Etiket arşivi: Prof. Dr. Tayfun Özkaya

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ MANİFESTOSU-2019

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ MANİFESTOSU-2019

Ne Yersek O’yuz!

Biz Narlı köyü üstünde, Darıdere Tabiat Parkı’nda 21-25 Ağustos 2019 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz 2019 Kazdağı Ekofestivali katılımcıları olarak gıda konusunda aşağıda yer alan hususları kamuoyuyla paylaşıyoruz:

Adil ve ekolojik gıda yıllardır tasamız. 2004’de bir araya gelen GDO’ya Hayır Platformu’nun, 2006’dan bu yana süren Tohum Takas Şenliği’nin, 2013’te yayınlanan Bayramiç Gerçek Gıda Bildirgesi’nin, tüm bu süreçte ortaya çıkan gıda inisiyatiflerinin, üretici ve tüketiciyle iç içe olan gıda ve ekoloji hareketlerinin mirasını şükranla kucaklıyoruz.

  • Gıdamız, ulus ötesi örgütlenmiş şirket devletlerden oluşan bir sistemin sömürüsü altındadır.

Tüketimin oluşturduğu kâra bel bağlayan bu sistem gezegeni talan ederken gıdanın da içini boşalttı. Biz de yaşam uygulamalarımızla bu sömürünün bir parçası durumundayız!

Sağlık, kültür ve güven zedelenmesi sonucu tüm krizin bir parçası olan Gıda Krizi içindeyiz;

– Tarım toprakları ve su kaynakları kirlendi,
– Çiftçi tarımdan ve topraktan koparıldı, köyler boşaldı,
– Gıda üretimi şirketlerin eline geçti,
– Endüstriyel tarım ile ekolojik yıkım katmerlendi ve gıdanın besleyici niteliği kayboldu,
– Süpermarketler olgusu küçük üreticinin gıda pazarına erişimini kısıtladı,
– Aracıların hakim olduğu bir gıda dağıtım sistemi oluştu,
– Çiftçiler Tohum Yasası ile hibrit tohumlara mahkum edildi ve yerel ve atalık tohumlar unutturuldu.

Gıdayı dert eden bizler;
– Tohum Takas Şenlikleri yapmayı sürdürerek yerel tohumlarımızı yaşatacağız,
– Gıda topluluklarımızı ve kooperatiflerimizi çoğaltacağız,
– Adil ve sağlıklı gıda üretimini yaygınlaştıracağız,
– Aracısız ürün ağlarımızı geliştireceğiz,
– Gıdayı dert eden haysiyetli bilim insanlarımızla birlikte çalışmayı sürdüreceğiz,
– Bize dayatılan sömürü, istismar ve hak ihlali içeren gıdanın üretim ve tüketimini desteklemeyecek ve kabul etmeyeceğiz,
– Toprağımızın, havamızın, suyumuzun kirlenmemesi için mücadelelerle dayanışmaya devam edeceğiz.
– Başta Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere, seçtiğimiz yerel yönetimlerin ekolojik tarımı ve küçük çiftçiyi destekleyen, üretim ve tüketim kooperatiflerinin yaygınlaştırılmasını kolaylaştıran gıda politikaları üretmesini isteyecek ve izleyeceğiz.

Ekosistem içindeki tüm canlıların sınıfsız, cinsiyetsiz, ikili kutuplaştırmaların ötesinde ve ayrıcalıksız, insanın egemen olmadığı, ötekisiz ve sömürüsüz bir düzende var olmasını istiyoruz.

Adil ve ulaşılabilir bir gıda temel haktır!
Gıda egemenliği hemen şimdi!

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ-2019 KATILIMCILARI
=============================

Dostlar,


Bu önemli girişime öncülük eden ve Bildiriyi (Manifesto) paylaşan dostumuz Sn. Prof. Dr. Tayfun Özkaya‘ya teşekkür ederiz.

Prof. Özkaya Ege Üniv. Ziraar Fak. Tarım Ekonomisi öğretim üyesi.
YURT Gaztesinde düzenli ve çok değerli makaleler yayınlıyor..
Çok sık olmasa da bu makalelere biz de web sitemizde yer veriyoru..

Payaşılmasını, izlenmesini ve Prof. Özkaya gibi yetkin ve yurtsever bilim insanlarının önerilerine iktidarların kulak vermesini dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

YERLİ TOHUM MU, YEREL TOHUM MU?

YERLİ TOHUM MU, YEREL TOHUM MU?

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniv. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi Bl.

Tarım ve Orman Bakanlığı sözcüleri ısrarla “yerli tohum” terimini kullanıyorlar. Bir iddiaları da Türkiye’nin tohum ihracatının arttığı ve tohum ithalatının her ne kadar fazla olsa da, artık daha yüksek bir oranda ithalatı karşıladığı şeklinde. Evet, Tohumculuk Kanununun çıktığı 2006 yılında tohum ithalatının %44’ü kadar tohum ihracatı yapılıyorken 2013 yılında bu oran %64’e yükseldi. Burada bir anlaşmazlık yok. Türkiye’nin tohum özgürlüğünü veya tohum egemenliğini savunanlar olarak “yerel tohum” terimi üzerinde duruyoruz. Şirket tohumlarını savunanların anlamadıkları bir nokta var. Tohumlukta ihracatın ithalatı karşılama oranları o kadar dikkate aldığımız bir nokta değil. Türkiye’de çalışan yabancı tohum şirketleri köylümüzü kullanarak ucuza ürettikleri tohumlukların bir kısmını Ukrayna, Rusya vb. bazı ülkelere satıyorlar. Bu da yerli tohum oluyor. Diğer yandan hem tohum ithalatı hem de ihracatı çok büyük sayılar değil.  Örneğin 2013’de ithalat 194 milyon dolar, ihracat 126 milyon dolar oldu. Bunlar genel ithalat ve ihracat içinde küçük sayılar. 2013 yılında tohumluk ihracatının genel ihracat içindeki payı % 0,083 idi. İthalat da ise benzer oran % 0,077 idi. Bir de tohumluk ile yani yeniden tarımsal üretimde kullanılacak çoğaltım materyali ile tüketimde kullanılacak, örneğin haşhaş tohumunu karıştıranlar var.

Ödemeler dengesinin tohumlukta açık vermesi, bu alandaki sorunlar içinde çok da önde gelenlerden değil. Petrol, doğal gaz, pamuk, bitkisel yağ vb. ithalatlarımızdaki değerler düşünülürse tohumluktaki açık çok da fazla değil aslında.

  • Ancak yabancı tohum şirketlerinin tohumlarına bağımlılığımız arttıkça uzaktan hepimize kumanda etmiş oluyorlar.

Bu şirketlerin çoğu aslında tarım ilacı da satıyor. Dolayısıyla onları da alıyoruz. Çünkü tohumlukları hastalık ve zararlılara dayanıklı değil. Böylelikle topraklar, sular, ürünler kirletiliyor. Bu ürünlerin besin değerleri de düşük. Bu tarım ilaçlarını kullanırken çiftçiler, ürünleri tüketirken halk zehirleniyor. Besin değerleri düşük olduğundan bizleri hastalıklardan korumuyor. Dahası bu şirketlerin bir kısmı beşeri ilaç da satıyor. Dolayısıyla bir satış daha yapılıyor. Bu gibi şirketlerin üç ayrı cebi var. Sağ cebine tohum, soluna tarım ilacı, arka cebine de beşeri ilaç parası giriyor. Yani şirket tohumları bize hem tarımsal üretimde hem de gıda tüketiminde istemediğimiz bir sistemi dayatmış oluyor. Tohumluk ithalatı yanında tarım ilaçları, kimyasal gübre ve hammaddeleri ithalatlarını da dikkate almak gerekiyor. Bunlar çok daha önemli.

İşte yerli tohum diyenler bu gerçeklerin gözlerden kaçmasına yol açmış oluyor.

Yerel tohumu savunanların bitki ıslahına karşı olduğu şeklinde bir kara propaganda da yayılıyor. Bu da doğru değil. Yerel tohumlara dayalı olarak, başta köylü olmak üzere paydaşların en başından itibaren katıldığı katılımcı ve evrimsel bitki ıslahı gereklidir. Bu yaklaşım tohumda fikri mülkiyeti de gereksiz kılar. Ne yazık ki Tarım ve Orman Bakanlığı araştırma enstitülerinde bile katılımcı bitki ıslahının ne olduğunu bilen insan sayısı çok azdır. Birçok yetkili bu konudaki sorularımızı cevaplayamadılar. Hâlbuki dünyada katılımcı ve evrimsel bitki ıslahı konusunda çok başarılı çalışmalar var.  Araştırmak isteyenler google’a “participatory plant breeding” yazsınlar. Baktım, 57500 kayıt çıktı. Bu konuda Filipinler’de masipag (masipag.org) adlı çiftçi ve ıslahçılardan oluşan sivil toplum kuruluşu çok başarılı çalışmalar yapıyor.

Dünya nasıl doyacak?

Dünya nasıl doyacak?

Tayfun Özkaya

ozkayatayfun@gmail.com
YURT Gazetesi, 04.01.2019

Ekolojik tarımın geçersiz olduğuna inanlar, verimlerin düşük olmasını gerekçe gösterirler ve sorarlar; “Bu kadar insan nasıl doyacak?” Aslında endüstriyel tarım sisteminin epeyce yaygın bir şekilde uygulandığı dünyamızda sayısı yıllara göre değişmekle birlikte bir milyar dolayında aç insanın olduğunu biliyoruz. Nerede ise bu kadar insan ise aşırı besleniyor. Bu durumda aslında endüstriyel tarım ve adaletsiz ekonomik sistemin açlığa çare olmadığı açıktır. Açlığın nedenleri teknik olmaktan çok sosyo-ekonomiktir. Açların çoğunun toprağı olmayan kır insanları olduğunu söylemek sanırım yeterlidir. Öbür konulara burada girmeyeceğiz.

Gerçekten ekolojik tarımda verimler düşük müdür? Bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçlarını paylaşacağım. (Ponisio LC, M’Gonigle LK, Mace KC, Palomino J, de Valpine P, Kremen C. 2015 Diversification practices reduce organic to conventional yield gap. Proc. R. Soc. B 282:20141396. http://dx.doi.org/10.1098/rspb.2014.1396)

Bu araştırma, bu konuyu araştıran 115 ayrı araştırmanın, binden çok gözlemini içeren bir araştırma. Bunlara meta araştırma diyoruz (AS: Metaanaliz). Genel olarak ele alındığında organik veriminin konvansiyonel (yani tarım ilacı, kimyasal gübrelerle yapılan tarım) tarımdan %19 daha az olduğunu gösteriyor. Ancak ürün tipleri, yönetim uygulamaları ele alındığında çok farklı sonuçlar elde ediliyor. Örneğin baklagillerde, çok yıllık ürünlerde ve kalkınmış ülkelerde organik ve konvansiyonel uygulamalarda verimler arasında önemli bir fark bulunmuyor. Ancak baklagil olmayan ürünlerde, tek yıllık bitkilerde ve gelişmekte olan ülkelerde organik ve konvansiyonel arasında verim farkı var. Öte yandan organik sistemde çoklu ürün ve ürün rotasyonları uygulandığında konvansiyonele göre verim açığı sırasıyla %9 ve %8’e düşmektedir. Bu sonuçlar eğer kimi gelişmeler sağlanırsa organik tarımın konvansiyonel tarımdan verim açısından farkının çok azalacağını ortaya koymaktadır. Organik tarım konusunda araştırmalar çok yetersizdir. Ayrıca organik tarıma uygun çeşitler geliştirmek konusunda çok az şey yapılmaktadır. Şirketlerin çeşit geliştirme çalışmaları hep konvansiyonel tarım koşullarında yapılmaktadır. Öbür yandan ABD’de Rodale Enstitüsü’nün yaptığı 30 yılı geçmiş bir verim farkı araştırmasında soya, mısır ve buğdayda organik üretimde verim bir miktar daha fazla bulunmuştur. Çok daha önemlisi mısırda kurak geçen yıllarda organik üretimde verim konvansiyonele göre % 31 daha fazla bulunmuştur. (Rodale Institute, Farming Systems Trial, https://rodaleinstitute.org/wp-content/uploads/fst-30-year-report.pdf) Küresel iklim değişikliğine uyum açısından bu çok önemlidir.

Ayrıca her şey verim değildir. Yerel tohumlarla ekolojik üretim yapıldığında ürün konvansiyonele göre çok daha besleyicidir. Buğdayı ele alırsak yerel buğday unundan ekşi maya ile üretilen ekmeğin çok daha azı yeterli olacaktır.

Hâlâ, “verim önemli” diyenlere dünyada üretilmiş besinlerin miktar olarak üçte biri ve enerji olarak dörtte birinin tümüyle çöp olduğunu da ekleyelim.

Gıda fiyatları, büyük veri ve büyük plan?

Gıda fiyatları, büyük veri ve büyük plan?

Prof. Dr. Tayfun Özkaya

ozkayatayfun@gmail.com
YURT Gazetesi, 
28.9.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Tarım ve Ormancılık Bakanlığı tarım ürünleri ile ilgili günde yüz bin veri topluyor. Bütün il ve ilçelerde üreticiler, aracılar, hâller, pazarlar ve marketlerden birçok tarım ürünü ile ilgili fiyatlar toplanıyor. Bakanlıkta dev gibi bir veri her gün toplanmaya devam ediyor. Enflasyonda tarım ürünlerinin önemli bir yer tuttuğu epeydir fark edildi. Kuşkusuz bu hem toplumda hem de yönetenlerde büyük bir endişe yaratıyor. Bu büyük veri (Big data) kullanılarak ülkenin tarım ürünleri fiyatları açısından adeta nabzı tutulabiliyor. İyi de soğan, patates, kırmızı etteki hızlı fiyat artışlarına ne demeli? Sorun verilerde mi yoksa bu verilerle yapılmasına izin verilen önlemlerin kısıtlılığında mı? Buna bir bakalım.

2014 yılında “gıda ve tarım ürün piyasalarını izleme ve değerlendirme komitesi” kuruldu. Bugün Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yönetiliyor. Kısaca TÜFİS denilen “Tarım Ürünleri Fiyat İzleme Sisteminin” amacı doğru tarım politikalarına katkı sağlamak olarak açıklanıyor. Daha önce bu sistemin sekretaryasını Merkez Bankası yapıyordu. Hızlı fiyat artışlarına karşı yapılabilecekler çok sınırlı. Merkez Bankasının dokümanlarında ve Kahramanmaraş’ta yapılan “Tarım Ekonomisi Kongresinde” Bakanlık yetkililerin yaptıkları sunumlarda bu ipuçlarını elde ediyoruz.

Öncelikle yetkililerin açıklamalarında gördüğümüz bir sorun var. Fiyat sorunu deyince neredeyse yalnızca tüketicilerin ödediği fiyatlar ele alınıyor. Hâlbuki tarım ürünlerinde çiftçinin eline geçen fiyatlar yerlerde sürünüyor. Bu fiyatların artırılması için pek bir şey yapılmıyor, hatta düşünülmüyor.  Öte yandan birçok üründe tüketici; çiftçinin eline geçen fiyatın beş, altı, yedi katını ödüyor. Aracılar, gıda sanayicileri ve zincir marketler arada büyük bir pay alıyor.

Yetkililer fiyatların artışını frenlemek için önlemleri ikiye ayırıyorlar. Konjonktürel dedikleri kısa vadeli önlemlerde sözünü ettikleri dış ticaret düzenlemeleri. Yani ithalatta alınan gümrük vergilerini azaltmak ve ithalata başvurmak

Yapısal tedbirlerde ise ele aldıkları şunlar:

1-Yaş sebze ve meyvede fire oranını azaltmak
2-Üretici Birliklerinin payının artması için çalışmak
3-Aksayan rekabeti önlemek için denetimi artırmak
4-Tarım sektörünün finansman koşullarını iyileştirmek…

Dikkat ederseniz gerçekte yapılanların hemen hemen yalnızca gümrük vergilerinin düşürülmesi ve ithalata başvurmak olduğunu görüyorsunuz. Fiyatları çok hızlı artan buğday, arpa, mısır, canlı dana, karkas et, nohut, kuru fasulye, barbunya, börülce, gibi birçok üründe gümrük vergileri kimisinde sıfıra varan ölçülerde düşürüldü ve büyük miktarlarda ithalat yapıldı ve yapılıyor.

Önerilen ve henüz ciddi bir başarı elde edilmeyen yaş ve sebzede fire oranını azaltmak elbette gerekiyor, ancak aracılar hem çiftçi eline geçen hem de tüketicinin ödediği fiyatlar üzerinde hegemonya oluşturabiliyorsa fire oranını düşürmek ne ölçüde etkili olacaktır.

Neden yalnızca üretici birliklerinin pazarlamadaki payları söz ediliyor da kooperatiflerin adı bile geçmiyor.

  • Pazarlamayı bütün dünyada yapan kooperatiflerdir.
  • Kooperatiflere ciddi bir destek yapılmıyor.

Başka bir konu: Rekabet aksıyor mu? Tabii ki aksıyor. Ülkemizde birçok üründe çok az sayıda şirket tam bir hegemonya oluşturmuştur. Bu, fiyatlarla ilgili temel yapısal sorundur. Bunu görmeden gıda fiyatları sorununu çözmek olanaksızdır. Bu konuda hiçbir şey yapılmıyor. Rekabetin aksadığının kabul edilmesi için belli bir ürünle ilgili şirketlerin rekabeti yok etmek üzere aralarında yazılı bir anlaşma yapmış olmaları ve bu belgenin de ele geçirilmesi gerekiyor. Ele geçtiği çok ender durumlarda da çok dokunmayan bir para cezası ile yetiniliyor.

Çok uzatmayalım, gıda fiyatlarının artmaması için aslında ithalattan başka bir şey yapılmıyor. Şöyle bir benzetme yapalım: Ava giden bir avcıya yalnızca sapan veriyorsunuz ve vahşi hayvanları avlamasını bekliyorsunuz.

  • Örneğin neden bir yandan üretici kooperatiflerini öbür yandan tüketici kooperatiflerini, ekolojik köylü pazarlarını, topluluk destekli tarım gruplarını desteklemiyorsunuz?

Toprak Mahsulleri Ofisine daha yüksek miktarda hububat alımı yapması için neden mali olanaklar yaratmıyorsunuz? Süt ve Et Kurumu neden piyasaya girip süt veya et almıyor?

Bunların yapılmamasının temel nedeni IMF, Dünya Bankası ve emperyalist ülkelerin fiyatları etkileyen destekleme politikalarının uygulanmasını olanaksız kılan politikaları ülkemize dayatmış olmalarıdır. Bu nedenle önlem deyince gümrük vergilerini azaltmak gibi gelişmiş emperyalist ülkeleri daha da sevindiren önlemlerden başkaları akla gelmemektedir.
=================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Tarım Ekonomisi uzmanı Ziraat Mühendisi Sn. Prof. Tayfun Özkaya‘nın bu yazısı da çok çarpıcı..

Sizce siyasal iktidarlar gıda fiyatlarındaki bu anormal / spekülatif artışı;
a) Gerçekten engelleyemiyor mu?
b) Engellemiyor mu?
c) Hal mafyası karşısında aciz mi?
d) Ulusal – uluslararası tekeller karşısında çaresiz mi?
e) Ranta ortak mı?

Hepsi mi / hiçbiri mi??

Hangisi, hangisi??!!

Sevgi ve saygı ile. 02 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ekonomik krizi ve dünyayı soğutacak bir tarım mümkün

Ekonomik krizi ve dünyayı soğutacak bir tarım mümkün

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Prof. Dr. Tayfun Özkaya

YURT Gazetesi, 07.09.2018

KARŞI karşıya olduğumuz ekonomik sorunlar çok açık. Döviz gelirlerimiz giderlerimizden az. Üretimi destekleyecek bir politika izlenmediğinden ülke içi tasarruflar yetersiz. Bu nedenlerle uzun yıllardır devlet ve şirketler yurt dışından borç alıyor. Borçlarımız birikti ve ödenmediği takdirde yeni borçlar bulmak zorlaşıyor. Öte yandan devlet bütçesi açık veriyor. Fiyat artışları hızlandı. Türk lirası değersizleşiyor. Artan döviz kurları, fiyat artışlarını hızlandırıyor. Çünkü üretilen, ihraç edilen ürünlerin hammaddeleri de ithal. Tarım da bu sorunlara katkı veriyor. Tarımsal üretim yapmak için ithalat yapmak gerekiyor. Uygulanan endüstriyel tarım (yoğun kimyasal gübre ve sentetik tarım ilaçları, mazot, şirket tohumları, aşırı su ve ağır makinelere dayalı tarım) büyük ölçüde ithalata dayanıyor.

Tarımda kullanılan mazot ve tarım kimyasalları bir yandan küresel iklim değişikliğine yol açarken öbür yandan ithalata dayalı olduğundan döviz kıtlığına katkıda bulunuyor. Bu tarım sistemi toprakları, suyu kirlettiği gibi insan sağlığı açısından da yoğun zararlara neden oluyor. Kısacası uygulanan endüstriyel tarım sistemi hem ekonomik krizi şiddetlendiriyor, hem de dünyanın ısınmasına yol açıyor. Uygulanan tarım ve ekonomi politikaları çiftçi ve tüketicilerin sömürülmesine yol açıyor. Çoğunluğun çok alıştığı bu tarım sistemi ve tarım politikaları artık sürdürülebilir değil.

  • Agro ekolojik bir tarım sistemine ve gıda egemenliğine dayalı bir tarım politikasına geçmek gerekiyor.

Agro ekoloji, ekolojik bir tarım demektir. Yalnızca organik tarıma indirgenemez. Agro ekoloji dünyada hızla yayılmaktadır. Büyük başarılar elde edilmiştir. Verim düşüşü değil artışı söz konusudur. Dünya köylü, çiftçi, balıkçı ve göçerlerinin örgütü Via Campesina agro ekolojiyi savunmaktadır. Birleşmiş Milletlerin Gıda ve Tarım Örgütü olan FAO agro ekolojiyi kabul etmek zorunda kalmıştır. Hatta bu yaklaşımı yozlaştırmak için büyük tarım tekelleri bile agro ekolojiyi benimsemiş görünmeyi tercih etmektedirler.

Türkiye ekonomik bir krizin yakınlarında dolaşmaktadır. Kriz anları ülkelere yaratıcı çözümlere açılmak için fırsatlar da verir. Agro ekolojik sistem, tarım kimyasallarını çok büyük ölçüde sıfırlamaktadır. Sentetik tarım ilaçları yerine yerel tohum, kardeş bitkiler, nöbetleşme, ev yapımı ekolojik tarım ilaçları gibi birçok teknik ve araç kullanılmaktadır. Kimyasal gübre yerine ise; hayvansal gübre, yeşil gübre, kırmızı solucan gübresi, komposto, kardeş bitkiler vb. birçok yöntem kullanılacaktır. Azaltılmış veya sıfırlanmış toprak işleme ile mazot ve makine kullanımı kısılacaktır. Böyle bir tarım sistemi tarımsal üretimde kullanılan ithale dayalı girdileri gereksiz hale getirecek ve döviz tasarruf edilmesine yol açacaktır.

Var olan tarım politikası aynı zamanda tarım ürünleri ithaline de dayanıyor. Bunun nedeni ülkemizin gıda egemenliğine sahip olmamasıdır. Döviz kuru arttığı için ithal edilen tarım ürünleri pahalılığı arttırıyor.

  • Ürünler kooperatifler aracılığı ile çiftçiden tüketiciye doğrudan ulaştırılabilse çiftçinin eline daha iyi fiyat geçeceğinden üretimi artıracak, tüketici ise daha ucuza bu ürünleri elde edeceğinden enflasyon kısıtlanacaktır.

Kısacası agro ekolojik tarım sistemine geçtiğimizde üretim için ithale dayalı girdiler ya hiç kullanılmayacak ya da bazı girdiler (mazot gibi) daha az kullanılacaktır. Bu hem çiftçinin maliyetini düşürecek hem de döviz darboğazının azalmasına katkı verecektir. Tarım ürünleri ithalini zorlaştırdığımızda ve kooperatifleri destekleyerek çiftçi eline geçen fiyatları artıracak biçimde daha etkili tarım destekleri yaptığımızda, bunlar dış ticaret açığını kapatma yönünde etki edecektir. İhraç ettiğimiz ve zehirlerle yüklü olmayan tarım ürünlerimizin ise birim fiyatları artacağı için tarım bir de bu yönden dış ticaret açığının kapanmasına katkı verecektir. Daha derin düşünürsek temiz ve besleyici ürünleri tüketen halkımız daha az hasta olacak bu da beşeri ilaç ve tıp cihazları ithalatını düşürecektir.

Türkiye zaman yitirmeden
– agro ekolojik tarıma geçmeli,
– gıda egemenliğini sağlayacak bir ekonomi ve tarım politikasını benimsemelidir.

Şimdi başlarsak beş altı yılda durumumuz oldukça düzelecektir.
===================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Sayın Prof. Dr. Tayfun Özkaya gerçek bir yurtsever ve çok nitelikli bir Tarım Ekonomisi uzmanıdır Ege Üniv. Ziraat Fakültesinde. YURT Gazetesinde, uzmanlık alanında  düzenli teknik makaleler yazmaktadır. Ancak çok anlaşılır, dur bir dille..

Kendisine ülkemize önemli bilimsel katkıları için teşekkür borçluyuz..

Sevgi ve saygı ile. 18 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Çiğ süt üreticisi ve satıcılarına uyarı

Süt üreticileri en başta kendileri hayvanlarında hastalık olmadığına dair ikna olmalılar. Bence tarım ilçe müdürlüklerine başvurmadan önce bir veterinerle anlaşarak hayvanlarından örnekler alarak hastalık mikrobu taşıyıp taşımadığını öğrensinler. Eğer bu iki hastalık varsa raporu alamazlar. Ancak konu en başta kendi sağlıklarıdır. Bu iki hastalık çok zor tedavi oluyor.

En önce kendilerini korusunlar. Hatta yapmışken beş önemli hastalık için analiz yapıldığını öğrendim. Eğer hastalık varsa önlem alsınlar. Hastalıklı hayvan kalmadığında tekrar başvurabilirler. Üreticiler hayvancılık işletme numarası da almış olmalılar. Başka bazı konular da var. Örneğin süt doldurulacak kaplar tek bir kez kullanılacak şekilde cam veya plastik olabiliyor.

Aslında ben bu kararın hem yetersiz hem de halkın sağlığını korumaktan çok büyük süt ve süt ürünleri şirketlerinin çıkarlarına yönelik çıkarıldığı düşüncesindeyim. Bu tebliğ tam olarak uygulanırsa çiğ süt satışı hayli düşecektir. Bundan kuşkusuz bu şirketler yararlanacak ve çiğ sütü çiftçilerden daha ucuza alma olanaklarını geliştireceklerdir.

Tabii bu Tebliğe kökten karşı çıkmıyoruz. Ama sağlığın ikinci planda olduğunu düşünüyorum.  Örneğin sütünüzü şirketlere satarsanız hastalıktan arnmış raporu almanıza gerek yok. Bu hastalıklar belki sizin hayvanlarınızda da vardır. Denilecektir ki “fabrikalarda süt pastörize ediliyor”.

İyi ama çiftçiler hayvanlardan hastalıkları kapabilir. Kendi hayvanlarının sütlerini içebilir, peynir yapabilirler. Az da olsa komşularına süt ve peynir satabilirler. Eğer sağlık düşünülüyorsa bu iki hastalık bütün Türkiye’de silinmelidir. Bu konuda Tarım Bakanlığının çok etkili çalışmadığı kanısındayız. Bütün hayvanlar taranarak ve hastalıklı çıkan hayvanların etlerinin, ısıl işlem uygulayarak sucuk vb. yapan işletmelere devrinin sağlanması mümkün olabilirdi. Hastalıklı hayvanları olanlara da ödemeler yapılabilir. Bunlar kâğıt üzerinde yapılıyor, ancak çok yetersiz. Bu işlemleri ısrarla sürdürdüğünüzde hastalıklar silinebilirdi. Tabii bu bir finansman gerektirir.

Brusella çeken bir insana rastlarsanız yapılacak harcamaların ne denli gerekli olduğunu anlayabilirsiniz. Ancak ödenek yetersizlikleri bu gibi işlemlerin yeterince yapılmasını engellemektedir. Çiğ süt üreten ve bunu satan çiftçiler lütfen hem kendiniz için hem de toplum için harekete geçin. Veterinerinizle ve tarım ilçe müdürlüğü ile konuşun. Yoksa kimse daha sonra gözünüzün yaşına bakmayacaktır.
============================================
Dostlar,

Süt hijyeni sağlan(a)madığında insanlara geçebilecek çok sayıda hastalık vardır.
Bunların başında, Tarım Ekonomisi Uzmanı Prof. Sn. Tayfun Özkayanın da değindiği üzere Brusella ve Tüberküloz gelmektedir. Her 2 ciddi hastalıktan korunmak sütün pastörize edilmesi ile olanaklıdır. Günümüzde Louise Pasteur’ ün geliştirdiği klasik Pastörizasyon tekniği çok daha etkin yapılabilmektedir. 140 C derecede 1 mm kalınlığında laminer akımlı süt katmanı (tabakası) ve birkaç atmosfer basınç altında yalnızca bir saniyede etkin olarak Pastörize edilebilmektedir. Böylesi bir ısıl işlemle sütteki değerli vitamin ve mineraller bozunmadan korunabilmektedir. Ayrıca gelişkin süt endüstrisi, üreticilerden satın aldığı sütü öncelikle ön eleme – taramadan geçirerek toksik kimyasallar ve bileşimi bakımından incelemekte, standartlara uygun olanları işleyerek pazarlamaktadır. Geldiğimiz yer oldukça güven vericidir.

Ancak, Halk Sağlığının korunmasına ek, üreticinin emeğinin de korunması sosyal devletin görevidir. Bu amaçla Süt üreticilerinin kooperatifleşmesi, şirketleşmesi teşvik edilmelidir. Böylelikle büyük sermaye karşısında örgütsüz üreticinin emeği korunabilir. Üretici pazarlık hakkı elde edebileceği gibi kooperatif işletmeleri ile ürününü kendisi işleyerek pazarlayabilir; yarattığı katma değer kendi cebinde kalır..

“Sokak sütüne hayır” ama üreticinin emeğinin değerini bulmasını da sağlamak koşuluyla!

Sevgi ve saygı ile. 19 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Yaş sebze ve meyvede fiyatlar düşer mi?

Aslında iki fiyat var. Biri çiftçi eline geçen fiyat- ki çok düşük- diğeri ise tüketicinin ödediği fiyat… Sözü edilen daha çok bu! Tüketici çiftçinin eline geçen fiyatın dört beş mislini  ödüyor. Arada aracılar keyif çatıyor.

Geçen yazımda tüketicinin ödediği fiyatların düşmesi ile ilgili ortaya atılmış olan fantezilerden söz etmiş idim. Örneğin 2010 yılında hâl yasası çıkarken fiyatlar düşecek denmişti.
Olmadı, arttı. Sonra Sudan’dan toprak kiralama fantezisi çıktı.
Sudan’da üretim gerçekleşirse fiyatlar düşer ama tüketicinin değil, çiftçinin eline geçen fiyatlar.
Devlet kurumları Sudanlının topraklarını elinden alıp işadamlarımıza verecek.
Buradan ne tüketiciler ne üreticiler bir şey kazanmaz.

Şimdi yeni bir fantezi çıktı. Yaş sebze ve meyvede büyük bir kayıp ve israf olduğu biliniyor.
Bu önlenecek ve tüketici fiyatları düşecekmiş. Hayır, bu kaybı ve israfı küçümsüyor değiliz.
Ancak önlenirse tüketicinin ödediği fiyatların düşeceği kanısında değiliz.
Üretici fiyatları ise düşebilir bile.
Birleşmiş Milletlere ait FAO (Food and Agricultural Organisation- Tarım ve Gıda Örgütü) bu konuda araştırmalar yapıyor.
Dünyada gıdada israf ve kayıp bu örgüte göre sebze, meyve, patates gibi ürünlerde yüzde 45 dolaylarında. Diğer ürünlerde de oranlar çok yüksek.

Bu şunu gösteriyor: Bu gıdalar kaybedilmeseydi yaklaşık bir milyara yakın insan, yani açların  tamamı doyardı. Ülkemizde de durum korkunç.

Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Türkiye’de 2015 verilerine göre, yaş meyve ve sebzenin yaklaşık 100 milyar TL’lik bir işlem hacmine sahip olduğunu bunun %25’inin zayi olduğunu açıklamıştı. Bu konuda birçok önlemler alınabilir. Ancak bu kaybın önemli bir kesiminin var olan ekonomik sistemden yani kapitalizmden kaynaklandığını eklemeliyiz.

Örneğin bahçeden ürünü hasat ederek alan aracılar çok küçük kusurlu ürünleri ağaçta bırakıyor ve bunlar çürümeye terk ediliyor. Ancak ürünlerde tarım ilacı kalıntısı var mı yok mu konusu güme gidiyor. Yani kalite anlayışı değişik!

Taze sebze ve meyvede epeydir marketler hâkim.
Gerekli önlemler alınsa ve pazara giden ürün artsa bu marketler neden daha ucuza ürün alsınlar? Nasılsa pazara hâkimler, hem çiftçiye hem de tüketiciye istediği fiyatı empoze edebilirler.

Adana’dan Seyhan Ziraat Odası 2. Başkanı ve Adana Hal Hakem Heyeti Başkan Vekili Cahit İncefikir Çukurova Deltası Gazetesi’ne açıklamış (Temmuz 2017):

“Marketler, üreticiden kendi kurdurdukları tedarik firmalarına satın aldırıyor. Daha sonra kendilerine ait olan bu firmalar yine kendi market zincirlerine satış yapıyor. Aracı oluşturup fiyat farkının oluşmasında ciddi etken oluyorlar”

Tüketicinin yüksek fiyatlar ödediği görülüyor mu? Evet!
Ancak, çiftçinin eline çok düşük fiyatlar geçtiği ıskalanıyor.
Çözüm olarak ekonomik kaynaklı bir soruna teknik bir çözüm bulunmaya çalışılıyor.
Öyle bir teknik sorun var -her ne kadar bunun da sosyo-ekonomik temelleri olsa bile- ancak bunun çözümü sebze ve meyvede tüketicinin ödediği fiyatları düşürmeyecek.
================================

Teşekkürler değerli dostumuz Prof. Dr. Tayfun Özkaya..

Tarladan – sofraya saadet zincirini deşifre etmeye devam..

Üretici – tüketici kooperatiflerini öne çıkarmaya da!

Sevgi ve saygı ile. 07 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Tarım işçileri daha ne kadar eziyet çekecek?

Tarım işçileri daha ne kadar eziyet çekecek?

Prof. Dr. Tayfun Özkaya

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
08 Eylül 2017, YURT Gazetesi

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Tarım işçileri daha ne kadar eziyet çekecek? Çanakkale Adalet Kurultayında tarım işçileri konusunda da bir çalıştay yapıldı. Bu alanda da derin bir sömürü var. Alışılmış da olsa dayı- başı veya elçiler denilen aracılar işçinin aldığı ücrete % 40’ına varan oranlarda el koyuyorlar. Bakanlıkların bu konuya buldukları çözüm ise bunları resmileştirmek. Örneğin bu yıl tarım işçileri konusunda başbakanlık tarafından yayınlanan genelgenin 13. maddesinde bu aracılık işinin özel istihdam büroları veya İŞKUR’a kayıtlı tarım aracıları ile yapılmasının teşvik edileceği yazılmıştır.
(Mevsimlik Tarım İşçileri Hakkında Başbakanlık Genelgesi http://www.basbakanlik.gov.tr/genelge_pdf/2 017/2017-24931.pdf)

Bu bir çözüm olamaz. Sömürüyü resmileştirmeye yol açar. Katılımcılar bu konunun sendika veya dernek şeklinde işçilerin kendi kuruluşları tarafından halledilmesi gerektiğini önerdiler.

Tarım işçilerinin kaldığı geçici alanlardaki durumu oldukça vahim. Bu konuda katılımcılar çeşitli bilgiler verdiler. Doğru dürüst bir tuvalet, içilebilecek sağlıklı su, elektrik olmayan yerler çoğunlukta. Sağlık hizmetleri perişan. Ancak 19 Nisan 2017’de Resmi Gazetede yayınlanan bu genelgeye bakarsanız Valiliklerin sel tutmayan, elektriği, suyu, kanalizasyonu olan geçici yerleşim alanlarının oluşturulmasını öngörmüştür. Buralara sağlık hizmeti getirilmesi de bu genelgede yazılmış. Genelge böyle ama gerçek böyle mi? Ne yazık ki değil. Uludağ Tıp Fakültesinde öğretim üyesi olan Prof. Kayıhan Pala Bursa’da yaptıkları araştırmada bu genelgeye rağmen 2012’de Bursa’da hiçbir geçici yerleşim alanında elektrik olmadığını, sonradan bazılarına elektrik geldiğini ama çadırlara elektrik alınamadığını, ikametgâh belgesi istendiğini söyledi. Pala sekiz yıldır sağlıklı su sağlanamadığını, Bursa’ya yılda 10 bin mevsimlik tarım işçisi geldiğini, ildeki geçici yerleşim alanları sorununun çözümü için 10 milyon TL’nın yeteceğini hesapladıklarını belirtti.

Tarım işçilerinin çoğu Güneydoğu Anadolu’dan geliyor ve çoğu ya topraksız veya çok az toprak sahibi. Bu bölgede gerçek bir toprak reformu yapılması gerektiğini belirttik. Bu bölge içinde ücreti belirleyen, dinbaz örgütlenmeleri destekleyen ağalar var olan düzenden çok yararlanıyor.

  • Toprak reformu çağdışı gericiliğin de darbe almasına yol açacaktır.

Suriye’li göçmenler de tarım işçisi olmakta ve bunlar çifte sömürülüyor. Bunların sağlık sorunları daha da ağır. Ülkemizde yok olmuş olan şark çıbanı bile bu işçiler arasında görülüyor. Kamunun tarım işçilerinin sorunlarını çözmek için ulaşım da içinde olmak üzere bir sistem getirmesi gerektiği üzerinde duruldu.
======================================
Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Tayfun Özkaya dostumuzun (Ege Üniv. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi Bl.) insan duyarlığı ve bilim insanı kimliği ile YURT Gazetesinde yazageldikleri çok öğretici ve yol gösterici. Biz ara ara yazılarını sitemizde paylaşıyor ve kendisinden öğreniyoruz. Bu makaleleri başta AKP iktidarı olmak üzere ilgili çevrelerin özenle izlemesini, yararlanmasını öneririz.

Suriyeli göçmenlerin sağlık sorunları da öbür pek çok temel – yakıcı sorunları gibi çözülebilmiş değil.. 2011’den bu yana harcandığı ileri sürülen birkaç on milyar dolara karşın!? Bu kitle dahil öteden beri ülkemizde mevsimlik işçilerin sorunları süregelmektedir. Sağlık Bakanlığı son yıllarda TSM (Toplum Sağlığı Merkezi) bünyesinde gezici sağlık hizmetleri verme çabasındadır.
Aile planlaması ve bağışıklama başta olmak üzere temel hijyen (su, gıda!) ve sağlıklı – güvenli barınma koşulları yaratılamamıştır. Bu durum günümüzde ve yakın gelecekte sn derece ciddi ve çok boyutlu sosyal, ekonomik, sağlık, politik, demografik, kriminal…. sorunlar doğurmaktadır, doğuracaktır.

AB’nin de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği‘nin (UNRHC), ilgili uluslararası kuruluşların ve başkaca devletlerin akçalı katkıları göstermelik kalmıştır.
Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Bangladeş, Endonezya.. gibi büyük Müslüman nüfuslu ülkeler de içinde olmak üzere..

Kalıcı çözüm Türkiye’nin Suriye ile savaşmak yerine doğrudan görüşmelere geçmesi ve ikili barış sağlayarak bu insanların ülkelerine dönmeleri için çaba gösterilmesidir. Bu yapılamayacaksa, ülkemizdeki Suriye + Irak kökenli 4 milyona varan nüfusun ülkemiz ile BÜTÜNLEŞTİRİLMESİ (İntegrasyonu) yaşamsal önemdedir.. Bu bağlamda atılan adımlar, geliştirilen politikalar son derece yetersizdir.. Ülkemizin gündeminde değildir her şeyden önce!

Vatandaş yapılacakları ve 2019’da oy kullanacakları söylemleri çok tehlikeli!

Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

GDO’lu ürünlerde Latin Amerika dersleri

GDO’lu ürünlerde Latin Amerika dersleri

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
(AS : Bizim bilimsel katkımız yazının altındadır..)
 Geçenlerde yeni GDO’lu mısır ve soya çeşitlerinin Türkiye’ye ithali edilmesi kararlaştırıldı.

Ülkemizde GDO’lu ürün üretmek yasak, ancak yem olarak kullanılmak üzere ithal ediliyor.
İthal edilen ürünlerin gıda olarak kullanılıp kullanılmadığı konusunda da derin şüpheler var.
GDO üretiminin yirmi yıldır sürdüğü Latin Amerika’ya bir göz atalım.
Sonuçları ne olmuş?
Grain adlı ekoloji ve küçük çiftçi yanlısı, agroekolojiyi destekleyen saygın kuruluşun bir yayınından da yararlanarak bunu yapmaya çalışalım.
(https://www.grain.org/article/entries/5722-20-years-of-gm-soy-in-the-southern-cone-of-latin-america-20-reasons-for-a-definitive-ban)
Latin Amerika’nın Güney konisi diye tanımlanan bölge dünyada tek bir ürünün (soya) monokültür olarak en geniş alanda ve en büyük miktarda GDO olarak üretildiği bir bölge.
Brezilya, Arjantin, Paraguay, Uruguay ve güney Bolivya’dan oluşuyor.
Bu üretimin sonuçlarına bakalım, kendimiz için ders çıkaralım.
GDO’nun Arjantin’e girişi illegal olarak oldu.
Brezilya ve Paraguay’da genişlemesinde hiçbir demokratik tartışma gerçekleşmedi.
Bu ekilişler “Birleşik Soya Cumhuriyeti” denilen yeşil bir çöl yarattı.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından muhtemelen kanserojen diye tanımlanan glifosat etken maddeli ot öldürücülerin (AS: herbisit) kullanımı yılda 550 milyon ton gibi bir düzeye fırladı.
“Muhtemelen kanserojen” ifadesi kurumun kullandığı bir terim.
Glifosatta doğrudan insanlar üzerinde deney yapılamadığı için, buna karşılık hayvan deneyleri ve gözlemlere dayanıldığı için bu terim kullanılıyor.
Yoksa kanserojen olduğu konusunda birçok bulgu var.
Bu etken maddenin kullanıldığı ot öldürücü ilaçlar geniş sağlık sorunları oluşturdu.
Bu zehir Türkiye’de de marka ismi ile biliniyor ve kullanılıyor.
Çoğu kişi kanser yapıcı etkisinden habersiz!
Milyonlarca çiftçi göç etti.
Binlercesi GDO’lu soya ile bir arada yetişmesi mümkün olmadığı için yerel gıdaları üretmekten vazgeçti.
Yüzlerce çiftçi toprakların soya ürünü tarafından işgaline karşı çıktıkları, topraklarını korudukları için suçlu ilan edildi, eziyet edildi, öldürüldü.
Milyonlarca hektar doğal orman tahrip edildi.
Monsanto daha iyi kontrol etmek ve tekelci güç oluşturmak için tohum yasalarında değişiklikler yapmak için zorluyor.
Hastalıklar ve ölümler bölgede tarım kimyasallarının artan kullanımı nedeniyle yayılıyor.
Hani GDO, tarım ilacı kullanımını azaltıyordu?
Soya ve GDO’lu ürünlerin yayılmasını kontrol etmek isteyen ülkeler devre dışı bırakıldı.
Topraklar bu üretim tarzı nedeniyle yoksullaştı ve tahrip edildi.
Arazi sahipliliği az sayıda elde yoğunlaştı.
Paraguay’da arazi sahiplerinin binde dördü, toprakların % 56’sına sahip…
Daha önce ürünler ile dönüşümlü gerçekleştirilen hayvan otlatma daha kırılgan Amazon gibi kırılgan bölgelere sürüldü.
Soya mono kültürünü gerçekleştiren şirket grupları ile medya arasında dayanışma yoğunlaştı.
Ot öldürücülere dirençli denilen GDO’lu ürünler tam bir başarısızlığa uğradı.
Glifosata dirençli düzinelerce yabancı ot gelişti ve bu durum hem bu herbisitin hem de başka herbisitlerin daha büyük dozlarda kullanımını zorunlu kıldı.
GDO ürünlerinin gelişimini destekleyen bilim; mekanistik yaklaşımı ve karmaşık genomik sistemleri aşırı basitleştirmesi nedeniyle yaygın bir şekilde sorgulandı.
Bugüne kadar yürütülen bütün karşılaştırmalı çalışmalar GDO soya çeşitlerinin normal çeşitlere göre daha az verimli olduğunu gösterdi.
GDO soyaların gıda güvenliği hiçbir zaman ortaya konulamadı.
GDO soyanın kitlesel üretimi endüstriyel et üretiminde bir patlamaya yol açtı.
Endüstriyel et üretimi dünya çapında çevresel, sağlık ve iklim etkileri ortaya çıkardı.
GDO soya üretimi bir bütün olarak sera gazı emisyonunda hızlı artışa yol açtı, bu ise dünya iklim krizini şiddetlendirdi.
Bütün bu gerçeklere karşı büyük kapitalist çiftçilerin, soya endüstrisinin, tohum ve ilaç şirketlerinin GDO soya üretmede çıkarları var.
Kazananlar bir avuç insan.
Latin Amerika’daki soya üretiminin 20 yılından gerekli dersleri çıkararak,

  • Ülkemizde, değil GDO üretimine izin vermek,
  • yem için bile olsa GDO ithalatı yasaklanmalıdır.
    (YURT11.08.2017)
    ===================================

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Tayfun Özkaya dostumuz, Ege Üniv. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi öğretim üyesidir. Gerçek bir yurtsever bilim insanıdır. YURT Gazetesindeki mütevazi köşesinde uzmanlık alanında oldukça önemli yazılar yazmaktadır. Bu makalelerin izlenmesini salık veririz.

GDO’lu yiyecekler konusu tüm dünyada yaygın tartışma konusudur. Bu sitede epey yazıya yer verilmiştir. Biz de, Ankara Üniv. Tıp Fakültesinde Gıda Güvenliği ve Hijyeni derslerini üstlenen bir öğretim üyesi olarak konuyla ilgiliyiz. Ayrıca 5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası uyarınca (md. 12) kurulan ”Risk Değerlendirme Komitesi” nde 2+ yıl Biyogüvenlik Kurulunca seçilmiş uzman olarak çalıştık ve GDO’lu ürünlerin ülkemize sokulmasına ilişkin endüstrinin (Şirketlerin)  Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na yaptığı ithal izni başvurularını 11 kişilik Kurulda değerlendirerek raporladık. Sanırız bizim ağırlıklı olarak ”olumsuz” raporlarımız Bakanlıkta ve endüstride rahatsızlık yaratmış olmalı ki, son birkaç yıldır bu bilimsel Kurula davet edilmiyoruz! Bu arada dışalımına (ithaline) izin verilen GDO’lu ürün sayısının 30’a yaklaştığını öğreniyoruz..

”Risk Değerlendirme Komitesi” nin raporları ve gerekçeleri Biyogüvenlik Kurulu web sitesinde yayınlanmakta ve 30 gün süreyle ilgili çevrelerin görüşlerine açılmaktadır. Son kararı Biyogüvenlik Kurulu vermekte ve karar Resmi Gazetede yayınlanmaktadır.

5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu 26.03.2010 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmıştı. Yasanın 5. maddesi yasakları saymaktadır. c fıkrası aşağıdaki gibidir :

Genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi. (yasaktır!)

Ancak yasada birçok boşluk bulunmaktadır ve Bakanlık denetimi de,
kamuoyu denetimi de yetersizdir. Türkiye bu bağlamda ciddi risklere açıktır.

Sayın Prof. Özkaya’nın uyarılarla dolu bilimsel ve ciddi yazısını bağlarken kullandığı son bölümü biz de aynen benimsiyor ve paylaşmak istiyoruz :

… Kazananlar bir avuç insan. (AS: Monsanto, Bayer, Cargill.. gibi Uluslararası tekeller!)
Latin Amerika’daki soya üretiminin 20 yılından gerekli dersleri çıkararak,

  • Ülkemizde, değil GDO üretimine izin vermek,
  • yem için bile olsa GDO ithalatı yasaklanmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 15 Ağustos 2017, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Gıda israfı sandığımızdan büyük

Gıda israfı sandığımızdan büyük

YURT Gazetesi, 12.05.2017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İspanya’da insanlara gıda israf düzeyleri sorulmuş. Ortalama %4 olduğunu tahmin etmişler. Daha incelikli yöntemlerle aynı konu araştırılmış. Gerçek israf düzeyi bu kez %18 bulunmuş.

Birleşmiş Milletler FAO örgütü (Gıda ve Tarım Örgütü) bu konuda 2014 yılında birçok uzmanın katıldığı bir rapor hazırlamıştı. (Food Losses and Waste in the Context of Sustainable Food Systems) Bu FAO’nun web sayfasından bulunabiliyor. (http://www.fao.org/3/a-i3901e.pdf)

FAO’nun verilerine göre dünyada insan tüketimi için üretilen gıdanın miktar olarak üçte biri, kalori bazında ise dörtte biri kayıp ve israftır. Bu 1,3 milyar ton gıda israfı anlamına geliyor. Milyar tondan söz ediyoruz. Yaklaşık iki milyara yakın insanın tüketebileceği kadar gıdanın her yıl düzenli olarak yok olduğu görülmektedir. İspanya için verilen oran yalnızca tüketici düzeyindeki israfı ortaya koyuyor. Üretim aşamasından tüketiciye gelinceye dek gıdalar kayıp ve israf oluyor. Bu yazıda tüketim aşamasındaki israf üzerinde duralım.

Bu konudaki araştırmalar daha çok ABD ve Avrupa’da yapılmış. ABD’de gıda için harcanan değerin %9’unun, İngiltere’de ise %15’inin israf olduğu saptanmış. En çok israf meyve ve sebzelerde görülmektedir. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya düzeyinde hane halklarında sebze ve meyvelerde israfın % 39, tahıllarda ise %33 olduğunu saptamış.

Restoranlar ve benzeri yerlerde de israf çok yüksek. Finlandiya’da bu sektörde ortalama israf %24 olarak bulunmuş. Ülkemizde de çok yüksek olduğu izleniyor. Örneğin serpme kahvaltı denilen sistemde yüksek israf var. Yurt dışında da gözlediğim bir sistem var. İzmir’de Karşıyaka Belediyesine ait restoranlarda sabah kahvaltısında dikdörtgen geniş bir porselen tabağa istediklerinizden istediğiniz kadar koyuyorsunuz, kasada tartılıyor. Çaydan istediğiniz kadar alabiliyorsunuz. Sahanda yumurta gibi kimi yiyecekler ise ayrı olarak ısmarlanıyor. Buna göre bir ödeme yapıyorsunuz. Bu sistemde israfın çok aza indiği gözleniyor. Ödenen para da aşırı yiyecek almadığınız takdirde serpme kahvaltı gibi sistemleri kullananlara göre daha düşük oluyor. Herkes kazanmış oluyor. Bu gibi sistemler teşvik edilmeli.

Dünyada gıdanın yeterli olmadığı iddiası oldukça yanlış!

Bu sorunlar çözümlense aç insan kalmaz. Açların önemli bir kesiminin kırsal alanlarda yaşadığını da unutmayalım. Açlık daha çok gelir dağılımı ile ilgili. Kırsal kesimdeki açların çoğunun toprağı yok. Bugünlerde Afrika’da görülen açlık ise kuraklıkla ilgili…
Bu ise muhtemelen küresel iklim değişikliğine bağlı bir olay..
====================================
Dostlar,

Sayın Prof. Özkaya’yı sitemiz okurları tanıyorlar..
Sorumlu ve yurtsever bir Tarımbilmci. Bu alanda da özellikle Tarım Ekonomisinde uzman. O’nun YURT gazetesindeki yazıları, ülkemizde ve dünyada gıda politikaları ve sorunlarına ilişkin çok aydınlatıcı.

Biz de yıllardır Tıp Fakültesinde Gıda – Beslenme sorunlarının tıbbi ve sosyo-ekonomik,
sosyo-politik boyutlarını işlemekteyiz. Örn. şu dosyamız çok yararlı olabilir :

GIDA GÜVENLİĞİ ve SU HİJYENİ

Geçtiğimiz Cumartesi günü (14.5.17) Türkiye’mizin çiftçileri Ankara Tandoğan (Anadolu) meydanında bir açıkhava toplantısı (mitingi) düzenleyerek,

  • BIRAKIN ÜRETELİM.. diye haykırdılar..

Akaryakıt, gübre ve yem fiyatlarında destek istediler ve tarımsal gıda üretimi yetersiz olursa Türkiye’nin AÇ ve İŞSİZ kalacağını, dışalımın (ithalatın) çözüm olamayacağını vurguladılar. 2016’da gıda dışalımımız (ithalatımız) 14,3 milyar Dolar oldu.. Tüm dışalımın 1/10’u gıda!
Dış ticaret açığı 56 milyar dolar ve bu açığın 1/4’ü gıda dışalımı kökenli. Bir başka anlatımla, Türkiye gıda üretiminde kendine yeter olursa, Dış Ticaret açığı da 1/4 oranında azalacak!
(http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21798, 16.5.17)

Bunlar yetmezmiş gibi bir de GIDA İSRAFI kabul edilebilecek bir olgu değildir.
Türkiye’de gerçek kişiler ve kurumlar ellerinden gelen her şeyi yapmalı ve neredeyse 1 gm gıda bile israf edilmemelidir.

FAO verileriyle 2014-16 döneminde Dünyada 795 milyon aç insan (7,3 milyar dünya nüfusu) söz konusudur (her 9 kişiden 1’i açtır!) ve bu rakamın 780 milyonu (%98’i!) gelişmekte olan ülkelerdedir. Müslüman ve hızlı nüfus artışı içindeki ülkelerdeki açlık dikkati çekicidir
(http://www.worldhunger.org/2015-world-hunger-and-poverty-facts-and-statistics/, 16.9.17).

Hz. Muhammet, aç kalacaklarını bile bile gene de insanlara “Çoğalın, sakın aile planlaması yapmayın..” der miydi acaba? AKP – RTE bunu yapıyor, dini çarpıtıyor ne yazık ki!?

Öte yandan tarladan sofraya gelene dek ürün fiyatları birkaç kez katlanıyor.. Tarlada 1 TL /kg fiyatla alınan domates, tüketiciye 10 TL’yi bulan bedellerle ulaşıyor nasıl oluyorsa!? 15 yıldır tek başına iktidar olan bir siyasal kadro ise bu sorunu çözemiyor öyle mi? Adama gülerler..
Hangi seçenek geçerli :

  • Bunca beceriksiz misiniz, sorunun ayırdında mı değilsiniz, ranta ortak mısınız?? Hangisi??

Unutulmasın, gıda enflasyonu, toplam enflasyon içinde hatırı sayılır pay alıyor.. Enflasyon da epeydir 2 rakamlı ülkemizde ne yazık ki,, İşsizlikte olduğu gibi.. Ve neciiiiip mi necip milletimiz gene de AKP oylarını tek basamaklı rakamlara indir(e)miyor?

Bu ne acayip politik bulmacadır? 

Sevgi ve saygı ile. 16 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com