Etiket arşivi: Hume

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

Türkiye ve Doğan Özlem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Demokratik ülkelerde anormal olarak nitelendirilen olaylar, Türkiye’de normal hale gelmiş durumda. Ne kadar anormal durum varsa, Türkiye’nin normali ve rutini konumunda.

Hükümetin Aleviliği bir dinsel mezhep, cemevini bir ibadethane olarak tanımaması ve buna bağlı olarak cemevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya çalışması; muhalefetteki CHP yönetiminin, partinin Kurultay tarafından kabul edilen parti programındaki laiklik ilkesini, program ve tüzük ihlali yaparak, fiilen ortadan kaldırması ve başörtüsü, kara çarşaf gibi ortaçağ zihniyetini yansıtan açılımlar yapması; bir zamanlar CHP’de milletvekili olan birisinin, partisinde mücadele edeceğine veya bağımsız kalacağına, ilkesizlik ve fırıldaklık rekoru kırarak AKP’ye transfer olması; AKP hükümetinin, Nazi döneminde Almanya’daki uygulamalara benzeyen bir sansür yasasını devreye sokarak seçimlere fiili olağanüstü hal ve baskı ortamında girmeye çalışması ve seçimleri onurlu, namuslu, şerefli bir biçimde, özgür bir ortamda hak ederek kazanacağına, kurnazlıkla ve baskıyla kazanmaya çalışması; “cumhurbaşkanı”nın, Amasra’da meydana gelen maden faciasını yine kaderle ve fıtratla açıklaması; son haftaların anormalliklerinden sadece (yalnızca) bir demet.

Böyle bir ortamda, bu anormalliklerden uzaklaşarak daha derin konulara girmek, Türkiye’nin düşünce yaşamına büyük katkı yaptığı halde, görmezden gelinen insanları anmak ve hatırlamak, daha önemli ve anlamlı bir hale gelebiliyor.
***
Geçen ayın sonunda, Türkiye’nin en önemli ve değerli felsefecilerinden birisi olan Doğan Özlem, yaşamını yitirdi.

Doğan Özlem, mütevazı, insancıl ve sevgi dolu karakteriyle, mücadeleci kimliğiyle, analitik ve sistematik zekâsıyla, üretken yapısıyla, eserleriyle, Türkiye’de felsefenin ve kültürün gelişmesine büyük bir katkı sağladı.

“Tarih Felsefesi”, “Bilim Felsefesi”, “Dilthey Üzerine Yazılar”, “Kant Üzerine Yazılar”, “Mantık”, “Metinlerle Hermeneutik Dersleri”, “Hermeneutik ve Şiir”, “Evrensellik Mitosu”, “Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji”, “Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset”, “Anlamdan Geleneğe, Kimlikten Özgürlüğe”, “Kavramlar ve Tarihleri”, “Türkçede Felsefe”, “Tartışmalar”, “Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci”, “Söyleşiler”, “Kavram ve Düşünce Tarihi Çalışmaları”, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, “Persona”, “Etik”, “Felsefe ve Doğa Bilimleri”, “Bilim, Tarih ve Yorum”, “Felsefe Yazıları”, “Felsefe ve Tin Bilimleri” adlı kitapları yazan Doğan Özlem, popüler kültürün dayatmalarına karşı her zaman direndi, popüler olmak için kurnazlık peşinde koşan sahte felsefecilerin cirit attığı bir ortamda, bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini ortaya koydu.
***
Doğan Özlem aynı zamanda, “Felsefe zenginlerin işidir” efsanesini yıkan felsefecilerden birisi oldu.

Aslında tarihte bunun örneği çoktur. Sokrates, Spinoza, Hume, Rousseau, Kant, MarxNietzsche buna dair (ilişkin) örnekler arasında sayılabilirler. Söz konusu filozoflar yaşamları boyunca veya yaşamlarının belli dönemlerinde çok büyük ekonomik sıkıntılar çekmişlerdir ve birçoğu geçimini sağlayabilmek için felsefeyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Doğan Özlem de uzun yıllar, kunduracı kalfalığı, tezgâhtarlık, işçilik, memurluk, muhasebecilik, yöneticilik, sendikacılık gibi işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışmıştır; zor koşullarda mücadele ederek üniversitede öğretim üyeliğine ve profesörlüğe kadar yükselmiştir; binlerce öğrenci yetiştirmiştir; 2005 yılında, TÜBA-Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü almıştır.

Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin de üyesi olan, derneğin Assos’ta Felsefe, Zigana Zirvesi, Halikarnas Akademisi, Adalarda Felsefe ve Edebiyat gibi sempozyum etkinliklerinde sık sık konuşmacı olan Doğan Özlem, tezleriyle, antitezleriyle ve sentezleriyle, Türkiye’nin diyalektik düşünce yapısına çok önemli bir hareket kazandırmıştır.
***
Türkiye, tüm olumsuzluklarına rağmen (karşın), böyle güzel, özel ve değerli insanları da yetiştirmiştir. Belki de bu insanlar, Türkiye’nin olumsuzlukları sayesinde yetişmiştir. Kim bilir?

Onlar hiçbir zaman ölmeyeceklerdir; eserleriyle, yarattıklarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.

Halkın egemenliği

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Kralın, padişahın, çarın, hanedanın, toprak ağasının ve ruhban sınıfının egemenliğine son verip egemenliğin halka devredilmesinin yolunu açan iki büyük devrim, insanlık tarihinde ilk defa, 18. yüzyılda gerçekleşmiştir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi bu süreci başlatan iki büyük devrimdir. Bu devrimlere, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması sürecini başlatmaları nedeniyle, aydınlanma devrimleri denir.

14. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Avrupa’da felsefe, bilim ve sanat alanındaki bazı gelişmeler, bu devrim sürecinin altyapısını hazırlamıştır.

– Sanatta Da Vinci, Botticelli, Raffaello, Michelangelo, Dante, Shakespeare, Cervantes;
– Felsefede Bacon, Hobbes, Locke, Descartes, Leibniz, Hume, Rousseau, Kant;
– Bilimde Kopernik, Galilei, Kepler, Newton;

monarşik, feodal ve teokratik güç odaklarının dogmalarının sarsılmasında büyük rol oynamışlardır.

Dönemin ekonomik ve siyasi koşullarıyla birlikte, alanlarında devrimci çalışmalar gerçekleştiren bu kişilerin eserleri birleşince, insanlık yeni bir dönemeçle karşılaştı.

Halkın egemenliği, birkaç yüzyıldır gündemde olan bir konudur. İnsanın yüz binlerce yıllık tarihi dikkate alınacak olursa, bunun çok yeni bir gelişme olduğu açıktır.

Halkın egemenliğinin sağlanması konusunda günümüzde yaşanan sancılar da insanlığın oldukça uzun süren karanlık geçmişinden hâlâ tam olarak kurtulamamış olmasıyla ilgilidir.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimleri, Avrupa’da ve Amerika’da yaşanan bu sürecin, 20. yüzyıldaki bir yansımasıdır.

Avrupa’da ve Amerika’da, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik devreye girmeye başlarken, Osmanlı İmparatorluğu aynı dönemde bu alanlarda hiçbir devrim gerçekleştirmiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığı, tek başına, sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlı bir konu değildir. Sanayi devrimi Avrupa’da ve Amerika’da 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Gelişmişlik bağlamında esas konu sanayi devrimi değildir; esas konu, sanayi devriminden önce gerçekleşen siyasi devrimlerdir.

Sanayi devrimi, kapitalizm adı verilen yeni bir sömürü düzenine yol açtığı için, aydınlanma devrimleri bağlamında yüceltilecek bir şey değildir. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen kapitalizm, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerinin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük idealini yerle bir etmiştir.

Atatürk, bir taraftan, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerini, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, ulusçuluk ve devrimcilik ilkeleriyle uygulamaya koymuştur, bir taraftan da kapitalizmin, özel sektörün ve serbest piyasa ekonomisinin yol açacağı adaletsizlikleri, belli bir ölçüde bertaraf etmek için, devletçilik ilkesini yürürlüğe koymuştur.

Bu ilkeler, Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin “altı ok” olarak da bilinen temel ilkeleridir.

  • Cumhuriyet Halk Partisi, aydınlanma felsefesini, Türkiye’de siyaseten örgütlemek üzere, Atatürk tarafından kurulan bir siyasi partidir. CHP bir aydınlanma projesidir.
    ***

23 Nisan 1920’de, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın egemen olmasının sağlanması doğrultusundaki ilk büyük adımdır. Atatürk bu ulusal bayramı çocuklara, yani gelecek kuşaklara armağan etmiştir. Bu nedenle 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır.

Dünyada bu bayramın başka bir örneği yoktur. Türkiye bu bayramı, Atatürk’ün yaratıcılığına, insancıllığına ve iyimserliğine borçludur.

  • TBMM’nin kurulmasıyla birlikte, egemenlik saraydan ve padişahtan alınıp halka devredilmiştir.
  • Bugün AKP hükümeti, egemenliği halktan alıp yeniden saraya ve padişaha devretmeye çalışmaktadır! 

Ancak halkın egemen olması için, milletin temsilcilerinin yer aldığı Meclis’in kurulması yeterli değildir. TBMM bu nedenle, 1922’de saltanatı ve 1924 yılında halifeliği kaldırmıştır; 1923’te cumhuriyeti kurmuştur; 1924’te Öğretim Birliği Kanunu’nu, 1926’da Medeni Kanunu çıkarmıştır; 1928’de ve 1937’de laiklikle ilgili anayasal düzenlemeler yapmıştır; 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır.

Sağda solda, halkın, milletin, ulusun egemenliğini ağızlarında sakız yapanların, öncelikle bunları öğrenerek aydınlanmaları gerekmektedir.