıya destek verdi.

Hollanda Meclisi de 22.2.2008 de sözde soykırımı 3’e karşı 142 oyla kabul etti. Böylece, AB de sözde Ermeni Soykırımını kabul ettirmek için güzel ülkemizi baskı altına almak istemektedir. Yani AB-D emperyalizminin güzel ülkemizi bölmeye ve yıkmaya yönelik kirli amacı devam etmektedir.

Avrupa’da sözde Ermeni soykırımını tanıyan öbür ülkeler şunlardır: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Rusya, Yunanistan, Belçika, Vatikan, Fransa, İsviçre, İsveç, Slovakya, Litvanya, Çekya, Avusturya, Bulgaristan, Lüksemburg, Almanya, İtalya ve Avrupa Parlamentosu. Ne yazık ki Ermeni tehcirini soykırım olarak kabul eden 14 ülke, üye olmak istediğimiz AB üyesidir. Umarım yıllardır hasretle beklediğimiz, ulusal sorun ve kaygılarımızı paylaşacak yönetici ve danışmanlarımız da bizleri duyar. Gereken önlemleri vakit geçmeden alırlar.

Sevgi ve saygılarımla (22.4.2019).

NOT: Bu vesile, Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından, Çocuk bayramı olarak dünyada ilk kez ülkemizde gündeme getirilen 23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMIMIZI kutlar, sağlık ve mutluluk dolu günler dilerim. Umarım, tüm yöneticilerimiz, koltuklarını bir saatliğine de olsa, mutlu geleceğimiz saydığımız çocuklarımıza terk etmekten çekinmezler.

YİNE 24 NİSAN GELDİ ve 1915-18 DÖNEMİNİ, 1915-23’e DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYORLAR !!!

“Hiç kimse, duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz…” / W. Shakespeare

Posterler, eskiden 1915-1918 dönemiydi, Şimdi 1915-1923 oldu.

Değerli arkadaşlar,

Amerika, İngiltere ve Fransa maskesini kullanan AB-D Emperyalizmi, Osmanlıyı yıkmak ve parçalamak için Rumları, Kürtleri ve Ermenileri kışkırtarak birçok isyanın çıkmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün önderliğinde emperyalizme ve onların işbirlikçilerine karşı koyarak bağımsızlığı elde eden Türkiye Cumhuriyeti, birçok mazlum ülkeye örnek olmuştur. Bu başarıyı hazmedemeyen dış güçler, şimdi de aynı piyonları Türkiye Cumhuriyetini bölmek ve parçalamak için farklı yöntemleri kullanmaktadır.

Ülkemizi bölmek ve yıkmak isteyen uluslararası AB-D emperyalizmi, son yıllarda ABD’de bulunan Ermeni diasporasını kullanarak amacına ulaşmak istemektedir. Örneğin, Osmanlı dönemini içeren sözde soykırım olayları için yeniden bir tanımlama getirmişler. Yıllardır kendi ifadelerinde ve yazdıkları kitaplarda kullandıkları 1915-1918 olaylarını, şimdi 1915-1923 yılına kadar yaymak istemektedirler. Böylece Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzü, kurtuluş savaşımızı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini de işin içine sokmayı hedeflemişlerdir. Bildiğiniz gibi, emperyalist güçlerin desteğini alan Ermenistan, 3T (Tanıma-Tazminat-Toprak) kodlu esas amaçları ile 1915-18 yıllarında olmayan Türkiye Cumhuriyetini suçlamaktır. Çünkü Osmanlı sonrası ortaya 35 ayrı devlet çıkmasına karşın, sözde soykırımı sadece 1923 yılında kurulan ve arzu ettikleri topraklara sahip olan Türkiye Cumhuriyetine yükleme peşindeler.

Nitekim, Ermenistan strateji uzmanı ve Ararat Bilim-Strateji Merkezi Başkanı Ayvazyan,
Ermenistan soykırımın Türkiye’ye kabul ettirme sürecinin ikinci aşamasını şimdiden dile getirmeli. Bu ikinci aşama Türkiye’den toprak talebidir. Türkiye, Osmanlı’nın Ermenilere karşı yaptığı zulmün bedelini toprakla ödetmeye zorlanmalıdır diyerek, sözde Ermeni soykırımına karşılık Türkiye’den toprak talep etmenin tam zamanı olduğunu söyledi. Neden ve niçin, Osmanlının yaptığı işin bedeli olarak, Türkiye’den toprak talep edilmesinin tam zamanı olduğu düşünülüyor? Acaba gereken tepkinin verilemeyeceği mi zannediliyor ???

Ayrıca;

  • Dünyada, Ermenistan’dan başka hangi ülkede, komşu ülkenin topraklarını kendi toprağı gibi kabul edip, bunu anayasasında açıkça beyan edildiğini görebiliriz.
  • Yine anayasalarının 13. maddesinde Ararat diye isimlendirerek yer verdikleri AĞRI dağımızı da kendilerine devlet simgesi olarak kabul ettiklerini açıklamaktan çekinmiyorlar.

Değerli arkadaşlar,

Yine 24 Nisan geldi ve AB-D emperyalizminin bölücü yöntemi devam ediyor. Ermeni ve kürt terör örgütleri üzerine araştırmalarıyla tanınan Ercan CİRİTCİOĞLU’nun verdiği bilgiye göre, 24 Nisan 1915 de eceliyle yaşamını yitirenler dışında, Osmanlı da bir tek ermeni bile öldürülmüş değildir.

Peki, 24 Nisan, neden sembol gün olarak seçilmiştir?

Yunan, Bulgar, Sırp halkları Osmanlıdan bağımsızlığını alınca Ermeniler de aynı yolda örgütleniyor. Ermeniler İstanbul’dan, Vana kadar dernekler kurup silahlanıyorlar. Bu arada Osmanlı, Birinci Dünya Savaşına giriyor. Mart 1915 de Rusya, Doğu Anadolu’ya giriyor. Rus desteğini alan Ermeniler, 11 Nisan 1915 de Van’da isyan çıkartıp, Osmanlıya karşı BAĞIMSIZLIK SAVAŞINI başlatıyor.

Bu isyan Van’dan öteki bölgelere de sıçrayınca, daha sonra soykırım iddialarına neden olacak Osmanlının zorunlu göç kararı (tehcir) geliyor. Ancak bu karar sadece Ortodoks Ermenilerine uygulanıyor. İsyana katılmayan Katolik ve Protestan Ermeniler yerlerinde tutuluyor.

Ortodoks Ermeniler, Van’da Kürt ve Türk bütün Müslümanları öldürüp şehri ele geçirince ve isyan öteki bölgelere sıçrayınca, 24 Nisan 1915’te Osmanlı yönetimi, Anadolu’daki bütün Ermeni derneklerinin kapatılmasına ve isyanı destekleyen İstanbul’daki 200 kadar Ermeni aydınının, Çankırı Ayaş’a sürgüne gönderilmesine karar veriyor. Sonra 24 Nisan sürgünleri, burunları bile kanamadan İstanbul’a geri dönüyor.

Görüyorsunuz, gerçek bilgi ve belgeye dayanmayan asılsız iddiaların, tarihçiler tarafından araştırılmasına izin verilmeden, birçok ülkede yasalar çıkarılarak soykırımın yalanının ve 24 Nisanın tanınması işi oldu bittiye getirilmeye çalışılıyor. Yani AB-D emperyalizmi, yine Ermenileri kullanarak güzel ülkemizi bölmek için tezgahlar kuruyor.

Umarım bu konuda oldukça geç kalınan loby faaliyetlerimizi ve gerçek verilere dayanan araştırmalarımızı, en kısa sürede uluslararası arenada sağduyu sahiplerinin dikkatine sunabiliriz. Devletimiz, hükümetlerimiz, üniversitelerimiz, STK’lar, Türk Tarih Kurumu, askeri ve sivil örgütlerimiz bu konuda işbirliği yaparak ülkemizin haklarını savunmak zorundadır. Aksi halde güzel ülkemizi bölmek isteyen ve bu dönemde AB-D maskesini kullanan emperyalizm, kötü amacına ulaşacaktır.

Sevgi ve saygılarımla (22.04.2013).

AMAN, İŞ BANKASINI KAPTIRMAYALIM!

AMAN, İŞ BANKASINI KAPTIRMAYALIM!

Konuk yazar : Zeki Sarıhan

Ülkemizdeki bütün devlet bankaları, cumhurbaşkanının elindedir. O AKP Genel başkanı da olduğundan, devlet bankaları aynı zamanda bu partinin tasarrufu altındadır. Hangi iş adamlarına bol keseden kredi verilecek, hangi televizyon ve gazete satın alınacak, nerenin zararı kapatılacaksa bu bankalar hizmete amade tutulur. Böylece yasada “Partiler banka sahibi olamaz” hükmünün gerçekte geçerliliği yoktur.

Şimdiye kadar, milletin varlıklarını özelleştiren, elindeki varlıkları har vurup harman savuran Hükümet, mali krizle baş edebilmek için emri altına alacağı kaynaklar ararken İş Bankasını keşfetmiş ve bu bankada Atatürk’ün hisselerine el koyma hazırlığına başlamıştır. Bu hisseleri, Atatürk’ün vasiyeti üzerine CHP yönetmekte, kâr Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu arasında paylaşılmaktadır.

1980 faşist yönetimin başı hızlı Atatürkçü Kenan Evren de devlet adına bu paraya el koymak istemiş, konu mahkemeye intikal etmiş, dava sonuçlanıncaya kadar iki kurumun bankadan yapılacak ödemeleri bloke edilmişti. Sonunda mahkeme bu vasiyetin geçersiz sayılamayacağına hükmederek paranın birikmiş faizleriyle birlikte bu iki kuruma ödenmesini kararlaştırılmıştı. Gerçi Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, adlarını korumakla birlikte eski kimliklerinden uzaklaştırılarak özerklikleri yok edilmiş ve birer devlet kurumu haline getirilmişti. Bununla ilgili açılan davalar ise olumlu sonuçlanmadı.

BİR DÖNEMİN SİMGESİ

İş Bankası özel bir ticari kuruluştur. Devlet eliyle zengin yaratma döneminin simgesidir. Kurtuluş Savaşı’na yardım için Hindistan Müslümanları (Bugünkü Pakistanlılar) tarafından birkaç defada gönderilen nakit yardımlar, Atatürk’ün hesabında tutulmuş, savaştan sonra 1925’te İş Bankasının kuruluşuna sermaye yapılmıştır. İlk genel müdürü de tek parti kadroları içinde liberalizmi temsil eden Celal Bayar’dı. Aynı yıl ilan edilen Takriri Sükûn Kanununu nedeniyle kimse buna karşı çıkamamıştır. Şimdiki Takriri Sükûn (OHAL) döneminde partisinden kimsenin Erdoğan’a karşı çıkamaması, buna cesaret edebilen muhaliflerin de kırk katırla kırk satırdan birini beğenmek zorunda kalması gibi…

Kuşkusuz ki bu banka ve Orman Çiftliği Atatürk’ün üzerinde büyük bir yüktü. 1937’de gayrimenkullerini devlete devrederken o gün en mutlu gününü yaşamış, üzerinden Uludağ gibi bir yükün kalktığını söylemiştir. Konu ile ilgili olarak dört yıl önce yayımladığım ve büyük ilgi gören yazı için linki tıklayınız :
https://odatv.com/ataturkun-en-sevindigi-an-neydi-1701141200.html

Erdoğan ise üzerindeki yükü atmaya niyetli görünmüyor… Atatürk’ün 1938’de ölmeden önce yaptığı ve nakit servetini kimlere bıraktığını belirten vasiyetini yazarken de aynı duyguları yaşadığını düşünebiliriz. Falih Rıfkı, Çankaya kitabında İş Bankası’nın Hindistan Müslümanlarından gelen para ile kurulduğunu anlatırken Atatürk için “Bu paraya el sürmemeli idi” diye yazmıştır.

Sonuçta, yakınlarına bıraktığı bazı nakit dışında bu para, Çiftlik gibi millete intikal ettirilmiş bulunuyordu. Şimdi buna AKP’nin el koyma kararı, Bankanın kuruluşunda göze batan hareket kadar usulsüzlük ve mantıksızlıktır. Ekonominin yönetiminde devlet bankalarının da önüne geçmiş olan İş Bankası, 93 yıldır verdiği kredilerle kimlerin zenginleşmesine hizmet etmiştir veya ekonominin gelişmesine ne gibi hizmetlerde bulunmuştur? Bu bilgiler “İş Bankası Tarihi” adlı kitapta bulunabilir. Ancak bunlar geçmişte kalmıştır.

  • Bugünün sorunu ise ekonomi yönetiminin tek bir adamın elinde bulunması ve bunun için özel varlıklara el koyma çabasıdır.

BANKANIN KÜLTÜR HİZMETLERİ

Ülkenin iktisadi yaşamı kuşkusuz herkesi ilgilendirir fakat sanat ve kültür hayatıyla ilgilenenler için İş Bankası’nın başka bir anlamı daha vardır ki o da bankanın yayımlamakta olduğu kitaplardır. Bunların kültür hayatımızda büyük bir yeri olduğu kuşku götürmez. İş Bankası’na el koyacak bir AKP yönetiminin bütün bu yayınları elinin tersiyle iteceği ve yerlerine Mızraklı İlmihal türü kitapları koyacağını kestirmek zor değildir.

Bu nedenle, kuruluş biçimi hakkında itirazlarımıza karşın derim ki,

  • Aman İş Bankasını AKP’ye kaptırmayalım. Onun elinde zaten Karun Hazineleri var.

Ülkenin bankacılık sistemine nasıl bir biçim vereceğimizi de bir halk iktidarı kurduğumuz zaman karar veririz.  (17 Ekim 2018)

Öbür yazılar için: www.zekisarihan.com