Etiket arşivi: gıda enflasyonu

‘Epistemolojik kopuş’

ADD Çankaya Şubesi: Şube KurullarımızRecep YILMAZ
Mühendis

17 Ekim 2022, Cumhuriyet

“Epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım” ile sınanan yurdum insanı gıda enflasyonunu iliğine dek yaşıyor.

Şu an ekim ayında tarlalar ekime hazırlanıyor ve buğday toprakla buluşuyor. Şekerpancarı topraktan sökülüp fabrikalara taşınıyor. Tarımsal üretim için en çok gerekli olan girdilerden mazot, peş peşe gelen zamlarla birlikte 11 Ekim 2022’de 28.60 liraya ulaştı. Mazotta yaşanan bu durum, tarımsal üretimi tehlikeye sokmaya yetiyor.

Şekerpancarı

ULUSAL TARIM

Şekerin fiyatı son bir yılda dört kat arttı. Şeker fabrikalarının kaptı kaçtı gibi özelleştirildiği, sulama maliyetinin (bedelinin) ve sulama elektriğinin çiftçiyi çarptığı bir ülkede şaşırmamak gerek.

Sütte maliyeti (maloluşu) karşılayamayan üreticiler yoğun biçimde zam istiyordu. 1 Ekim’de 5.70 liradan 7.50 liraya yükselen sütün litresi %13 zamla birlikte 8.50 lira oldu. Aslında bu önerilen fiyat olup, çiğ süt fiyatı şu an 10 lira / L olmasına karşın, üretici süt ineğini kesime gönderiyor.

Davranışsal ekonomi ve nöroekonomi uzmanı ise zamların kaynağını soğan depolarında veya marketlerde arıyor. Aynaya baksa aranan suçlu bulunacak!

Buğdayı, ayçiçeği tohumunu, ayçiçeği yağını koşar adım Rusya’dan ithal eden (dışalım yapan) heterodoks ekonomi, ülke çiftçisini ithalatla (dışalımla) terbiye ediyor (!)

TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi), Zirai Donatım Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et Balık Kurumu (EBK), Şeker Fabrikaları, SEKA, TEKEL, TİGEM… gibi tarımsal üretimi destekleyen kamu işletmeleri tasfiye edilir (kapatılır), özelleştirilir veya değersizleştirilirken yaşanan kopuş “epistemolojik bir kopuş” değil ulusal tarımdan kopuştu.

YAĞMA DÜZENİ

Birçok stratejik sektör gibi tarım sektörü de yeni-liberal politikalarla ve Dünya Bankası’nın, IMF’nin dayattığı ekonomi reçeteleri ile yeniden biçimlenirken başlayan bu kopuş, gıda arzını (sunumunu) stratejik kamu işletmeleriyle güvence altında tutan, kendi kendine yeten konumdan bugüne savrulmaktı.

Ülkemizde yaşanan ekonomik dönüşüm elbette epistemolojik kopuşun (!) uydurucusu Nureddin Nebati’nin Hazine ve Maliye Bakanı olarak atandığı 2 Aralık 2021 tarihi ile başlamadı ancak bu kısacık sürede tanık olduklarımız bu noktaya nasıl geldiğimizin sanki bir özeti gibi…

  • “Bu ekonomi modeli tutmazsa üzülürüm!”
  • “Gözlerime bakar mısınız? Ne görüyorsunuz gözlerimde?
    Ekonomi güven, istikrar, beklenti işi. Ekonomi gözlerdeki ışıltıdır.”
  • “Enflasyonda % 50 seviyesini göreceğimizi düşünmüyorum. Umarım yanılmam.”
  • “Bir problem mi yaşadınız. Rahat olun. Bize hemen ulaşırsınız.
    Bürokrasiyi alaşağı ederiz.”
  • “Piyasada işler elhamdülillah iyi, piyasalar canlı.”
  • “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyor.
    Çarklar dönüyor.”

Ve son olarak “Epistemolojik kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım!”

Maliye Bakanı Nebati’ye göre piyasa tıkır tıkır işliyor. Ancak toprağa ter akıtan, üreten çiftçinin işleri değil; pazarlık yöntemiyle ihaleler ile semiren müteahhitlerin (yüklenicilerin) işleri tıkır tıkır işliyor.

Heterodoks-ortodoks, yerli-ulusal, faiz-nas söylemleriyle gizledikleri yağma düzeni sayesinde kazanan hep kasa.

Halkın payına ise yalnızca zam düşüyor.

Bu düzen böyle gitmemeli!

Yüksek enflasyon kader değil sonuçtur

authorYALÇIN KARATEPE

Dün TÜİK nisan ayı enflasyon verilerini açıkladı ve görüldü ki enflasyonda dünyadan hızla koptuk, aldık başımızı gidiyoruz. Siz bakmayın “ama enflasyon her yerde var” dediklerine. Bize yaklaşan bile yok. Mesela OECD ülkeleri ortalamasının 10 katı enflasyonumuz var.

Nisan ayında %7,25 artan TÜFE, yıllık bazda (AS: ölçekte)  % 70’e dayandı. Yılın ilk 4 ayında oluşan enflasyon, daha şimdiden gösterdi ki Merkez Bankası bir sonraki enflasyon raporunda yılsonu tahminini (kestirimini) yine ve yeniden yukarı yönlü revize edecek (yenileyecek) çünkü en son tahminine ulaşmaya pek bir şey kalmadı ama yılın bitmesine daha çok var.

Manşet enflasyon yüksek olmakla birlikte daha büyük sorun gıda enflasyonunda yaşanıyor. Nisanda aylık olarak %13,38 artan gıda fiyatları yıllık olarak %90’a dayanmış oldu. Daha detaylı (ayrıntılı) bakınca sebze fiyatlarındaki artışın çok daha yüksek olduğu görülüyor: %126. Zaten et pahalı, alamıyoruz diyenler sebzeye de çok yüksek bedeller ödemek zorunda.

DİSK Araştırma grubunun gelir dilimlerine göre yaptığı enflasyon hesaplamasına göre, en yoksul kesimin maruz kaldığı gıda enflasyonu %131,6 olarak gerçekleşmiş. Diğer bir ifade (anlatım) ile enflasyon yoksulları çok daha derinden etkiliyor.

YOKSULLUK DERİNLEŞİYOR

Enflasyondaki bu artış geniş halk kesimlerinin hızla yoksullaşması sonucunu doğuruyor.

Çalışan kesimin yaklaşık yarısının elde ettiği asgari ücrete yılbaşında yapılan %50’lik artış anlamını çoktan yitirdi. 4250 liralık asgari ücretin alım gücü yılın ilk 4 ayında 1348 lira azalarak 2900 lira seviyesine (düzeyine) geriledi. Bu da yaklaşık olarak 2021 yılı asgari ücretine denk geliyor. Daha yıl sonuna kadar (dek) sekiz aylık enflasyon verisi gelecek ve trend (eğilim) bu şekilde devam edeceği için ücret geliri elde edenlerin yoksullaşması hızlanacaktır. Bu nedenle acilen (ivedilikle), başta asgari ücret olmak üzere tüm ücretlerin enflasyona göre yeniden uyarlanması gerekmektedir. Enflasyon farkının ücretlere yansıtılması için yıl sonuna kadar beklenemez. Siz bazı “ekonomistlerin” ücret artışları enflasyonu hızlandırır açıklamalarına bakmayın. Hayır artırmaz. Çünkü

  • Enflasyonun sebebi sofrasına yemek koyma çabasında olanlar değil, uygulanan yanlış ekonomi politikasıdır.

Tüm dünya enflasyon ile mücadele etmek için türlü tedbirleri hayata (önlemleri yaşama) geçiriyor. Çarşamba günü ABD Merkez Bankası, Perşembe günü de İngiltere politika faizlerinde artışa gitti. Bizdeki enflasyon o ülkelerde ortaya çıkandan on kat daha yüksek olmasına rağmen (karşın) bizde hiçbir şey yapılmıyor.

Haksızlık etmeyelim, enflasyondan korumak için bir ürün üzerinde çalışıyorlarmış. Ama bu ürünü sizi korumak için değil, parası olanları korumak için çıkarılacakmış: Enflasyon korumalı bir tasarruf aracı. Eğer tasarrufunuz yok ise, iktidar nezdinde (katında) korunmaya değer grup (kesim) içerisinde (içinde) yer almıyorsunuz. Siz kendi başınızın çaresine bakmak zorundasınız.

İŞLER DAHA DA BOZULACAK

Biliyorsunuz iktidar faiz indirimlerine başladığında “rekabetçi kur” söylemine sığınıyordu. Fakat enflasyonun kontrolden (denetimden) çıktığı bir dönemde kurları kontrol etmek için kullanılan tüm araçlar (döviz satışı, KKM gibi) bu söylemi boşa düşürüyor. Üretici fiyatlarının yıllık % 122, yılbaşından beri de %40 arttığı bir dönemde, yatay seyreden kurlar “rekabetçi” olmaktan çıkıp, ihracatı (dışsatımı) zorlaştıran bir unsur (öge) olmaya doğru hızla ilerliyor. Bu da ihracattan büyük destek bekleyen büyüme tarafında beklentilerin aşağı yönlü değiştirilmesine yol açacaktır. PMI endeksinde (göstergesinde) son iki ayda yaşanan gerileme de bunun işareti gibi duruyor.

Bir taraftan (yandan) yavaşlayan ekonomi, diğer (öte) taraftan yüksek seyreden enflasyon önümüzdeki sürecin çok daha zorlu olacağını gösteriyor.

  • Ama unutmayın;
  • Ekonomide bütün bu yaşadıklarımız iktidar sahiplerinin ekonomi politika tercihlerinin bir sonucudur.

AKP’nin büyüme öyküsüne ihtiyacı var

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon ve borçluluk üçgeninde sıkışmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre faiz kararı iktisadi değil siyasi: “Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası…”

Siyasetin temel gündemi seçimler, seçimleri belirleyen en önemli değişken ekonomi. Dolar kuru her hafta yeni bir rekora koşuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı halka daha fazla enflasyon, işsizlik ve borç olarak yansıyor. Peki seçimler yaklaşırken bu göstergelerde bir düzelme mümkün mü? Olası bir iktidar değişikliğinde kapitalist pazar ekonomisi sınırları içinde halk kesimleri lehine ne tip düzenlemeler yapılabilir? Bu konuları Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon, borçluluk, kira, faturalar gibi önemli 5 başlıkla mücadele ediyor. Özellikle enflasyon verilerine halk kesimleri güvenmiyor. Bu güvensizliğin altında yatan ekonomik nedenler nedir?

Bunların başında enflasyon geliyor. Ama hangi enflasyon… Elbette ücret malı olarak ifade ettiğimiz gıda enflasyonu. Buradaki enflasyon TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat enflasyonundan çok daha yüksek düzeyde. 3,5 yıl öncekine göre halkımız gıdaya %70 daha pahalıya ulaşıyor. Aynı dönemde yani 2018’in ikinci çeyreğinden, 2021’in ikinci çeyreğine kadar ekonomi reel olarak kabaca %15 büyümüş. %70 enflasyon artı %15 büyüme olduğu düşünülürse halkta kimin maaşı %80-85 oranında arttı? 2021’in ikinci çeyreğinde reel büyüme %21. Aynı dönemde %19 enflasyon. Son bir sene içinde hangimizin maaşı %40 arttı?

Burada yeni bir büyüme modeliyle karşılaşıyoruz. Malumunuz buna ‘K tipi büyüme’ deniyor. Milli gelir istatistiklerine baktığınız vakit gelir yönünden hesaplanmış olan milli gelir tahminlerinde, ücret ve maaşların aldığı payın son 3 yılda 9 puan eridiğini gözlüyoruz. Sermayenin içindeki ikincil bölüşüm göstergeleri yani finans sermayesi, tarım ve sanayi bu resmin dışında. Bu bozulmanın altında yatan en önemli neden çok yüksek ücret malları yani gıda enflasyonu.

Bunun dışında bir de işsizlik bu bozulmanın önemli nedeni. Türkiye’deki işsizliği ölçümlemede başarılı yöntemler izleyen DİSK’teki meslektaşlarımızın ortaya çıkardığı gerçek şu ki; umudunu kaybettiği için iş aramaktan vazgeçen, bunun için de TÜİK’in işsiz sayısı içinde yer almayan, yaklaşık 10 milyona ulaşan ek bir kitle var. Hiçbir iş arama kanalını aylarca kullanmamış ama 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır, halkımızın tabiriyle ‘Ne iş olsa yaparım’ noktasına itilmiş 10 milyon insan… Bunun yanında kayıt dışı göçmen işçilerin baskısı, Türkiye ekonomisinin inişli çıkışlı dalgalı seyri de eklendiği vakit, ortaya işsizlikten öte bir istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Yapısal olarak istihdam dostu olmayan bir yapıda Türkiye ekonomisi.

DİPLOMALI İŞSİZLİĞE SÜRÜKLENEN BİR SÜREÇ

İş çevreleri işçi bulamamaktan şikayetçi. Özellikle sanayide. Nasıl değerlendirmek gerekir bu çarpıklığı?

Bugün nitelikli, odaklanmış, sektöre yönelik işgücünün daraldığını görüyoruz. Türkiye’de tüm ortaöğretim sistemimiz, öğrenciyi kapitalizminin bireyleri olarak yetiştiriyor. Yaratıcı olmayan bir ortaöğretim sistemimiz var. Ara eleman ya da tekniker yetiştirme sistemlerinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Liseden sonra üniversiteye, üniversiteden sonra diplomalı işsizliğe sürüklenen bir süreçle karşılaşıyoruz. Üniversite ile lise eğitimi arasında meslek okullarının yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu olmadığı için, sonuç olarak, mevcut üniversite sistemimiz itibarsızlaştırılarak, araştırma ve bilimsel üretim faaliyeti bir meslek edindirme faaliyetine indirgendi. Üniversite-sanayi işbirliği kavramı döndü dolaştı, amacından saptırıldı, bambaşka bir yere gitti. Vida sıkmaya, belli bir muhasebe sistemini kullanmaya, teknik becerileri öğrenmeye indirgendi.

2017 başından 2020 sonuna kadar geçen 4 yılda 3 milyon 977 bin konut hiç kredi kullanmadan peşin paraya satılabiliyor. Fakat milyonlar da kirasını ödeyemiyor. Kiralar halkın en önemli gündemiyle konut fiyatlarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu gözlemler bahsettiğimiz çarpık gelir bölüşümü süreçlerinin doğrudan sonucu elbette. Tasarrufların değerlendirilebileceği alanlar giderek daralıyor. Dolarizasyona sıkışmış dengesiz bir ekonomik görünüm var… Bahsettiğiniz tablonun imar rantı spekülasyonunun yansıması olduğunu düşünüyorum. Bir yerde bu ranta dayalı ekonominin -bir ödemeler dengesi krizi mi olur, bir toplumsal kriz mi olur öngörmek güç. buradaki köpüğün böyle bir krize kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu, bir bütünün parçası. Bedelini ise gençler, konuta ulaşmada güçlük çeken yoksullar ödüyor.

Bu tablo bize çok yabancı bir tarihçe değil. İşte 1990’lar Türkiye’si. Halk kesimlerinin tasarruf yapacak güçleri kalmamış durumda. Üst gelir düzeyindeki insanlar da tasarruflarını dövize, reel olarak da konuta araziye, yani imar rantına yatırıyor.

Yurttaş borçluluğu da özellikle ihtiyaç kredilerinde çok hızlı biçimde artıyor. Bu kredilerin daha da şişirilmesi artık mümkün mü?

Adı üzerinde ihtiyaç. Reel alım gücü düşen orta sınıfların giderek çözüldüğü bir ortamda, tam da AKP ekonomi yönetiminin ne olursa olsun tüketimi kamçılamak, ne olursa olsun insanları bir yerde afyonlamak. Bu borçlanma olanağı sayesinde alım güçlerini canlı tutmak görevi var. Nihayetinde temel hedef seçim gününe kadar bu görevi kazasız biçimde yerine getirmek. 2020 Covid dalgasında borçların ötelenmesi gibi tedbirler devreye girdi. Bunu sağlayacak bir mali alana yeniden ihtiyacı var hükümetin.

Dolar kuru 9,50’lerin üzerine çıkmışken, enflasyon ve işsizlik bu boyuttayken, bu inadı nasıl değerlendirmeliyiz?

AKP’nin şiddetle bir büyüme öyküsüne ihtiyacı var. İkinci çeyrekteki %21’lik büyümeyi 3-4 çeyrek daha sürdürmek istiyorlar. Bir mucize gibi… Bunu kazasız bicimde seçime taşıyarak seçimlerde bir başarı öyküsü sunmak arzusundalar. Bu ancak kredi hacminin genişletilmesi ve böylece sanal bir büyüme yaratılması, ortaya çıkan kredi genişlemesinin imar rantları yoluyla sisteme sokulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu hedefin çok ciddi maliyetleri de olacaktır. Böyle bir büyümenin yol açacağı cari açığı ve özel sektörün çevirmesi gereken dış borçları da eklediğiniz zaman 1 yıl içinde 230-240 milyar dolara yakın bir finansman ihtiyacınız var. Hesap tutmuyor. Bu dengeyi sağlayacak tek önemli kalem ancak kayıt dışı sermaye girişleri, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kaleminin mistik uzantıları. Korkut Boratav Hoca’nın hoş bir yakıştırması vardır; “Net hata ve noksan kalemi, bir polisiye vaka öyküsü değildir. Bunun çok büyük bir bölümü yerli sıcak paradır.” Yerli büyük şirketlerin, şu veya bu şekilde yurtdışındaki paralarının yurtiçine getirilmesi ya da yurtiçinde atıl duran paralarının sisteme sokulmasından kaynaklanır. Ama bunun yanında Arap Baharı, Kaddafi’nin sisteminin çökmesi sonucu dağılan servetler, Irak Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Ortadoğu’daki özel birikimler, bölgedeki resmi dostlarımız olan Katar ve Yemen’deki birikmiş servetler, siyasi egemenlik haklarımızdan vazgeçen veya imar rantlarına dayandırılan özelleştirmeler yoluyla Türkiye’ye çekilebilir. Bu tabloya daha geniş planda baktığımızda şu anda Türkiye’de 2001 krizine benzeyen yapısal koşulların hemen hepsinin mevcut olduğunu görüyoruz. Çok ciddi bir ithalat baskısı var. İthalat yapmadan üretim yapamayan ve dolayısıyla ihracat yapamayan bir yapı…Çok yüksek bir enflasyon ve bunun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik… Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası… Hedeften sapıldığında görevden alınan Merkez Bankası başkanları…

Krizi tetikleyen unsurla, krize neden olan yapısal koşullar bambaşka olabilir. Nasıl ki, 2001 krizi bir anayasa kitapçığı tarafından tetiklenmişti, böyle bir ortamda bir krizi tetikleyebilecek bir unsurun ne olacağını bilemeyiz ancak yapısal koşullar ortada.

Seçimlerden sonra iktidar değişikliği halinde, halkın ekonomisinde sistemi derinden sarsmadan bir ferahlama mümkün mü?

Tahribat tabii uzun yıllardır devam ediyor. Fakat öbür yandan kişisel olarak şöyle bir umut da taşıyorum ben; atılacak adımlar, çok da tekerleğin yeniden icadı gibi değil. Bu adımların başında hukuk sisteminin ve bürokraside atamalar sisteminin liyakata ve evrensel ilkelere göre yeniden düzenlenmesi var. Bunlar gerçekleşirse, çok olumlu bir atmosfer oluşabilir Türkiye’de. Aslolan bu siyasi iradeyi gösterebilmektir. Evet, tahribat çok derin ama çözüm iktisadın teknik hesaplarında değil, doğrudan doğruya siyasetin ve hukukun içinde bana kalırsa.

Liberal siyasetçiler ve iktisatçılara göre serbest piyasa koşullarına riayet edildiği takdirde halkın sorunları da çözülecek. Bu önermeye katılıyor musunuz?

Öncelikle küçük bir düzeltme önerebilirim: Serbest piyasa sistemi ne Türkiye’de ne Dünya’da mevcut. Bunun yerine ‘kapitalist pazar ekonomisi’ sözcüğü kullanalım. Eğitim, adalet, bürokratik atamalar yanında iktisadi olarak da çeşitli adımlar atılmalı elbette. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nde meslektaşlarım Hasan Cömert ve Berna Uzundağ ile beraber yürüttüğümüz bir çalışma var. Bu çalışmada ‘vatandaşlık temel gelirini Türkiye’de oluşturabilir miyiz’ diye sorduk. Tam da mevcut pazar ekonomisi içinde bunu yapabilir miyiz? TÜİK’in verilerinden yola çıkarak yoksulları ve onların yaşadıkları coğrafyaları ayrıca yoksulların ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini tespit ettik. Farklı odaklanmış kitlelere göre milli gelirimizin %3’ü ile %8’i arasındaki bir mali büyüklükle vatandaşlık temel geliri desteğine ihtiyaç gözüküyor. Önerdiğimiz destek paketinde kabaca milli gelirimizin %4’üne ulaşan bir gelir aktarımına ihtiyaç olacak. Bu kabaca 16 milyon insana tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Asgari ücretin %70’i kadar bir gelir transferi söz konusu.

Şimdi böyle bir transferin maliye yani finansman tarafına hiç dokunmadan uygularsanız, kısa dönemde bu gelirin talebe dönüşmesiyle beraber, ekonomide kısa dönemde bir canlılık yaratılıyor. Fakat bu üretim dışından kaynaklandığı için enflasyon körükleniyor, döviz kuru fırlıyor, kamu maliyesindeki bozulma da yüksek faizlere ve yatırımların önünü kesmesine neden oluyor. Sonuçta ekonomik bir durgunluk gözleniyor. 7-8 yıllık bir uzunluğu düşünürseniz, hedeflediğiniz kitle dahi mevcut durumundan daha yoksul duruma düşüyor. Dolayısıyla böylesi bir basit reçete sürdürülebilir değil. Ama biz alternatif (AS: seçenek) olarak ne yapabiliriz diye baktık. Kimsenin canını yakmadan böyle bir gelir transferi (AS: aktarımı) mümkün değil; olumlu sonuç da doğurmuyor. Dolayısıyla finansman konusunda da belli reformlar yapmak gerekiyor. Bunun dışında yap işlet devret (YİD) projelerinde gördüğümüz gibi çarpık bir kamu tüketim deseninin kaldırılmasıyla da milli gelirin %2’sine dayanan bir tasarruf elde edilebiliyor. Kurumlar vergisinin de gelir dağılımı adına (AS: için) güçlendirilmesiyle birlikte % 0,5 ile %1 arasında bir tasarruf elde edilebiliyor. Bir bölümü dışarıdan finansman da olabilir. Bu, milli (AS: ulusal) gelirimizin % 3 ile 4 kadar bir fon demek; bu parayla vatandaşlık temel geliri için yeterli kaynak yaratılabiliyor.

Eğer böyle yapılırsa başlarda coşkulu bir büyüme olmuyor. Ama kamunun mali dengelerini gözettiğiniz için yatırımlarda ve fiyatlar üzerinde yaratacağı sorunlara da çözüm bulmuş oluyorsunuz. Öbür taraftan da sağlıklı bir gelir transferi sağladığınız için büyümenin talep unsuru yoluyla hareketlendirildiği bir yola giriyorsunuz. Daha dengeli bir tüketim deseni ortaya çıkıyor, dış ticarette de daha sağlıklı sonuç alıyoruz. 3-4 yıl içinde ortalama büyümenin üzerinde bir büyümeyi gelir dağılımında daha eşitlikçi şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra karbondan aldığınız vergiler nedeniyle, kaynakları yenilenebilir enerjiye ve daha temiz sektörlere aktarıyorsunuz. Mevcut kapitalist pazar ekonomisi koşullandırmaları altında bile…

Tarımın çökertilişi

Tarımın çökertilişi

Erinç Yeldan

TMMOB Makina Mühendisleri Odası (MMO), “Sanayinin Sorunları” bülteninin şubat sayısını, tarımda yaşanan sert düşüşlerin imalat sanayisi alt dallarına etkisine ayırdı. İktisatçı- yazar Mustafa Sönmez’in katkılarıyla hazırlanan Rapor, tarımı çökerten politikaların sonuçta katı bir gıda enflasyonu sorunu yarattığını vurgulayarak, başta gıda-içecek sanayisi olmak üzere tarımla ilişkili sanayi dallarının da olumsuz etkilendiğine dikkat çekmekte. Bugünkü yazımda söz konusu raporun bulgularını sizlerle paylaşmak arzusundayım.

Bilindiği üzere, TÜİK’in verilerine göre ocak ayında (2019) yıllık enflasyon oranı tüketici fiyatlarında %20.4’e, üretici fiyatlarında ise %32.9’a ulaştı. Ocak ayında enflasyonda en yüksek artış aylık bazda %6.4’lük artış ile gıda sektöründe gerçekleşti. Bu artış, ocak ayında 2003 yılından bu yana, yani son 16 yıldaki en yüksek düzey olarak gözlenmekte. Fiyatı en çok artan 25 ürün sıralamasında ilk 9 sırada yaş sebze ve meyve ürünleri yer aldı. İlk 15 ürünün 12’si sebze ve meyve ürünleri oldu.

Gıda enflasyonundaki artış kuşkusuz son bir iki ayın değil yıllardan beri tarımda biriken ve kronikleşen sorunların doğrudan sonucu. Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, AKP döneminde hızlandı. Tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı. Bunun yanında, hemen bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de, kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. Desteklerin azalması ile birlikte, Kürt sorununa barışçı çözümler üretmek yerine “güvenlikçi” politikalardaki ısrar, bunun devamı olarak Güneydoğu-daki birçok köy ve mezrada zorunlu göç uygulamasına geçilmesi, can ve mal korkusu ile köylerin terki, tarımsal potansiyelin de körelmesi sonucunu yarattı. Tarım ve sanayide yatırımlarla beslenecek verimlilik artışlarına dayalı bir üretim planlaması yerine İstanbul kent rantı iştahına öncelik tanınması sonucunda tarım üreticisinin üretim motivasyonu da azaldı. Tarımsal faaliyetler önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkarken, kırsal nüfus yaşlandı.
Tarımda yaşanan üretim gerilemeleri, bitkisel ve hayvansal ürünleri işleyen gıda ve içecek sanayisi başta olmak üzere, tarımsal sanayileri de olumsuz etkiledi. Bunların yanı sıra tarıma girdi veren yem, tarımsal ilaç, gübre, traktör gibi sektörler de tarımdaki gerilemeden olumsuz etkilendi.

Bu sorunlar T.C. Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda da dile getirilmekteydi. TCMB Raporu, “rkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi esas olarak yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir.” biçimindeki yorumuyla tarımda süregelen yapısal sorunların özüne değinmekteydi.

2000’den bu yana tarım sektörünün milli gelirden aldığı pay %10.1’den, %5.7’ye; tarımda çalışan sayısı ise 7.7 milyon kişiden, 5.3 milyona geriledi. Tarım alanları toplamı ise 2003’teki 26 milyon hektardan, 2017’ye gelindiğinde 23.4 milyon hektara gerilemiş idi. Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artıracak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşandı.

Makina Mühendisleri Odası’nın raporu yapılması gereken ilk adımın tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak olduğunun altını çiziyor. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin üretim iştahının kaybolması ve üretimi terk etmesi, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı afetler, yıkıcı ithalatın yarattığı tahribat, üretici kooperatiflerinin yetersizliği konuları üstünde de durulması gerekiyor.

Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım ve sanayi politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması ise, kuşkusuz, tarımın yanı sıra onunla ilişkili sanayi alt sektörlerini yeniden ayağa kaldırmanın da ön koşulları. (Cumhuriyet, 27.2.19)
===============================
Dostlar,

Köy biberi teröristliğini ısrarla ve şiddetini artırarak sürdürmekte (!)..
Bu gün bir büyük zincir markette kg’ı 16.90 TL idi..
İktidarın gözünden kaçtı korkarız. Meydanlarda dile getirilmiyor son günlerde nedense..
Oysa AKP için gündem oyunları bakımından bulunmaz bir fırsat..

İki noktayı paylaşmak uygun olacak :
İlki, azalmasına karşın, tarımsal nüfusun düştüğü son oranla %5,3’lük kesim, toplam ulusal gelirin %5,7’sini alabilmektedir; bu küçük de olsa tarımcılar lehine bir avantajdır..

İkincisi 6360 sayılı ve 31 Mart 2014’te yürürlüğe giren ve 14 yeni Büyükşehir kuran yasadır. Bu yasa ile 35 bin dolayındaki köy sayısı yarılanarak 18 bine yakın köy mahalleye dönüştürülmüştür. 2018 sonu TÜİK ADNKS verileriyle kentsel nüfus %92’3e fırlamıştır. Bu oran Singapur, Honkong gibi kent (şehir) devletleri bir yana bırakılırsa, dünyada en yüksek oranlardandır. Ancak gerçek sosyo-demografik durum böyle olmayıp, 18 bine yakın köy nüfusu, yasa ile “1 gecede kentli” kılınmıştır!? Dolayısıyla, tarımda makineleşme ve öteki girdilerde iyileşme nedeniyle yaşanan bir tarım sektörü çalışanı azalması söz konusu değildir; Sayın Yeldan’ın da vurguladığı üzere;

  • …Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artırcaak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona (AS: yenilik) dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşanmıştır…

Bir önceki yerel seçimleri izleyen gün 31 Mart 2014’te yürürlüğe sokulan bu yasanın, AKP iktidarınca Türkiye’ye dönük en büyük operasyon sayılabileceğini bu sitede birkaç kez yazdık daha önce. 18 bine yakın köyün tüzel kişiliğinin kaldırıldığını, dolayısıyla taşınmaz mülk edinme ehliyetlerinin kalmadığını ve bunların büyük ölçüde ilgili belediye ve kamu kurumlarına dağıtıldığını… mera – otlak – yaylak – su kaynaklarının köylünün elinden alındığını.. yazmıştık.

İşte 5 yıl içinde kısa – orta erimde, 6360 sayılı kökü dışarıda yasanın Türkiye’ye yaşattığı yıkıma bir örnek..

Türkiye’nin, başta AKP = Erdoğan olmak üzere geriye doğru çok ciddi bir muhasebe yapması kaçınılmaz.. Sözü edilen bu ciddi yasa vb. adımlarla toplumsal – ekonomik – kültürel – mali yaşamın adeta terörize edilmesinin kaçınılamaz acı sonuçlarıdır günümüzde yaşadıklarımız. Hiçbir biçimde halk üzerindeki olumsuz – yıkıcı ve somut sonuçlarını silmek olanaklı değildir.

  • AKP = Erdoğan, yıllardır kör gözüm parmağına inatla sürdürdükleri ağır ve zincirleme stratejik hatalarla ülkemize çok ağır ve bir bölümü dönüşümsüz bedel ödetmekteler kendilerinin de ödediği ve mutlaka ödeyeceği üzere.. Yeter ki “hilesiz” bir seçim olsun 3 hafta sonra..
  • İlk koşul da parmak boyama.. YSK mutlaka bu uygulamayı getirmelidir seçimlerde.

Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Yoksulluğa acil çözüm

Yoksulluğa acil çözüm

Bartu Soral
Cumhuriyet
, 13.11.18

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Vatandaşın gelir düzeyi ortada. Çalışanların ortalama maaşı 2 500 lira dolayında. Olanağı olan aile büyükleri, çocuklarına ufak tefek destek veriyor. Geliri yetmeyen kredi kartına yükleniyor, tüketici kredisi çekiyor. Bunlar gelirler bölümü. Bir de giderler var. Son dönem fiyat artışları ile giderler çok yükseldi. Gıda enflasyonu %40. Elektrik ve ısınma da aynı, %40. Kısa vadede, hele “%10 indirim yaptık gibi sloganlarla” enflasyona çözüm bulunamaz. Üretimi değil ithalatı teşvik eden ekonomi politikalarının sonucu bu… Uyarmıştık… Yoksulluk sınırı 6 bin lirayı geçti. Giderler kısmında diğer yük ise vergiler. İşte burada, kısa vadede yapılabilecekler var.

Patron da işçi de aynı vergiyi öder mi? 
Devletin en önemli gelir kaynağı temel olarak ikiye ayrılan vergilerdir; 1) dolaylı vergiler; yani, günlük harcamalara ödenen KDV, ÖTV, alım-satım vb. vergiler. 2) dolaysız yani doğrudan vergiler; yani, gelir ve kurumlar vergisi. Dolaylı vergiler adaletsizdir. Çünkü yiyecek, giyecek, barınma, ısınma gibi tüketim miktarları belli bir sınırı aşmayan, temel ihtiyaçlara, gelirleri ne olursa olsun herkes aynı vergiyi öder. Belirli sınırı aşmayan dedim, çünkü zengin olsanız da kişi olarak günde bin yumurta yiyemezsiniz, gıdaya ayda 50 bin lira harcamazsınız, günde 40 bin km yol yapamazsınız. Yani aylık 1.600 TL asgari ücret alan bir çalışan da, aylık 500 bin TL ortalama geliri olan müteahhit de ekmeğe, süte, benzine, ısınmaya, telefona, elektriğe aynı fiyatı ödüyor, aynı oranda vergi veriyor. Gelirine bakılmıyor. Bu nedenle dolaylı vergiler adaletsizdir.

1980-2017 farkı
1980 yılında toplam vergi gelirlerinin %37’si dolaylı vergilerden oluşuyordu. 2017’de toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı %67 oldu. Yıllar içinde ülke ekonomisinde imalat sanayisinin payı düşerken finansal işlemlerden kazançlar arttı. Son 10 yılda ise büyük kazananlar listesine “yandaş inşaat sektörü” de eklendi. Bu kazançların doğru dürüst vergilendirilmediği ise dolaylı vergilerin payının toplam içinde %67’ye ulaşmasından anlaşılıyor. Daha önce de yazdım; Türkiye’de borsada alım satım yaparak kazanç sağlayan yabancılardan bu kazançları için alınan vergi oranı sıfır. Borsada yabancıların payı %65. Yani çoğunluğu yabancıların elinde olan borsadaki kazançlardan vergi alınmıyor. Bankacılık kesimi son beş yıldır kârını her yıl artırıyor. 2017’de toplam kâr 49.1 milyar TL oldu. Bankaların da % 47’si yabancıların elinde.
2017’de kurumlar vergisinden elde edilen gelir 53 milyar TL. Buna karşılık ÖTV’den elde edilen 138 milyar TL, bunun 64 milyarı petrol ve doğalgaz, 34 milyarı tütün ürünleri!.. Rakamlar açık; hükümet vergiyi “büyük kazananlardan” değil, vatandaştan alıyor.

Çözüm
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aylığına %26 zam yapıldı.

1) Asgari ücretten başlayarak bütün çalışan kesim için en az bu oranda zam yapılması zaten artık zorunlu. Kaldı ki temel harcama kalemlerine gelen %40 dolayında zam göz önüne alınınca, bu oran bile geçen yıla göre dar ve orta gelirli kesimin alım gücü yitiğini gidermiyor. Bu, gelir kısmındaki iyileştirme.

2) Buna ek olarak, giderleri düşürmek için; bütün gıda ürünleri, ısınma ve elektrikte vergi oranları sıfırlanacak. Ulaşım ve iletişimde ise vergi oranları indirilecek. Dikkat edin otomobil satışları artsın diye yapılan ÖTV indiriminden söz etmiyorum!.. Peki, bu iki uygulamanın bütçeye getirdiği yük ne olacak? Onun da çözümü hazır;

1) Vergilendirilmeyen finansal kazançlar vergilendirilecek.
2) Düşük oranda vergilendirilen finansal kazançların vergi oranı artacak.
3) Yandaş müteahhit olarak son 10 yıldır bütün devlet ihalelerini alan grubun birikmiş kazançları vergilendirilecek. “Bu milletin a… koyacağız” diyen müteahhitler, taşın altına elini koyacak.
4) Hükümet tasarruf yapacak.
5) Kayıt dışı büyük kazançlar, nereden buldun yasası ile takip edilerek vergilendirilecek.

Haydi bakalım…  Buradan bırakın bütçe yükünü hafifletmeyi, yeni bir tarım ve sanayi planını uygulayacak kaynak doğar. Herkes çalışmaya, üretmeye, kazanmaya ve insanca yaşamaya başlar.
====================================
Dostlar,

REJİM TIKANMIŞTIR!

Değerli ve birikimli ekonomist (kalkınma iktisatçısı) Sn. Bartu Soral, 2 gün önce de Cumhuriyet‘te önemli bir makale yayınladı, üstünde tıklanarak okunmalı bu yazı ile birlikte.

Halkın Yoksulluğu..

AKP iktidarının yoksuldan yana olmak gibi bir derdi olmadığı açık seçik ortada. 2017’de toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payının %67’ye erişmesi önemli bir kanıt! AKP döneminde Dolar milyarderlerinin sayısının 15’ten 3 katına erişmesi de..
Tek adam rejimi ekonomik çöküntü – yoksulluk – hukuksuzluk… doğurdu. Başkası da beklenemezdi. Tek adam korkunç yetkilere sahip ama rejimin kalbi olması gereken TBMM’de kendisine tek 1 soru bile sorulamıyor.. Hesap vermesi neredeyse olanaksız kılınmış. Oysa evrensel yönetim kuralı yetki ve sorumluluğun birlikte bulunmasıdır.
TEK ADAM’ın ilk 100 günü tam bir fiyasko! Elektirik 5 kez, doğal gaz 4 kez zamlandı. 100 liralık ücret enflasyon canavarı ile 70 liraya indirildi. Resmi işsiz sayısı 6 milyonu aştı..

Şimdi sıra, bu açık çıplak gerçekleri yazıp hesap sorma isteyenleri türlü biçimlerde susturmakta. Yazılamayan öyle çok şey var ki.. Örneğin Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti.. Fransız Dışişleri Bakanı Erdoğan’ı bu konuda “oyun oynamakla” suçlayınca bizimkiler küplere bindi!? Neler olup bitiyor acaba?? 35 milyar – 50 milyar Dolar dolayında bir pazarlık doğru mu? Yönetim saydam ve hesap sorulabilir  – hesap veren durumda olmayınca fısıltılar yayılıyor.

Cumhurbaşkanı hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebiliyor (Anayasa md. 105). Bu 301 vekil demek. Görüşme sonunda soruşturma kararı verilebilmesi 3/5 yani 360 vekilin gizli oyu ile olanaklı. Bu baraj da geçilirse, Yüce Divan’a sevk için 2/3 yani 400 vekilin gizli oyu gerek. Bu baraj da aşılabilirse, Yüce Divanda yargılanırken Cumhurbaşkanlığı görevi eskisi  gibi düşmüyor, bu sıfatla yargılama sürdürülüyor.. Oysa en küçük olayda sahipsiz kamu görevlileri ünlü “soruşturmanın selameti” gerekçesiyle açığa alınıyor ya da yurttaşlar tutuklanıyor.

Bütün bu çelik zırhlar nedendir??
Hesabını veremeyeceğiniz işler yapabilmek için midir?
Öyle ya, tersinden bakarsak, abdestinden kuşkusu olmayan namazını neden sorgulasın ki?

AKP = Erdoğan‘ın ülkemize dayattığı dış kurgulu ucube rejimin demokrasi ile zerrece ilgisi yoktur!
TBMM iğdiş edilmiştir
.
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Saraydan alıp Meclise verdiği yetkiler yani HALK EGEMENLİĞİ yeniden ters yüz edilmiş,

  • Ulusun egemenliği gasp edilerek Beştepe Sarayı sakinine devredilmiştir.

Ülke her bakımdan yanıp kavrulmakta ancak sorumlularından demokrasi içinde hesap sorularak iktidardan uzaklaştırılması olanaklı olamamaktadır.

  • Anayasa’nın değiştirilmesi bile önerilemeyecek ilk 3 maddesi, hülle ile başkalaştırılmıştır.
  • Bu girişim bir “darbe” dir ve Türk Ceza Yasası’nın 309. maddesinde tanımlı Anayasayı çiğneme suçudur.
  • Rejim tıkanmıştır.

24 Haziran 2018 seçimlerinin ve 9 Temmuz 2018 hanedan rejiminin tahta çıkmasının üzerinden 5 ay geçmeden Türkiye çok yönlü ve derin bir açmaza sürüklenmiştir.
Çözüm önerecek herkesin bu çok acı verili gerçeği asla akıldan çıkarmaması gerekiyor..

Ekonomist Sayın Bartu Soral’ın da..
Salt (izole) ekonomik önlemler, çok yönü rejim bunalımından çıkmak için
ne denli rasyonel olabilir ki?

Sevgi ve saygı ile. 13 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Gıda israfı sandığımızdan büyük

Gıda israfı sandığımızdan büyük

YURT Gazetesi, 12.05.2017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İspanya’da insanlara gıda israf düzeyleri sorulmuş. Ortalama %4 olduğunu tahmin etmişler. Daha incelikli yöntemlerle aynı konu araştırılmış. Gerçek israf düzeyi bu kez %18 bulunmuş.

Birleşmiş Milletler FAO örgütü (Gıda ve Tarım Örgütü) bu konuda 2014 yılında birçok uzmanın katıldığı bir rapor hazırlamıştı. (Food Losses and Waste in the Context of Sustainable Food Systems) Bu FAO’nun web sayfasından bulunabiliyor. (http://www.fao.org/3/a-i3901e.pdf)

FAO’nun verilerine göre dünyada insan tüketimi için üretilen gıdanın miktar olarak üçte biri, kalori bazında ise dörtte biri kayıp ve israftır. Bu 1,3 milyar ton gıda israfı anlamına geliyor. Milyar tondan söz ediyoruz. Yaklaşık iki milyara yakın insanın tüketebileceği kadar gıdanın her yıl düzenli olarak yok olduğu görülmektedir. İspanya için verilen oran yalnızca tüketici düzeyindeki israfı ortaya koyuyor. Üretim aşamasından tüketiciye gelinceye dek gıdalar kayıp ve israf oluyor. Bu yazıda tüketim aşamasındaki israf üzerinde duralım.

Bu konudaki araştırmalar daha çok ABD ve Avrupa’da yapılmış. ABD’de gıda için harcanan değerin %9’unun, İngiltere’de ise %15’inin israf olduğu saptanmış. En çok israf meyve ve sebzelerde görülmektedir. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya düzeyinde hane halklarında sebze ve meyvelerde israfın % 39, tahıllarda ise %33 olduğunu saptamış.

Restoranlar ve benzeri yerlerde de israf çok yüksek. Finlandiya’da bu sektörde ortalama israf %24 olarak bulunmuş. Ülkemizde de çok yüksek olduğu izleniyor. Örneğin serpme kahvaltı denilen sistemde yüksek israf var. Yurt dışında da gözlediğim bir sistem var. İzmir’de Karşıyaka Belediyesine ait restoranlarda sabah kahvaltısında dikdörtgen geniş bir porselen tabağa istediklerinizden istediğiniz kadar koyuyorsunuz, kasada tartılıyor. Çaydan istediğiniz kadar alabiliyorsunuz. Sahanda yumurta gibi kimi yiyecekler ise ayrı olarak ısmarlanıyor. Buna göre bir ödeme yapıyorsunuz. Bu sistemde israfın çok aza indiği gözleniyor. Ödenen para da aşırı yiyecek almadığınız takdirde serpme kahvaltı gibi sistemleri kullananlara göre daha düşük oluyor. Herkes kazanmış oluyor. Bu gibi sistemler teşvik edilmeli.

Dünyada gıdanın yeterli olmadığı iddiası oldukça yanlış!

Bu sorunlar çözümlense aç insan kalmaz. Açların önemli bir kesiminin kırsal alanlarda yaşadığını da unutmayalım. Açlık daha çok gelir dağılımı ile ilgili. Kırsal kesimdeki açların çoğunun toprağı yok. Bugünlerde Afrika’da görülen açlık ise kuraklıkla ilgili…
Bu ise muhtemelen küresel iklim değişikliğine bağlı bir olay..
====================================
Dostlar,

Sayın Prof. Özkaya’yı sitemiz okurları tanıyorlar..
Sorumlu ve yurtsever bir Tarımbilmci. Bu alanda da özellikle Tarım Ekonomisinde uzman. O’nun YURT gazetesindeki yazıları, ülkemizde ve dünyada gıda politikaları ve sorunlarına ilişkin çok aydınlatıcı.

Biz de yıllardır Tıp Fakültesinde Gıda – Beslenme sorunlarının tıbbi ve sosyo-ekonomik,
sosyo-politik boyutlarını işlemekteyiz. Örn. şu dosyamız çok yararlı olabilir :

GIDA GÜVENLİĞİ ve SU HİJYENİ

Geçtiğimiz Cumartesi günü (14.5.17) Türkiye’mizin çiftçileri Ankara Tandoğan (Anadolu) meydanında bir açıkhava toplantısı (mitingi) düzenleyerek,

  • BIRAKIN ÜRETELİM.. diye haykırdılar..

Akaryakıt, gübre ve yem fiyatlarında destek istediler ve tarımsal gıda üretimi yetersiz olursa Türkiye’nin AÇ ve İŞSİZ kalacağını, dışalımın (ithalatın) çözüm olamayacağını vurguladılar. 2016’da gıda dışalımımız (ithalatımız) 14,3 milyar Dolar oldu.. Tüm dışalımın 1/10’u gıda!
Dış ticaret açığı 56 milyar dolar ve bu açığın 1/4’ü gıda dışalımı kökenli. Bir başka anlatımla, Türkiye gıda üretiminde kendine yeter olursa, Dış Ticaret açığı da 1/4 oranında azalacak!
(http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21798, 16.5.17)

Bunlar yetmezmiş gibi bir de GIDA İSRAFI kabul edilebilecek bir olgu değildir.
Türkiye’de gerçek kişiler ve kurumlar ellerinden gelen her şeyi yapmalı ve neredeyse 1 gm gıda bile israf edilmemelidir.

FAO verileriyle 2014-16 döneminde Dünyada 795 milyon aç insan (7,3 milyar dünya nüfusu) söz konusudur (her 9 kişiden 1’i açtır!) ve bu rakamın 780 milyonu (%98’i!) gelişmekte olan ülkelerdedir. Müslüman ve hızlı nüfus artışı içindeki ülkelerdeki açlık dikkati çekicidir
(http://www.worldhunger.org/2015-world-hunger-and-poverty-facts-and-statistics/, 16.9.17).

Hz. Muhammet, aç kalacaklarını bile bile gene de insanlara “Çoğalın, sakın aile planlaması yapmayın..” der miydi acaba? AKP – RTE bunu yapıyor, dini çarpıtıyor ne yazık ki!?

Öte yandan tarladan sofraya gelene dek ürün fiyatları birkaç kez katlanıyor.. Tarlada 1 TL /kg fiyatla alınan domates, tüketiciye 10 TL’yi bulan bedellerle ulaşıyor nasıl oluyorsa!? 15 yıldır tek başına iktidar olan bir siyasal kadro ise bu sorunu çözemiyor öyle mi? Adama gülerler..
Hangi seçenek geçerli :

  • Bunca beceriksiz misiniz, sorunun ayırdında mı değilsiniz, ranta ortak mısınız?? Hangisi??

Unutulmasın, gıda enflasyonu, toplam enflasyon içinde hatırı sayılır pay alıyor.. Enflasyon da epeydir 2 rakamlı ülkemizde ne yazık ki,, İşsizlikte olduğu gibi.. Ve neciiiiip mi necip milletimiz gene de AKP oylarını tek basamaklı rakamlara indir(e)miyor?

Bu ne acayip politik bulmacadır? 

Sevgi ve saygı ile. 16 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com