Etiket arşivi: Prof. Dr. Tayfun Özkaya

Tarım Bakanlığı; tohum şirketleri ve kamuoyu baskısı arasında sıkıştı

Tarım Bakanlığı; tohum şirketleri ve
kamuoyu baskısı arasında sıkıştı

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından gerçekleşen 1. Yerel Tohum Buluşması adlı etkinliğe Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan da katıldı. Halbuki 2010 yılından bu yana birçok il ve ilçede kezlerce yerel tohum takas şenlikleri /etkinlikleri) yapılmıştır. Birinci denilen bu etkinlik Bakanlığın ilk etkinliğidir. 2006’da çıkarılan Tohumculuk Kanunu ile Bakanlığın geçenlerde gönderdiği bir yazıda da itiraf ettiği gibi köylünün yerel tohumları ve bunlardan üretilen fideleri satması yasaklanmıştı.

Bu yasa kuşkusuz çoğunluğu yabancı tohum şirketlerinin çıkarına hizmet ediyordu.
Yasanın çıktığı on yıldır birçok yerel tohum şenliği yapılmasına karşın, ikincisi resmi kurumlarca engellemeye çalışılmış, sonrakilere bir araştırma enstitüsü ve birkaç tarım il ve ilçe müdürlüğü dışında kamu yönetimi ilgisiz kalmıştı. Belediyeler ise desteklemişlerdir.
Şimdi on yıl sonra ne değişti ki, Bakanlık bizzat kendisi bir yerel tohum etkinliği düzenliyor?
Bunun temel nedeni bu geçen on yıldır ülkede yerel tohumu savunma yönünde güçlü bir kamuoyunun oluşmuş olmasına karşılık, yakında tohum şirketleri lehine yeni bir tarım politikasının belirlenmekte olmasıdır.

Öncelikle kamuoyundaki ciddi bilinçlenmenin zihinsel bir hegemonya yaratmış olduğu
bir gerçektir. Bakanlık bu hegemonyaya karşı çıkacak morali gösteremiyor. Emine Erdoğan’ın konuşmasını okurken on yıldır bu konuda konuşma yapan bir yerel tohum üreticisini/eylemcisini dinliyormuş gibi hissediyoruz. Şu sözlerin altına hepimiz imza atarız kuşkusuz:

  • “Gıda konusu küresel kapitalizm elinde bir silaha dönüşmüştür…
    Tarımsal verimliliğin ancak kimyasallarla mümkün olduğu iddialarına karşın, dünyada gıda kıtlığından çok gıdaya erişim sorunu vardır.”Etkinlikte bir miktar da tohum dağıtıldı. Bir kısmının kimyasallarla boyanmış olduğu
    görüldü ki yerel tohumda bu işlem yapılmaz. Tarım Bakanlığı bir süredir yeni bir politika
    belirlemeye çalışıyor. Tahıllar, baklagiller, yem bitkileri ve yağlı tohumlarda sertifikalı
    (büyük ölçüde şirketlerce üretilen) tohumları almayanlara tarım desteklerini vermemeyi planlıyor. Bunların en başında da mazotun yarısının devlet tarafından ödenecek olması geliyor.

    Bu politika değişikliklerinin tohum şirketleri tarafından istenildiğini bu kuruluşların temsilcilerin medyaya yaptıkları açıklamalardan çok net bir şekilde biliyoruz.
    Tarım Bakanlığı bir yandan bu etki altındadır, öbür yandan Bakanlık kamuoyunun da
    baskısını hissetmektedir.

    Tarım Bakanlığı yetkilileri 5 dekarın altındaki işletmelerin bu uygulamadan muaf (AS: bağışık) tutulacağını, yani bunlara bu desteklerin sertifikalı tohum kullanmasa da verileceğini
    söylemekte ve yazmaktadırlar. Bakanlık yerel tohumun bu işletmelerle korunacağını ileri sürmektedir. Bunun dışında Bakanlık yetkilileri; yerel tohum ile üretilen kimi ürünleri
    (örneğin İspir fasulyesi gibi) yetiştiren çiftçileri de bu uygulamadan ayrı tutacaklarını
    (yani bunlara da destekleri vereceklerini) söylemiş iseler de Buğday Derneği’ne yazdıkları bir yazıdan da anlaşılacağı gibi bu fikirlerinden caymak istedikleri anlaşılmaktadır.

    Öte yandan aynı yazıda ve bizzat bana da söylendiği gibi yerel tohumların da bir şekilde
    sertifikalandırılacağı ifade edilmektedir. Yerel tohum ve bunlardan fideler üreten
    çiftçilerin bürokrasiye ve harçlara boğulmadan sertifikalanmalarını önerdik.
    Ancak yazılardan ve açıklamalardan bu alanda da gene şirketlerin güçlendirileceği
    anlaşılmaktadır. Kısacası

  • yerel tohumun tabutuna yeni bir çivi çakılmak üzeredir.
    ABD gibi ülkelerde yerel tohumların benzer politikalar ile kimi türlerde yüzde yüze yaklaşan
    oranlarda kaybolduğu bilinmektedir.
  • Birçok çeşit bir daha ulaşılamayacak şekilde dünyadan yok olmuştur.
    Tarım Bakanlığı iki baskı arasında sıkışmıştır. Bir yandan tohum şirketleri bastırmaktadırlar.
    Diğer yandan Türkiye halkı ezici çoğunluğu ile yerel tohumların önemine inanmakta ve bunların korunması ve geliştirilmesini istemektedir.
    Dünyanın ilk tarım devrimine beşiklik etmiş bir coğrafyanın (verimli hilal) bir parçası olan
    bu ülke vatandaşlarına da bu yakışır. İşte Bakanlığın Tohumculuk Kanunu’ndan on yıl sonra
    1. Yerel Tohum Etkinliğini düzenlemesinin ardında bu etkiler yatmaktadır diye düşünüyorum.
    Bakanlığın yerel tohumdan yana olduğu yönünde bir algı yaratılmak isteniyor.
    Ancak ne yazık ki tarım politikaları tohum şirketlerini artarak desteklemeye devam ediyor.Yerel tohum hareketini durdurmak mümkün değil.
    ====================================
    Dostlar,

    Sayın Prof. Dr. Tayfun Özkaya yurtsever bir Ziraat Fakültesi hocasıdır.
    YURT Gazetesindeki köşesinde gıda, tarım, beslenme sorunlarını ve politiklarını
    yetkinlikle işlemektedir.
    Yerel tohumları ele geçirerek tekelleşen dünya devi şirketlerle yüzyüzeyiz.
    Türkiye mutlaka yerel tohumlarını korumalıdır. Stratejik bir kurum olarak
    Ulusal Tohum Bankası büyük özenle korunmalı, güncellenmeli, çok iyi yönetilmelidir.

  • Anadolu coğrafyası, Dünya arı ırkının 1/5’ine,
    ballı bitkilerin ise 3/4’üne sahiptir!!

    Bu inanılmaz varsıllık, küresel topluma karşı da sorumluluk doğurur.Sevgi ve saygı ile. 08 Nisan 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Başka bir kooperatifçilik mümkün

Başka bir kooperatifçilik mümkün

 

Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

 
21 Aralık Dünya Kooperatifçilik günü idi, kutlu olsun.

Başlıkta “başka bir kooperatifçilik mümkün” dediğime göre kooperatifçilik sisteminin gelişiminde evrensel olarak bazı sorunlar olduğunu söylemek istediğim açık.
Avrupa Birliği çoktandır kooperatifleri sermaye şirketlerinden farksız hale getirmeye uğraşıyor.
Türkiye bu gelişime daha da aşırıya giderek katılıyor. 2000’li yıllarda değiştirilen “Tarım Satış Kooperatifleri” kanununda bu kooperatiflerin sanayi tesislerinin şirketleşmesi için değişiklikler yapılmıştı.
Adeta kooperatifçilik sadece çiftçiden ürünü alıp, çok az işleyerek (pamukta kütlüyü lif ve çiğidine ayırmak gibi) daha ileri sanayi işini sermayeye bırakmıştı.
Ayrıca bununla bile yetinmeyerek denetim altında tutulabileceğini düşündükleri tarım birliklerini destekleyerek kooperatifçiliği tümden sistemin dışına itme çabaları da olmuştu.

  • Kısacası kooperatifçilik kapitalist sisteme tam entegre edilmeye çalışılıyor.

Bu genel yozlaşma hakkında birkaç örnek vereyim : Fransız LimaGrain firması, Türkiye’de de tohum sektöründe şirket satın alarak rol oynayan dünyanın en büyük tohum devlerinden biridir.
Bu şirketin kökeninde bir kooperatif yatmaktadır.
Kuşkusuz şirket yerel tohuma ve köylülerin kendi tohumunu satmasına karşıdır.
Avrupa’nın süt alanında önemli kooperatiflerinin Asya, Afrika gibi kıtalarda süt fabrikalarını satın alarak uluslararası şirketler arasına girmekte oldukları da bilinmektedir.
Orada artık kooperatifçilik bitmektedir. Ülkemizde de Konya Şeker; kooperatif yapısında
ve PankoBirlik çatısı altında bir anonim şirkettir. Tümüyle endüstriyel bir tarım sistemi uygulamaktadır.
Var olan kooperatifler endüstriyel tarım anlayışı içinde kaldıkça zaten çiftçinin bir kurtuluşu
söz konusu olamıyor.
Örneğin yoğun yemini (fabrika yemi) kooperatif getirttiğinde beş on kuruş daha ucuza alıyorsunuz, ama yem fiyatındaki artışlara engel olamıyorsunuz.
Dahası, yoğun yemlerle beslenmiş hayvanların eti, sütü, yumurtası omega 3 ve CLA
(konjüge linoleik asit) açısından çok yoksul oluyor.
Ayrıca yemlerle tarım ilaçları kalıntıları ve GDO problemi de ürünlere katılmış oluyor.
Bu ise

  • kalp, damar hastalıkları, Parkinson, Alzheimer gibi sinir hastalıkları, kanser ve
    daha birçok hastalığa karşı insanları açık hale getiriyor.

Çare ağırlıklı olarak mera beslenmesine geçmek. Bu zor ama başarılamaz bir olay değil.
Anadolu Meraları adlı grup bu konuda çalışıyor.
Diğer yandan kooperatifler sütü işlese; peynir, süt vb. yapsa da süpermarket zinciri içinde
bu ürünleri pazarladığında bu kez başka bir makas içinde eziliyor.
Gene kooperatifler; üyelerine beş on kuruş daha iyi bir fiyat sağlıyorlar, ama o kadar.

  • Kısacası endüstriyel tarım ve süpermarketlere bağlı kaldıkça kooperatiflerin çiftçiler ve tüketiciler için gerçek bir kurtuluş yaratması mümkün değildir.

Çiftçiler bir yandan hızla artan endüstriyel tarım girdileri, diğer yandan da ürünlerini satarken çok düşük ve artmayan fiyatlar arasında ezilmektedir. Bu makastan çıkmak gerekiyor.
Buna karşı kooperatiflerin agroekolojik teknikleri benimsemesi (yani endüstriyel tarım girdilerini kullanmayı reddetmesi) ve pazarlamada doğrudan pazarlama ve satış birimleri açma gibi yollarla pazarlama ağını oluşturmasının yanında tüketim kooperatifleri,
topluluk destekli tarım grupları gibi dost pazarlama kanallarını kullanması gerekmektedir.
Avrupa’da bu yönde kooperatifler ortaya çıkmıştır.
Örneğin Hollanda’da NWF ve ona bağlı VEL ve VANLA, Fransa’da BioKoop gibi örnekler görülmektedir.
Kooperatifçilik çok etkili bir araç olabilir. Ama böyle değil.
Başka bir kooperatifçilik mümkündür.  (YURT Gazetesi, 23.12.16)
==================================
Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA‘dan oldukça önemli bir makale daha..
Ülke gündemi ile öylesine vahşice oynanıyor ki, asıl sorunlarımızla uğraşmaya
zaman ve olanak bırakılmıyor.
Kooperatifler, bu yabanıl (vahşi) sömürü döneminde üretici emekçinin ve tüketicinin soluk borusu, yaşam damarı olabilir. Ancak sermayenin tunç yasası en çok kâr sarmalında bu güzelim kurumlar da yozlaştırılarak ticari şirketlere indirgenmeye çalışılıyor.

  • Oysa Kooperatifler komünist icadı değil..
    İlk kez 1844’te İngiltere’de kuruldu ve Sanayi Devrimi’nin topraktan söktüğü ve yoksulluktan perişan ettiği kitlelere ciddi destekler sağladı.

Ülkemizde de mutlaka desteklenmesi gerek yoksullukla savaşmak, yerli üretimi artırmak ve gelir dağılımını iyileştirmek için.
Asgari ücrete %8 artış verildi ve 1404 TL’ye çıkarıldı 2017 boyunca sabit kalmak üzere.
Pek çok gerekçe ile sermaye bu yoksulluk ücretini iyileştir(e)miyor..
Bari bırakın da yoksul üretici – tüketici kooperatiflerde biraz destek bulsun.
Korkmayın, sizin dev şirketlerinize, zincir mağazalarınıza, çok uluslu kartel ve tröstlerinize rakip ol(a)mazlar.. Toplumsal gerilimi azaltabilirler biraz ve bu sonucu sermaye de istemeli.

Özkaya hoca, hayvan yetiştiriciliğinde mera beslenmesine geçmekten söz etmekte.
Ancak 31 Mart 2014’te yürürlüğe sokulan 6360 sayılı Büyükşehir Belediye Yasası 18 bine yakın köyü mahalleye dönüştürdü 30 ilde.. Köy tüzel kişiliği kaldırıldı ve taşınmazları da büyükşehir belediyelerine ikram edildi. Meralar artık köylünün malı değil! Büyükşehir belediyesi dilediğinde engelleyebilir köylüyü. Bu alanların imar planlarını dilediği gibi değiştirebilir ve yapılaşmaya açabilir, satabilir, kiralayabilir, yandaş vakıflara bedelsiz tahsis edebilir vs. Basında haberleri okuyoruz, satılan ve çevresi dikenli tellerle çevrilen meraları.. Tıpkı İngiltere’de yaşanan “Çitleme(Fencing) operasyonu gibi.. Köylüyü toprağından kopartarak kapitalist tarıma geçme ve sanayiye ucuz – çaresiz işgücü yaratma operasyonu!

  • Bu yasa AKP’nin (6360 sayılı Büyükşehir Belediye Yasası) Türkiye’ye attığı
    en büyük kazıklardan biridir ve derhal geri çekilmesi gerekmektedir.
  • SAĞLIK KOOPERATİFLERİ hep hayalimiz olmuştur öteden beri..
    Ne var ki, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası (01.10.2008)
    genel sağlık sigortasını zorunlu kılıyor.
    İnsanlar bu sisteme çalışan olarak en az % 12,5 prim = ek vergi ödüyorlar.
    Ayrıca kooperatif sermayesi oluşturmaları ve buraya düzenli katkı yapmaları çok zor hatta olanaksız görülüyor.. Sermaye yanlısı İktidarlar büyük sermayeye inanılmaz vergi bağışıklıkları, teşvikler, hatta vergi iadeleri… sağlıyorlar.
    Acaba sağlık kooperatifi kuran ve SGK’dan hizmet almayacaklara GSS prim ödeme bağışıklığı getirilemez mi?
    Bu konunun finansal matematiğinin ve hukuksal – yönetsel boyutlarının,
    kamu sağlığı önceliğinde tartışılması ve bir yol açılması çok yerinde olur.
    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı meslektaşımız Dr. Mehmet Müezzinoğlu‘nun ;
    bilgi ve ilgisine sunarız.

Sevgi ve saygı ile.
29 Aralık 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Yerel tohum ve köylü haklarına yeni darbeler

Yerel tohum ve
köylü haklarına yeni darbeler

portresiProf. Dr. Tayfun ÖZKAYA
Ege Üniv. Ziraat Fak.
YURT Gazetesi, 25.11.16

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yerli veya yabancı tohum şirketlerinin egemen olduğu Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) yöneticileri altı ay önce Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik’i ziyaret etmişti. Geçtiğimiz hafta da Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği benzer bir ziyaret yaptı. Tohum konularını konuşmuşlar. “Şimdi sonuçlarını almaya başlıyoruz. Kendilerine ve tüm Bakanlığımıza, hükümetimize teşekkür ediyoruz” diye gazetelerde açıklama yapıyorlar. Aldıkları sonucu ise “Bakanlar Kurulundan 2018 yılında tüm tohumluklar sertifikalı olacak kararı çıktı, tohumculuk sektörü her zamankinden daha çok hükümetin gündeminde” olarak açıklıyorlar.
Bildiğiniz gibi 2006’da çıkarılan “Tohumculuk Kanunu” büyük tohum tekelleri lehine birçok hüküm içermektedir. Bir kez köy popülasyonları denilen, büyük bir zenginlik gösteren, bir örnek olmayan, gerek lezzet gerekse besleyicilik ve değişen koşullara uyum yeteneği yüksek olan tohumluklar, şirketler bile istese yasa tarafından tohumluk olarak kabul edilmemekte, sertifikalandırılamamaktadır. Öbür yandan bu yasa; çiftçilerin binlerce yıldır köylülerce geliştirilmiş çeşitlere ait tohum veya bunlardan üretilen fideleri satmasını, bugüne dek katı bir şekilde uygulanmamasına karşın yasaklamıştı.  Elbette ki bu yasak giderek Türkiye tohumculuğuna egemen olan yabancı ve onların yanında aynı çıkarları savunan yerli şirketlerden yanadır. Benzer yasaları daha önce uygulamış gelişmiş denilen batılı ülkelerde yerel çeşitlerin %90’lara varan oranlarda yok olduğunu biliyoruz.
Tabii bu topluma böyle anlatılmamaktadır. Kaçak ve sahte tohumların önleneceği, hastalıksız ve verimi yüksek tohumluklara çiftçilerin kavuşacağı söylenmektedir. Şirket tohumları ile birçok hastalık, zararlı ve olumsuz özelliklerin ülke içinde yayıldığı unutulmaktadır. Yerel tohumlar iklim değişikliklerine daha hızlı uyum gösterir, hastalık ve zararlılara daha dayanıklıdır, besleyici değerleri ise daha yüksektir. Çevrelerinde beğenilen tohum ve fide üreten çiftçiler zorla, kuşaklar boyu yaptıkları işten uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bir zulümdür!
“2018’den sonra bütün tohumluklar sertifikalı olacak” ne demektir? Çiftçilerin ektiği tohumu polisler mi kontrol edecek? Çiftçinin kendi tohumunu ekmesi, takas etmesi yasaklanacak mı? Eğer bu yola girilecekse dünyanın ilk tarım devrimine yakın komşuları ile önderlik etmiş bu coğrafya ve binlerce yıldır geniş biyoçeşitliliği korumaya çalışan köylülere darbe vurulmak istenmektedir. Giderek ağırlaşan küresel iklim değişikliğine karşı en iyi çarenin yerel tohum olduğu bilindiği halde ve biyoçeşitliliği, köylü haklarını koruyan uluslararası anlaşmalara karşı bir yola mı girilecektir? Tohum ve aynı zamanda tarım ilaçları ve hatta aynı anda beşeri ilaçlar alanında tekel olan şirketlere destek mi çıkılacaktır?
Bir avuç şirket tohumuna destek çıkmak yerine Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının yerel tohumları koruması, bunları üreten çiftçilerin haklarına saygı göstermesi, desteklemesi daha doğru değil midir? Yerel tohumlardan yararlanarak köylülerle birlikte katılımcı ıslah yapılarak, herkesin erişebildiği tohumluklar üretmek yerine bir avuç şirketin kısıtlı sayıda çeşidi için araştırma desteği yapmak, bunları üreten şirketleri zenginleştirmekten başka bir işe yaramaz. Şirket tohumları dayanıksız olmaları nedeniyle tarım ilaçları üreten aynı şirketlerin kârlarını artırırken bir yandan da yoğun zehir kullanımını artırması nedeniyle kanser başta, hastalıkları artırmaktadır. Bir kollarıyla da beşeri ilaç üreten bu şirketlerden bazıları için, bu durumun gelirlerini artırmak için, bilinçli olarak istememiş olsalar bile, kârlı olduğunu söylemek zorundayız.
İhtiyacımız olan, özgür tohumlardır.
Yerel tohumların kökünü kazımaya yönelik çabalar durdurulmalıdır.
=====================================
Dostlar,

Sayın Prof. Tayfun Özkaya son derece kritik, stratejik bir sorununa değiniyor bu yazısında. Ne yazık ki Türkiye’nin cadı kazanı yapay gündeminde kaynayacak korkarız. Türkiye toprakları flora (bitki örtüsü) ve flora (hayvan türleri) bakımından olağanüstü varsıldır. Biyoçeşitlilik denilen bu doğal kaynak varsıllığı ülkemiz, insanımız ve küresel toplum için büyük bir güvence ve armağandır :

  • Anadolu coğrafyası Dünya arı ırkının 1/5’ine, ballı bitkilerin ise 3/4’üne sahiptir!!

780 bin km2 Anadolu toprağı, 10 milyon km2’ye varan kıtasal Avrupa topraklarından daha varsıl bir biyoceşitliliğe sahip benzersiz bir coğrafyadır Türkiyemiz! Otlardan ilaç yapımı için yabancılar dağlarımızı taşlarımızı dolaşmakta ve bitki türlerini toplamaktadırlar.

  • Tohumlarımızı uluslararası tekellere kaptırmak, stratejik bir yanılgıdır ve ulusu açlığa mahkum edebileceği gibi dış politikada bağımsızlığın yitirilmesine bile neden olabilir!

AKP iktidarı gerçekten bu ülkenin – ulusun çıkarlarından yana ise, Tohumculuk Yasası yeniden düzenlenerek, yerel türlerimizin korunması için her tür çabayı göstermelidir.

  • Yurt dışından dışalımı yapılan (ithal edilen) Teminatör tohumlar ülkemizde tarımı bitirebilir! Bu tohumlarla yapılan tarımdan elde edilen tarımsal ürünlerin tohumu kısırdır, adeta yoktur! Türkiye kendi geleceğini tehdit eden ve dönüşümsüz olabilecek çok vahim bir hatadan dönmelidir.

ABD eski Dışişleri Bakanı Dr. H. Kissinger‘in şu sözü kulaklara küpe olmalıdır :

  • “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.” 

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Bombalar ve nitratlı gübreler

Bombalar ve nitratlı gübreler

portresi

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniv. Ziraat Fak.
YURT Gazetesi, 18.11.2016

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Başbakan Yıldırım gazetelere açıklama yapmış: “Kimyasal gübrenin verime faydası oluyor ama toprağı çoraklaştırıyor, teröristlerce bomba yapımında kullanılıyor, kimyasal gübre işinden çıkacağız… Organik, biyolojik gübre toprağa verimlilik artışı olarak gidiyor, ürün miktarı ve kalitesini artırıyor.

Bu açıklama gübre işindeki iş çevrelerinde şok etkisi yapmış. Verimin düşeceğini, kimyasal gübre yerine biyolojik gübrenin yeterince bulunamayacağını ileri sürmüşler. Kimyasal gübre şirketleri büyük dünya savaşları sırasında bomba üreticisi idiler. Savaş bitince bomba fabrikaları gübre fabrikasına dönüştürüldü. Başbakan Yıldırım’ın açıklaması doğrudur.

Toprak kimyasal gübre ile çoraklaşmaktadır. Ülkemizin kimi bölgelerinde çok kullanılmasa da özellikle kıyı bölgelerinde aşırı kullanım yaygındır. Toprağı ve suyu kirletmesinin yanında yetiştirildiği bitkilerde kanserojen bileşikler de oluşturur. Ancak kimyasal gübre lobisinin de doğru olduğu bir nokta var. Doğru olan şey, hemen kesildiğinde dekar başına verimin düşebilecek olmasıdır. Fakat zaman içinde verim yükselerek eski düzeyine gelebilmektedir.

Sovyetlerin çöküşü sonrası Küba kimyasal gübre ithal edemediğinde bu gözlendi. Hayvansal gübreler, kompost, yeşil gübre, kırmızı solucan gübreleri kimyasal gübrenin yerini alınca verim eski düzeyine üç dört yılda çıktı. Küba bu krizi çözdü.

Verime de o kadar takılmamak gerekiyor. Bizleri kanser yapan yüksek bir verim yerine daha düşük bir verime razı olabiliriz. Dünyada gıdanın dörtte biri kayıp ve israf olmaktadır. Kanımca kimyasal gübre lobisi Başbakanımızın sözlerini kâğıt üzerinde bırakacaktır. Ne yapıp edip kamuoyunu ikna edeceklerdir. Çiftçilerin de çoğu aynı düşüncededir. Onları tersine ikna etmek oldukça zordur, ama imkânsız değildir. Kimyasal gübresiz bir tarım mümkündür. Ama epeyce değişiklik gerekecektir. Örneğin hayvancılık artık yoğunlaşarak ülkenin bazı yerlerinde toplanmıştır. Bir kısım hayvan gübresi tarımda kullanılmayıp ziyan olmakta, çevreyi kirletmektedir. Çiftçiler az sayıda da olsa hayvan yetiştirirlerse tarlaları için gübre de sağlanmış olacaktır. Hayvancılık ülke düzeyine daha eşit dağılmalıdır. Çiftçilerin az sayıda da olsa hayvan yetiştirmemesi için yıllardır her şey yapılmıştır. Meralar sürekli küçülmekte, talan edilmektedir. Çiftçinin eline geçen süt ve canlı hayvan fiyatları çok düşüktür. SEK gibi kuruluşlar özelleştirildi. Süt tekelleri piyasaya hâkim oldular. Yeşil gübreyi, kırmızı solucan gübresini çoğu çiftçi bilmiyor.

  • Kısacası endüstriyel tarım yerine agro-ekolojik ilkelere dayanan bir tarıma geçmek gerekir.

Ama kimyasal gübre, sentetik tarım ilacı (zehir), tohum üreten şirketler, tarım ürünlerini satın alan, işleyen şirketler ve süpermarketlerden oluşan bir kimyasal lobi bunun olmayacağını söyleyeceklerdir ve söylüyorlar.
========================
Dostlar,

Konu ve sorun önemlidir. Ancak Türkiye ne yazık ki siyasal iktidar AKP ve RTE eliyle yapay gündemlerle yerden yere savrulmaktadır. Öte yandan ekonomi giderek köşeye sıkışmıştır ve eldeki olanaklarla mutlaka birşeyler yapılması zorunludur. İktidar, deyim yerinde ise kıvranmaktadır ekonomiyi bunalıma (krize) sokmamak için. Ne var ki kitlelere dönük algı yönetimi sürdürülmekte ve “Dolar” ile başlayan, “Dolar özneli” tümceler kurulmakta ve bu para biriminin değerinin yükseldiği, rekor üstüne rekor kırdığı, rekora doymadığı, “Doların 3,5 attığı” (!)… gibi yönlendirici ifadeler kullanılmakta. Bilim ve medya namusu ortalıkta görülmemektedir; neden çıplak gerçek söylenmemekte ve TL’nin değer yitirdiği açıklanmamaktadır??

  • Zayıf ve çoook borçlu, bir ekonominin,
  • bütçe açığı ve cari açık olmak üzere çifte açık kıskacına dolanmış,
  • sıcak paraya mahkum,
  • turizm gelirleri ciddi düşmüş,
  • yabancıların çıktığı ama sıcak para girişinin çok azaldığı,
  • %1,35 gibi anormal büyük bir nüfus artışı hızına karşın %3 bile büyüyemeyen,
  • orta gelir tuzağına düşmüş ve kişi başına geliri bir türlü on bin doları aşamayan,
  • yolsuzluklara bulanmış,
  • milyar dolarlık hovarda projeleri Merkezi Yönetim Bütçesi dışına çıkararak 5018 sayılı yasa denetiminden kaçıran ve yandaşları birkaç kuşak ileriye doğru karun gibi zenginleştirirken halkın gelecek onyıllardaki kaynaklarını bile bugünden yandaşlara peş keş çeken,
  • kara para aklanan, “net hata noksan kalemi” uydurması ile halkın kandırıldığı,
  • ülke dışında boyundan büyük askeri operasyomlara girişen,
  • ülke içinde ciddi terör harcamaları olan,
  • yargısı – medyası – yasaması “Tek Adam“ın 2 dudağı arasına sıkıştırılan,
  • 17-25 Aralık 2013 muazzam yolsuzluk şaibelerinin iktidar üzerinden kaldırılamdığı,
  • Bloomberg’in dünyanın en kötü 8. ekonomisi ilan ettiği…..bir ülkede Sayın Prof. Tayfun Özkaya‘nın böylesine önemli bilimsel önerilerine kimler kulak kabartacak ve dinleyecektir?? Gübre lobisini geçelim, GDO’lu ürünleri üreten uluslararası tekeller de sınırlarımızı ve mevzuatımızı delik deşik etmediler mi??
  • Küresel Elit, aşırı boyutta ve tehlikeli biçimde çoğalmayı sürdüren dünya nüfusu sorununa kendine yakışır özgün çözümler mi üretiyor acaba??desek komplo kuramı mı üretmiş oluruz?? Örneğin,
  • Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, ülkemize girişine izin verdiği
    GDO’lu hayvan yemi ve insan yiyeceklerinin… listesini açıklayabilir mi??

Sevgi ve saygı ile.
19 Kasım 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Plastik kirliliğine son verelim!

Plastik kirliliğine son verelim!

portresi

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniv. Ziraat Fak.
YURT Gazetesi, 30.09.2016

Plastik şişe vb. ambalaj malzemelerinin yarattığı kirlilik üst düzeyde. Köylerde dere yatakları, kentlerde sokaklar, parklar, boş alanlar plastik şişelerle dolu. Görüntü kirliliği çok yüksek.

Plastiklerin özellikle gıdalarda kullanılanları insan sağlığı açısından tehlikeli.

Plastik ambalajların dibinde, gözle çok zor görülse de üçgen bir şeklin içinde bazı sayılar bulunmakta. Bunlardan 3, 6 ve 7 olanları çok zararlı. Diğerlerinin zararlarının daha az olduğu genellikle araştırmacılar tarafından kabul ediliyor.

Yoğurt kaplarının altını dikkatle inceleyin.
Üçgen içinde bazılarında 6 numaralı plastikten üretilmiş olduğunu ne yazık ki göreceksiniz.
Daha duyarlı olanlar ise 5 numaralı plastikte yoğurt satıyorlar. Hiç olmazsa doğaya terkedilen plastiklerin azaltılması için Avrupa ülkelerinde ve Kanada gibi ülkelerde bu tür ambalajlara cam şişeler de dâhil olmak üzere zorunlu depozito uygulanıyor.

Örneğin Almanya’da marketlerde ambalaj kabul eden makineler var. Her türlü boş şişeyi sırayla atıyorsunuz. Makine ambalajı tanıyıp, her biri için bir değer (örneğin 50 cent) belirleyerek size en sonunda bir fiş içinde toplam değeri bildiriyor. Diyelim ki makineye verdiğiniz ambalaj malzemelerinden 5 Euroluk bir fiş alıyorsunuz. Bunu yaptığınız alışverişten kasada düşüyorlar.

Almanya’da çok iyi giyimli, bisikletli kadın veya erkeklerin parklarda şişeleri toplayarak marketlerde alışverişlerinde kullandıklarını gördüm. Yine bu ülkelerde naylon torbalar için belli bir bedel alınıyor. Örneğin 5 cent veya 20 cent gibi. Türkiye’deki Alman marketlerinin bazıları bu uygulamalarını ülkemizde de devam ettiriyorlar. Bu durumda epeyce bir insan çantasında file, bez torba veya daha önce kullandıkları naylon torbaları taşıyorlar. Bu gibi zorunlu ve yüksek değerde depozito uygulamaları veya naylon torbaların paralı olması gibi düzenlemeleri yapmak ülkemizde çok mu zor?

Zannetmiyorum. Ancak bu tip ambalajları kullanan şirketler tüketimi sınırlayabilir endişesi ile bu gibi görüşlere pek yanaşmıyorlar. Bazıları göstermelik kampanyalarla duyarlı oldukları mesajını vermeye çalışıyorlar. Çok küçük istisnalarla naylon torbanın tümden yasaklanması ise çok yararlı olacaktır.

Fransa’da, 2020 yılında yürürlüğe girecek olan yasayla tek kullanımlık bardak, tabak, çatal, bıçak, kaşık gibi plastiklerin kullanımı ‘biyolojik materyalden yapılmadığı müddetçe’ yasak olacak. Fransa, söz konusu karar ile plastiği yasaklayan ilk ülke. Fransa’da bu yıl süpermarketlerde plastik poşet kullanılması da yasaklanmıştı.

Kapitalist bir sistem içinde şirketlerin bu konularda duyarlı olmasını bekleyemeyiz.
Onlar en yüksek kâr peşinde koşarken, çoğu zaman halk sağlığını dikkate almıyorlar.

======================================

Dostlar,

Plastikler yaşamımızı çok kolaylaştıran malzemeler. Ancak her şeyin bir bedeli var. Hem çevre sağlığı açısından hem de çevresel yükü bakımından hatırı sayılır bir bedel ödeniyor plastiklerin nimetlerinin karşılığında. Birleşmiş Milletlere (BM) bağlı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve BM Çevre Programı UNEP uyarılarını sürdürmekteler. Gelişmiş ülkeler halk sağlığını öne alan uygulamalara girişebiliyor.

Örn. Çin, naylon torbaları yasaklayarak yılda 37 milyon varile varan petrol tüketimini tasarruf edebiliyor! (CNN.com/asia January 9, 2008)

San Fransisco, naylon torbaları yasaklayan ilk ABD eyaleti oldu!
(NPR.org, National Public Radio)

Ancak sanayi de kâr dürtüsü ile direncini sürdürmekte. Özellikle gıda maddelerini -su dahil- saklama ve taşımada sorun daha da öne çıkmakta. Bez ya da kağıt torbaları, alışveriş filelerimizi yeniden anımsamanın zamanıdır. Besinler için ise elden geldiğince cam kaplara yönelmek olası sağlık sakıncaları, çevre kirliliği ile petrol ve türevleri tüketimini azaltmak açısından çok yerinde olacak. Türkiye’nin de gündemine gelir mi acaba??

Sevgi ve saygı ile.
02 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Bayer Monsanto’yu alıyor; Hegemonya derinleşecek

Bayer Monsanto’yu alıyor;
Hegemonya derinleşecek

portresiProf. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniv. Ziraat Fak.
YURT Gazetesi, 23.9.16

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Tarım ilacı (zehir), tohum, beşeri ilaçlar üreticisi Alman şirketi Bayer GDO’lular başta tohum ve tarım ilaçları üreten Amerikan şirketi Monsanto’yu 66 milyar dolara satın aldı. Bu satın alma ile Bayer dünyanın bu üç alanda da çok önemli güçlü bir şirketi oldu. Yani tohumlarını kullananlara tarım zehirlerini satacak (GDO ürünlerde kesin almak zorundalar, hibritlerde de bu zorunluluk nerede ise var), çiftçiler ve tüketiciler bu ilaçlardan kanser olursa beşeri ilaçlar da hazır. Bu birleşme öncesi 2013 verilerine göre tohum satışlarında Monsanto %26 payla 1. şirketti. Bayer %3 payla 6. geliyordu. Tarım ilaçları alanında aynı yıl verilerine göre Bayer %18 payla Syngenta’dan sonra (%20 pay) 2. geliyordu. Monsanto’nun payı %8 ile 5. sırada idi.

(http://www.etcgroup.org/sites/www.etcgroup.org/files/files/etcgroup_agmergers_17nov2015.ppt x__0.pdf)

Bu işlemden sonra Bayer hem tohum hem de tarım ilaçlarında birinciliği garantiledi. Beşeri ilaçlarda Bayer’in 2014 yılında 15,5 milyar dolarla dünya sıralamasında 16. olduğu biliniyor. (www.pmlive.com/top_pharma_list/global_revenues)

Tohum, GDO’lu tohum, tarım ilacı, beşeri ilaç tek ve güçlü bir elde toplanıyor. Hepsi bu kadar mı? ETC Group adında tarım ve tarıma dayalı şirketleri izleyen sivil toplum kuruluşundan Pat Mooney “Bu anlaşmalar yalnızca tohumlar ve tarım ilaçları ile ilgili değil, tohum, toprak, hava verilerine egemen olan ve yeni gen bilgilerini işleyen bir şirket kaçınılmaz olarak tohum, tarım ilacı, gübre ve tarım makinaları gibi tarım girdilerini kontrol edecektir.” demektedir. (http://www.etcgroup.org/content/monsanto-bayer-tie-just-one-seven-mega-mergers-and-big-datadomination-threaten-seeds-food)

Bu veri işleme de nereden çıktı diyorsunuz? Öncelikle tohum, tarım ilaçları ve sentetik gübreler konusunda zaten az olan şirketlerin bir süredir birbirlerini satın almaya çalıştıklarını söyleyelim. Büyük altı tohum ve tarım ilacı şirketi dörde-beşe düşmeye çalışıyorlar. Bütün bu çabalar son iki yıla sığıyor. Örneğin Dupont Dow’u almak istedi. Adama (Çin şirketi) Syngenta’yı, Potash Corp. ise Agrium’u (sentetik gübre konusu), Deere & Corp. ise Monsanto’nun Precision Planting LLD şirketini almak istedi. Deere & Corp. tarım makineleri alanında güçlü, fakat tohum ve tarım ilaçlarında bir yeri yok. Monsanto’ya ait olan ve almak istediği Precision Planting LLD ise yüksek hızlı hassas tarım sistemlerinde çalışıyor. Hassas tarım bir tarlada metre metre toprağın daha önceden saptanmış ve coğrafi bilgi sistemlerine işlenmiş toprak özellikleri, iklim verileri vb. kullanarak tohumu eken, gübreleyen, tarım ilaçlarını atan ve sulama yapan GPS’le donanmış tarım makinelerin geliştirilmesi anlamına geliyor. Deere ve Precision Planting LLD birlikte hassas (duyarlı) tarım piyasasının %86’sına sahip olabilecekler. Bu saydıklarımız henüz gerçekleşmedi. En son belirttiğimiz hassas tarım konusunda ABD Adalet Bakanlığı bir engel koyuyor. Bu birleşmenin fiyatları yükselteceği ve araştırmaları azaltacağı ileri sürülüyor. Bir de gerçekleşmiş olan Bayer’in Monsanto’yu alması var. Bu nedenle Bayer’in hassas tarım konusundaki anlaşmayı bozabileceği ve bu konunun da Bayer içinde kalmasını sağlayabileceği ileri sürülüyor. Görüldüğü gibi olay yalnızca tohum, tarım ilacı ve beşeri ilaçlarda bir tekelleşme değil. Büyük veri (big data deniyor) de bu şirketlerin elinde toplanıyor. Şirketler büyük veriye de egemen olarak hegemonyalarını güçlendiriyorlar

Tohum alanındaki bu birleşmelerin 1990-2010 arasında ABD’de tohum fiyatlarını öbür girdilerden çok daha hızlı artırdığı, çiftçinin eline geçen fiyatların iki kat artışa neden olduğunu Amerikan Tarım Bakanlığı açıklamaktadır.

Tohum ve tarım ilaçları alanında önde gelen 6 şirket araştırma ve geliştirme (AR-GE) alanında da çok büyük harcamalar yapıyorlar. 2013’te 6 şirketin topluca araştırma ve geliştirme bütçeleri uluslararası ürün ıslah enstitülerinden fazlaydı. Amerikan Tarım Bakanlığına göre ise 15 kat fazla idi. Ancak bu şirketlerin araştırmaları çoğunlukla çevre ve insan çıkarlarına karşı olmaktadır. Tek bir amaç vardır, o da kârları artırmak!

Bu birleşmelere karşı çıkılabilir. ABD’de bile bu çabalar gösteriliyor. Ancak temel olarak şirketlerin egemen olmadığı, agro-ekolojik tekniklerin uygulandığı adil ve sürdürülebilir (ama gerçekten sürdürülebilir) bir gıda ve tarım sistemi ile sorunlar çözülecektir.

==========================================

Dostlar,

Alman ilaç – kimya devi BAYER‘in, ABD’li dev şirket Monsanto‘yu 66 milyar Dolar gibi oldukça yüksek bir bedelle satın alması, küresel ölçekte önemli bir olaydır. En azından, çokuluslu şirketler (ÇUŞ, MNC) açısından bir tekelleşme (monopolleşme) girişimidir. Yatay ya da dikey tekelleşmelerin (kartel ve tröst) tüketici aleyhine, sermaye lehine olduğu açık bir gerçektir.

Öte yandan Küresel sistemin etkili anti-tekel düzenlemelere (regülasyon) sahip olması beklenir. Küreselleş(tiril)en finans-kapital kumarhane kapitalizmine soyunmuşken böylesi etik – hukuksal bir beklenti ne denli gerçekçidir? IMF, DB, DTÖ gibi Küreselleşmenin = yeni emperyalizmin ağır topları seyircidir. Dünya kamuoyunun, BAYER’in bu tekelleşme eylemini izlemesi ve engellemeye çalışması beklenir. Ama nasıl ?? AB ülkeleri halkları ??

Öte yandan Avrupa Birliği’nin Gıda Güvenliği Kurumu EFSA‘nın (European Food Safety Agency) bundan böyle GDO’lu ürünlere karşı direnme gücünün zayıflayabileceğinden de kaygı duyuyoruz. EFSA hattında görülecek bir zayıflama önce Türkiye’yi, giderek başkaca gelişmekte olan ülkeleri olumsuz etkileyecektir.

Dolayısıyla bu konu üzerinden kalkarak temel ilkelerin gözden geçirilmesi ve ve güncellenmesi için görev BM‘ye düşmektedir. BM’nin Gıda ve Tarım alanında uzman teknik kuruluşu olan Roma merkezli Gıda Tarım Örgütü FAO (Food and Agricultural Organisation) ve Kenya / Nairobi merkezli BM Çevre Programı UNEP (United Nations Environmental Programme) harekete geçmeli ve teknik uzmanlık önerileriyle aktif rol alarak BM sistemini harekete geçirmelidirler.

Halk sağlığı – beslenme hakkı – çevrenin korunması hakkı ve yükümlülüğü açısından Monsanto’nun BAYER tarafından satın alınması ciddi bir tehdit oluşturuyor.. BM göreve!

Acaba Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığımız ne yapacak bu önemli gelişme karşısında??

Sevgi ve saygı ile.
26 Eylül 2016, Ankara
 
Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
(Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı GDO Bilim Kurulu Eski Üyesi)
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Dünya ve Türkiye’de arazi gaspı ne durumda?

Dünya ve Türkiye’de arazi gaspı
ne durumda?

portresi

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
YURT Gazetesi, 09.09.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Küresel iklim değişikliği yoğunlaştıkça kimi ülkeler ve şirketlerin dünyanın değişik ülkelerinde arazi gaspı yönündeki çabaları da artıyor.

Devlet veya şirketler geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde çok uzun süreler için toprak kiralıyorlar veya satın alıyorlar.

Tarım ürünleri, petrol, enerji üretiyorlar. Açıkça işgal etmenin yanında, şimdi bir de böylece ülkelerin topraklarına çok şık (!) yöntemlerle el koyuyorlar. Küresel ısınma ve petrolün tükeniyor olması artık görünür bir gerçek.

Ülkemiz de her iki yönüyle bu olayın dışında değil. Büyük devlet olmanın bunu gerektirdiği açıklanmıştı.

Bu aslında düpedüz emperyalizm

Yurt dışında tarım yapan bir şirketin ülkemize faydası yok. Onun yurt dışındaki herhangi bir şirketten farkı yok. Mutlaka ürünleri Türkiye’ye getirmesi gerekmiyor. Getirse bile bunun yerli üreticiyi baltalamaktan başka pek bir yararı olacağını sanmam.

Grain adlı kuruluş bu konuda Haziran 2016’da yeni bir rapor yayınladı. https://www.grain.org/article/entries/5492-the-global-farmland-grab-in-2016-how-big-how-bad

Bir önceki raporu 2008 yılında idi. Grain’in saptamalarına göre 2016’da dünyada 78 ülkede 30 milyon hektar alanda, 491 büyük ölçekli arazi gaspı yapılmıştır. Çin 115 gasp yapmış. ABD 128, İngiltere 124, Singapur 61, Suudi Arabistan 27, Japonya ise 24 gasp olayında yer almış.

Grain dışında Land Matrix adlı bir kuruluş da veri yayınlıyor. www.landmatrix.org  web sayfasında ülkeler, şirketler hakkında geniş bilgi var.

Grain verilerine göre Türkiye’de Al Tijaria adlı bir Kuveyt şirketi 1000 hektarlık bir alanda ürün yetiştirmek üzere arazi gaspı yapmak istemektedir.

Land Matrix verilerine göre ise güncel açıdan hedef ülke olarak Türkiye bulunmamaktadır. Ancak ikinci yatırımcı olarak Türkiye yedi olayda yer almaktadır. Hedef ülkeler arasında Rusya Federasyonu, Tanzanya, Uganda ve Etiyopya (dört olayda) yer almaktadır.

Grain raporunda arazi gaspının suya el koymakla çok yakından ilgili olduğu açıklanmıştır.

Gaspa karşı direnç de artmaktadır. Değişik guruplar arasında (köylüler, göçebe hayvan yetiştiricileri, kentliler) dayanışma gelişmektedir.

Arazi gaspı ülkemizde henüz güncel bir konu değil. Ancak her bakımdan hazırlıklı olmakta yarar var.

==================================

Dostlar,

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinden değerli bilim insanı Prof. Dr. Tayfun Özkaya,
YURT
Gaztesinde çok önemli haftalık yazılar yazmakta. Sık olmasa da yazılarını paylaşıyoruz web sitemizde.. Geçen haftaki yazısını “Bayram” (!?) telaşında atlamışız. Görüldüğü gibi nüfus anormal hızla ve son derece gereksiz – tehlikeli – riskli biçimde artarken; tersine, giderek azalan Dünya kaynakları, -başta toprak olmak üzere- şiddetlenen bir küresel kapışma konusu. Türkiye ise tarımsal üretimde giderek geriliyor. Buna bir de finans-kapitalin toprak talanı boyutu eklenirse vay halimize. 80 milyon nüfusumuzu tarımsal – hayvansal üretimle besleyemiyoruz. Pek çok temel gıdayı ithal ediyoruz. Ciddi bir Tarım Reformuna ve stratejik sektör kabulüyle yoğun kamusal desteğe gereksinim var.

1. sınıf tarımsal alanlarını bile yapılaşmaya, sanayiye açan, yabancılara önemli düzeye varan toprak satışı yapan bir ülkedeyiz. Yabancı, alıp götürmüyor ama ülke topraklarının makro bir master plan çerçevesinde yönetimi (tasarrufu) elden çıkıyor. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden emekli Sayın Orhan Özkaya bu ciddi sorunu kitaplaştırdı..

Orhan Özkaya Yabancıya Toprak Satışı ile ilgili görsel sonucu

Sorun ciddi ve Türkiye 1 karış toprağını bile yabancılara satmamalı!..
Sınırlı koşullarda kullanım (intifa) hakkı olabilir karşılıklılık ilkesine dayalı olarak.
TOPRAK REFORMU yapmayarak topraksız köylüsünü üretken kıl(a)mayan bir ülkenin topraklarını yabancılara satması anlaşılır şey değildir. Bu, Türkiye’yi yöneten sağcı – yerel / uluslararası sermaye güdümlü siyasal iktidarların utanç verici ihanetidir!
Ayrıca tarımsal üretimi nitelik ve nicelik açısından iyileştirmek stratejik bir sorundur.

Unutulmasın; İsrail, Filistinlilerden parayla satın alınan toprakların birleştirilmesi ve etrafının çevrilerek “Burası İsrail Devleti topraklarıdır” diye bayrak çekilerek kuruldu!

Sevgi ve saygı ile.
18 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Kendi paramızla her gün zehir tüketiyoruz

Kendi paramızla her gün zehir tüketiyoruz

Tayfun Özkaya

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
tayfun.ozkaya@yurtgazetesi.com.tr
YURT Gazetesi, 12 Şubat 2016

Yediğiniz yaklaşık her 4 sebze veya meyveden 1’i resmi kuruluşlarca bile kabul edilemeyen düzeylerde tarım ilacı içeriyor. Vatandaş harekete geçmezse bu durumu hiçbir şey değiştiremeyecek. Bir grup uzmanla birlikte hazırladığımız bir metin ile bir imza kampanyası başlattık.

Change.org’da “Zehirli sebze ve meyve istemiyoruz. Belediyeler hallerde laboratuvar kursun” diye arayın veya aşağıdaki web sayfasını tıklayın:

https://www.change.org/p/zehirli-sebze-ve-meyve-istemiyoruz-belediyeler-hallerde-laboratuvarkursun.

Kısa bir video da burada bulunuyor. İmza sayısı 2500’e varmak üzere. Sosyal medyada arkadaşlarınızla da paylaşırsanız seviniriz. Bu alanda çalışan her gıda grubu, dernek vb. kuruluş bu kampanyayı kendi kampanyaları olarak görürse çok seviniriz. Kampanyada şunları yazdık:

– Temel gıda fiyatlarının arttığı, artan fiyatların üreticiye yansımadığı ortamda Akdeniz Üniversitesi Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi tarafından yapılan araştırma, tükettiğimiz gıdaların bedelini yalnızca paramızla değil sağlığımızla da ödediğimizi göstermiştir. Araştırma sonuçlarına göre 2014’te semt pazarlarından rastlantısal olarak toplanan ve en çok tüketilen domates, kabak, portakal gibi değişik sebze ve meyvelerden alınan örnekler laboratuvarlarda pestisit (tarımsal ilaç) analizine tabi tutulmuş ve maksimum kalıntı limitlerini aşan gıdaların oranı %25 olarak bulunmuştur. Bu limitleri (pestisit düzeylerini) aşan gıdalar resmi kuruluşlarca da tüketilemez kabul edilmektedir. Ayrıca araştırmada analiz edilen örneklerin %85’inde birden çok pestisit kalıntısı belirlenmiştir. Kimi ürünlerde 13’e dek çıkan pestisit türü saptanabilmiştir. Tek başına bakıldığında kalıntı limitinin altında kalmakla birlikte, toksik kimyasalların bir arada olduğu bir durumda ne tür sağlık riskleri yaratacağının belirsizliğini koruması nedeniyle ürünlerde kalıntı limitlerini aşmasa bile birden çok sayıda pestisit çıkması ayrı bir tehdit oluşturmaktadır. Bu araştırma aslında malumun ilanı niteliğindedir. Çünkü kamuoyunda, tükettiğimiz gıdaların sağlığımız üzerinde olumsuz etkileri olduğuna ilişkin uzun zamandır yaygın bir kanı bulunmaktadır.

Gıdalarımızın üzerindeki bu zehirlerin çok çeşitli sağlık etkileri vardır. Kanserler başta olmak üzere, hormon sistemimizi ve doğurganlığımızı, kalp-damar, sinir ve bağışıklık sistemlerimizi olumsuz etkilemektedir. Üstelik çok sayıda kimyasalın birleşik etkisi bu sağlık sorunlarının şiddetini ve çeşitliliğini artırmaktadır. Bu konuda birçok önlem alınabilir.

Temel insan hakları kapsamında bulunan sağlıklı yaşam ve gıdaya ulaşma hakkı çerçevesinde bu metinde imzası bulunanlar olarak halk sağlığı adına merkezi ve yerel yönetimlerden aşağıda belirtilen temel uygulamaları öncelikle ve ivedilikle yaşama geçirmesini talep ediyoruz.

1) 2012’de çıkarılan Yeni Hâl Yasası ülkemizdeki meyve ve sebze hâllerinde kalıntı analizleri yapmaya yetkili laboratuvarlar kurulmasını ve hâle giren ürünlerde kalıntı denetimi yapılmasını şart koşuyordu. Toptancı hâllerine kalıntı analiz laboratuvarlarının kurularak, maksimum kalıntı limitlerinin üzerinde kalıntı belirlenen ürünlerin satışının engellenmesi ve yasal mevzuatta belirtilen ceza hükümlerinin uygulanması,

2) Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile il ve ilçe belediyelerinin pestisit kullanmadığını bildiren köylülerin ürünlerinde periyodik (AS: dönemsel) analizler yaparak – yaptırarak sıfır kalıntı durumunda belge vermesi, bu üreticilere semt pazarlarında ayrı bir bölüm ayırması, kira almama vb. gibi uygun görülecek destekler verilerek ekolojik üretimin daha köklü bir şekilde desteklenmesi.

3) Pestisit analizlerinde laboratuvarların analiz ettiği etken madde sayısı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na ait laboratuvarlar ile özel yetki almış laboratuvarların aynı sayıda etken maddeyi  denetlemesi ve elde edilen sonuçların kamuya açıklanması sağlanmalıdır.

4) Kamu adına yapılan kalıntı analizlerinde görev alan özel laboratuvarların kalıntı analizi işini doğru ve güvenilir bir biçimde yapıp yapmadıkları dikkatle denetlenmelidir. Bu amaçla yapılan denetimlerin sonuçları kamu ile paylaşılmalıdır.

5) Bakanlığın yürüttüğü kalıntı analizleri çalışmalarında bir üründe belirlenen pestisit sayısının kaç tane olduğu da dikkate alınarak sonuçlar değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Gıda ürünleri içerdiği çoklu pestisit kalıntıları açısından da değerlendirilmeli ve en riskli ürünlerin hangileri olduğu belirlenerek pestisit kullanımını azaltacak önlemler alınmalıdır.

6) Pestisitler üretilirken çeşitli yardımcı kimyasal maddeler de kullanılmaktadır. Bu maddelerin kalıntı analizleri yapılmamaktadır. Dolayısıyla yalnızca pestisitlerin değil, pestisitlerin bileşiminde yer alan ve hormonal sistem üzerinde etkisi olduğundan kuşkulanılan alkilfenol etoksilatlar gibi yardımcı maddelerin de kalıntı izleme çalışmaları yapılmalıdır.

7) Kalıntı izleme çalışmalarından elde edilen sonuçlar yalnızca kalıntı limitlerini aşan gıdaların oranı biçiminde değil, daha ayrıntılı örneğin hangi laboratuvarların, hangi pestisit kalıntısına, hangi ürünlerde ve hangi yöntemleri kullanarak çalışma yaptıklarına ilişkin bilgileri içeren sonuçlar kamu ile paylaşılmalıdır.

===================================

Dostlar,

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinden dostumuz Sayın Prof. Tayfun Özkaya, alanında yetkin bir yurtsever bilim insanıdır. Gıda güvenliği, bizim de bir Halk Sağlığı-Koruyucu Hekimlik uzmanı olarak ilgilendiğimiz ve AÜTF’de (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi) derslerini verdiğimiz bir konudur (GIDA GÜVENLİĞİ ve SANİTASYONUhttp://ahmetsaltik.net/2014/11/13/gida-guvenligi-ve-sanitasyonu-2/).

Gıda maddelerindeki pestisit kalıntıları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli bir Halk Sağlığı sorunudur. Pestisitler çok sayıda çeşit içerir ve tarımsal zararlıları etkisizleştirmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Tarımla uğraşan kesimlerin sorumluluklarına ilişkin yeterince eğitilmemeleri ve laboratuvar denetimleri ile gerektiğinde yaptırımların eksikliği önemli sorundur.

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü), pestisit zehirlenmesine bağlı olarak her yıl 220 bin dolayında insanın öldüğünü raporlamaktadır. Pestisitlerin %80’i varlıklı (zengin) ülkelerde kullanılmasına karşın, zehirlenmelerin çoğu yoksul ülkelerde gözlenmektedir. Gıdalardaki pestisit kalıntı düzeyi, gelişmekte olan ülkelerde, gelişmişlerden daha yüksektir. Pestisit kullanan tarım çalışanlarında kanser görülme olasılığı, istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksektir. Yıllık pestisit kullanım bedelleri on milyarlarca Dolar düzeyindedir.  Aşırı ve gereksiz pestisit kullanımı doğaya ciddi yüktür ve hayvan – bitki sağlığı açısından da ciddi riskler içermektedir. (Bkz. http://tiki.oneworld.org/pollution/poisonings.html, 15.02.2016) Söz konusu tarım ürünlerinin genetik (tohum) yapısı da olumsuz etkilenmektedir.

Ek olarak tarım ürünlerinde pesitisit direnci gelişebilmekte bu sorun ya tarım ürünlerinin genetiği değiştirilerek (GDO’lu ürürnler) ya da daha güçlü yahut daha yüksek miktarda pestisit kullanarak aşılmaya çalışılmaktadır. Öte yandan, organik tarım ürünleri miktar bakımından gereksinimi sağlayacak düzeyde olmaktan çok uzaktır. Üst gelir katmanlarının bu ürünlere yüksek istemi (talebi), fiyatları ciddi düzeyde şişirmektedir.

BM (Birleşmiş Milletler) FAO örgütü (Gıda ve Tarım Örgütü) uyarılarını kritik rakamlara dayalı olarak sürdürmektedir (bkz. FAOSTATS).

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nı ve yerel yönetimleri, en azından nüfusu 750 bin+ olan 30 büyükşehir belediyelerini göreve çağırıyoruz..

Bu bağlamda bir başka sorun da, ilaç sayılmayan, genel olaak GIDA DESTEĞİ adı verilen değişik kimyasal formüllerin giderek yaygınlaşan kullanımıdır. 5996 sayılı VETERİNER HİZMETLERİ, BİTKİ SAĞLIĞI, GIDA ve YEM YASASI 13.6.2010’dan başlayarak aşamalı olarak yürürlüğe konmuş ve bu formüllerin ruhsatlandırılması Sağlık Bakanlığından alınarak Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na verilmiştir. Söz konusu formüllerin tanıtım kağıtları (prospektüsleri), reklam kaygısıyla abartılı yararları öne çıkarmakta, olası sakıncaları ise indirgemeketedir. Bu tablo da, Halk Sağlığı açısından orta erimde ciddi sorunlara adaydır..

Türkiye’nin ABD’de olduğu gibi (FDA) özerk bir Ulusal Gıda – İlaç Kurumu‘na gereksinimi vardır. Siayasal karışmalardan olabildiğince korunmuş bilimsel bir kurum, ülkemizde Gıda ve İlaç Güvenliğini sağlamada, siyasal yetkeye (otoriteye) bağlı hiyerarşik Devlet birimlerinden çok daha yararlı ve başarılı olacaktır.

Anayasanın 56. maddesi, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını vurgulamakta ve yurttaşla Devleti bu bağlamda birlikte sorumlu tutmaktadır. Herkes görevinin gereğini özenle üstlenmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
15 Şubat 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Çin stratejileri: Seçimin gölgesinde meralar apartman olacak kararı çıktı

Çin stratejileri: Seçimin gölgesinde,
meralar apartman olacak” kararı çıktı

Çinlilerin binlerce yıldan kalma savaş stratejileri vardır. Bunlar yöneticilere öğretilir. Yayınlanan kitaplarla dünya da bunları öğrendi. Bunlardan en meşhuru Lao-Su’nun
“Savaş Sanatı” adlı eseridir. Türkçesi de var.

Uluslararası bir toplantıda bir Çinli ile sohbet ediyorduk. Bir numaralı stratejiyi bilip bilmediğimi sordu. Meğerse “zor durumda isen kaç” imiş bu strateji. Şaka bir yana ülkemizde de bu stratejilerin epeydir uygulandığını görüyoruz. Bu stratejilerin tuhaf adları da vardır. Örneğin “imparatora farkına vardırmadan denizi geçirmek” gibi. İşte 1 Kasım 2015 seçimleri öncesi böyle bir Çin stratejisine şahit olduk. Seçimden hemen iki gün önce 30 Ekim 2015’te Resmi Gazetede yayınlanan yönetmelik ile mera ve yaylak alanları kentsel dönüşüme açıldı. Yani apartmanlaşabilecek. Şimdi bunu yayınlayanlar tümüyle rastalantı diyeceklerdir. Bilmiyoruz. Çok küçük bir olasılıkla olabilir. Ancak bu tür stratejilere o denli çok tanık olduk ki, yönetime bu konularda destek veren, bu stratejilere çok egemen bir kadronun (belki içlerinde yabancılar da vardır!?) olduğunu tahmin ediyoruz. Seçimin sonuçları uzunca bir süre tartışıldığına göre bu konunun da gündeme çıkamadan kaybolması son derece normal.

Yönetmeliğe göre, durumu ve sınıfı çok iyi veya iyi olan mera, yaylak ve kışlaklarda tahsis amacı değişikliği yapılamadığı için; bölge kentsel dönüşüm alanı olarak ilan edilmeden önce 1/5000 ölçekli haritası ile Mera Komisyonuna başvurularak uygun görüş alınacak.
Tahsis amacının valilikçe değiştirilmesinin ardından 20 yıllık ot gelirinin yatırılması sağlanacak. Ot bedeli yatırıldıktan sonra iki yıllık süre içinde kesinleşmiş uygulama imar planı komisyona sunulacak. Bu süre içinde söz konusu planların sunulmaması durumunda tahsis amacı değişikliği iptal edilecek. Konu ile ilgili açıklama yapan Köy-Koop Başkanı Yakup Yıldız da
bu düzenlemenin hayvancılığa darbe anlamına geldiğini söyledi.
Yıldız “bu uygulama kötü kullanımlara da açık” dedi.

Belleğinizi bir yoklayın. Bu sözünü ettiğimiz olay hakkında bir şey hatırlıyor musunuz?
Hayır, çünkü seçim bunun görülmesini engelleyen büyük bir kamuflaj oluşturdu.

Hep sözünü ediyoruz. Hayvanlar merada otlamak yerine mısır, soya, küspe, şeker pancarı posası gibi yoğun yemlerle beslenirlerse etleri, sütleri, yumurtaları insan sağlığı için zararlı oluyor. Diğerinde ise bunlar sağlık için çok büyük bir destek oluşturuyor. Ayrıca bu yoğun yemler maliyetleri de artırıyor. Çünkü çoğunu ithal ediyoruz. Ucuza gelmeleri söz konusu değil.
Geniş ve zengin meralara sahip ülkelerde hayvansal ürünlerin maliyetleri çok düşük. Ülkemizdeki meralar yüzyıllardır çok yıpranmış, erozyonla aşınmış halde.
İşimiz hiç kolay değil. Ancak şimdi başlarsak yıldan yıla hep daha iyi bir duruma geleceğiz.
Meraları yitirmememiz gerek. Yetmez, meraları otça zenginleştirmek için çaba göstermeliyiz. Bu yönde değil ters yönde gelişmeler izliyoruz.

=====================================

Dostlar,
Sevgili Köylülerimiz,

6330 sayılı Büyükşehir ya da Bütünşehir Yasası ile uygulamaların bu yönde gelişeceği
bu sitede kezlerce yazıldı. Dahası, söz konusu Yasanın amacının Köy tüzel kişiliğinin
otlak, yaylak, mera, sulak, çeşme, su kaynakları… gibi doğal kaynaklarına el konması olduğunu açık açık yazmıştık :

– MERALARI YOK ETMEK HALKA SON İHANET OLUR
(http://ahmetsaltik.net/2015/01/31/meralari-yok-etmek-halka-son-ihanet-olur/)
– Geçmişimiz ve Geleceğimizdir Köylerimiz
(http://ahmetsaltik.net/page/2/?s=6330)
….

30 Mart 2014 yerel seçimlerini izleyen gün olan 31 Mart 2014 sabahı 17 bin dolayında
köy mahaleye dönüştürüldü ve nüfusu 750+ bin olan 30 ilde bu uygulama yürürlük aldı.
“Köy” tabelaları 1 günde “Mahalle” ye dönüştü, Köy Tüzel kişiliği, dolayısıyla mülkiyet ve
dava hakkı gibi yasal haklar ortadan kaldırıldı. Mahalle muhtarlığının tüzel kişiliği,
taşınmaz mülk edinme ehliyeti yok..

Dolayısıyıyla 30 ildeki 17+ bin köyda yaşayan milyonlarca insanın ortak mal varlığı Büyükşehir Belediyesinin mülkiyetine geçti.. Sıra bu alanlara ilişkin olarak belediye meclislerinde
imar planı değişikliklerine ve yağmaya – talana geldi. Belediyeler binlerce dönüm mera vb. alanı imara – betonlaşmaya açarak satıyor artık.. Tapuyu alan dikenli telle çeviriyor..
İngiltere’de birkaç yüzyıl önce yaşanan “çitleme” (fencing) vahşetini günümüzde Türkiye’de AKP köylülerimize dayatıyor.. O zaman köylü kente çekilerek sanayi devriminin ucuz emek geeksinimi karşılandı İngiltere’de. Bizde, kente kaçacak topraksızlaştırılan köylüye iş var mı??

Bakalım yargı ne diyecek? Bir yanda “kutsal” ve Anayasada korunan mülkiyet hakkı (md. 35);
bir yanda bir yasa ve bir uygulama yönetmeliği ile milyonlarca köylü insanımızın, hayvancılığımızın, tarımımızın belini kıran süreç..

Aaaaah halkımız ahh… Anlatmaya çalıştık, dinledin mi, kulak kabarttın mı, anlamaya
çabaladın mı? “Şehirli” olma masalına kandın, Belediye su getirecek, yol ve ulaşım sağlayacak, atıkları toplayacak… belediye başkanı ve meclis üyelerinin seçimine katılacaksın…
diye turpun heybedeki bölümünü görmedin..

Hep deneme yanılma ile mi öğreneceksin? Şimdi oyunun vahşetini, acımasılığını ve muazzam boyutlarını gördün.. Ama bunları yapacağını söylediğimiz AKP’yi bir kez daha iktidar ettin.. Hem de tek başına.. Muhalefetin de eli kolu bağlı.. Şimdi AKP’li belediyelerce yandaşlara satılan ve etrafı yeni malsahiplerince dikenli telle çevrilen meralarını kurtarmak için dağda taşta ölüm – kalım savaşımı veriyorsun.. “Meramız için ölürüz” diyorsun.. Çok geç kalmadın mı??

Ülkenin aydınlarını eleştiren çoktur ve bu iş çok da kolaydır..
Beylik, okkalı söylemler arka arkaya hızla konabilir pek çok insan tarafından..
Ama, Aydınlanma Bilgesi üstadımız merhum Cumhuriyet Gazetesi başyazarı İlhan Selçuk sıklıkla uyarırdı :

– Emeğin emeklemekte olduğu ülkede koşmaya kalkan aydının bacaklarını kırarlar…
Kaldır başını da bir bak köylü kardeşim; senin ülkenin aydınlarının salt bacakları mı kırık?Kafası kırılanlar, gözleri çıkarılanlar, tertip – kumpas davalarla yıllarca hapiste çürütülenler,
faili meçhul (bilinen!) cinayetlere kurban gidenler, ortalıktan yok edilenler, yazıp çizdikleri için yıllarca kodese atılanlar, Madımak’ta yakılanlar….. yeter mi, daha sayalım mı?

Tüm bunlar senin içindi..
Su işleyenin, toprak kullananın, fabrika emekçinin olsun diye idi..
“3 Fidan” (Deniz Gezmiş – Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan) senin için
daha 30 yaşına bile varmadan idam sehpasını kendileri tekmeledi..

Aydınlanma Şehidi Uğur Mumcu,

“SENİN İÇİN VURULDUK EY HALKIM; UNUTMA BİZİ!” diye haykırdı..

Sahi, Uğur Mumcu’yu anımsıyor musun? Örneğin ne  zaman vuruldu?
Vuranlar ve azmettirenler yakalanıp ceza aldı mı? Çocukları, eşi ne oldular?
Mumcu’nun senin için yazdığı onlarca kitaptan okuduğun 1 tane var mı?

Şimdi ne yapacaksın yaşam hakkını acımasız gaspeden AKP’ye ve dayatmalarına karşı??

Sevgi ve saygı ile.
16 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com