Etiket arşivi: Arap Baharı

MAHSA AMİNİ

Suay Karaman

İran’ın başkenti Tahran’da ahlak polisi adı verilen İrşad devriyeleri tarafından 13 Eylül 2022’de örtünme kurallarına uymadığı ve saçlarının göründüğü gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra komaya girerek hastaneye kaldırılan 22 yaşındaki Mahsa Amini adlı genç kız, 16 Eylül günü yaşamını yitirdi. Tahran polisinin yaptığı açıklamada, İrşad devriyesinin Mahsa Amini’yi bir saatlik ‘brifing’ için karakola götürdüğü, genç kadının burada aniden bilincini yitirmesi ve kalp rahatsızlığı yaşaması üzerine hastaneye gönderildiği bildirildi.

Mahsa Amini’nin yakınları ve görgü tanıkları, aniden bilincini yitirmesi yönündeki açıklamaları reddederek, polis merkezine getirilmeden önce şiddet uygulandığını ve gözaltındayken aldığı yaralar nedeniyle öldüğünü açıkladılar. Bu olay ülkede büyük protesto gösterilerine sahne oldu. Genç kızın 17 Eylül’deki cenaze töreni sonrasında, Tahran’da protestolar başladı ve gösteriler daha sonra ülke geneline yayıldı. Halk, rejime karşı ayaklanmaya başladı, kadınlar sokaklarda örtülerini çıkartıp, yaktı ve başları açık olarak sokaklarda dans ettiler. Bu olayın sonucunda İran’daki yobaz rejime karşı kimi ülkelerde de protesto gösterileri düzenlendi.

Gerçekte İran’daki çağdışı rejimi kimse istemiyor. Yaşanan bu olaylar rejimin yıkılmasına yol açabilir. Ancak şimdi, bu olayların İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma süreciyle ilgili olacağı da düşünülmelidir. Bu olaylar, yönetilen bir sürecin sonucunda da olabilir. Çünkü eğer istenseydi hiçbir görüntü verilmezdi, sanki Arap Baharı‘na gidiliyor gibi bir izlenim var. İran yönetimleri, arada bir bunun gibi olayların olmasını destekler. Bu olaylarla reformcular ortaya çıkar, bazıları cezaevine konur ve reformcuların büyümeleri engellenir. Böylece hem rejim karşıtları temizlenmiş olur, hem de bu yönde düşünen insanların direnci düşürülmüş olur. Bu yüzden her seferinde olaylar başlar ve biter; sonuçta kazanan hep İran’ın molla rejimi olur. Ancak bu yaşananlar 2010 ya da 2019 yılındaki gibi değil, protestolar öncekilerden farklı çünkü ilk kez kitlesel olarak kadınlar böyle bir protestoya öncülük etmektedir; bu çok önemli. Gerçekte İranlı kadınların özgürlük ve demokrasi istemleri insanlığın ortak istemleridir.

  • İran halkının özgürlük, eşitlik ve çağdaşlık mücadelesinin desteklenmesi gereklidir.

İslam dini felsefeden kopuk, bilimsel gerçeklere sırt çevirmiş, yalnızca biçimcilikle anlatılmaktadır ve hurafelerle (boşinanlarla) yürütülmektedir. İşte en büyük yanlış ve talihsizlik budur. Bin yılı aşkın süredir İslam dünyasında değişen ve gelişen hiçbir şey yoktur. Bilim yok, teknoloji yok, buluş yok. Demokrasi, adalet, eşitlik yok. Kadın hakları, çocuk hakları, insan hakları yok.

  • Laikliğin olmadığı İslam ülkelerinde çağdaşlık da yoktur, zaten olamaz da.

Bunların yanında dinle insanları kandırmak çok, sahtekârlık çok, yağma çoktur. 1500 yıl öncesinin kurallarıyla günümüzde aydınlanmaya, çağdaşlaşmaya ulaşmak olanaksızdır.

20 yıldır ülkemizi de ortaçağ karanlığına götürmek isteyen siyasal iktidar, İranlıların kadınıyla, erkeğiyle karanlığa karşı direnmelerini görmemektedir. Aynı biçimde siyasal partilerden de ses çıkmamaktadır. Tutucu siyasal partiler bir yana, Atatürkçü olduklarını söyleyen siyasal partilerden de ses yoktur. Yaşanan bu korkunç olaydan 12 gün sonra İyi Parti genel başkanı, “baskıya başkaldıran kadınları selamlıyorum” diye açıklama yaptı. İlkelerinde laiklik olan CHP ise bu konuda suskundur, tepkisizdir. İran’da yaşananlar konusunda görüş açıklamak, İran’ın içişlerine karışmak anlamına gelmez. Aksine demokrasiden yana olan hukuk kurumlarının, siyasal partilerin, kitle örgütlerinin ve insan haklarını savunan herkesin bu konuda mutlaka söyleyeceği bir şeyler vardır, olmalı da.

İran’da molla rejimi gelirken Şaha karşı direnenler içinde aydın sanılan kişiler de vardı. Mollalar gelince kıyıma önce aydınlardan başladı ve sonra şeriat düzenini getirdiler. Ülkemizde de 20 yıl önce Atatürkçü geçinenler “gömlek değiştirdi” diyerek Tayyip Erdoğan’ı televizyonlarda parlatmışlardı. 2008 yılındaki Ergenekon davalarında “dibine dek gidilsin” diyenler ve 12 Eylül 2010 halk oylamasında “yetmez ama evet” diyenler, kendilerini aydın sanan insan taklitleriydi. “Laiklik tehlikede değildir” diyen işbirlikçilerle, bugün ülkemizde laiklikten söz edilememektedir.

  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin türban için “siyasi İslam’ın simgesidir” kararına karşı,

kıyafet özgürlüğü gibi saçma sapan sözler söyleyenler, çarşafa parti rozeti takanlar, türbanlılarla, tarikatlarla, cemaatlerle helalleşenler yaşadığımız sıkıntıların sorumluları arasındadır.

Diyanet Akademisi’ne hayır oyu vermeden kabul edilmesi ihanetinin hesabını veremeyenler ve bu yasanın iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne gidemeyenler, demokratik ve laik cumhuriyetimizin karşısında olan işbirlikçilerin yanında yer almışlardır.

İran rejiminden de, kimi İslam ülkelerindeki şeriatçı rejimlerden de gerekli dersleri çıkarmalıyız.

  • Bugün ülkemizde laiklik büyük bir tehlike altındadır!!

Laiklik demokrasinin güvencesidir, eşsiz önderimiz Atatürk‘ün kurduğu demokratik ve laik cumhuriyetimizin değeri her geçen gün daha çok anlaşılmaktadır.

Tam bağımsız, demokratik ve laik, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti için
hep birlikte bilinçli ve örgütlü olarak mücadele etmeliyiz.

Azim ve Karar, 26 Eylül 2022.

Emperyalizm ve İslamcılık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
05 Eylül 2022, Cumhuriyet

Siyaset bilimci Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde, Batı uygarlığıyla Doğu’daki İslam uygarlığı arasındaki çatışmalara dikkat çektiğinde, bu tezi ilk eleştiren kişilerden birisi felsefeci ve dil bilimci Noam Chomsky olmuştu.

Chomsky, Huntington’ın iddia ettiği gibi Batı ile Doğu arasında bu bağlamda bir çatışmanın olmadığını, başta ABD olmak üzere Batı’nın, emperyalizmin bir sonucu olarak nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu birçok ülkede İslamcı hareketleri desteklediğini, aksine ulusalcı ve laik yönetimlere ve hareketlere karşı mücadele ettiğini vurgulamıştı.
***
Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Afganistan, Pakistan, Mısır, Türkiye, Suriye, Libya gibi ülkelerdeki İslamcı, köktendinci, teokratik yönetimler veya hareketler, ABD tarafından yıllarca desteklenmiştir.

Suudi Arabistan, petrol ve savunma sanayi alanında, ABD’nin en büyük ticari ortaklarından birisidir. ABD’nin bu ülkede birçok askeri üssü bulunmaktadır.

Pakistan’daki İslamcı hareketler, ABD destekli Ziya ül Hak diktatörlüğü döneminde gelişmiştir. Afganistan’daki İslamcı, şeriatçı güçler, Pakistan’da korunmuş ve kollanmıştır.

Afganistan’daki El Kaide ve Taliban hareketi, ABD’nin 1980’li yıllardan itibaren (AS: başlayarak) İslamcı, köktendinci hareketlere verdiği desteğin sonucunda doğmuştur.

ABD, Taliban ile çatışma haline girdiği yıllarda bile, Irak’ı işgal ettiği dönemde Irak’a gönderdiği asker sayısından, on binlerce daha az sayıda askerini Afganistan’a göndermiştir ve yıllar sonra da bütün askerlerini geri çekmiştir.

ABD’nin, Afganistan’daki İslamcı, köktendinci hareketlerle yıllarca yaptığı işbirliğini hazmedemeyenler, görünüşleri gerçeklik sananlar, ABD’nin Afganistan’dan yenilerek çekildiği hurafesine sarılmışlardır, Huntington’ın tezlerinin çerez malzemesi konumuna düşmüşlerdir.

Suriye’de ve Libya’da, ABD’nin, “Arap Baharı” adı altında desteklediği İslamcı ve köktendinci hareketler, Arap kâbusuyla sonuçlanmıştır; Libya ve Suriye’de çıkan iç savaşta, yüz binlerce insan yaşamını yitirmiştir; iki ülke de bölünmüş ve parçalanmıştır.

Türkiye’de, Kenan Evren’in öncülüğündeki 12 Eylül askeri darbesi, ABD tarafından desteklenmiştir; bu darbeden sonra, sosyalist, komünist, sosyal demokrat, demokratik solcu, Atatürkçü, Kemalist hareketlerin etkisiz hale getirilmesinin ve bölünüp parçalanmasının bir sonucu olarak Türkiye’de, RP, AKP ve Fethullah Gülen hareketi üzerinden, İslamcı, köktendinci siyasetçiler iktidara gelmiştir.

Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin, sosyal demokrasiyle bağdaşmadığını savunarak CHP’yi bölmek ve parçalamak operasyonunun arkasında da ABD emperyalizmi vardır. Cehaletin ve bilgisizliğin sonucunda, emperyalizmin bu oyununa alet olanlar, bu nedenle çok dikkatli olmalıdırlar!
***
AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın desteğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı yapılan ve Erdoğan tarafından yıllardır korunup kollanan İsmail Kahraman adlı şahsın, Türkiye’deki kentlerin, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, emperyalist güçlerin işgalinden kurtarılmasının kutlanmasına karşı olduğunu açıklamasına, bu nedenlerle şaşırmamak gerekir.

Bu zat birkaç yıl önce de laiklik ilkesinin anayasada olmasına karşı olduğunu ilan etmişti!

Aynı zat 1960’lı yıllarda, ABD’nin 6. Filosu’nu protesto eden vatansever solculara saldıran faşist ve dinci örgütlenmeye liderlik etmişti!

  • İsmail Kahraman geçmişte de emperyalizmin uşağı idi,
    bugün de emperyalizmin uşağıdır!

Yine Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan ve “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu ne ise İsmail Kahraman da odur!
***

  • MHP de Türkiye’de kurulan bu emperyalist mekanizmanın parçasıdır.

MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş, ABD’de askeri okullarda eğitim almıştır, ABD ve CIA ile her zaman yakın ilişkiler içinde olmuştur.

MHP 1970’lerde CIA destekli “Kontrgerilla” hareketinin bir parçası olduğu gibi, AKP’ye verdiği destekle, bugün de ABD’nin hizmetinde hareket etmeye devam etmektedir!

Emperyalizme karşı gerçek bir mücadelenin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin kurulmasıyla verilebileceğini kavrayamayanlar, büyük bir tarihsel yanılgı içine düşmüşlerdir!

Vatansever olduğunu iddia edenler, dogmatik uykularından uyanmadıkları sürece, Türkiye’nin yaşanan kâbustan kurtulması olanaksızdır!

MELTEM TV konuşmamız : TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK Yapısını dinamitleyerek parçalamak!

Dostlar,

Dün, 25 Mart 2022 günü akşam haberlerinde MELTEM TV‘de idik.

23 Mart 2022 günü saat 14:00’te FLASH TV‘de Sn. Gülgün Feyman Budak ile yaptığımız programı yineleyecektik.

Konu : «TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK Yapısını dinamitleyerek parçalamak!» idi.

Sn. Budak’ın bir engeli çıkınca, Meltem TV’de Sn. Kerem Aktacir bizi konuk aldı.

Saat 19:00 – 20 haber kuşağında 30. dakikada başlayan konuşmamız 25 dk. sürdü.

(1021) CANLI YAYIN (HABERİN İÇİNDEN) – YouTube

Özellikle R.T. Erdoğan’ın neden ülkemize 10 milyona yakın “yabancı” yı soktuğunu (kabul ettiğin değil!!) irdeledik.
BOP Eşbaşkanı olduğunu kezlerce TV’lerde açıklayan Erdoğan, ülkemizin ulusal çıkarlarını korumuyor. Tam tersine, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile öngörüldüğü çerçevede parçalanmasına yol açacak politikalar izleniyor.  Bu harita çok açık ve Haziran 2006’da ABD Armed Forces Journal’de yayınlandı (E. Alb. Ralph Peters). Aşağıdaki harita dikkatle incelendiğinde ülkemizin doğu  güneydoğu topraklarının Kürdistan ve Ermenistan’a verilmesinin tasarlandığı görülmekte.


Bu bağlamda ABD, 2011’de Arap Baharını başlattı ve Suriye’de iç savaş çıkardı, İslamcı ve köktendinci terör örgütlerini de kullanarak. Türkiye ile Suriye ve Erdoğan ile B. Essad dost idiler ancak birden bire seçilmiş devlet başkanı B. Essad, ABD ağzıyla “Esed” oldu AKP’nin de dilinde. BM tarafından tanınan uluslararası hukukça meşru Suriye devleti ve hükümeti, “rejim” diye nitelenmeye ve başlandı. Türkiye, BD taşeronu olarak Suriye’yi parçalama planına katıldı ve ardından milyonlarca Suriye’li ülkemize aktı.

Türkiye’deki Suriye’li sayısı 8,3 m olarak kestirilmekte. Irak, İran, Afganistan, Libya… pek çok ülkeden gelenlerle birlikte toplam “yabancı”  sayısı 10 milyonu aşmakta. 2021 nüfusu 85+ m olan ülkemizde, yerli nüfusunun %10’undan çok “yabancı” var farklı uluslararası konumlarda (statülerde). Bir kez bu çok yüksek sayı ve oran, orantılılık ilkesiyle çelişmekte.

Kadın başına doğum Suriye’li kadınlarda 5,3, Türk kadınlarında 1,9. Vatanından olmuş, gurbet ellerde bu insanlar neden bunca çok çocuk yapar?? Hatay oldu “SATAY”.. her yer satılmakta. 2011’den bu yana 1,3 milyon Suriye’li bebek doğdu bu ülkede. Böyle giderse önümüzdeki yıllarda Suriye’li Arap nüfus daha da hızla çoğalacak ve 2050’de 50 milyonu aşarak ülkemiz nüfusunun 1/3’üne erişecek. Bu kez etnik azınlık hakları gündeme getirilecek. Arapça 2. resmi dil olsun, nüfusun yoğun olduğu yerlerde yerel özerklik verilsin. Milletvekillerimiz, Bakanlarımız olsun, TBMM’de kotamız ve Arap partisi olsun..

Bunların AKP = RTE tarafından öngörülmediği söylenebilir mi?
Bir yandan da vatandaşlık dağıtımı sürüyor.. Ulufe gibi..
Yeryüzünde belki de en ucuz vatandaşlık bizimki! 250 bin Dolar getirip ev alan vatandaş oluyor! Suriye’liler bir yandan gettolaşırken bir handan da örneğin Altın ticaretiyle varsıllaşıyor. 250 bin Dolara ev alan zaten vatandaşlığı cebine koyuyor.

Bu insanlar uluslararası hukuka göre “göçmen” değiller…
Mülteci olmak isteyen “sığınmacı” da değiller.
Mültecilik başvurusu yapan ve sonlandırılanların sayısını bilmiyoruz. Bu istem olumsuz yanıtlandığında, BM Cenevre Andlaşmasına göre 1-2 yıl içinde yurt dışına çıkarılması gerekiyor. Türkiye kendince “uydurma” bir sözcük – konum üretti : Geçici Koruma Altına olanlar.. Adı üstünde, “geçici”… Ama kaç yıl? Cenevre Sözleşmesinde bu süre 1-2 yıl.

AB Türkiye’yi depo ülke olarak aşağılıyor ve horluyor. Gelen parasal destek komik düzeyde ve ülkemizin onurunu aşağılıyor. Sanıyoruz 3+3 milyar Avro düzeyinde. Ancak Türkiye’in harcamalarının 45 milyar Doları aştığı belirtilmekte ve sürekli bir gider. Türkiye dışında da sınırın güneyinde, İdlip yöresinde 3,5 m dolayına Suriyeli’nin yaşam desteği de ülkemizce sağlanmakta. Bu yüke hangi ulusal Hazine dayanabilir??

AKP = RTE ülkemizin laik – uygar – Batı’ya dönük yüzünü ilkelleştirmek, toplumu ÜMMETLEŞTİRMEK hevesinde. Cumhuriyetçi – aydınlanmacı kesimlerden oy alamıyor ve onları marjinalleştirmek, psikolojik olarak baskılamak ve sürü toplumdan oy almak istiyor. 2023 seçimleri de AKP = RTE için yaşamsal. Elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı ve mahkum.

Kamuoyu yoklamalarında AKP seçmeni %84 oranında bu yabancıların çok büyük oranda ülkelerine gönderilmeleri eğiliminde. Öbür kesimlerde de bu beklenti çok yüksek. Ancak Erdoğan ısrarla bu insanların geri gönderilmeyeceklerini belirtmekte ve bir anlamda politik risk almakta. Niçin acaba? Erdoğan seçeneksiz mi? Öyle görünüyor.. taşeron bir iktidar ülkesini her bakımdan çıkmaza sokacak politikalar izliyor… ekonomide duvara dayandık. Öte yandan ABD Senato Başkanı, Erdoğan’ın malvarlığını açıklama tehdidi savuruyor ve tık çıkmıyor. Dolayısıyla,

  • Erdoğan ve partisi her bakımdan tutsak alınmıştır ve ülkemizin çıkarlarını koruyabilecek durumda değildir, tersi yönde ise yönlendirilmektedir. 

    Tüm bu gerekçelerle, Suriye – Esad ile barış temelli komşuluk ilişkilerinin yeniden kurulmasını beklemek gerçekçi değil.

AKP = RTE iktidarının gerçek yüzünün halka tarafından yaygın olarak öğrenilmesi zorunludur. Böylelikle 2023 Haziran seçimlerinde iktidardan uzaklaştırılabilir. Türkiye, demografik yapısının hızla ve hoyratça bozulması üzerinden ciddi biçimde kararsızlaştırılacak, demografik bomba toplumda patlatılacaktır. Tek yol, tüm bunları halka yaygın olarak anlatmak ve bir an önce bu iktidardan seçimle kurtulmaktan geçiyor.

25 dakika boyunca ayrıntılı olarak anlatmaya çabaladık. Erişke (link) yukarıda ve aşağıda.. Tıklanıp izlenmesi, paylaşılması ve gereğinin hızla yapılması dileğimizdir.

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

KİLİS’TE TAHRİBAT ÇOK BÜYÜK!

Türker Ertürk
(E) Tuğamiral, ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi
KILISTE-TAHRIBAT-COK-BUYUK.pdf (add.org.tr)

Bu gün (7 Aralık 2021), Kilis’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıldönümünü idrak ediyoruz ve kutluyoruz. Kilis, 1. Dünya Savaşı (1914-18) sonunda İngilizler tarafından 6 Aralık 1918’de işgal edilmiştir. İngilizler yerlerini 22 Ekim 1919 tarihinde, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşması gereğince Fransızlara bırakmışlardır. Kilis savunması henüz başlamadan önce, 28 Ekim 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen büyük Mustafa Kemal Paşa;

  • Halep’te gördüğüm vaziyet karşısında sağlam bir Türk toprağına ayak basmadan düşmana karşı koymanın hemen hemen imkânsız olduğunu iyice anlamıştım. 40 asırlık Türk Yurdu düşman eline bırakılamazdı. Şimdi ilk ayak bastığım Türk şehrindeki bu uyanıklığa cidden hayran kaldım. Ve bir daha iman ettim ki; bu millet asla ölmeyecektir. Var olun Aziz Kilisliler…” demiştir.

Suriyelilerin Nüfus Üstünlüğü Artıyor

Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle Kilis’te Kuvayı Milliye daha etkin ve mücadeleci bir hale dönüştürülmüş, 24 ay Kilis sokaklarında işgalciye karşı direniş gösterilmiş ve kurtuluşa ulaşılmıştır. Kilis, toplam olarak iki yıl düşman işgalinde kalmış olmasına rağmen (AS : karşın) son 20 yılda gördüğü tahribatı ve zararı görmemiştir. 1918’de Atatürk’ün de ifadesiyle bir Türk toprağı görünümü veren Kilis’in nüfusunun çoğunluğu artık Suriyeli ve doğurganlık farklılığı nedeniyle Suriyelilerin nüfus üstünlüğü dramatik bir biçimde artıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde, bir nebze bile vatan sevgisi olan ve ülkesine ve geleceğine karşı sorumluluk duyan bir iktidar böyle bir duruma rıza göstermez.

Kontrolsüz Kitlesel Göç

Bugün ülkeler için en büyük tehdit; kontrolsüz kitlesel göçtür. Bu tehdit değerlendirmesi, içinde
bulunduğumuz NATO için de böyle. Bu değerlendirmeye katılmış ve altını da imzalamışız. Çok zengin ülkeler bile sığınmacıları seçerek alıyor, bir program dahilinde topluma entegre ediyor ve dilini öğretiyor. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” anlayışı Türkiye hariç hiçbir ülkede yok! Türkiye’yi yöneten iktidar ise toplumun huzurunu ve bekasını düşünmek bir yana, gelecekte ne gibi problemler yaratacaklarını hesaba katmadan ülkemize sığınmacıları doldurdu!

Yalnız Suriye’den 5 milyona yakın insan ülkemize getirildi

Tabii ki resmi rakamlara inanmak güç. Bu iktidar döneminde açıklanan rakamlar kandırmaya ve manipülasyona (AS: oynanmaya) yönelik. Aynen enflasyon ve işsizlik rakamları gibi! Kilis’teki bu vahim durumu yerinde de gördük. Geçtiğimiz hafta sonu, 3-5 Aralık 2021 tarihleri arasında Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi’nin davetlisi olarak Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinliklerine katılmak ve

  • “Atatürk İlke ve Devrimleri Işığında Kurtuluşundan Günümüze Kilis”

konusunda bir konferans vermek üzere Kilis’teydik. Tüm şehri dolaştık, toplumun her kesimiyle
ve özellikle esnaf vatandaşlarımızla konuştuk ve dertleştik. Ekonomik olarak şehrin üzerine bir bomba düşmüş gibi. Esnaf perişandı ve siftah yapamadan günü geçirebildiklerini, sattıkları fiyata aynı malı alıp yerine koyamadıklarını anlattılar. Suriyelilerin vergi vermeden esnaflık yapabildiklerini ve haksız rekabeti örnekleriyle ifade ettiler. Yani iktidar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir anlamda cezalandırıyor.

Ateş Püskürüyorlar

Kilis’te bazı mahalleler, caddeler ve sokaklar tamamen (AS: tümüyle) Suriyelilerin yaşam alanı haline gelmiş. Dükkânlarında tüm yazılar Arapça ve yanlarına Türkçe karşılıklarını yazmaya ihtiyaç bile duymamışlar. Kendi aralarında getto kültürüyle yaşıyorlar, Türkçe’ye ihtiyaçları da yok. Çoğu okulda Suriyeli öğrenciler sayıca Türk öğrencilerden çok daha fazla. Bazı okulların 30-40 kişilik sınıflarında en fazla 5 veya 6 Türk öğrenci var. Bunları anlatanlar, bu okullarda öğretmenlik yapanlar.

  • Böyle giderse bu durum Türkiye’nin başına hem de çok yakın bir gelecekte büyük sorunlar açacak.

Bu arada CHP Kilis İl Başkanlığı’nı da ziyaret ettik; sohbet konumuz yine aynı sorunlar üzerineydi. Konferansa İyi Parti Kilis İl Başkanlığı da tam kadro olarak geldi. Aynı şikayetleri onlar da dile getirdi. Bu iktidara yandaşlık yapmayan ve nemalanma peşinde koşmayan, solcusuyla sağcısıyla tüm Kilisliler iktidarın ve sürdürdüğü politikaların Kilis’i mahvettiğini söylüyor. Ülkücü vatandaşlarımızı da dinledim; hepsi AKP’ye ve MHP’ye ateş püskürüyordu.

İktidar Taşeronluk Yaptı

Kilis’in bu hale (AS: duruma) gelmesinin başat sorumlusu iktidarın bizatihi (AS: doğrudan) kendisi ve yaşananlar da onun Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) taşeronluk yapmasının sonuçlarıdır.

  • BOP, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı yeniden dizayn etmeye (AS: tasarlamaya) ve siyasal haritasını yeni baştan çizmeye çalışan projenin adı ve İktidar, bu projenin lehine yardım ve yataklık yaptı.

İktidar, BOP ve onun bir girişimi olan Arap Baharına balıklama daldı ve bu fırsatla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve Ortaçağın aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalini gerçekleştirebileceğini sandı. Bunun gerçekleştirilemeyecek boş bir hayalden öteye gidemeyeceğini Mart 2012’den bu yana köşe yazılarımızda yazdık ve ekranlarda anlattık. Ama iktidar bildiğini okudu ve Türkiye’ye tecavüz etmeyi planlayan projeye eş başkanlık etti. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyine bir dönem egemen olan IŞİD, Ocak-Ekim 2016 arasında ağırlıklı hedef Kilis olmak üzere, 70’i aşkın sayıda roket ve havan saldırısında bulundu, 10 Türk vatandaşı ve 12 Suriyeli sığınmacıyı öldürdü, 80 sivilin de yaralanmasına neden oldu.

Kimden İzin Aldınız?

Bu affedilmez fahiş yanlış nedeniyle, 5 milyon sığınmacı ülkemize doluştu, Kilis’in demografik yapısı radikal bir biçimde değişti, Türkler azınlığa düştü ve bu durum Türkiye için güvenlik ve ekonomi konularında birçok sorun daha yarattı. Bugün ekonomik olarak iflas etmemizin nedenlerinden biri de yapılan bu yanlışlardır.

  • Hulusi Akar’ın ifadesiyle 9 milyon Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır Türkiye.

Bunun için kimden izin aldınız? Seçim kampanyasında; “Sizi aç bırakacağız, kuyruklara mahkûm edeceğiz, paranızı pul yapıp zamlara maruz bırakacağız ama 9 milyon Suriyeliye bakacak ve onların hayır dualarını alarak size hizmet edeceğiz” dediniz mi?

2 Aralık 2021’de Suriye Parlamentosu yine Hatay‘ın Suriye toprağı olduğunu öne sürerek, geri almak için her şeyi yapacaklarını açıkladı. Suriye, bu cesareti Türkiye’deki iktidarın yaptıkları ve Hatay’da Suriyeliler lehine değişen demografik yapı nedeni ile buluyor. Resmi rakamlara göre Hatay’a 500 bin Suriyeli geldi.

Başkasının Parası ve Projeleriyle Olmaz!

Yarın aynı talebi (AS: istemi) Kilis için yapmayacaklarının bir garantisi var mı? “Nüfusun çoğunluğu bizden, zaten eskiden Kilis, Halep’e bağlı bir yerleşim merkeziydi” derlerse ve Kilis’te bu yönde eylemler yaparlarsa bu, bugünkü yanlış politikaların eseri olmayacak mı?

İktidarın anlamadığı şu                        :

Kiralık kapitalle kapitalizm olmaz, borç parayla ve yabancıların projeleriyle “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlıcı” emperyalist girişimler başarıya ulaşmaz. Ancak BOP’un taşeronluğu yapılır, kaybeden biz, kazanan ise emperyalizm olur!

Oysa Atatürk;

Hangi istikbal vardır ki yabancıların planlarıyla ve nasihatleriyle yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir” demiş ve uyarmıştı!

Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinlikleri kapsamında bizi davet eden, Kilis’i yakından tanıma
ve Kilislilere hitap etme şansını veren Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi Başkanı Mehtap Okatan ve Yönetim Kuruluna teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim.

AKP’nin büyüme öyküsüne ihtiyacı var

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon ve borçluluk üçgeninde sıkışmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre faiz kararı iktisadi değil siyasi: “Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası…”

Siyasetin temel gündemi seçimler, seçimleri belirleyen en önemli değişken ekonomi. Dolar kuru her hafta yeni bir rekora koşuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı halka daha fazla enflasyon, işsizlik ve borç olarak yansıyor. Peki seçimler yaklaşırken bu göstergelerde bir düzelme mümkün mü? Olası bir iktidar değişikliğinde kapitalist pazar ekonomisi sınırları içinde halk kesimleri lehine ne tip düzenlemeler yapılabilir? Bu konuları Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon, borçluluk, kira, faturalar gibi önemli 5 başlıkla mücadele ediyor. Özellikle enflasyon verilerine halk kesimleri güvenmiyor. Bu güvensizliğin altında yatan ekonomik nedenler nedir?

Bunların başında enflasyon geliyor. Ama hangi enflasyon… Elbette ücret malı olarak ifade ettiğimiz gıda enflasyonu. Buradaki enflasyon TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat enflasyonundan çok daha yüksek düzeyde. 3,5 yıl öncekine göre halkımız gıdaya %70 daha pahalıya ulaşıyor. Aynı dönemde yani 2018’in ikinci çeyreğinden, 2021’in ikinci çeyreğine kadar ekonomi reel olarak kabaca %15 büyümüş. %70 enflasyon artı %15 büyüme olduğu düşünülürse halkta kimin maaşı %80-85 oranında arttı? 2021’in ikinci çeyreğinde reel büyüme %21. Aynı dönemde %19 enflasyon. Son bir sene içinde hangimizin maaşı %40 arttı?

Burada yeni bir büyüme modeliyle karşılaşıyoruz. Malumunuz buna ‘K tipi büyüme’ deniyor. Milli gelir istatistiklerine baktığınız vakit gelir yönünden hesaplanmış olan milli gelir tahminlerinde, ücret ve maaşların aldığı payın son 3 yılda 9 puan eridiğini gözlüyoruz. Sermayenin içindeki ikincil bölüşüm göstergeleri yani finans sermayesi, tarım ve sanayi bu resmin dışında. Bu bozulmanın altında yatan en önemli neden çok yüksek ücret malları yani gıda enflasyonu.

Bunun dışında bir de işsizlik bu bozulmanın önemli nedeni. Türkiye’deki işsizliği ölçümlemede başarılı yöntemler izleyen DİSK’teki meslektaşlarımızın ortaya çıkardığı gerçek şu ki; umudunu kaybettiği için iş aramaktan vazgeçen, bunun için de TÜİK’in işsiz sayısı içinde yer almayan, yaklaşık 10 milyona ulaşan ek bir kitle var. Hiçbir iş arama kanalını aylarca kullanmamış ama 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır, halkımızın tabiriyle ‘Ne iş olsa yaparım’ noktasına itilmiş 10 milyon insan… Bunun yanında kayıt dışı göçmen işçilerin baskısı, Türkiye ekonomisinin inişli çıkışlı dalgalı seyri de eklendiği vakit, ortaya işsizlikten öte bir istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Yapısal olarak istihdam dostu olmayan bir yapıda Türkiye ekonomisi.

DİPLOMALI İŞSİZLİĞE SÜRÜKLENEN BİR SÜREÇ

İş çevreleri işçi bulamamaktan şikayetçi. Özellikle sanayide. Nasıl değerlendirmek gerekir bu çarpıklığı?

Bugün nitelikli, odaklanmış, sektöre yönelik işgücünün daraldığını görüyoruz. Türkiye’de tüm ortaöğretim sistemimiz, öğrenciyi kapitalizminin bireyleri olarak yetiştiriyor. Yaratıcı olmayan bir ortaöğretim sistemimiz var. Ara eleman ya da tekniker yetiştirme sistemlerinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Liseden sonra üniversiteye, üniversiteden sonra diplomalı işsizliğe sürüklenen bir süreçle karşılaşıyoruz. Üniversite ile lise eğitimi arasında meslek okullarının yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu olmadığı için, sonuç olarak, mevcut üniversite sistemimiz itibarsızlaştırılarak, araştırma ve bilimsel üretim faaliyeti bir meslek edindirme faaliyetine indirgendi. Üniversite-sanayi işbirliği kavramı döndü dolaştı, amacından saptırıldı, bambaşka bir yere gitti. Vida sıkmaya, belli bir muhasebe sistemini kullanmaya, teknik becerileri öğrenmeye indirgendi.

2017 başından 2020 sonuna kadar geçen 4 yılda 3 milyon 977 bin konut hiç kredi kullanmadan peşin paraya satılabiliyor. Fakat milyonlar da kirasını ödeyemiyor. Kiralar halkın en önemli gündemiyle konut fiyatlarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu gözlemler bahsettiğimiz çarpık gelir bölüşümü süreçlerinin doğrudan sonucu elbette. Tasarrufların değerlendirilebileceği alanlar giderek daralıyor. Dolarizasyona sıkışmış dengesiz bir ekonomik görünüm var… Bahsettiğiniz tablonun imar rantı spekülasyonunun yansıması olduğunu düşünüyorum. Bir yerde bu ranta dayalı ekonominin -bir ödemeler dengesi krizi mi olur, bir toplumsal kriz mi olur öngörmek güç. buradaki köpüğün böyle bir krize kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu, bir bütünün parçası. Bedelini ise gençler, konuta ulaşmada güçlük çeken yoksullar ödüyor.

Bu tablo bize çok yabancı bir tarihçe değil. İşte 1990’lar Türkiye’si. Halk kesimlerinin tasarruf yapacak güçleri kalmamış durumda. Üst gelir düzeyindeki insanlar da tasarruflarını dövize, reel olarak da konuta araziye, yani imar rantına yatırıyor.

Yurttaş borçluluğu da özellikle ihtiyaç kredilerinde çok hızlı biçimde artıyor. Bu kredilerin daha da şişirilmesi artık mümkün mü?

Adı üzerinde ihtiyaç. Reel alım gücü düşen orta sınıfların giderek çözüldüğü bir ortamda, tam da AKP ekonomi yönetiminin ne olursa olsun tüketimi kamçılamak, ne olursa olsun insanları bir yerde afyonlamak. Bu borçlanma olanağı sayesinde alım güçlerini canlı tutmak görevi var. Nihayetinde temel hedef seçim gününe kadar bu görevi kazasız biçimde yerine getirmek. 2020 Covid dalgasında borçların ötelenmesi gibi tedbirler devreye girdi. Bunu sağlayacak bir mali alana yeniden ihtiyacı var hükümetin.

Dolar kuru 9,50’lerin üzerine çıkmışken, enflasyon ve işsizlik bu boyuttayken, bu inadı nasıl değerlendirmeliyiz?

AKP’nin şiddetle bir büyüme öyküsüne ihtiyacı var. İkinci çeyrekteki %21’lik büyümeyi 3-4 çeyrek daha sürdürmek istiyorlar. Bir mucize gibi… Bunu kazasız bicimde seçime taşıyarak seçimlerde bir başarı öyküsü sunmak arzusundalar. Bu ancak kredi hacminin genişletilmesi ve böylece sanal bir büyüme yaratılması, ortaya çıkan kredi genişlemesinin imar rantları yoluyla sisteme sokulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu hedefin çok ciddi maliyetleri de olacaktır. Böyle bir büyümenin yol açacağı cari açığı ve özel sektörün çevirmesi gereken dış borçları da eklediğiniz zaman 1 yıl içinde 230-240 milyar dolara yakın bir finansman ihtiyacınız var. Hesap tutmuyor. Bu dengeyi sağlayacak tek önemli kalem ancak kayıt dışı sermaye girişleri, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kaleminin mistik uzantıları. Korkut Boratav Hoca’nın hoş bir yakıştırması vardır; “Net hata ve noksan kalemi, bir polisiye vaka öyküsü değildir. Bunun çok büyük bir bölümü yerli sıcak paradır.” Yerli büyük şirketlerin, şu veya bu şekilde yurtdışındaki paralarının yurtiçine getirilmesi ya da yurtiçinde atıl duran paralarının sisteme sokulmasından kaynaklanır. Ama bunun yanında Arap Baharı, Kaddafi’nin sisteminin çökmesi sonucu dağılan servetler, Irak Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Ortadoğu’daki özel birikimler, bölgedeki resmi dostlarımız olan Katar ve Yemen’deki birikmiş servetler, siyasi egemenlik haklarımızdan vazgeçen veya imar rantlarına dayandırılan özelleştirmeler yoluyla Türkiye’ye çekilebilir. Bu tabloya daha geniş planda baktığımızda şu anda Türkiye’de 2001 krizine benzeyen yapısal koşulların hemen hepsinin mevcut olduğunu görüyoruz. Çok ciddi bir ithalat baskısı var. İthalat yapmadan üretim yapamayan ve dolayısıyla ihracat yapamayan bir yapı…Çok yüksek bir enflasyon ve bunun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik… Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası… Hedeften sapıldığında görevden alınan Merkez Bankası başkanları…

Krizi tetikleyen unsurla, krize neden olan yapısal koşullar bambaşka olabilir. Nasıl ki, 2001 krizi bir anayasa kitapçığı tarafından tetiklenmişti, böyle bir ortamda bir krizi tetikleyebilecek bir unsurun ne olacağını bilemeyiz ancak yapısal koşullar ortada.

Seçimlerden sonra iktidar değişikliği halinde, halkın ekonomisinde sistemi derinden sarsmadan bir ferahlama mümkün mü?

Tahribat tabii uzun yıllardır devam ediyor. Fakat öbür yandan kişisel olarak şöyle bir umut da taşıyorum ben; atılacak adımlar, çok da tekerleğin yeniden icadı gibi değil. Bu adımların başında hukuk sisteminin ve bürokraside atamalar sisteminin liyakata ve evrensel ilkelere göre yeniden düzenlenmesi var. Bunlar gerçekleşirse, çok olumlu bir atmosfer oluşabilir Türkiye’de. Aslolan bu siyasi iradeyi gösterebilmektir. Evet, tahribat çok derin ama çözüm iktisadın teknik hesaplarında değil, doğrudan doğruya siyasetin ve hukukun içinde bana kalırsa.

Liberal siyasetçiler ve iktisatçılara göre serbest piyasa koşullarına riayet edildiği takdirde halkın sorunları da çözülecek. Bu önermeye katılıyor musunuz?

Öncelikle küçük bir düzeltme önerebilirim: Serbest piyasa sistemi ne Türkiye’de ne Dünya’da mevcut. Bunun yerine ‘kapitalist pazar ekonomisi’ sözcüğü kullanalım. Eğitim, adalet, bürokratik atamalar yanında iktisadi olarak da çeşitli adımlar atılmalı elbette. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nde meslektaşlarım Hasan Cömert ve Berna Uzundağ ile beraber yürüttüğümüz bir çalışma var. Bu çalışmada ‘vatandaşlık temel gelirini Türkiye’de oluşturabilir miyiz’ diye sorduk. Tam da mevcut pazar ekonomisi içinde bunu yapabilir miyiz? TÜİK’in verilerinden yola çıkarak yoksulları ve onların yaşadıkları coğrafyaları ayrıca yoksulların ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini tespit ettik. Farklı odaklanmış kitlelere göre milli gelirimizin %3’ü ile %8’i arasındaki bir mali büyüklükle vatandaşlık temel geliri desteğine ihtiyaç gözüküyor. Önerdiğimiz destek paketinde kabaca milli gelirimizin %4’üne ulaşan bir gelir aktarımına ihtiyaç olacak. Bu kabaca 16 milyon insana tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Asgari ücretin %70’i kadar bir gelir transferi söz konusu.

Şimdi böyle bir transferin maliye yani finansman tarafına hiç dokunmadan uygularsanız, kısa dönemde bu gelirin talebe dönüşmesiyle beraber, ekonomide kısa dönemde bir canlılık yaratılıyor. Fakat bu üretim dışından kaynaklandığı için enflasyon körükleniyor, döviz kuru fırlıyor, kamu maliyesindeki bozulma da yüksek faizlere ve yatırımların önünü kesmesine neden oluyor. Sonuçta ekonomik bir durgunluk gözleniyor. 7-8 yıllık bir uzunluğu düşünürseniz, hedeflediğiniz kitle dahi mevcut durumundan daha yoksul duruma düşüyor. Dolayısıyla böylesi bir basit reçete sürdürülebilir değil. Ama biz alternatif (AS: seçenek) olarak ne yapabiliriz diye baktık. Kimsenin canını yakmadan böyle bir gelir transferi (AS: aktarımı) mümkün değil; olumlu sonuç da doğurmuyor. Dolayısıyla finansman konusunda da belli reformlar yapmak gerekiyor. Bunun dışında yap işlet devret (YİD) projelerinde gördüğümüz gibi çarpık bir kamu tüketim deseninin kaldırılmasıyla da milli gelirin %2’sine dayanan bir tasarruf elde edilebiliyor. Kurumlar vergisinin de gelir dağılımı adına (AS: için) güçlendirilmesiyle birlikte % 0,5 ile %1 arasında bir tasarruf elde edilebiliyor. Bir bölümü dışarıdan finansman da olabilir. Bu, milli (AS: ulusal) gelirimizin % 3 ile 4 kadar bir fon demek; bu parayla vatandaşlık temel geliri için yeterli kaynak yaratılabiliyor.

Eğer böyle yapılırsa başlarda coşkulu bir büyüme olmuyor. Ama kamunun mali dengelerini gözettiğiniz için yatırımlarda ve fiyatlar üzerinde yaratacağı sorunlara da çözüm bulmuş oluyorsunuz. Öbür taraftan da sağlıklı bir gelir transferi sağladığınız için büyümenin talep unsuru yoluyla hareketlendirildiği bir yola giriyorsunuz. Daha dengeli bir tüketim deseni ortaya çıkıyor, dış ticarette de daha sağlıklı sonuç alıyoruz. 3-4 yıl içinde ortalama büyümenin üzerinde bir büyümeyi gelir dağılımında daha eşitlikçi şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra karbondan aldığınız vergiler nedeniyle, kaynakları yenilenebilir enerjiye ve daha temiz sektörlere aktarıyorsunuz. Mevcut kapitalist pazar ekonomisi koşullandırmaları altında bile…

AKP, anayasa darbesi, Ennahdha

Ülkemizi kasıp kavuran yangınlar nedeniyle, ‘Parlamentosu bekleme odasına alınan’ Tunus gündemi kaydı. Bellek bobini on yıl öncesine sardı.

‘O Türk, ben ise İtalyan’

Meydanı tıklım tıklım dolduran kalabalık nedeniyle, Tunus Barosu’na gitmek için minibüsten inerek yürüyüşe geçtik. ‘İstemiyoruz Amerikalıları, defolun!’ bağrışmaları ile önümüz kesilince, ‘Amerikalı değiliz’ yanıtı da, ‘Avrupalıları da istemiyoruz’ tepkisiyle bastırılınca, Venedik Komisyonu üyeleri dağılıverdi ve Başkanı Gianni Buquicchio: ‘Hanımlar beyler, kaygılanmayın, arkadaşım Türk, ben ise İtalyan’ karşılığını verince, ‘Türkse tamam; siz de onunla geçebilirsiniz’ yanıtı, yolumuzu açtı.

ABD’yi protesto amaçlı kalabalık, kendisiyle sabah vakti görüştüğümüz Cumhurbaşkanı Essebsi’yi bu kez, Dışişleri Bakanı Bayan H. Clinton ziyareti nedeniyle toplanmıştı.

Karşılaştığımız davranıştan pek etkilenen  Başkan Buquicchio, üst düzey görüşmelerimizde, Türkiye’nin Tunuslular gözünde ayrıcalıklı konumunu bu tanıklığa yollama yaparak bir kaç kez dile getirmişti (Mart 2011).

Ankara ise, ters rüzgarlar estirmekte gecikmedi. İki örnek:

Posterler ve köpekler

Başbakan, Mısır üzerinden gelecekti Tunus’a. Geçiş döneminde ve demokrasi arayışında bulunan ülkenin bu sürecine katkı değil, ‘büyüklük iştahı’ öne çıkmıştı. Yüzlerce posteri Tunus caddelerine asılacaktı; onlarca koruma ve köpek, güvenliği içindi. Ankara-Tunus arasındaki diplomatik kriz, ‘posterler, resmi değil, Başbakanı seven işadamınca hazırlandı’ vb açıklamalarla geçiştirilmeye çalışıldı.

Müslüman Kardeşler

İzleyen aylarda, kurucu meclis çalışmaları ve anayasa tartışmaları ortamında, Ennahdha ve lideri R. Gannuşi’ye heyetler gönderen AKP, ‘İslami duruş’ yolunda istediğini alamadı; ama olan, Tunus-Türkiye ilişkilerine oldu. İçişlerine karışıldığı haklı gerekçesiyle Tunus, aradan iki yıl geçmeden ülkemize dirsek çevirdi.

Katılımcı Anayasa

«Tunus, diğer ‘Arap Baharı’ ülkelerinin aksine, siyasal geçiş sürecini başarıyla ve uzlaşıyla tamamlamıştır. Bu sürecin nihai meyvesi olan 27 Ocak 2014 tarihli yeni Anayasa, gerek yapılış süreci gerekse içeriğiyle anayasa hukukçularının dikkatini çekecek niteliktedir. Yeni Anayasa, sivil toplumun yoğun katılımıyla biçimlenmiş ve demokratik seçimlerle işbaşına gelen bir Kurucu Meclis’in çalışmalarıyla son halini almıştır. İslam’ın devletin dini olmaktan çıkarıldığı ve hukukun kaynağı olarak meclisin işaret edildiği bu yeni dönemde, devlet şekli olarak sivil ve demokratik bir yapı ön plana çıkmıştır. » (F. Horchani, Anayasa Hukuku Dergisi-6, s.11)

Uluslararası islamcılık

«Maddi ve partizan kişisel çıkarların genel çıkarı bastırdığı ve iktidar sarhoşluğunun zirve yaptığı Tunus, siyasal sendrom mağduru bir ülke. Bu çocukluk hastalığı, bütün yaşadığımız kötülükleri açıklıyor: Yolsuğluğun kitleselleşmesi, Devlet’in, idarenin, adaletin ve güvenlik hizmetlerinin partizanlaştırılması ve liyakatın düşmesi, bütçe açığı, kamu maliyelerinde dengesizlik, toplumsal bölünme, şiddetin tırmanışı, karanlık vahabi güçleriyle ittifak…

Durumu ağırlaştıran husus, hükümetlerimizin, ideolojik ittifaklara dayalı bu uluslararası ağlarla yakınlaşması. Kastettiğim, Katar ve Türkiye’nin baskın bir rol oynadığı uluslararası ‘kardeşçilik’. Ülkemizin özerkliği ve kendini belirlemesi bakımından daha kötüsü olamaz. Ululsararası islamcılık, egemenliğimiz için çok tehlikeli… » (7 Haziran 2021, La Presse, Prof. Y. Ben Achour)

Parlamento bekleme odasında

Tunus’un içinde bulunduğu bu ortam ve koşullarda Cumhurbaşkanı K. Sayed, 25 Temmuzda bir ay süreyle Parlamentoyu bekleme odasına aldı.

“Ulusun kurumlarını ve ülkenin güvenliğini ve bağımsızlığını tehdit eden, kamu kurumlarının düzenli işleyişini bozan açık bir tehlike durumunda, Cumhurbaşkanı, bu istisnai durumun gerekli kıldığı önlemleri, (…) alabilir.

Bu önlemler, kamu kurumlarının düzenli işleyişine en kısa sürede dönüşü güvence altına alan amaçlara yönelik olmalıdır. Bu süre boyunca halkın temsilcileri Meclisi, sürekli toplantı halinde olur…” (md.80)

CB, bu maddeyi usul ve esas bakımından ihlal ederek, Meclis’i bir ay süreyle askıya aldı; Başbakan görevlerini de kendisi üstlendi.

Kartaca: Neresi karanlık?

‘Parlamenter rejim bekleme odasına alındı’ ve -Hükümet kurma görevini vermemek için- ‘Kılıçdaroğlu, Saray’ın yolunu mu biliyor?’ sözlerinin sahibi için, ‘Anayasa suçu işlenmektedir’ saptaması (D. Bahçeli), anayasal darbeler zinciri ve AKP ilişkisinde sadece birkaç halka.

Şu halde seçimler yoluyla iktidara gelen kardeşlerin ortak paydası, demokratik hukuk devletinin değerlerini ortadan kaldırmak.

Ağabey’in anayasal darbe faili olduğu Türkiye’nin demokratik deneyimi ve Avrupa kurumlarında yer alıyor olması, başlıca farklar olarak öne çıksa da, egemenlik anlayışında ayrışma belirgin: Tunus, ‘kardeşlik’ üzerinden egemenliğine karışılmasından rahatsız; Ağabey ise, Afrika’dan Orta Asya’ya ‘İslami hegemonya’ için canhıraş çaba harcıyor, devasa camiler ve Mehmetçik üzerinden; yani kendi yurttaşının parası ve kanıyla.

Magrip ayağının zedelenmesi karşısında Maşrık kardeşler (AKP-Katar) suskunluğu, Kartaca karanlığından mı?

ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

İnsan Hakları Gününün Zor Sorusu:
ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elk. Müh. (İTÜ)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tam 72 yıl geçti. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık 1948’den bu yana bu tarih İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.

İkinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşının acılı günlerinden sonra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi büyük bir umut ve heyecanla karşılandı. Bildirgenin kabulüyle dünyada tekil olaylar dışında bir daha insan haklarının yok sayılmak bir yana, çiğnenmeyeceği düşünülüyordu. Ne yazık ki işler hiç de öyle gitmedi. Her şeyden önce 10 Aralık tarihli Bildirge, bu tarihten 159 yıl önce, 1789 yılında Büyük Fransız Devriminde kan ve can pahasına ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinden daha gerideydi. Örn. yeni Bildiride Direnme Hakkı yok sayılmaktaydı.

Bildirgenin Birleşmiş Milletlerde kabulünden 3 yıl önce, İkinci Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği günlerde ABD, teslim olmak üzere olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası ile bir anda yüz binlerce insanı ölüme gönderirken, yeni dünya jandarması olduğunu da ilan ediyordu. O tarihte henüz ortada İnsan Hakları Evrensel Bildiegesi yoktu. Ancak ABD’nin 1776 yılında ilan ettiği ve Büyük Fransız Devrimini de etkileyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi vardı ve bu metin, çağının çok ilerisinde bir insan hakları bildirgesiydi.

Hiroşima ve Nagazaki sonrası günümüze dek ABD bütün dünyaya “İnsan Hakları” götürdü (!) Tankları, topları, uçak gemileri, bombardıman uçakları, füzeleri eşliğinde…

Bir başka söylemle İnsan Hakları kavramı emperyalist ülkeler elinde kirletilmiş bir kavram, maske durumuna geldi. Tıpkı barış, özgürlük kavramları gibi. Emperyalist devletler 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi eşliğinde Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya 72 yıldır filolarıyla, uçaklarıyla tanklarıyla… “barış ve özgürlük” götürüyorlar (!!)…

Ne acıdır ki ezilen ülkelerde ve hatta dünyanın ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştıran ülkemizde ABD’den ve AB ülkelerinden “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” dilenen mandacı “aydınlar” da var. Bunun son örneğini yakın tarihte “dost” saflarda da gördük.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin mürekkebi kurumadan ABD önderliğindeki Batılı ülkeler Kore halkına “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” götürüyordu! Kore’ye bu kirletilmiş kavramlar götürülürken NATO üyesi yapılma aşkıyla o günün siyasal iktidarı, Türk Silahlı Kuvvetlerini de bu taşıma “işine” alet ediyordu. Bu “fedakarlık” (!) Kore’de 896 Mehmetçiğimizin yattığı bir Türk şehitliği ile ödüllendiriliyordu. Yine Bildirgenin imzalanmasından hemen sonra 1950 yılında Cezayir’de başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin savaşçıları göğüslerinde Mustafa Kemal Atatürk fotoğraflarıyla ölüme gidiyordu. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini imzalamakla övünen Fransız lejyonu da bu kutsal bağımsızlık savaşını kanlı bir biçimde eziyordu. Bütün karanlık ve kanlı oyunlara inat, 1962 yılında Cezayir halkı zafere, özgürlüğüne ulaştı. Cezayir Bağımsızlık Savaşını bastırma hareketi içinde, daha sonra Fransa’nın ilk “sosyalist” Cumhurbaşkanı olacak olan Mitterand da yer alacaktı. (Önceleri Denizaşırı İller Bakanı, daha sonra ise İçişleri Bakanı olarak bu kirli savaşta rol üstlenecekti)

10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi alkışlarla kabul edilirken, yine Fransızların 1946’da başlattıkları Vietnam savaşı sürüyordu. Fransa, yitirdiği bu savaşı daha sonra ABD’ye devredecek 1975 yılında zafere ulaşacak olan Vietnam savaşı sırasında “İnsan Hakları” yüz binlerce ton bomba, napalm bombası ve ölüm olarak bu kanlı topraklara ulaşacaktı. Daha sonra Kamboçya ve Laos’ta olduğu gibi…

Kirletilmiş “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” Küba’nın Domuzlar körfezine de gitti. Daha sonra Şili’ye, Arjantin’e, Nikaragua’ya, Venezuella’ya, Falkland adalarına, Haiti’ye de gitti. Ve Ülkemize de geldi 1980 yılının 12 Eylül günü “bizim oğlanlar” eliyle. Beraberinde idamlar, işkenceler, 30 yıl sürecek davalar, kitap yakmalarla. Yakın zamanda Afganistan’a da gitti. Daha sonra Irak’a… Ebu Gureyb işkence evinde çırılçıplak soyulmuş insanların nasıl “İnsan Haklarından” yararlandığının fotoğraflarını gördük. Sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve son olarak Suriye’de “Arap Baharı” adıyla piyasaya sürüldü. Ve elbette Güney sınırlarımıza yerleşmeye çalışan bölücü terör örgütüne destek için on binlerce TIR dolusu silah ve cephane olarak boy gösterdi “İnsan Hakları”…

Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülkemizde, Gazi Meclisimizin tepesine bomba olarak yağdı. Bombaları yağdıran uçakların havada ikmal yapmasını sağlayan tanker uçaklar, ABD’nin kullandığı İncirlik üssünden kalkmıştı. Darbenin lideri olduğu söylenen FETÖ, ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki malikânesinde yaşıyordu. Darbeye karışanların önemli bir kesimi de Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere kaçtı, kaçırıldı.

Emperyalist ülkelerin ezilen ülkelere “İnsan hakları” götürmek istemesini anlayabiliyoruz. Ancak dünya jandarması ABD’de daha dün denecek tarihe dek kara derili insanların seçimlerde oy kullanma hakları kısıtlıydı. Beyazlarla aynı otobüslere binemiyor, aynı lokantada yemek yiyemiyor, aynı okullara gidemiyorlardı. Ve günümüzde Siyahlar, halen sokak ortasında sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla can veriyor, ensesine çökülerek boğuluyor!!.

En acısı da, tarihin ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırmış olan ülkemizden kimi politikacılar, henüz göreve başlamamış ABD başkanından, seçildiği bile kesinleşmeden “İnsan Hakları ve Demokrasi” dileniyor. Hem de kendilerine 10 Aralık Hareketi adını koyarak(!)

Evet, bizim gibi ülkelere bedelini ödemek kaydıyla demokrasi ve insan hakları gelebilir. Bu bedel ya uzun yıllar boyunca bütün bir ulus olarak tutsaklık ve sömürü olarak ödenir ya da ulusal kahramanlar önderliğinde kanla – canla ödenir ve bu ulusların tarihine altın harflerle ZAFER ve ONUR olarak yazılır.

Toplum savaş siyasetini kabul etmiyor

Toplum savaş siyasetini kabul etmiyor

Fatih Yaşlı

(AS: Bizim kapsamlık katkımız yazının altındadır..)

Cuma akşamı yayımlanan ve kısa sürede büyük ilgi ve destek gören ‘Suriye’den elinizi çekin, askerler evlerine dönsün’ bildirgesinin ilk imzacılarından Fatih Yaşlı’ya yaptıkları çağrıyı ve ilk tepkileri sorduk.

soL – Haber Merkezi, 01 Mart 2020
https://haber.sol.org.tr/turkiye/fatih-yasli-toplum-savas-siyasetini-kabul-etmiyor-281636

Cuma akşamı açıklanan ve bir gün içinde büyük ilgi gören ‘Suriye’den elinizi çekin, askerler evlerine dönsün’ çağrısının altında imzası olanlardan birisi de Fatih Yaşlı.

Bir grup siyasetçi, sanatçı, aydın, gazeteci ve yazarın yayımladığı bu çağrıya bir gün içinde aralarında sendika genel başkanlarının, eski milletvekillerinin bulunduğu yüzlerce yeni ad eklendi. Çağrı, yayımlanmasından 24 saat sonra evedonsunler.net sitesinde yaygın imzaya açıldı.

Türk sağının ve İslamcı siyasal akımların ülkemizdeki düzen ve emperyalizm açısından işlevlerini merkeze koyan çalışmalarıyla uzun süredir ülkemiz düşünce dünyasına etkili katkılarda bulunan Yaşlı’ya çağrı metnini ve arka planını sorduk.

Askerler evlerine dönsün” dediniz. Toplumun bu kısa cümleyle arası nasıl sizce ve tepkiler nasıl?

  • Hem Türkiye aydınının hem de Türkiye toplumunun, geçmişi oldukça uzun olan, güçlü ve sağlam bir savaş karşıtı geleneği var. Behice Boran ve arkadaşları 1950’ler Türkiye’sinde bir avuç kişi olsalar da Menderes istibdadına karşı “Kore’de askerimizin ne işi var?” sorusunu sorabilmişlerdi. Nazım, Menderes’e yönelik en öfkeli şiirlerini Kore savaşı vesilesiyle yazmıştı. Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı direnişi bu toprakların devrimcilerine ilham kaynağı olmuştu. 1. ve 2. Körfez Savaşlarında yüz binler sokağa çıktı, Irak işgalinde Meclis’ten işgale ortak olma tezkeresi geçmediyse (AS: 1 Mart 2003) bunun gerisinde sokaktaki yüz binler vardı. Bunun dışında, Afganistan işgaline, Lübnan’a asker gönderilmesine, Suriye’ye yönelik yıkım politikalarına karşı da Türkiye toplumu sesini yükseltmekten kaçınmadı.
  • Gezi’ye giden yolda iktidarın Suriye siyasetine yönelik tepkinin de azımsanmayacak bir payı vardı.
  • Şimdi de bu gelenekten gelen insanlar benzer bir mücadeleye çağrı yapıyor,
  • Yoksul halk çocuklarının birilerinin kişisel istikbal, ikbal ve beka mücadelesi uğruna ölmesine, cihatçılarla yapılan işbirliğine, komşu bir devlete yönelik yıkım politikalarındaki ısrara, savaş siyasetine itiraz ediyor ve bu çağrı toplumda bir karşılık buluyor.
  • Toplum Suriye’ye yönelik yıkım politikalarına en başından beri bir tepki verse de, özellikle bu son süreçte İdlib’de olan biteni daha yüksek bir sesle sorguluyor.
  • Biz de bu metnin, bu çağrının, bu sesi yükseltmeye, iktidarın Suriye politikalarının daha çok sorgulanmasına ve bu politikalara itiraz edilmesine bir katkı olacağını düşünüyoruz, bu çağrıyı yapmış olmamızın en temel gerekçesi bu.

Erdoğan’ın en duyarlı olduğu noktalardan birisi “İdlib’de ne işimiz var?” sorusu oldu sanki? İdlib’de ne işimiz var? Ülke çıkarlarıyla ilgisi var mı bu varlığın?

  • İdlib’de bir “El Kaide otonom bölgesi” kurulmuş, iktidar partisi ise o otonom (AS: özerk) bölgenin “garantör”lüğünü üstlenmişti.
  • Soçi Mutabakatı ise bütünüyle bir oyalama taktiğiydi, sözde orada radikaller silahsızlandırılacak, kritik olan M-4 ve M-5 yolları ulaşıma açılacak, İdlib’den öbür bölgelere yönelik saldırılar duracaktı; ancak bunların hiçbiri olmadı ve zaten o mutabakatta verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilmediği için bugünlere gelindi. (AS: AKP verdiği sözleri tutmadı!)
  • Suriye ordusu ülkenin geri kalanında egemenlik sağladıkça yüzünü İdlib’e çevirdi ve yaklaşık iki yıldır gündemde olan İdlib harekâtına Rusya’nın da desteğiyle başladı. İktidar ise İdlib’in yitirilmesinin Türkiye’nin Suriye’nin öbür bölgelerindeki askeri varlığı açısından kötü örnek oluşturacağına inandığı, sıranın oralara da geleceğini bildiği ve bütün bir Suriye siyasetinin buna bağlı olduğunu düşündüğü için, İdlib’de devletten devlete bir cephe savaşını da göze alabilecek bir konum aldı.
  • Son on yıldır izlenen Suriye politikasının bir parçası olarak İdlib’de olan bitenin de elbette ki Türkiye’nin ve Türkiye halkının çıkarlarıyla uzaktan yakından alakası yok.
  • Ortada iktidarın İhvancılıkta somutlaşan siyasal İslamcı ideolojisi ve emperyal hevesleri var.
  • Buna bir de içerideki sıkışmışlığı, yeni kurulan partileri, yitirilen belediyeleri, ekonomik krizi, rant dağıtımında yaşanan sıkıntıları eklediğimizde tablo tamamlanıyor.
  • Söz konusu olanın kimin istikbali, kimin istiklali ve kimin bekası olduğu çok daha iyi anlaşılıyor.

İktidarın Suriye macerası hakkında farklı yorumlar yapılıyor. Erdoğan’ı kişisel olarak bu maceradan sorumlu tutanlar da var. Türkiye’nin Suriye politikaları sizce ne kadar Erdoğan’a ya da AKP’ye bağlı?

Türk sağı Menderes’ten beri hep emperyal fantezilere sahip oldu. Demirel’de, Erbakan’da, Özal’da bu fantezilerin yansımalarını görebilirsiniz. Ancak bu fantezileri retorik (AS: söylemsel) düzeyden çıkarıp pratiğe dökmeye kalkışmak bu iktidar döneminde söz konusu oldu. Bunun çeşitli nedenleri var. Emperyalizmin yaşadığı kriz, iktidarın İhvan networkü ile Ortadoğu’da kurduğu ilişki, özellikle Arap Baharı sürecinin ilk yıllarında ABD katında taşeronluğa talip olunması ve ABD’nin bunu kabul etmesi, Türkiye sermaye sınıfının hırsları ve ihtirasları

Suriye sorununda ben esas motivasyon kaynağının

  • Yeni-Osmanlıcılık, hilafet hayalleri, İslamcılık ve İhvancılık olduğunu ve buna Suriye’deki askeri varlığın iç politika açısından işlevselliğini de eklemek gerektiğini düşünüyorum.
  • Ancak burada “büyük resim”e bakarak söylemek gerekirse;
  • Siyasal İslam tüm dünyada olduğu gibi bizde de emperyalizmin bir projesidir ve emperyalizm içsel bir olgudur; yani Türkiye sermaye sınıfı siyasal İslam’ı çağırmış, sola karşı siyasal İslam’a sarılmıştır,
  • siyasal İslamcı iktidar da (AKP) bugünkü Suriye siyasetinin asıl failidir demek gerekiyor.
  • Tam da bu nedenle, bugün Türkiye’de siyasal İslam karşıtlığı ile sermaye düzenine karşıtlık, sermaye düzenine karşıtlıkla siyasal İslam’a karşıtlık iç içe geçmiş durumdadır ve biri hakkında sessiz kalanın öbürü hakkında konuşma hakkı bulunmamaktadır. ====================================

Meşruluğunu Apaçık Yitiren
AKP = Erdoğan İktidarı

Ulusumuz Tarafından
Görevden Uzaklaştırılmalıdır

Sayın Fatih Yaşlı‘nın başlattığı “Suriye’den elinizi çekin, askerler evlerine dönsün” bildirgesine biz de dün akşam imza verdik, metni ve imzacıları web sitemizde yayınladık. (http://ahmetsaltik.net/2020/02/29/suriyeden-elinizi-cekin-askerler-evlerine-donsun/)

Sayın Yaşlı’nın yukarıda aktardığımız açıklamalarından bir paragrafı bir kez daha paylaşmak istiyoruz :
****

Son on yıldır izlenen Suriye politikasının bir parçası olarak İdlib’de olan bitenin de
elbette ki Türkiye’nin ve Türkiye halkının çıkarlarıyla uzaktan yakından alakası yok
.

Ortada iktidarın İhvancılıkta somutlaşan siyasal İslamcı ideolojisi ve
emperyal hevesleri var.

Buna bir de içerideki sıkışmışlığı, yeni kurulan partileri, yitirilen belediyeleri,
ekonomik krizi, rant dağıtımında yaşanan sıkıntıları eklediğimizde tablo tamamlanıyor.

Söz konusu olanın kimin istikbali, kimin istiklali ve kimin bekası olduğu
çok daha iyi anlaşılıyor.

****
Yukarıdaki 4 saptama son derece önemlidir ve sorunun özünü ortaya koymaktadır.

Ulusumuzun artık, AKP = Erdoğan‘ın hemen hemen hiçbir söylemine inancı kalmamıştır.  Erdoğan, içeride bütünüyle tıkanmıştır, tükenmiştir. Dış politikada ulusal duyguları istismar etme dışında seçenek kalmamıştır ancak bu ez de ölçü elden kaçırılmıştır. Şehit sayıları halkın sabrını taşırmış durumdadır. Nitekim Erdoğan bu yıkıcı – yakıcı tabloyu halka açıklayamamış, olaydan yaklaşık 36 saat sonra kamuoyu önüne çıkabilmiştir.

Aşağıdaki 2 fotoğraf, tarihe düşülen utanç kareleridir, suçüstü yakalanmışlardır.

Bütün Ulus tam anlamıyla “kan ağlarken”, ağzımızı bıçak açmazken, Erdoğan ve Damadı Albayrak, eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman her nasılsa ve nedense, içleri nasıl kaldırdı ise, iç dünyalarını adeta ele verircesine, gülmekte hatta kahkaha atmaktadırlar..

Bu fotoğrafları Ulusumuzun dikkatine, bilgisine, ilgisine ibret belgeleri olarak sunuyoruz..

Özellikle içten inançlı ve AKP’ye oy veren, Reis’e kul gibi körü körüne tapan insanlarımıza..

Artık uyanın.. uyanın deriiiin mi derin gaflet uykusundan..


(Sait Munzur, İdlib’te yaşananların ardından çizdi: Sarıkamış’tan İdlib’e…, sol.org.tr)

Tarih okumalarımızdan bir söz beynimizde zonkluyor :

  • Ekonomi kötüye gidiyor, kriz ve işsizlik artıyor, memnuniyetsizlik yayılmaya başlıyordu sonra aklıma mükemmel bir fikir geldi; savaşmak!Benito Mussolini

Sayın Rifat Serdaroğlu‘nun dünkü (29.02.2020) “NE YAPMALISINIZ?” başlıklı yazısından çok önemsediğimiz bir bölümü paylaşalım (yazının tümünün okunmasını öneriyoruz : https://rifatserdaroglu.net/2020/02/28/ne-yapmalisiniz/)

  • Öyle bir noktadayız ki, ya AKP iktidarını demokratik yolla göndereceğiz
    ya da son devletimiz
    olan T.C. Devleti için Fatiha okuyacağız.
  • Eğer Türk Milleti olarak, seccademize dadanmış şeytanları, İhvancıları, Muaviye özentilerini, devlet hazinesini talan eden soyguncuları, biatçıları iktidardan indirmeyi beceremezsek önümüz çok karanlık!
  • Artık gerçekleri görmek zorundayız.
  • Konu Türk Vatanı olunca, kimseye keyif bağışlayacak halimiz yok.
  • Kripto AKP’lilere, tarikat artıklarına, “istikrar var para kazanıyoruz” diyen eblehlere, demokratik rejimi korumanın hepimizin görevi olduğundan habersiz fikirsizlere
    acıyacak durumumuz yok…
    ****
    Lütfen, AKP’den istifa ederek ayrılan bağımsız milletvekilinin Ruşen Çakır ile söyleşisini ve ibretlik itiraflarını izler misiniz? (5 dk.)
    https://www.facebook.com/623224320/posts/10158062008014321/

Bu tür sağduyulu / yurtsever çıkışların AKP içinden artık çığ gibi büyümesini bekliyoruz.

  • Sorun Erdoğan iktidarının bekası değil, TÜRKİYE’nin BEKASI’dır.

Medyaya yansımayan, şehit yakınlarınn yürekleri paralayan feryatlarını izlemeye gücünüz var mı AKP = Erdoğan ve hala körü körürne alkışlayanlar, tapanlar???

Tek çözüm artık, meşruluğunu apaçık yitirmiş olan AKP = Erdoğan iktidarının,
Ulusumuz tarafından görevden uzaklaştırılmasıdır.
Muhalefet, bu meşru savunmanın tüm demokratik – hukuksal yollarını hazırlamaya koyulmalıdır.

Birinci öncelikli görev budur ve yitirilecek zaman yoktur.

Sevgi ve saygı ile. 01 Mart 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Suriye siyasetindeki yanlışlar ve çelişkiler

Suriye siyasetindeki yanlışlar ve çelişkiler

Barış DOSTER
Cumhuriyet
, 08.02.2020

Suriye sorununda gerilimin daha da tırmandığı her aşamada aynı tepkilerin verilmesine alıştık. Sırasıyla şu adımlar atılıyor:

Önce Türk kamuoyuna yönelik yüksek dozda Suriye karşıtı açıklamalar, “Eyyy Esed diye başlayan tümceler. Hemen ardından düşük ölçekte, dikkatli bir üslupta Rusya eleştirisi. Sonrasında ABD ile yakınlaşma. Devamında Rusya’yla yapılan telefon görüşmesi. Nihayetinde Türkiye’nin Astana ve Soçi süreçlerine bağlılığının teyidi.

Hafta başında İdlib’de Türk askerine yapılan saldırı sonrasında da böyle oldu. Suriye’nin, Rusya için ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlamamak; Türkiye’nin devlet kapasitesini, gücünün sınırlarını ölçmemek; Rusya’nın enerji kaynaklarına bağımlı olmanın, bu ülkenin Türkiye üzerinde nüfuzunu artırdığını görmemek, günün sonunda bir kez daha Rusya karşısında geri adım atılmasıyla sonuçlandı.

Belleğimizi tazeleyelim, Suriye nüfusu, 2011 Mart ayında başlayan çatışmalardan önce 22 milyon kadardı. Fazlaca bir petrol zenginliği olmasa da, kendi kendine yeten bir ekonomiydi. İç savaş çıkınca 8 milyon insan, ülkesi içinde yer değiştirdi. Bu sayıdan fazlası ülkesini terk etti, 5 milyonu Türkiye’ye, birer milyonu Ürdün, Lübnan ve Almanya’ya gitti. Öbür ülkelere giden yüz binler de hesaba katılınca, nüfusun yaklaşık yarısının, Suriye’den ayrıldığı görülüyor.

Çatışmalarda 1 milyona yakın insan öldü. Bu sayının 3 katı yaralı, hasta, sakat var. Gıda, su, sağlık hizmeti eksikliği, kötü yaşam ve çalışma koşulları, düşük ücretler, çöken altyapı halkı zorluyor. Ülke beyin göçü verdi. İç savaştan önce ortalama ömür 70 yıldı, 2015’te 55.4 yıla geriledi. Ekonomik zarar, 1 trilyon dolara yaklaştı.

Rusya Suriye’den niçin vazgeçmez?

Bir kez daha anımsatmakta yarar var: Moskova ve Şam arasında askeri, teknik işbirliği 1956’da başlamıştı. Suriye ordusu, silahlarının %90’ını Ruslardan alıyordu. Hava savunma sistemini Ruslar kurmuştu. Suriye’nin Lazkiye’den sonra ikinci büyük liman kenti olan Tartus’taki Sovyet deniz üssü, 1971’de imzalanan anlaşmayla kurulmuştu. Akdeniz’deki tek Sovyet üssüydü. Yakın ilişki, Soğuk Savaş sonrasında da sürdü. Öyle ki, 2005’te Suriye lideri Esad’ın Moskova ziyaretinde Rusya lideri Putin, Suriye’nin Rusya’ya olan borcunun %73’ünü sildi. Lübnan üzerinde büyük etkisi olan Suriye’ye ABD’den, Avrupa’dan gelen baskılara karşı, Suriye’yi destekledi.

Dahası var. Rusya, Suriye’de hem rejimle hem muhaliflerle temas halinde. Suriye Kürtleri üzerinde etkili. PKK – PYD – YPG terör örgütü üzerinde nüfuzu güçlü. Zaten onları, terör örgütü olarak görmüyor. Moskova’da büro açmalarına izin verdi. ABD’nin elindeki Kürt kartını, mümkün olduğu ölçüde almaya çalışıyor, tümüyle ABD’nin denetimine bırakmak istemiyor. Rusya’nın İran ve Irak’la da, Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’le de ilişkileri iyi. 2010 yılı Aralık ayında başlayan Arap Baharını, 2000’lerin ilk yarısındaki renkli devrimlere benzeten Rusya, bu yüzden ihtiyatlı, mesafeli tutum almıştı. Stratejik adımlarında, jeopolitik hesaplarında yanılmadı.

Suriye siyasetinden alınması gereken ders şu  :

  • Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider.

Yüzyılın anlaşması Ortadoğu’ya barış getirebilir mi?

Yüzyılın anlaşması Ortadoğu’ya barış getirebilir mi?

N. İSMET HERGÜNŞEN
Emekli Deniz Kurmay Albay
Cumhuriyet, 31.01.2020

On dokuzuncu yüzyılın deniz stratejisti Alfred Thayer Mahan tarafından denize yönelik politikalar için önem taşıyan Arabistan ve Hint yarımadaları arasında kalan bölge “Ortadoğu” olarak adlandırılmıştır.

Büyük medeniyetlerin ortaya çıktığı, değişik sosyokültürlerin kaynaştığı ve uyuşmazlıkların hiç eksik olmadığı, etnik ve dini sembollerin hâkim kılındığı Ortadoğu coğrafyasında bu bölünmüşlüğün yanı sıra, merkezi güç odaklarına karşı parçalanmış farklı sınıflardan insanları görmek de mümkün olabilmektedir.

Tarihin her döneminde uluslararası ilişkilerde genel dengeler açısından dünyanın en önemli bölgesi olarak aktif rol oynamış bölgede hâkim olan düşmanlık dalgası ise günümüzde kendi politik-ekonomik-askeri sömürgeci hâkimiyetlerini sürdürmek isteyen küresel ve bölgesel güçlerin emperyalizmine ve adaletsizliğine karşı gösterilen bir tepkidir.

Ciddi riskler

Arap Baharı adıyla başlayan ayaklanmalar bölgede demokratik sistemlerin değil, istikrarsızlığın hâkim kılındığı, etnik ve mezhepsel ayrışmanın derinleştiği, otokratik eğilimlerin daha da ivme kazandığı bir oluşuma yol açmıştır.

Dış müdahalelere çağrı çıkararak küresel ve bölgesel güçlerin her geçen gün biraz daha iştahını kabartır hale getirilmiş olan bölge, kamplaşmaların şehir boyutuna indirgenmiş gerilimleriyle siyasi istikrarsızlık, ekonomik yoksunluk ve vekâlet savaşlarının merkezi haline getirilmiştir.

Bölgede kalıcı ve sürdürülebilir kapsamlı bir barışın kurulması ve bu coğrafyanın bir istikrar ve bir refah abidesine dönüşmesi, Türkiye açısından da olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Batı savunmasının dayandığı stratejik temellerden en önemlisi olan ülkemiz için Bernard Lewis; “Türkiye, Asya için Avrupa’nın kapısı, Batı Bloku ile Sovyet nüfuz sahalarıının buluşma noktası ve Ortadoğu’nun ileri savunma bölgesidir.” söyleminde bulunmuştur.

Sadece coğrafi olarak değil yoksulluk ve zenginlik, özgürlük ve baskı arasına sıkışmış olan ülkemiz, bölgede yoğunlaşan toplumsal çatışmaların yaşandığı bir merkezde her geçen gün önemini artıran ciddi risklerle karşı karşıya kaldığı bir süreçten geçmektedir.

Türkiye’nin zorunluluğu

Gerek bölge halklarıyla tarihi, kültürel ve sosyal ilişkileri, gerekse bu coğrafyada meydana gelen karışıklıkların doğrudan ve dolaylı etkileri nedeniyle ülkemiz; bölgenin istikrar, güvenlik ve huzurunu doğrudan kendisiyle bağlantılı görmektedir.

Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllardan itibaren Ortadoğu’ya yönelik oldukça mesafeli bir politika izleyen ülkemiz bölgede barışın hâkim kılınmasını sağlamak gayretiyle son yıllarda çok boyutlu, proaktif ve geleceğe dönük bir dış politika izleyen ülke haline gelmek zorunda bırakılmıştır.

Tehlikeli yayılmalara karşın ulusal gücü ile dış politika hedefleri doğrultusunda merkezi öğeler arasında bir denge kurmaya çalışarak, ulusal güvenliğini sağlamak ana hedefi olmakla birlikte Türkiye; demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti çizgisindeki anlayışını bu coğrafyada yer alan ülkelere doğru ve şeffaf bir şekilde anlatmak çabasını göstermelidir.

Uyandırmaya yeter mi?

Yüzyılların birikimiyle bölgede oluşan farklılıkların kaldırılmasına esas teşkil edecek uygulanabilir, tatbik edilebilir ve kabul edilebilir politikaların yürürlüğe sokulması, uluslararası kamuoyunun da ortak arzusu ve amacı olmalı ki; hem bölge halklarının güvenliğine ve hem de dünya barışına hizmet edilebilsin.

Son tahlilde Ortadoğu’ya yönelik olarak İsrail-Filistin sorunu çözüm noktasında tek taraflı olarak dayatılan “Yüzyılın Anlaşması” Ortadoğu’ya barış getirebilir mi yoksa devekuşu misali kafasını kuma gömmüş olan Arap ve İslam dünyasını uyandırmaya yeter mi? Kim bilir!!!