Etiket arşivi: ATATÜRK DEVRİMLERİ

TOPLUMSAL GELİŞME ROTASI GEÇMİŞE Mİ YOKSA GELECEĞE Mİ YÖNELİK OLMALIDIR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Mevcut (Var olan), güncel yaşamdan, bugünkü yaşam koşullarından bezgin, mutsuz ve umutsuz olan toplumlar eğer yaşadıkları çağın aklını, bilimini doğru ve iyi kullanıp, kendilerine güzel mutlu ve umutlu bir geleceği doğru kurgulayamazlarsa hep geçmişteki hayali (düşsel) altın çağ özlemi ile yaşarlar. Hani “Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur” diye bir halk deyimi vardır ya, tıpkı onun gibi.

Geçmiş özlemi, her türlü akılcı, bilimsel, siyasal, ekonomik, teknolojik, hukuksal, düşünsel, kültürel (ekinsel) … toplumsal değişmeleri önemli oranda ya da büsbütün yadsıyıp ipek böceği gibi, kendine dış dünyaya ve değişime kapalı bir koza örüp sürekli o koza içinde yaşama özlemine benzer. Bu özlem akıl (us) ve bilim dışıdır. Toplumların geleceğini karartır. Tarihin gelişim ve değişim akşına terstir. Geçmiş, her türlü doğru ve yanlışları ile ders alınıp geleceği doğru kurgulayabilmek içindir. Tarihin akışını tersine çevirip geçmişe geri dönmek olası değildir. Değişim yasaları böyle söyler. Böyle bir düşünce ancak temelsiz bir ütopya olabilir. Akıl (us) ve bilimi dışlama anlamına gelir.

Toplumların bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasal hukuksal, kültürel (ekinsel) … geleceklerini doğru kurgulayarak halka gelecekte refah (gönenç) ve mutluluk içinde yaşama umudu veremeyen yeteneksiz ve niteliksiz siyasal liderler (önderler) de toplumları hep geçmişin fosilleşmiş altın çağ özlemi ile avutmak isterler. Çünkü yönetsel akıl çapları, bilimi, teknolojiyi, doğayı, dünyayı, toplumu ve insanı algıma biçimleri, eğitimleri, bilgi, teknik, kültür, birikimleri, yönetim kapasiteleri (sığaları) ve tarih bilinçleri toplumlarına umut verip, halkın her türlü gereksinmelerini geleceğin gereklerine göre var etme ve devam ettirmeye (sürdürmeye) uygun düzey ve nitelikte değildir.

Çünkü geçmiş için yeni bir proje (tasarım) ve plan (kurgu) yapmaya gerek yoktur. Reçete, geçmişin mirası (kalıtı), gerçeklerden kopartılıp idealleştirilmiş biçimde hazırdır. Yalnızca duygulara seslenip algı yönetimi ile geçmişin altın çağını servis etmek yeter. Toplumun kültür kodlarında ve belleğindeki hazır kutsal duyguların ve inançların siyasal olarak araçsallaştırılmasına dayanır.

Geçmişi doğru algılamak ve geçmişten gerekli dersleri alarak, geleceği us ve bilimin ışığı ve kılavuzluğunda çağcıl ve doğru kurgulayıp topluma uygar bir gelecek umudu aşılayabilmek ancak, devlet adamı nitelikleri taşıyan, üstün donanımlı büyük önderlerin işidir.

İşte tam da bu nedenle,

  • 20. Yüzyılın tartışmasız en büyük önderi ve devlet adamı olan
    Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’tür.

Çünkü O, (Türkiye Osmanlı) toplumunun geçmişini doğru okumuştur. Halkına yürekten inanıp güvenmiştir. Ülkesini ve ulusunu düşmanlardan kurtardıktan sonra, us ve bilim yolundan hiç ayrılmamıştır. Doğru kurguladığı ve yaşama geçirdiği bu üstün nitelikli, geniş ufuklu, yakın ve uzak erimli, tam isabetli, bilimsel öngörü ve sezgileriyle çağdaş bir toplum kurmuştur. Bu nedenle de büyük ve eşsiz bir önder olmuştur.

Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimize ve Atatürk devrimlerine biraz da bu gözle bakmak gerekir.

Peki günümüzde ussal, bilimsel, siyasal, toplumsal, ekonomik, diplomatik, ekinsel… konulara
her açıdan bakıldığında, yakın tarihimizdeki ve şimdiki önderlerin misyon (özgörev) ve vizyonları (uzgörüleri) nasıldır? Kimlerin gidiş rotaları (eksenleri) hep geçmişe yöneliktir?

Kimler toplumu, kendi gelecekleri açısından son yetki sahibi yapmak istiyor ve halkın geleceğini daha doğru kurgulamaya çalışıyorlar?

Karar doğru düşünenlerin, yani sizlerindir.

CEHALET NASIL KENDİNİ YİNELER ve NASIL YOK EDİLEBİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Aydınlanmamış ve geri kalmış toplumlardaki, özellikle de islam ülkelerindeki cehalet bireysel değil, bilinçli(!), sistemli ve kurumsaldır. Tarihsel olarak resmi ve resmi olmayan (sözde tarikat, cemaat, dernek, vakıf… vb.) EĞİTİM(!) KURUMLARI aracılığı ile tıpkı BUĞDAY TOHUMU ekilir gibi henüz aklını kullanabilme çağına gelmemiş çocukların beyinlerine din(!) diye cehalet tohumları ekilir. Daha sonra da hasat edilen bu cehalet ürünleri, yine resmi ve resmi olmayan kurumların, yazılı ve görsel basın araçları eliyle topluma sanki EKMEKMİŞ(!) gibi, kuşaktan kuşağa aktarılarak sürer.. Bu süreç, tarih boyunca, durmadan, donmuş durumda, aynen yeniden yinelenir durur.

Bu geri bıraktırıcı kısır döngüden, ancak ve ancak sürekli olarak cehalet üretilen, resmi ve resmi olmayan bataklıkları hukuksal olarak ve fiilen (eylemle) yok edip akıl, bilim ve özgür düşünce temeline dayalı

  • AYDINLANMACI, ÇAĞDAŞ ve LAİK BİR EĞİTİM SİSTEMİ ile çıkılabilir.

Atatürkçü düşünce sistemi ve Atatürk devrimlerinin temeli, kutsal dinimizi ve dinsel değerleri bu cehalet bataklıkları ya da cehalet öbeklerini yok edip, toplumu topyekün (bütünüyle) nakilci (aktarıcı) hatta tahrif edilmiş (çarpıtılmış) bir din anlayışından akılcı ve özgürlüçü duru bir din anlayışına kavuşturmak; dinin ve dinsel değerlerin dinbazlar ve din tüccarlarının vesayetinden kurtarmak; siyaseti, hukuku, devlet yönetme kurallarını dinden ayırmak, dini devlet işlerinin ve siyasetin dışında tutmaktır.

Zaten bilimsel olarak, bireyler ve toplumların din ve vicdan özgürlükleri de ancak insanların tam bir özgür irade sahibi olabilmeleriyle sağlanabilir. Günümüzdeki dinbazlar, yani

  • Dini kendi çıkarları için araçsallaştırıp dinden geçinmek isteyen din baronları şunlardır.

1- Dinden siyasal güç ve iktidar devşirmek isteyenler.
2- Dinden ekonomik rant ve servet sağlayanlar.
3- Dinden dinsel makam, rütbe ve prestij (saygınlık) türetmek isteyenler.
4- Dinbazlığa dayalı kurulu siyaset, servet ve itibar düzenini korumak ve sürdürmek isteyenler.
5- Dinden geçinmeyi meslek durumuna getirmiş olanlar.

  • Bir tek tümce ile söylemek gerekirse, Atatürk’e, Cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye, sosyal hukuk devletine karşı çıkanlar içten  dindarlar değildir!

Bunlar, dinden geçinen dinbaz din baronları ile yine dinsel cehaletlerinden dolayı bu dinbaz din baronların dolduruşuna gelenlerdir.

Hiç unutulmasın ki; İslam dini öz olarak SEVGİ, BARIŞ, ESENLİK, GÜZEL AHLAK ve AKIL DİNİDİR. Çünkü aklı olmayanın dini de yoktur.

Dinbazlık yaparak dini kullanıp saltanat sürme ve dinden geçinme din değildir; dini ve dinden kaynaklanan kutsalları kötüye kullanmaktır

Ayrıca İslamda ruhban (din adamı) sınıfı da yoktur.
Ayrıca doğru anlaşılmış gerçek inanç sahibi olan gerçek dindarlar insanları ötekileştirmez, toplumu da bölmez, birleştirip bütünleştirir.

GAZİANTEP ADD Konuşmamız.. 30. ADALET ve DEMOKRASİ HAFTASI : ADALET, DEMOKRASİ ve TÜRKİYE’nin GELECEĞİ

Dostlar,

28 Ocak 2023 Cumartesi günü, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Gaziantep Şubemizin çağrılısı olarak bu “Gazi” kentimizde bir konferans verdik.. Konumuz, aşağıdaki görselde (posterde) de görüleceği gibiydi.

  •  30. ADALET ve DEMOKRASİ HAFTASI : ADALET, DEMOKRASİ ve TÜRKİYE’nin GELECEĞİ

Şube Başkanımız Sn. İsmail TÜMER ve Şube yöneticileri, destekçileri epey yoğun bir çaba ile, İnşaat Mühendisleri Odası konferans salonunda toplantımızı düzenlemiş ve duyurmuşlardı. Başkan Tümer’in bildirdiğine göre, Devletimizin Gaziantep Üniversitesi (Rektörü), Bakanlar Kurulu kararı ile kamu yararına çalışan dernek statüsü olan ADD’ye bu amaçla 2 saatliğine bir salon vermek için 65 000 (altmış beş bin!) TL kiralama ücreti istemişti. 

Doğallıkla, Gaziantep ADD’nin bu tutarı ödeme olanağı olmadığı gibi, ilkesel olarak hazmedilir de değildi. Bu dramatik olguyu, tarihe tarihe not düşmek üzere burada yazıyoruz. Ayrıca konu da Gaziantep Üniversitesi yönetimini, anlaşılan hiç ilgilendirmemişti. Ülkemiz için canlarını veren kahramanları 30 yıl sonra bir kez daha anacak ve bu tür siyasal cinayetlerin yaşanmaması için gerekenleri konuşacaktık..

Adalet ve Demokrasi Haftasının 30 uncusu olması nedeniyle kapsamlı bir hazırlık yapmıştık. 97 yansı (slayt) içeren bir sunum.. 2 saat sürdü..

Çok değerli meslektaşımız Prof. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu, cep telefonu kamerası ile amatörce ve gönüllü olarak, 2 saat boyunca etkinliği kaydetti ve youtube ortamına yükledi. Kendisine ne denli teşekkür etsek azdır..

Yaygın çağrı da yapılmıştı ancak salon dolu değildi. Kocaaaa Gaziantep’te ADD’ye üye olanlar iki bini aşkındı ama “yılda” (ayda değil!) 48TL ödentisini veren 200 dolayında idi. Böyle mi yapılacak Atatürk Devrimlerinin savunulması? Böyle mi gösterilecek Uğur Mumcu, Muammer Aksoy ve ………………… öbür vatan evlatlarının şehit olması karşısında vefa ve önleme çabası?

Bu kentte 1960-69 arası ilkokul, ortaokul ve Lise 1. sınıfı okuduk. Bizzat haber verdiğimiz çooookk eski dostlarımız da vardı salonda.. Türkiye silkelenip kendine gelmeli bize göre.

Konferansımızı izlemek için lütfen tıklayınız..

İzlenmesi, yayılması ve yeni kurbanlar vere vere ülkemizi yitirmemek için izlenmesi, yayılması ve gereklerinin yapılması dileğiyle..

Konuşmamızın sonunda, ADD Genel Başkanı meslektaşımız Sn. Dr. M. Hüsnü Bozkurt‘un örgütümüze kısa bir görsel iletisini (video kaydını) salondakilere sunduk (2,5 dk.)..

Sevgi ve saygı ile. 02 Şubat 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

 

Silah arkadaşlığıyla başlayan ve cumhuriyetin kuruluşuyla süren yol arkadaşlığı: Atatürk-İnönü Gerçeği

Alev Coşkun
Alev Coşkun
11 Aralık 2022, Cumhuriyet
Silah arkadaşlığıyla başlayan ve cumhuriyetin kuruluşuyla süren yol arkadaşlığı: 
Atatürk-İnönü Gerçeği

Atatürk’ü sonsuza uğurlayalı 84 yıl oldu. Her 10 Kasım’da olduğu gibi bu yıl da O’nu özlemle andık; Cumhuriyet ilkelerine ve toplumu dönüştürme yolunda yarattığı Aydınlanma Devrimlerine bağlı kalacağımızı içtenlikle yineledik. Bu yazımızda Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı İnönü ile ilgili konular üzerinde duracağız. Kimi yanlışları belgelere dayanarak düzelteceğiz.

Atatürk 1881, İnönü 1884 doğumlu oldukları için Harp Okulu ve Harp Akademisi’ni birkaç yıl farkla aynı dönemlerde okudular. İmparatorluğun yıkılmakta olduğunu görüyorlardı. Her ikisi de Osmanlı’nın son döneminde değişik cephelerde Yemen, Libya, Çanakkale, Diyarbakır ve Suriye’de savaştılar. Çanakkale Savaşlarındaki başarılardan sonra Mustafa Kemal, 16. Kolordu Komutanlığı’na atandı ve Mart 1916’da orduya bağlı olarak Diyarbakır’da görevlendirildi. II. Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa sağlık nedenleriyle İstanbul’a gidince, komutanlığa vekâlet etmek için 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal görevlendirildi.

YILDIZIN PARLADIĞI AN

Palu ilçesinde bulunan II. Ordu Komutanlığı Karargâ’na giden Mustafa Kemal Paşa’yı, 25 Kasım 1916’da Ordu Kurmay Başkanı Albay İsmet Bey karşıladı. Bu ilk görev karşılaşması yıldızın parladığı andı. Askeri konumda ast-üst ilişkisi içinde başlayan bu ilk çalışma arkadaşlığı 1937 yılına dek 22 yıl sürdü. Mustafa Kemal’in Diyarbakır’daki bu görevi nedeniyle daha 1917 yılında Albay İsmet’e verdiği sicil, O’nu nasıl beğenip takdir ettiğinin somut belgesidir. İşte bu sicilden kimi pasajlar:

  • Ciddi, faal, düşüncesi gayet açık ve yüksek fikirli..İyi bir görüş yeteneğine ve olayları süratle algılama yeteneğine sahip… Askerliğe ilişkin değerlendirmeleri kapsamlı… Doğru ve duraksamadan karar verebilme ve hareket etme yeteneğine sahip… Mükemmel bir ahlaka sahiptir… Üstlerinin ve astlarının güvenini ve sevgisini kazanmıştır… Orduda ve memlekette üstleneceği önemli vatan görevlerinde kendisinden büyük hizmetler beklenir.”

Askerlik tarihinde bir komutanın, kendisine bağlı olarak görev yapan bir subaya bu derece övücü bir sicil verdiği pek nadirdir. Atatürk, kendisiyle birlikte çalışan hiçbir arkadaşına böylesine etkili bir sicil vermemiştir. Atatürk, İnönü’yü 1916 Kasım ayında Diyarbakır’da keşfetmişti. O tarihten sonra, 1916’dan 1918 yılı ekim ayındaki Osmanlı’nın son savaşı, Suriye Savaşı’na kadar emir komuta ast-üst düzeni içinde savaş cephesinde birlikte çalıştılar.

(Savaş bitmiş, Cumhuriyet kurulmuş… İki yol arkadaşının Anadolu gezisinden hemen önce çekilmiş bir kare.)

GENELKURMAY BAŞKANI ve CEPHE KOMUTANI

23 Nisan 1920’de Meclis açılınca, Albay İsmet Bey, Mustafa Kemal’in isteğiyle Genelkurmay başkanı oldu. Görevi Kuvayı Milliye’nin düzenli ordusunu kurmaktı. Ardından Batı Cephesi Komutanlığı’na getirildi. Milli Mücadele’de, Atatürk’ün en güvendiği Batı Cephesi komutanı olarak görev yaptı. II. İnönü Savaşı ile ilgili savaş telgrafları çok anlamlıdır. Cephe komutanı Albay İsmet Bey’in 1 Nisan 1921 gecesi Ankara’ya gönderdiği telgraf “Düşman, binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir.” cümlesiyle bitiyordu. 1 Nisan 1921’de Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya aşağıdaki telgrafla karşılık verdi.

‘TERSİNE DÖNMÜŞ TALİH’

  • Bütün dünya tarihinde sizin İnönü Meydan Savaşlarında üstlendiğiniz görev kadar ağır bir görev üstlenmiş komutanlar pek azdırSiz orada yalnız düşmanı değil milletin makûs (tersine dönmüş) talihini de yendiniz… Adınızı tarihin şeref abidelerine yazan ve bütün millette size karşı sonsuz bir minnet ve şükran duygusu uyandıran büyük savaş ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı gösterdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş parıltılarıyla dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını söylemek isterim.” 

Atatürk’ün bu telgrafı askerlik edebiyatının bir yapıtı olarak savaş tarihine geçmiştir. Atatürk’ün bu telgrafıİnönü’ye verdiği değeri ve O’nun geleceğinin ne derece parlak olduğunu göstermesi nedeniyle önemlidir.

LOZAN’DAKİ SIKINTI

Milli Mücadele’nin kazanılmasının ardından, Mudanya ve Lozan başarıları birbirini izledi, Lozan’da en son aşamada, çetin görüşmeler ve tartışmalar sonunda bir uzlaşmaya varılmıştı. Başdelege İsmet İnönü, durumu Ankara’ya bildirdi, barış antlaşmasını imzalamak için Ankara’dan yetki istedi. Üç gün geçtiği halde yetki bir türlü gelmiyordu. Başbakan Rauf Orbay işi yokuşa sürüyor, yetki kararını bir türlü göndermiyordu. Başbakandan beklediği yanıtı alamayan İnönü, 18 Temmuz 1923’te Mustafa Kemal’e başvurmak gereğini duydu. Telgraf şöyle bitiyordu:

“Eğer hükümet, kabul ettiğimiz noktalardan dönmemizde kesin olarak direniyorsa bizden imza yetkisini alın… Bu durum, bizim için yeryüzünde görülmemiş bir utanç olursa da yurdun yüksek çıkarları kişisel düşüncelerin üstündedir.” 

(İsmet İnönü ve Lozan Barış Konferansı, 1. Dönem çalışmalarına katılan TBMM temsilcileri.)

Konuyu yeniden inceleyen Mustafa Kemal, TBMM başkanı olarak Dışişleri bakanı ve Türk başdelegesi İnönü’ye hemen ertesi günü şu yanıtı verdi:

Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla kutlamak için, antlaşmanın imzalandığını bildirmenizi bekliyoruz, kardeşim!”

Böylece Orbay-İnönü anlaşmazlığına ve Lozan’da varılan sonuçlar için de son noktayı koyan Mustafa Kemal, İsmet Paşa’ya olan güvenini de bir kez daha gösteriyordu. İnönü de Atatürk’e şu içtenlikli sözlerle teşekkür etmişti : ‘HIZIR GİBİ YETİŞİRSİN’

  • “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et (düşün). Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana merbutiyetim (bağlılığım) bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, aziz Şefim!” 

Daha sonrasını biliyoruz Cumhuriyet ilan edilince 30 Ekim 1923’te, İnönü Cumhuriyet’in ilk başbakanı oldu. Fethi Okyar’ın 103 günlük başbakanlığı çıkarılınca 1923-1937 yılları arasında İnönü, tam 14 yıl 8 ay 13 gün başbakanlık yaptı. Cumhuriyet yasalarının kabul edilmesi, uygulanması, kurumların kurulması, birbirini izleyen Aydınlanma Devrimlerinin yürütülmesi görevlerini üstlendi. İnönü şöyle diyor:

  • Yakın anlaşma, yakın tanışma ve toplumla ilgili düşüncelerde aynı yönde hareket etme
    Bu hayat, Atat
    ürk’ün ölümüne kadar devam etti. Demek 1916’dan 1938’e kadar 22 sene
    ” 

İnönü şöyle devam ediyor:

  • Bu 22 yıl memleketin yeni kuruluşunun yeni devrinin büyük olayların bir oluşum dönemidir… Olayları olduğu gibi görenler var, gerçekte olduğunun tam tersi biçimde değerlendirenler var (Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor)

İnönü bu sözleriyle özellikle Atatürk Devrimlerinin uygulama yıllarını ve 1937’de başbakanlıktan ayrılışından sonraki günleri anlatmak istiyor.

AYRILMA

20 Eylül 1937 tarihinde, Atatürk-İnönü arasında var olan uzlaşmayla İnönü’nün bir buçuk ay izinli olması uygun bulunmuştu. Devlet yönetimindeki birlikteliğe son verilmiş olmasına karşın birbirini tamamlayan bu iki kişilik arasındaki arkadaşlık ve dostluk bitmemişti. İnönü, daha başbakanlıktan ayrıldığı günün ertesinde (21 Eylül 1937) Türk Tarih Kurumu Kurultayı’nı Dolmabahçe’de Atatürk’ün yanında izlemişti. 

Atatürk’ün kendisi hakkındaki düşüncesini öğrenebilmek için de toplantı sırasında İsmet İnönü bir kâğıdaAkşama benimle gelecek misin? Demek bana çok dargın değilsin?” diye yazıp O’na uzatmıştı. Atatürk de buna karşılık “Hayır, her şeyi unuttum; bildiğin gibi arkadaşım ve kardaşımsın” diye yazarak eski bağlılığın sürdüğünü belirtmişti.

İzinli olarak ayrılmasına karşın İnönü, Atatürk’le birlikte Ege Manevralarına katılmış, kuruluşuna kendisinin katkıda bulunduğu Nazilli Basma Fabrikası’nın açılış töreninde de (9 Ekim 1937) bulunmuştu. Ancak izin süresi dolmadan 25 Ekim 1937’de başbakanlıktan istifa etmişti. Atatürk, aynı gün (25 Ekim 1937) O’na verdiği yanıtta şöyle diyordu:

  • Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da en büyük ve en önemli hizmetlere olan yüksek liyakatinizin (yeteneğinizin) takdirkârı olduğumu burada da tekrar etmekten haz duyarım.” 

Atatürk, başbakanlıktan ayrılan İnönü’nün makam aracını kullanmasını da istemişti. İnönü, başbakanlıktan ayrılmasından dört ay sonra, 19-20 Şubat 1938’de Atatürk’ün davetlisi olarak Dolmabahçe’de konuk edildi. Ayın 24’ünde Atatürk’le birlikte Ankara’ya döndüler. Atatürk artık hastalığının son dönemine girmişti ve Dolmabahçe’de tedavi görüyordu. Son günlerinde Atatürk ile İnönü arasında ilişkilerin kesildiği yazılıp çizilmiştir. Oysa, ölümünden yalnızca 3.5 ay önce Temmuz 1938’de Lozan’ı anımsayan Atatürk, 25 Temmuz 1938’de İnönü’ye “takdir ve tebriklerini” belirten bir telgrafı İnönü’ye gönderdi. Ertesi gün İnönü

  • “Büyük Atatürk, velinimetim (bana en büyük iyiliği yapan büyüğüm) Atatürk
    Derin tazimle (saygıyla) ve dayanılmaz bir 
    özleyişle ellerinizden öperim
    diyerek yanıt veriyordu. Birbirleriyle küs olan insanlar böyle mi yazışırlar

Bu dönemde Başbakan Celal Bayar, Salih Bozok, Dr. Tevfik Rüştü Aras ve Sabiha Gökçen, Atatürk’ten İnönü’ye muntazam haber getiriyorlardı. İnönü de düzenli olarak Atatürk’e mektup gönderiyordu. Örneğin Ağustos 1938, 5 Ekim ve 28 Ekim 1938 tarihlerinde İnönü’nün Atatürk’e yazdığı içtenlikli mektuplar, İnönü Vakfı Arşivi’nde korunmaktadır. Bu arada, İnönü’nün hasta olduğu haberini alan Atatürk, kendisine bakan yabancı doktorları Ankara’ya göndermek istemişti. Atatürk ile İnönü arasında ast-üst ilişkisini aşan ve çok yakın arkadaşlık ilişkisini ortaya koyan yeni belgeler ortaya çıkmıştır. Şimdi gelelim bu son belgelere.

HER AY MAAŞ VERİYOR 

İnönü’nün başbakanlığı döneminde 1925 yılından 10 Kasım 1938 tarihine kadar 13 yıl kesintisiz olarak Atatürk’ün İnönü’ye her ay kendi banka hesabından para verdiğinin belgeleri ortaya çıktı. Atatürk, 1925-1929 arasında İş Bankası’ndaki kendi hesabından her ay İnönü’ye o günün parasıyla 1000 TL gönderiyordu. Ocak 1929’dan Eylül 1937’ye kadar sekiz yıl bu ödeme 2000 TL olarak yapılmış, Eylül 1937’de İnönü’nün başbakanlıktan ayrılmasından sonra da Ekim 1937-Kasım 1938 arasında bu ödeme 3000 TL’ye çıkarmıştı. Bu ödemelerin belgelerine gelince...

BELGELER

(Atatürk’e ait İş Bankası hesap özeti.)

Prof. Dr. Uğur Kocabaşoğlu, birlikte çalıştığı altı araştırmacı arkadaşıyla, yayımladığı 732 sayfalık Türkiye İş Bankası Tarihi adlı önemli kitabında, Atatürk’ün ödemeleriyle ilgili yedi adet belgenin fotokopilerini vermiştir. Bu yazımızda bu belgelerin yalnızca iki tanesini kullanıyoruz. İnönü’nün başbakanlığa gelişinden, Ocak 1925’ten, Atatürk’ün vefat ettiği 10 Kasım 1938 tarihine dek Atatürk’ün kesintisiz olarak İş Bankası’ndaki kişisel hesabından her ay İnönü’ye para gönderdiği bu dekontlarla sabittir.  Yukarıda belirtildiği gibi İnönü’nün banka hesabına önce 1000 TL, 1929-1937 arasında her ay 2000 TL ödeme yapılıyordu.

Ekim 1937, İnönü’nün başbakanlıktan ayrıldığı tarihtir. Eğer bir dargınlık söz konusu ise bu aylık ödemenin o tarihte durdurulması gerekirdi. Ama bu tarihten sonra Atatürk’ün kişisel hesabından İnönü’ye ödemeler artırılarak sürdürülüyor. Ekim 1937’den Kasım 1938’e dek her ay İnönü’ye Atatürk’ün kendi hesabından gönderdiği para 3000 TL’ye çıkmıştır. Ayrıca 1924-1926 arasında, Atatürk’ün İş Bankası’ndaki hesabından İnönü’ye toplam 65 bin 150 lira gönderilmiştir. Bu ek paranın Pembe Köşk’ün genişletilmesinde ve onarımında kullanıldığı anlaşılıyor.

(Atatürk’e ait 4 No’lu hesap, İnönü’ye gönderilen aylıklar görülüyor.)

İnönü Vakfı Başkanı Özden Toker’in bir açıklamasına göre, “Atatürk aile ortamı özlemini Pembe Köşk’te gideriyordu. O’nun için bu para köşkün genişletilmesinde kullanılmıştır. Ayrıca köşkün genişletildiği ilk yıl bir yılbaşı gecesi kordiplomatiğe Atatürk, bu köşkte yemek ve balo vermiştir.” 

Atatürk bu ödemeleri“1 Aralık 1924 tarihli mektup emri ile” İş Bankası’ndaki 2 numaralı kişisel hesabından yaptırmıştır. Atatürk’ün İş Bankası’ndaki 2 No’lu, 4 No’lu, 4 No’lu mükerrer ve 5 No’lu hesaplarının olduğu bu kitaptaki belgelerden anlaşılıyor. Atatürk’ün Ocak 1925’ten başlayarak her ay kendi kişisel hesabından para vermesi, İnönü’nün başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bu ödemeyi yükselterek ödemeye devam etmesi, vasiyetine İnönü’nün çocuklarının öğrenimi için ayrıca bir para koyması aralarındaki bağın ne denli güçlü olduğunu gösterir.

Kanımızca, Atatürk, İnönü’nün çok dürüst olduğunu iyi biliyordu. İnönü devlet malına, devlet hazinesine (beytülmal) el sürmez ve sürdürmezdi. O’nun daha güvenli çalışması için Atatürk böyle bir yola gitmiş olabilir. Unutmayalım, Atatürk ortaçağı yıkıp çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmak istiyordu. Bunu yaparken giriştiği Aydınlanma Devrimi atılımlarında en yakın çalışma arkadaşı Başbakan İnönü’ydü

Bu belgelerle, “Atatürk ve İnönü dargındı, Atatürk İnönü’ye dargın öldü” gibi sözler çökmüş, değerini yitirmiştir.

BİRİNCİ ve İKİNCİ ADAM

Ünlü romancı Kemal Tahir, 1992’de yazdığı “Anadolu Savaşı” adlı makalesinde ilginç bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle ki:

  • “Anadolu savaşı ve sonrasında, Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’yı Birinci ve İkinci Adam diye değerlendirmek aptallık olur. Bunlar birbirleriyle kıyaslanmayacak, birbirlerine hiç benzemedikleri için işe yarayacakları yerlerin ayrı olması bakımından, birbirlerini -eseri- tamamlayan iki birinci insandır. Biri -Mustafa Kemal- karanlıkta çıkar yolu bulmanın, bu yolu dövüşerek açmanın ve kurtuluştan sonra rotayı tekrar ve kolayca karanlığa götürmesi mümkün bütün eski ve tehlikeli yol işaretlerini söküp yenileriyle değiştirmesini bilen; öteki de bu aydınlıkta, devleti bütün korkulu sarsıntılardan ihtiyatla atlatan adamdır. Bu açıdan Mustafa Kemal’e, bizim toplumumuzun özelliklerini taşıyan ‘ihtilâlci’, İsmet Paşa’ya da tarihteki en büyük devlet adamlarından biri demek doğru olur.”

Atatürk ile İsmet İnönü’nün kendi özel unsurları (ögeleri) içinde ölçüp biçmek, değerlendirmek, yargılamak gerekir. İnönü’yü en iyi değerlendiren kişi Atatürk’tür. Yoksa, Milli Mücadele’de O’nu Genelkurmay başkanı, ardından cephe komutanı yapar mıydı? En kritik bir dönemde 1924-1937 arası O’nu başbakanlıkta tutar mıydı? O’na ölünceye dek kendi hesabından düzenli para öder miydi? 

Tüm bu nedenlerle “Atatürk-İnönü son dönemde dargındılar” savı geçerliğini yitirmiştir.

KAYNAKLAR

  • Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Kültür Bakanlığı, 2000.
  • Şerafettin Turan, Atatürk, Bilgi Yayınevi, 2017. 
  • Uğur Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, İş Bankası Kültür Yay., 2011. 
  • Alev Coşkun, Asker İnönü, Kırmızı Kedi, 2019. 
  • Alev Coşkun, Diplomat İnönü: Lozan, Kırmızı Kedi, 2019.
  • Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, İmge Yayınları, 2011.

Din Duyguları Sömürücülüğü

Alev Coşkun
Alev Coşkun
27 Kasım 2022, Cumhuriyet

Siyasal iktidar Meclis’teki AKP+MHP tabanına dayanarak türbanla ilgili bir anayasa değişikliği tasarısı vermeye hazırlanıyor. AKP buna, CHP’nin başörtüsünü yasalaştırma girişimiyle başladı. Bugünlerde İran’da kadınlar mollalara karşı başörtüsü mücadelesi verirken Atatürk’ün kurduğu CHP’nin bu yolda yürümesi büyük bir çelişkidir.

Gerçekte sorun türban değil, sorun kutsal din duygularının politik yaşamda kullanılmasıdır. Tanzimat’tan (1839) bu yana 150 yılı aşan toplumsal tarihimizde dinle ilgili konular Türk siyasal yaşamına egemen olmuştur. Temel amaç da kutsal din duygularının oy devşirmek amacıyla kullanılmasıdır.

İLERİCİLİK-TUTUCULUK

İlericilik, muhafazakârlık (tutuculuk) ikilemi Türk siyasal yaşamında sürekli olarak etkin olmuştur. Bu ikilemin köklerinde Batılılaşma yanlılarıyla, muhafazakârlar arasındaki çatışma vardır. Bu çelişki aslında, 1908’de II. Meşrutiyet döneminde başlıyor. II. Meşrutiyet’in öncü partisi İttihat ve Terakki’ye (Birleşme ve İlerleme) karşı Hürriyet ve İtilaf (Hürriyet ve Uyuşma) Partisi kurulmuştu. İttihat ve Terakki ilericiliği, Hürriyet ve İtilaf muhafazakârlığı, tutuculuğu temsil ediyordu.

Bu ikilem Milli Mücadele’de, Birinci Meclis’te de sürdü. Birinci Meclis döneminde “Müdafaa-i Hukuk” grubuna karşı oluşturulan “İkinci Grup” temelde tutucuydu. Üyelerinin çoğunluğu medrese kökenli hocalardan oluşuyordu ve muhafazakâr-ilerici çelişkisi açıkça görülür.

Cumhuriyetin ilanından sonra, Türk siyasal yaşamındaki ilk siyasal parti 17 Kasım 1924’te kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)”dır. Bu partinin adında “Terakkiperver” (ilerici) ve “Cumhuriyet” olsa da partiyi kuran Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Refet Bele gibi liderler temelde padişahlık ve hilafetin sürmesini istiyorlardı. Partinin programında “Parti, efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” maddesi yer alıyordu ve parti, bu “dini düşünce ve inançlara saygılıdır” (AS: halka ve dinsel inanca) ilkesini bayraklaştırmıştı. Böylece yüzyıllardır kökleri olan tutuculara, bağnazlara, hurafelere inananlara hitap ediliyordu.

Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şöyle diyor :

  • “Cumhuriyet kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir?”
  • “Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını ileriye süren yeni parti, (…) Dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: “Biz hilafeti yeniden isteriz; (…) medreseler, tekkeler, (…) müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı. İslamiyete zarar veriyor; sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir” diye propaganda yapıyordu.” (Nutuk, s.601.)

Partinin kuruluşundan dört ay sonra, 13 Şubat 1925’te Doğu’da şeriat isteyen Şeyh Sait ayaklanması başladı ve 3 Haziran 1925’te parti kapatıldı. TCF’nin kapatılmasından bir yıl sonra, Atatürk’e yönelik İzmir suikast girişiminin ortaya çıkışı (14 Haziran 1926) ve kimi TCF ileri gelenlerinin bu suikastla ilişkilerinin bulunması nedeniyle cezalandırılmaları, siyasal yaşamı etkiledi.

SERBEST CUMHURİYET PARTİSİ

1925-30 Aydınlanma Devrimleri’nin uygulamaya sokulduğu dönemdir.

  • Eğitim birliği yasası,
  • Alfabe Devrimi,
  • laik hukuk,
  • laik eğitim,
  • tekke ve zaviyelerin kapatılması

    toplumun çağdaşlaşmasını sağlıyordu. Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Atatürk, Meclis’te gereken denetimin yapılması için bir siyasal partinin kurulmasını istiyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre Atatürk, “kurulacak yeni partinin, devrimin ruhu demek olan laiklik ilkesini peşinen kabul ve ilan etmesi gerektiğine inanıyordu.”

Eski arkadaşı Fethi Okyar’ı bu konuda ikna etti. Yeni partiye kız kardeşi Makbule Atadan, çocukluk arkadaşı Nuri Conker, Tahsin Uzer, Ahmet Ağaoğlu, Reşit Galip, eski hocası Nakiyüddin Yücekök ve Mehmet Emin Yurdakul katıldılar. Fethi Okyar “liberal” ekonomi yanlısı söylemler üzerinde dururken partiye katılanlar dini siyasete alet etmekten kendilerini alamıyorlardı. Atatürk’ün hocası bile… Bu konuda Falih Rıfkı Atay ne diyor, bakalım.

Serbest Fırka’nın kurulması üzerine Yalova’ya  Atatürk’ü görmeye gittim… Daha üç gün içinde kendi kız kardeşinin Yalova köylerinde mukaddesatçılık (kutsal din) propagandası kolaylığına dayanamadığını öğrendim. Atatürk’ün bu yeni partiye geçen eski hocası (Nakiyüddin Yücekök) Kütahya’da, iktidara gelince ilk işleri tekkeleri açmak olacağı müjdesini veriyordu…”

“… Bu gelişmelerden birkaç ay sonra, Atatürk kendi partisi ile seçime girseydi azınlıkta kalacağına şüphe yoktu. Çoğunluğu alacak olanlar ise düpedüz gericilerdi. Kurtarıcı devrimler yıkılıp gidecekti. Aşar (köylüden alınan 1/10 tarım vergisi) ki Anadolu köylüsünü yüzyıllarca inletmiştir, kıvrandırmıştır, bütçenin başlıca gelir kaynağı iken, Atatürk bir kalemde Türk köyünü bu beladan kurtarmıştır, hocalar halka: ‘Bu din borcu idi.. Kalktığı için tarlanızdan da bereket kalktı’ diyorlardı. Aksi gibi havalar da kurak gidiyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.84.)

İZMİR OLAYLARI

12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) Başkanı Fethi Okyar, 22 gün sonra 4 Eylül’de İzmir’e gitti. SCF yandaşları İzmir’de önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin binasını taşladılar. Ardından Atatürk devrimlerini savunan “Anadolu” gazetelerine saldırdılar. Çatışmada iki kişi öldü, 14 kişi yaralandı.

7 Eylül günü yapılan mitinge katılanlardan kimileri, şapkaları yere atarak çiğnemeye başladılar.

12 Eylül’de Balıkesir’e giden Okyar yeşil bayraklar ve tekbirlerle karşılandı.

SCF’ye sızan karşıdevrimciler yeni Türk harflerinin ve şapkanın kaldırılacağını, medreselerin açılacağını, hatta halifeliğin geri getirileceğini halk arasında yayıyorlardı. Meclis’te milletvekilleri Serbest Fırka yöneticilerinin, gerici eylem ve etkinliklere göz yumduğunu örnekler vererek açıkladılar. Bunun üzerine 17 Kasım 1930’da Fethi Okyar, parti yönetim kurulunun aldığı kararla partinin kapatıldığını açıkladı.

‘CUMHURİYETİN TEMELİ LAİK DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR’

Serbest Fırka’nın kapatıldığının açıklanmasından bir ay sonra 20 Aralık 1930’da Atatürk’ün Kırklareli’nde yaptığı konuşma çok önemlidir. Atatürk şöyle diyordu:

  • “Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçırılmamalıdır.”

Bu konuşmadan yalnızca üç gün sonra 23 Aralık 1930’da Menemen’de bir gerici ayaklanma baş gösterdi. Derviş Mehmet, yeşil bayrak açarak halkı ayaklanmaya çağırdı. Engel olmak isteyen yedek subay öğretmen Kubilay’ın başı kesildi ve sırığa takılıp halk arasında dolaştırıldı.

Menemen olayı kuşkusuz yeni Cumhuriyetin tarihinde bir dönüm noktasıdır.

ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ

Tek parti döneminde yapılan devrimler henüz toplumu dönüştürebilecek kadar yerleşmeden II. Dünya Savaşı başladı. Savaş bitince Türkiye yeni dünya düzeninde yer almak istiyordu. 1945’te, 19 Mayıs töreninde Cumhurbaşkanı İnönü, “demokratik açılımların süreceğini” söyledi. Sonunda, 7 Ocak 1946’da DP kuruldu, dört yıl içinde gelişti ve 14 Mayıs 1950 genel seçimlerini kazandı. Devrimleri yapan CHP barış içinde iktidarı DP’ye devretti.

DP’NİN DEVRİME KARŞI İLK HAREKETİ

Başbakan Menderes, Meclis’e sunduğu hükümet programında, Atatürk devrimlerini, “Millete mal olmuş ve olmamış” diye ikiye ayırıyor ve “millete mal olmuş devrimlerin saklı tutulacağını” belirtiyordu. Böylece devrimleri istenen ve istenmeyen diye ikiye bölüyordu. Karşıdevrim başlamıştı.

  • Menderes, Meclis’te milletvekillerine açıkça,
  • “Siz isterseniz hilafeti de geri getirebiliriz” demiştir.

İktidarının birinci yılında DP,
– Aydınlanma Devrimleri’nin halka ulaşmasını sağlayan Halkevlerini,
– ardından Köy Enstitülerini kapattı.
– Arapça ezanın tekrar okutulmasını ve
– imam hatip okullarının açılmasını sağladı.

Atay (AS: Falih Rıfkı) dinin politikaya alet edilmesiyle ilgili şöyle diyor:

  • “Tuhaftır, Serbest Fırka denemesinde nasıl bir eski Harbiye hocası tekkecilikle seçim yatırımına çıkmışsa, demokrasiye giriş yılında da bir üniversite profesörü Ankara köylerinde Arapça ezan ile dolaşıyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.86.)

1957 seçiminden sonra halk kitleleri arasında giderek gücünü kaybeden DP, dinsel propagandaya daha da sarıldı. Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Nur tarikatı lideri Said Nursi’nin yaşadığı Emirdağ’a gitti. Orada hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrakla karşılandı. Bu ziyaretten sonra Said Nursi yurtiçinde gezilere çıktı.

1960’tan sonra kurulan sağ görüşlü, muhafazakâr partiler; Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi, Milli Selamet Partisi ve en sonunda AKP dinsel duyguları kullanmaktan vazgeçmediler. Her geçen gün daha da ileriye gittiler. Atatürk devrimlerini koruması gereken parti, yani CHP dinsel konularda ödün verdikçe sağcı partiler daha fazlasını istediler.

17 Kasım 1947’de toplanan CHP kurultayı bir dönüm noktasıdır. CHP’nin “laiklik” ilkesi yüzünden oy kaybettiği belirtiliyor, imam hatip okullarının açılmasına, okullarda isteğe bağlı din dersleri okutulmasına karar veriliyordu.

  • Aslında CHP’nin tutacağı tek bir yol vardı: Atatürk ilkelerine sımsıkı sarılmak.
    Asla ödün vermemek Atatürkçü gençler için bir kale olmak

70 YILLIK ÇOK PARTİLİ DÜZEN

1950’den bugüne 72 yıldır çok partili sistemdeyiz. Bu dönemde iki askeri darbe (12 Mart ve 12 Eylül) siyasal İslamın önünü açtı. Bu dönemin en az 65 yılında ülkeyi sağcı, muhafazakâr partiler yönetti. Demirel, Özal, Çiller tarikatlara olanak tanıdılar. AKP’nin son 20 yılı, siyasal tarihe açıkça “siyasal İslam iktidarı” olarak geçecektir.

AKP’nin sloganı “dindar ve kindar nesil yaratmak”tır. Kime karşı kindar o bellidir:
Atatürk ve devrimlerine” karşı…

Siyasal tarihçiler bu dönemde en başta Gülen tarikatının devlete ortak edildiğini yazacaklardır.

Erdoğan, Gülen’e açıkça “Ne istediniz de vermedik?” dedi. 

15 Temmuz 2016 bir casusluk, bir terör, bir karşı ihtilal girişimidir. Gülenciler gitti ama şimdi bürokraside, jandarmada, TSK’de yeni tarikatların güçlendiği söyleniyor, yazılıyor. Hatta bu konuda Meclis’e soru önergesi veriliyor.

MERKEZ PARTİ KAVRAMI

Merkez parti Batı’da temel ilkeleri “statüko”yu, koruyan partidir. Bizde ise dine, tarikatlara ödün veren parti demektir. Bu partiler 1946’dan itibaren (başlayarak) aşırı milliyetçi ve İslamcı görüşleri benimsiyorlar, bunlardan medet umuyor ve oy devşiriyorlar.

  • CHP’nin bir devrimci parti olarak temel görevi,
  • Aydınlanma Devrimleri’ni korumak olmalıdır.

Dinsel konular, popülist yaklaşımlar ve bu konularda ödün vermekle bir yere varılamaz. Bu yaklaşımlar oy da getirmez. Dine bağlı kitleler aslı varken taklitlere oy vermezler. Bu bir denge, adeta bir tahterevalli olayıdır. Sen devrimci parti olarak ne kadar ödün verirsen karşıdevrimciler bunları alır ve daha da fazlasını ister.

Toplumsal gelişme tarihimiz gösteriyor ki din devleti yaratmak isteyenlerin tek isteği çok partili demokrasidir. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimleri’ne karşı çıkmanın en kestirme yolu budur. Üstelik bu yol hukuk ve anayasaya da uygun bir yoldur. Ne yazık ki 70 yıldır bu strateji adım adım uygulanmıştır ve uygulanması sürüyor.

  • Siyasal dincilik, laiklik karşıtı bir ideolojidir.
  • Bu ideoloji ulusalcılığa ve ulus devlete karşıdır.
  • Bu nedenle yurttaşların eşitliğine, milli egemenliğe de karşıdır.
  • Atatürk devrimlerine tamamen  (tümüyle) karşıdır.

Bu gidişi tersine çevirecek güç yeni yetişen gençliktir. Atatürk’ü anlayan ve özümseyen yeni bir dip dalgası gerçeğinin farkında olmalıyız,

  • Atatürk yaşayacaktır.
  • Türk Aydınlanması ilerlemesini sürdürecektir.

Emperyalizm ve İslamcılık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
05 Eylül 2022, Cumhuriyet

Siyaset bilimci Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde, Batı uygarlığıyla Doğu’daki İslam uygarlığı arasındaki çatışmalara dikkat çektiğinde, bu tezi ilk eleştiren kişilerden birisi felsefeci ve dil bilimci Noam Chomsky olmuştu.

Chomsky, Huntington’ın iddia ettiği gibi Batı ile Doğu arasında bu bağlamda bir çatışmanın olmadığını, başta ABD olmak üzere Batı’nın, emperyalizmin bir sonucu olarak nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu birçok ülkede İslamcı hareketleri desteklediğini, aksine ulusalcı ve laik yönetimlere ve hareketlere karşı mücadele ettiğini vurgulamıştı.
***
Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Afganistan, Pakistan, Mısır, Türkiye, Suriye, Libya gibi ülkelerdeki İslamcı, köktendinci, teokratik yönetimler veya hareketler, ABD tarafından yıllarca desteklenmiştir.

Suudi Arabistan, petrol ve savunma sanayi alanında, ABD’nin en büyük ticari ortaklarından birisidir. ABD’nin bu ülkede birçok askeri üssü bulunmaktadır.

Pakistan’daki İslamcı hareketler, ABD destekli Ziya ül Hak diktatörlüğü döneminde gelişmiştir. Afganistan’daki İslamcı, şeriatçı güçler, Pakistan’da korunmuş ve kollanmıştır.

Afganistan’daki El Kaide ve Taliban hareketi, ABD’nin 1980’li yıllardan itibaren (AS: başlayarak) İslamcı, köktendinci hareketlere verdiği desteğin sonucunda doğmuştur.

ABD, Taliban ile çatışma haline girdiği yıllarda bile, Irak’ı işgal ettiği dönemde Irak’a gönderdiği asker sayısından, on binlerce daha az sayıda askerini Afganistan’a göndermiştir ve yıllar sonra da bütün askerlerini geri çekmiştir.

ABD’nin, Afganistan’daki İslamcı, köktendinci hareketlerle yıllarca yaptığı işbirliğini hazmedemeyenler, görünüşleri gerçeklik sananlar, ABD’nin Afganistan’dan yenilerek çekildiği hurafesine sarılmışlardır, Huntington’ın tezlerinin çerez malzemesi konumuna düşmüşlerdir.

Suriye’de ve Libya’da, ABD’nin, “Arap Baharı” adı altında desteklediği İslamcı ve köktendinci hareketler, Arap kâbusuyla sonuçlanmıştır; Libya ve Suriye’de çıkan iç savaşta, yüz binlerce insan yaşamını yitirmiştir; iki ülke de bölünmüş ve parçalanmıştır.

Türkiye’de, Kenan Evren’in öncülüğündeki 12 Eylül askeri darbesi, ABD tarafından desteklenmiştir; bu darbeden sonra, sosyalist, komünist, sosyal demokrat, demokratik solcu, Atatürkçü, Kemalist hareketlerin etkisiz hale getirilmesinin ve bölünüp parçalanmasının bir sonucu olarak Türkiye’de, RP, AKP ve Fethullah Gülen hareketi üzerinden, İslamcı, köktendinci siyasetçiler iktidara gelmiştir.

Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin, sosyal demokrasiyle bağdaşmadığını savunarak CHP’yi bölmek ve parçalamak operasyonunun arkasında da ABD emperyalizmi vardır. Cehaletin ve bilgisizliğin sonucunda, emperyalizmin bu oyununa alet olanlar, bu nedenle çok dikkatli olmalıdırlar!
***
AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın desteğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı yapılan ve Erdoğan tarafından yıllardır korunup kollanan İsmail Kahraman adlı şahsın, Türkiye’deki kentlerin, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, emperyalist güçlerin işgalinden kurtarılmasının kutlanmasına karşı olduğunu açıklamasına, bu nedenlerle şaşırmamak gerekir.

Bu zat birkaç yıl önce de laiklik ilkesinin anayasada olmasına karşı olduğunu ilan etmişti!

Aynı zat 1960’lı yıllarda, ABD’nin 6. Filosu’nu protesto eden vatansever solculara saldıran faşist ve dinci örgütlenmeye liderlik etmişti!

  • İsmail Kahraman geçmişte de emperyalizmin uşağı idi,
    bugün de emperyalizmin uşağıdır!

Yine Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan ve “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu ne ise İsmail Kahraman da odur!
***

  • MHP de Türkiye’de kurulan bu emperyalist mekanizmanın parçasıdır.

MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş, ABD’de askeri okullarda eğitim almıştır, ABD ve CIA ile her zaman yakın ilişkiler içinde olmuştur.

MHP 1970’lerde CIA destekli “Kontrgerilla” hareketinin bir parçası olduğu gibi, AKP’ye verdiği destekle, bugün de ABD’nin hizmetinde hareket etmeye devam etmektedir!

Emperyalizme karşı gerçek bir mücadelenin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin kurulmasıyla verilebileceğini kavrayamayanlar, büyük bir tarihsel yanılgı içine düşmüşlerdir!

Vatansever olduğunu iddia edenler, dogmatik uykularından uyanmadıkları sürece, Türkiye’nin yaşanan kâbustan kurtulması olanaksızdır!

Akaryakıt zamları haksız kazanç kapısı

Akaryakıt zamları haksız kazanç kapısı

Prof. Dr. Duran BÜLBÜL

17 Mart 2022, Cumhuriyet
(AS: Yazının dili ile ilgili eleştirimiz alttadır..)

 

Siyasal iktidarın yanlış ve kabul görmeyen ekonomi politikaları bedelini yurttaş ödemeye devam etmektedir. Çok ilginç, siyasi iktidar, Rusya’nın egemenlik alanım diyerek Ukrayna’yı işgalini bile fırsata çevirip akaryakıta arka arkaya zam yapabilmektedir. Akaryakıt fiyatlarındaki artışı “dünyada da artıyor” gerekçesine bağlayan siyasi iktidarın bu söyleminin hiçbir geçerliliği olmadığı gibi bu iddia doğru da değildir.

Ülkeyi 20 yıldır her alanda dışa bağımlı bir ülke haline getiren siyasi iktidar özeleştiri verip, “biz dünyada saygın, yurtta barış dünyada barış” ilkesine uygun, yani sıfır sorunlu bir ülke devralıp şimdi iki emperyalist devlet arasında savrulan bir ülke haline getirdik demeyi bile becerememektedir. Hem ekonomi alanında hem de uluslararası alanda egemen ülkelerin sömürge politikaları arasında savruluyoruz. Bu savrulmanın bedelini halkımız bir yandan canıyla bir yandan malıyla bir yandan parasıyla ödüyor.

TL ETKİSİ

Akaryakıt fiyatlarının artmasının iki temel nedeni bulunmaktadır. Birincisi petrol fiyatlarındaki artış, ikincisi TL’deki değer yitirmesi. Geçen yıl 11 Mart’ta 1 litre motorin fiyatı 6,51 TL iken bugün 22.95 TL’dir. Aynı tarihlerde crude (AS: ham) petrolün (AS: varil) fiyatı 65 Dolardan 108 Dolara; 1 Doların fiyatı ise 7.47 TL’den yaklaşık 15 TL’ye çıkmıştır. Görüleceği üzere petrol fiyatı yaklaşık %50 artmıştır ve bu tüm dünyada az veya çok hissedilmiştir. Ülkemizdeki motorinin fiyatının bir yılda 3.5 kat artmasının önemli sebebi ise Dolar kurundaki artıştır. Kur geçen yılki düzeyine kıyasla tam iki kat artmıştır. Dolayısıyla akaryakıt fiyatlarındaki artışın bir kısmı uluslararası gelişmelerden kaynaklı olsa da önemli kısmı (kesimi) TL’nin değer yitiğinden kaynaklanmaktadır.

SAVAŞ BİTSE DE

Petrol fiyatlarındaki dolar bazlı (AS: Dolara dayalı) artışlardan tabi ki (AS: doğallıkla) her ülke etkilenmektedir ancak ülkemiz kadar etkilenen ülke yoktur. Örneğin Amerika’da, kurşunsuz benzin fiyatı 2.6 Dolardan 3.6 Dolara çıkmıştır. Bu da yaklaşık %38’lik bir artış anlamına gelmektedir. Aynı dönemde AB üyesi ülkelerin Avro bazlı (AS: olarak) ortalama benzin fiyatı %55 civarında (dolayında) artmıştır. Görüleceği üzere Dolar ve Avro bazındaki (temelli) fiyat artışları varil (başına) crude (ham) petrol fiyatlarındaki artıştan daha düşük olmuşken, ülkemizde aynı dönemde benzin fiyatı artışı yaklaşık üç kat olmuştur. Bunun nedenlerinden biri TL’nin değersizleştirilmesi iken bir başka neden de hükümetin akaryakıtı sübvanse etmemesidir. ÖTV ve KDV’nin tamamen (tümüyle) kaldırılması sayesinde akaryakıt fiyatlarında ciddi bir düşüş yaşanacaktır. Böyle bir indirim olmazsa, akaryakıt fiyatlarındaki artış kaçınılmaz olarak tüm mal ve hizmet fiyatlarına yansıyacak, fiyatlardaki bu artış ekonomik durgunluğa, durgunluk ise işsizliğe yol açarak kriz kısır döngüsüne sebep (neden) olacaktır.

Benzin fiyatları için bir üst sınır koymak şu an için mümkün (olanaklı) değil. Bir yılda 3 kat artan bir üründe yine benzer bir artış olmayacağına kimse güvence veremez. Burada petrolün varil fiyatı kadar TL’nin değeri de çok önemlidir. Rusya – Ukrayna savaşı sona erse dahi (bile) TL’deki değersizleştirme politikası devam ettiği müddetçe (sürdükçe) akaryakıt, gıda ve diğer (öbür) ürünlerdeki fiyat artışları da kaçınılmaz olarak devam edecektir.

18 MİLYAR KÂR

Geçtiğimiz bir yıl içinde motorin fiyatı 3.5 kat artmıştır. Son iki aydaki artış oranı ise %80 civarında (dolayında) gerçekleşmiştir. 1 Ocak 2022’de 12.74 TL olan 1 L motorin, bu yazının yazıldığı tarihte 22.95 TL’ye kadar (dek) yükselmiştir.

Bu fiyat artışı ile devletin sadece (yalnızca) KDV’den elde ettiği gelir ayda 3 milyar TL’den 9 milyara, iki ayda ise 6 milyardan 18 milyar TL’ye çıkmıştır.

Bugün bir arabanın 60 litrelik deposunu, litresi 22,95 TL olan motorin ile doldurmak 1.377 TL’ye mal olmaktadır. Bu paranın 576 TL’si vergilerden ibarettir. Bu depoyu vergisiz motorin ile doldurmak ise 801 TL tutmaktadır. Satın alınan her 1 L motorin için ödenen 9,6 TL’yi çıkarırsak, bugün motorini 13,3 TL’den almak mümkün (olanaklı) olabilecektir.

ZENGİNLEŞME KAYNAĞI

Asgari ücret üzerinden hesap yapıldığında ise durum daha da vahim hale (ürkünç duruma) gelmektedir. 2021 yılında asgari ücretle 433 litre motorin alınmaktaydı. 2022 yılında asgari ücrete %50 zam yapılmasına rağmen (karşın), alınan motorin miktarı 196 litreye düştü. Yani asgari ücret miktar olarak artmış olsa da satın alım gücü olarak yarıdan daha fazla (çok) azalmıştır. Örneğin, bayram tatili için memleketine gidecek bir ailenin yapacağı 600 km’lik bir yolculuğun gidiş dönüş maliyeti 2021 yılında 507 TL iken, zamlar sonrası bu maliyet 1.794 TL olmuştur.

Akaryakıt fiyatlarında yaşanan bu artışlar bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye hızlı bir şekilde (biçimde) alternatif (seçenek) enerji kaynaklarına yönelmelidir. Çünkü enerji alanında %90 oranında dışa bağımlı bir ülke durumundayız. Enerji alanında dışa bağımlılık azalmadığı müddetçe (sürece) bugün yaşadığımız türden krizlerde ekonomimizin çok büyük hasar alması kaçınılmazdır.

Akaryakıt zamları siyasal iktidar için haksız kazanç kapısı haline (durumuna) geldi. İktidar, haksız akaryakıt zamları ile sebepsiz zenginleşme yaşamaktadır.
==================================
Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Duran Bülbül, kuşkusuz alanında yetkin bir ekonomisttir. Cumhuriyet‘te çıkan yazılarından yararlanıyor ve sıklıkla bu yazıları web sitemize de taşıyoruz. Ancak bu yazıda olağanüstü düzeyde Türkçe dışı Arapça – Farsça – İngilizce sözcük var! Oysa bunların çok büyük kesiminin Türkçe karşılıkları bulunuyor.

Sayın Prof. Bülbül dostumuzdur, tanırız kendilerini; Atatürk Devrimleriyle hiçbir sorunları yoktur. DİL DEVRİMİ de bu Devrimler ailesinin vazgeçilmezlerindendir. Prof. Bülbül, DİL DEVRİMİMİZİ nasıl olup da, asla kasıtlı olmasa da, bu denli görmezden gelebilmekte, ÖKSÜZ BIRAKABİLMEKTEDİR?!

Cumhuriyet Gazetemizin de bu bağlamda bir genel politika benimsemesi ve Dil Devrimimize sahip çıkması vazgeçilmez bir sorumluluktur. Ancak anımsatmalarımız etkili olmuyor!?

Gerçekten anlamakta zorlanıyoruz. Salt Prof. Bülbül özelinde değil elbette. Benzer örnekler ne yazık ki çok. Ama temel bir Aydın çelişkisi bu tutum ya da özen eksikliği. Oysa bilinçi bir çabayı gerektiriyor. Öyle değil mi sevgili Duran hocamız ve Cumhuriyet gazetemiz??

Sevgi ve saygı ile. 17 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Dil Derneği Üyesi (2021 Onur Ödülü)
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

 

 

Samsun’da Atatürk nöbeti

Samsun’da Atatürk nöbeti

ODA TV, 03 Şubat Perşembe 2022, 22:36
Samsun’da Atatürk Anıtı’nın bulunduğu park alanına araçla giren saldırganların halat bağlayarak
anıtı yıkmaya çalışmasına tepkiler büyüyor…

Samsun’un İlkadım ilçesi Kale Mahallesi´ndeki Atatürk Anıtı, 2 kişinin saldırısına uğradı. Atatürk Anıtı’nın bulunduğu park alanına araçla giren saldırganlar, halat bağlayarak anıtı yıkmaya çalıştı.

Emniyet güçlerinin belirlediği 2 kişi gözaltına alındı.

Gündüz saatlerinde yaşanan olayın ardından Samsun Valiliği de yaptığı açıklamada “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün milli mücadele yolunda ilk adımı attığı şehrimizin simgesi haline gelmiş olan Atatürk Anıtına (Onur Anıtı) yapılan bu saygısızlığı asla kabul etmiyoruz. Kolluk birimlerimiz ilgili aracı tespit etmiş olup bu davranışı gerçekleştirenler en kısa zamanda yakalanacaktır” dedi.

AKŞAM NÖBET TUTULDU

Öte yandan heykelin başında akşam saatlerinde yaklaşık 100 kişi nöbet tutarak saldırıya karşı protesto gösterisi düzenledi.

Meşalelerin yakıldığı heykelin başında İstiklal Marşı okundu ve sloganlar atıldı.

GÖRÜNTÜLERİ ORTAYA ÇIKTI

Ortaya çıkan güvenlik kamerası görüntülerinde saldırganların ciple parka geldikleri görülüyor. Saldırganlar anıtı urganla çekip yıkamayacaklarını anlayınca, yaklaşık 6 dakika sonra telaşla araçlarını parktan uzaklaştırarak kaçıyor.

Şüpheli şahısların Samsun nüfusuna kayıtlı olduğu öğrenildi.

MAHİR ÇAYAN’DAN ATATÜRK NÖBETİ

Samsun’da Atatürk heykeline yönelik saldırı sonrasında gösterilen tepki ve protestolar ise 68 kuşağının Atatürk’e olan bağlığını hatırlattı.

O dönemde İzmir’de bir gericinin Atatürk heykeline saldırması devrimcilerin tepkisine neden olmuş, İzmir, Ankara, İstanbul’da bulunan Atatürk heykelleri önünde ‘Atatürk’e bağlılık nöbeti’ başlamıştı. Ankara’daki ilk nöbeti de Mahir Çayan’ın başkanlığındaki Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü tutmuştu. Mahir ve arkadaşları heykel önünde yapılan basın açıklamasında ise şu görüşlere yer vermişti:

  • Büyük kurta­rıcı Atatürk’ün büstüne saldıran, yeşil bayrak isteyen gerici, korkunç zihniyet AP döneminde tekrar hortladı. (…) Çirkin politikacı, yurtsevmez politikacı yıllardır Atatürk ilkelerine dil uzatmış, karşı çıkmıştır. Ve yıllardır bu yurt­sevmezlere dur diyen çıkmamıştır. Ve nihayet bu korkunç düşünce, ilerici güçlerin potansiyeli olan yüce Ata’nın büstüne saldırmıştır. Biz, bu çirkin saldırılara araç olan uyutulmuş zaval­lı kişilere değil, bu anlayışın bilinçli, çıkarcı sözcülerine sesleniyoruz. Kuv­vetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz, SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurtsevmez hareketin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cü­ret eden ellerinizi kıracağız.’”

 

DENİZ GEZMİŞ’TEN MUSTAFA KEMAL YÜRÜYÜŞÜ

Bir diğer örnek ise 68 kuşağının en önemli eylemlerinden biri olarak kabul edilen ve yine Samsun’da geçen bir yürüyüştü. Deniz Gezmiş ve arkadaşları

  • Samsun’dan Ankara’ya Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü

nü düzenlemişti.

Aralarında Deniz Gezmiş’in yanı sıra Hüseyin Cevahir, Cihan Alptekin’in de bulunduğu 24 devrimci genç, 30 Ekim 1968’de Samsun’dan Ankara’ya yürüyüş başlatmıştı.

Yürüyüşün ismi, ‘Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü’ydü. Başlangıcından itibaren pek çok engelle, saldırıyla karşılaşan yürüyüş 10 Kasım’da Ankara’da Anıtkabir’de sona erecekti.

Kamuoyuna, yürüyüşün amacı şu satırlarla açıklanmıştı:

  • 1919’da başlayan Mustafa Kemal devrimi kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından amacından saptırılmış, Cumhuriyetin bütün kurumları yozlaştırılmıştır. Bugün Türkiye’miz dünyada ilk antiemperyalist ve antikapitalist devrimi gerçekleştiren Mustafa Kemal’e rağmen yabancıların desteklediği karşıdevrimcilerin etki alanına girmiştir. Biz Mustafa Kemal gençliği olarak, saptırılan devrimi rayına oturtmaya azimliyiz, kararlıyız. Bugün başlayan yürüyüşün amacı budur.”

HEYKELİN TARİHÇESİ VE ANLAMI

Onur Anıtı, Samsun’un İlkadım ilçesindeki Atatürk Parkı’nda yer alan ve şehrin simgesi hâline gelen anıttır. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı noktaya dikilen anıt Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı sayılan bu anı simgeliyor.

Anıtın heykeli Samsun Valisi Kâzım Paşa tarafından Samsun halkı adına Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel’e 1927 yılında sipariş edilmiş, aynı yıl 19 Mayıs günü kaidenin resmî temel atma töreni yapıldı. 1928 yılında Viyana’da başlayan heykelin yapım süreci 1931 yılında sonlanmış ve heykel kaidesine 29 Ekim 1931 tarihinde dikildi. 15 Ocak 1932 tarihinde anıtın resmî açılışı yapılarak cumhuriyet tarihinin on üçüncü anıtı, Heinrich Krippel’in ise Türkiye’deki dördüncü anıt çalışması oldu.

Tunçtan yapılmış olan heykelin yüksekliği 4,75 metre, taş blok kaidenin yüksekliği 4,10 metre olarak tasarlandı. Tüm anıtın yüksekliği ise 8,85 metredir.

Samsun Valisi Kâzım Paşa’nın ortaya attığı fikrin ardında 19 Mayıs 1927 tarihinde Kâzım Paşa’nın katıldığı kaidenin temel atma töreniyle de anıtın inşa süreci resmen başlatıldı. Anıt için daha önce Ankara Ulus’taki Zafer Anıtı’nın inşası için açılan yarışmayı kazanan Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel ile 37 bin dolar karşılığında anlaşılarak eseri yapması istendi.

Heinrich Krippel, heykeldeki vücut ölçüleri ve surat kompozisyonunda daha önceki çalışmaları için Mustafa Kemal’in Ankara’daki ikâmetine giderek aldığı ölçüleri esas almış, heykelin çalışmalarını da Türkiye’de gerçekleştirmiştir.

Heykelin tunç döküm işlemleri ise 1928 yılında Viyana’daki Vereinigte Metallwerke dökümhanesinde başlamış ve 1931 yılında 32 parça hâlinde sonlanmıştır. Döküm aşamasından sonra temizlik ve rötuş işlemleri için dökümhanede birleştirilen anıt bu işlemlerin de tamamlanmasının ardından tekrar sökülerek her bir parça ayrı ayrı Türkiye’ye getirilmek üzere sandıklandı.

Hamburg’dan Deutsche Levante-Linie kumpanyasının Nicea vapuru ile taşınan anıtın parçaları 15 Ekim 1931 tarihinde Samsun’a ulaştırıldı. Samsun’a ulaşan heykelin parçalarının monte edilme işlemleri hemen başlatılarak Avusturyalı bir mühendisin de yardımıyla 29 Ekim 1931 tarihinde heykel kaideye monte edilerek günümüzdeki halini aldı.

İşte Samsun’dan bu akşamki fotoğraflar:

Odatv.com 03 Şubat 2022
ADD web TV, chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/viewer.html?pdfurl=https %3A%2F%2Fwww.add.org.tr%2Fwp-content%2Fuploads%2F2022%2F02%2FSamsunda-Ataturk-nobeti.pdf&clen=297325&chunk=true 

MADIMAK VAHŞETİ VE ÇIĞLIĞI ASLA UNUTULAMAZ…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

MADIMAK VAHŞETİ VE ÇIĞLIĞI ASLA UNUTULAMAZ…

Bu gün çok ama çok acı bir gün. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas ‘ta Madımak Otelinde gerçekleştirilen ahlak, vicdan ve insanlık dışı katliamın 28. Yılı. Madımak’ta yalnızca 35 insan yakılmadı; o insanlarla birlikte akıl, bilim, felsefe, inanç, sanat, kültür, özgürlük, insanlık, çağdaş düşünce, sevgi, barış, kardeşlik ve halkların birlikte yaşama umutları da ateşe atıldı.

Bu katliam ve vahşetle, çağdaş ve bilimsel değerler üzerine bina edilen, “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” ve tüm yurttaşların eşitliği esasına göre yeniden yapılanan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yani Atatürk Devrimlerinin temelleri dinamitlemek istendi. Ana hedef çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin yurttaşlarını birbirine düşürmekti. Alevi – Sünni ekseninde, Cumhuriyetin kardeşlik ve barış içinde yaşayan yurttaşlarını feodal teokratik, Ortaçağın din ve mezhep savaşlarına geri döndürmekti. Bu konuda iç ve dış şer güçler hep işbirliği içinde olagelmişlerdir.

Peki neden Aleviler hedef seçildi. Durum çok açık ve net. Çünkü Aleviler Kurtuluş Savaşında Atatürk’ü içtenlikle desteklediler. Cumhuriyet kurulduktan sonra da, hem Cumhuriyet değerlerinin ve hem de Atatürk ilke ve devrimlerinin yanında yer aldılar. Durum günümüzde de büyük oranda böyledir.

İnsanlar kendi tarihlerini iyi bilmek ve tarihten doğru dersler çıkarmak zorundadır. Kerbela’dan Madımak vahşetine dek olan süreçte, küçük istisnalar (AS: ayrıklar) dışında, Aleviler yüzyıllar boyunca horlandılar, dışlandılar, ayrımcılığın, düşmanlaştırmanın, sürgünlerin, kıyımlar ve katliamların muhatabı oldular. Yürek paralayan bitmez acıların sürekli taşıyıcıları ve kiracıları olmak zorunda kaldılar…

Büyük Önder M.K. Atatürk, kurduğu demokratik ve laik cumhuriyet ve bu cumhuriyetin bedenlenmesine yarayan çağdaş hukuk, yurttaşların eşitliğini esas alan devrim ve ilkelerle Alevi- Sünni farklılığını kökten çözmek, feodal, teokratik, şeriat temeline dayalı devlet düzenini yok etmek istedi.

Bu anlamda, Türkiye’deki bağnaz ve din istismarcılığına dayalı tüm kalkışmaların ana ya da gizli hedefleri sürekli Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Atatürk Devrimleri ve İlkeleridir. Yani çağdaşlaşmadır.

  • Aleviliğe saldırı, özünde cumhuriyet değerlerine saldırı demektir.

Madımak Vahşeti konusunda birçok şiir yazıldı, besteler yapıldı, onlarca kitap kaleme alındı, yüzlerce konferans ve panel düzenlendi. Tiyatro oyunları sergilendi… Tüm bu yapıtların (eserlerin) ana temalarına göre;

  • Madımak Vahşeti ile laik ve demokratik Cumhuriyetin hedef alındığı fikrinde birleşilmektedir.

Yabancı ve yerli işbirlikçi ve uzaktan kumandalı siyasal şer güçlerin maşa olarak kullandıkları din baronları ve dini özünden saptırarak para, makam ve siyasal güç aracı yapmak isteyen din tüccarları bugün bile devletimizin ve milletimizin yakasından düşmüş değillerdir…
***
Son söz                            :
Ancak akla, bilime, hukukun üstünlüğüne ve insanların eşitliğine dayalı Demokratik ve Laik Cumhuriyetimiz bizlerin yani tüm çağdaş insanların eğer olmazsa olmazı ve kırmızı çizgisidir. Hep öyle kalmalıdır.

  • Çözüm düşmanlaştırmada değil, dostluk ve se sevgidedir.
  • Çözüm ayrıştırmada değil bütünleştirmededir.
  • Çözüm  geriye dönük yaşama reçetelerinde değil halkın birliğini ve refahını (AS: gönencini) önceleyen sürekli ileriye ve çağdaşlaşmaya dönük plan ve projelerdedir (AS: tasarımlardır).

Madımak vb. kıyım ve vahşet olaylarında yaşamını yitiren inanç bilim ve kültür şehitlerine Tanrıdan rahmet, hepsinin ailelerine ve Ulusumuza başsağlığı dilerim.

Laikliğe dokunmak ateşle oynamaktır

Prof. Dr. Yakut Irmak ÖZDEN

ATATÜRK KÜLTÜR VAKFI BAŞKANI
Cumhuriyet, 20 Nisan 2021

Son günlerde gündemi işgal eden kimi olaylar ve hükümetçe alınan kararlar laiklik konusunda bazı anılarımı canlandırdı. Öncelikle bunlardan ikisini sizlerle paylaşmak istiyorum.

2000’li yılların başında bir cuma günü görev yapmakta olduğum İstanbul Üniversitesi’nin “profesörler evi” diye andığımız restoranında Beyazıt Meydanı’na bakan bir camın önünde öğle yemeği yerken, Beyazıt Camisi’nin yakınlarında dolaşan kara çarşaflı iki kadın dikkatimi çekmişti (o kıyafetle erkek de olabilirlerdi doğal olarak).

‘YA LAİKLİK!..’

Derken cuma namazının cemaati camiden çıkmaya başlayınca bu iki kişinin taşımakta olduğu paketten üzerinde gayet okunaklı biçimde “ya laiklik rezilliği ya hilafet güzelliği” yazan bir pankart çıkarılıp açıldı birden… Neyse ki camiden çıkanlar bu iki kişiye ve taşıdıkları pankarta herhangi bir ilgi göstermeden dağıldılar. Bugün olsa ne yaparlardı bilemiyorum…

Laiklik konusu geçtiğinde hep aklıma gelen bir diğer anıma gelince. Uzun yıllar önce, (1980’lerin sonuna doğru) Malezya’da “nüfus ve ana-çocuk sağlığı” temalı bir uluslararası kongreye “Türkiye’de aile planlaması yasaları ve uygulamaları” konusunda bir bildiri sunarak katılmıştım. Konuşmamın sonunda yanıma yaklaşan genç bir hekim hanımın sorusu şuydu: “Ülkeniz insanlarının hemen hemen hepsinin Müslüman olduğunu biliyorum. Peki, bu yasaları nasıl çıkarabildiniz?” Ben de kendisine, nüfusumuzun büyük çoğunluğu Müslüman olsa da devlet yönetiminin ve yasama erkinin Atatürk devrimleriyle laikleştiğini anlattığımda, yüzüme imrenerek bakmış ve “Ne kadar talihlisiniz” demişti…

Son zamanlarda tanık olduğumuz bazı gelişmeler laiklik karşıtı ödünlere işaret etse de ben Cumhuriyetimizin bu çağdaş düzeni içinde doğup büyümüş ve pek çok konuda laikliğin nimetlerinden yararlanmış olan üst düzey yöneticilerimizin bu nimetlerden vazgeçmek hevesinde olacaklarını pek sanmıyorum. Burada gördüğüm tehlike, bu kişilerin siyasal tabanlarını genişletmek ve güçlendirmek amacıyla hoşgörüyle baktıkları ve destekledikleri tarikatların oylarını kaybetmemek için laiklikten verecekleri ödünlerin kontrolden çıkmasıdır… Bu bağlamda İsmet Paşa’nın “Ben irticadan korkarım; zira Mehmetçik karşısında yeşil bayrağı görünce donup kalır” deyişi hep aklımdadır.

DEVRİMLERİN KOÇBAŞI

Bildiğimiz gibi uluslararası düzeyde antiemperyalizmi, ulusal düzeydeyse çağdaşlaşmayı hedefleyen Atatürkçülük, bu hedefleri gerçekleştirebilmek için “6 Ok” la özetlenen ilkelere dayanır. Bu ilkeler, tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirini tamamlar. Bu ilkeler arasında laikliğin temel bir önemi ve rolü vardır. Gerçekten de Atatürkçü hedeflerin çoğunun laikliğin yokluğunda gerçekleşememiş ya da varlığını sürdürememiş olacağı açıktır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında pek çok aydın, düşünür toplumu çeşitli yönleriyle çağdaşlaştırmayı hedeflemişler ama laikliğin yokluğunda tasarladıkları atılımları gerçekleştirememişlerdir.

  • Laiklik, tüm ilerici ve devrimci atılımların önünü açmıştır.

Yazımı bitirirken laikliğin ülkemiz için olduğu kadar tüm insanlık için de gelişime ve çağdaşlığa giden devrimci yolların kapılarını açan değerli bir anahtar olduğu inancımı bir kez daha vurgulamak istiyorum.