Etiket arşivi: Birleşmiş Milletler

Uluslararası Sürdürülebilir Yaşam Konferansı 2020 Sonuç Bildirgesi’ne Bakış

Uluslararası Sürdürülebilir Yaşam Konferansı 2020 Sonuç Bildirgesi’ne Bakış

Prof. Dr. İ. Melih Baş

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kişisel olarak Eşbaşkan’lığını yürüttüğüm ve Rating Academy tarafından 24-26 Aralık 2020 tarihlerinde on line olarak düzenlenen ISLC2020 ( Uluslararası Sürdürülebilir Yaşam Konferansı – Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ), toplam 40 davetli konuşmacı, 5 ayrı panelde 20 panelistin sunumu ve 67 bildiri sunumu ile gerçekleştirildi. Kişisel olarak “Yeşil Finans” başlıklı bir bildiri sunumuyla da ayrıca katkıda bulunduğumu belirtmeliyim.

Farklı üniversiteler ve STK’ların desteklediği konferans kapsamında ATRVİTAL ismiyle bir on line sergi düzenlendi. Doç. Dr. Evren KARAYEL küratörlüğünde gerçekleştirilen sergide, farklı ülkelerden 105 sanatçıya ait eserler sergilendi. Toplam 260 sanatçı ve akademisyenin katkı sunduğu konferansı akademisyenler, öğrenciler, konuyla ilgili STK yönetici ve üyeleri ve önemli sayıda profesyonel izledi.

Konferansta Birleşmiş Milletler tarafından Gündem 2030 olarak da adlandırılan 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları bazında (AS: temelinde)oturumlar ve paneller düzenlendi. Konferansta ele alınan konular SKA 17’nin tümünü kapsayan bir çerçeveye oturdu.

Konferansta ele alınan konular sonucunda asgari müşterekler bağlamında aşağıdaki görüşler ortaya çıkmıştır :

1. Artık bir antroposen çağında ve kimilerince vurgulanan 6. Kitlesel Yokoluş Çağı’nda yaşamaktayız. Bu çağda toplumların refahı için ekonomik büyüme (ulusal gelir artışı) yeterli olmayıp, bütünsel – sürdürülebilir- kalkınma (ekonomik, sosyal, ekolojik) gerekmektedir. Belki de kimi konularda küçülme ve anti-endüstriyalist uygulamalar gerekmektedir, örneğin daha çok fosil yakıtlı enerji üretimi yerine enerji verimliliğine odaklanmak, endüstriyalist tarım yerine agro-ekolojiye odaklanmak gibi.

Bu anlamda “sürdürülebilir kalkınma” teriminin “sürdürülebilir kapitalist gelişme” olarak anlaşılması şeklindeki anlambilimsel tartışmanın aşılması sorunu çözüm beklemektedir.

Yeni bir yaşamın insan merkezli olmaktan öte ekoloji merkezli olması, insanların ve giderek toplumların doğaya egemen olma yerine doğanın -ekosistemin- bir parçası olma biçimindeki bir felsefeye dayanması gerektiği gerçeği kaçınılmaz gözükmektedir. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma kavramı yerine anlambilimsel tartışmaları da aşan biçimde SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM kavramı ve yaklaşımı daha ussal ve kapsayıcı gözükmektedir.

2. Sürdürülebilir yaşam için gerek örgün gerek yaygın eğitim aracılığıyla ekolojik okuryazarlık bağlamında bir paradigma değişimi gereklidir. Daha çok için hız ve haz odaklı toplum kavramı bırakılmalı yerine “yavaş ve daha az -minimalizm- toplumu” kavramı benimsenmelidir.
Bireyler ekolojik okuryazar olmakla, salt birer tüketici olmanın ötesine geçmeli; sürdürülebilir üretim-tüketim kapsamında önce birer üreketici (kendi gereksinimlerinin bir kısmını kendisi üreten kişi) olmalı, ardından isteklerine değil de gerçek gereksinimlerine odaklı bir yeşil tüketici olmalıdır. Şirketler artık sorumlu üretim (SKA 12) bağlamında ideal olarak ortakyaşar (simbiotik) stratejisine uygun olarak ESG (çevresel – sosyal – ekonomik yönetişimsel) sistemiyle çalışmalı ve saydam bir raporlama yapmalıdırlar.

İşletmeler ve devlet insanlara yaraşır istihdam sağlamak durumundadırlar (SKA 8), sanayi ve alt yapı çalışmaları da ekolojik –tutumlu– yenilik (SKA 9) felsefesi doğrultusunda yürütülmelidir. Bu amaçla izlenecek yolun adı kurumsal gelişim olup, bunun gerçekleşmemesi SKA’ların yaşama geçirilmesi olanaksızlaşacaktır.

3. Sürdürülebilir Yaşam için 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ve bunların her biri için hedefler bir anlamda asgari program ve yol haritası olup, bunlar gelişmeye açıktır. Bu bağlamda BM İnsani Gelişme Endeksi 2020 Raporu’nda geliştirilen yeni modelden de yararlanılabilir.

4. Sürdürülebilir yaşam bağlamında 17 Amaç setinin kategorilendirilmesi konusunda çeşitli yaklaşımlar yapılabilmektedir. Bunlardan birine göre piramidin tepesinde Temiz Su ve Hijyen (SKA 6) ile Ulaşılabilir ve Temiz Enerji (SKA7) öncelikli SKA’lar olarak yer alıyor; piramidin ortasında İyi Sağlık ve İyilik Hali (SKA3), İnsana Yaraşır İş ve Ekonomik Büyüme (SKA 8), Sanayi, Yenileşim ve Altyapı (SKA 9), Sürdürülebilir Kentler ve Topluluklar (SKA11), Sorumlu Üretim ve Tüketim (SKA12), İklim için Eylem (SKA13), Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar (SKA16) destekleyici olarak yer alıyor. Piramidin tabanında yer alan Açlığa Son (SKA1), Sıfır Açlık (SKA2), Kaliteli Eğitim (SKA4), Cinsiyet Eşitliği (SKA5), Eşitsizliğin Azaltılması (SKA10), Suda Yaşam (SKA14), Karada Yaşam (SKA15) ise temeli oluşturuyor. SKA’lar için Ortaklık (SKA17) ise diğer tüm amaçların başarımı için taşıyıcı dalga işlevi niteliğinde!

5. SKA’lar aracılığıyla sürdürülebilir yaşamın sağlanabilmesi için en önemli SKA 17 (Amaçlar için ortaklıklar) olarak gözükmektedir. Sürdürülebilir yaşam için bireysel, ticari veya ticari olmayan kurumsal, ulusal ve uluslararası düzeylerde işbirliği gereklidir. Elbette bunun için güçlü adalet, kurumların ve barışın önemi (SKA 16) destekleyici bir rol oynayacaktır.

İşbirliği yapacak kurumlar konusunda kısmi ve tam kapsamlı amaç odaklı örgütlenmenin hızla genişlediği gözlenmektedir. Bunların kimileri yerleşik düzene çeki düzen vermek odaklı ve ticari oluşumlar (ENGO: Environmental Non-Governmental Organization) iken kimileri de daha radikal alternatiflere odaklanmaktadır. Bu konuda evrimciliğin yeterli olamayabileceği, daha devrimci olunması gereksinmesi ortadadır. Ülkemizin kurucu felsefesi Kemalizm’in temel ilkelerinden birinin devrimcilik olduğunu anımsa(t)mak yerinde olacaktır. Tam da bu nedenle yönetebilmek için her düzeyde ekolojik ayakizi ölçümü şarttır.

Dünyamızın içinden geçtiği COVID – 19 süreci, dünyayı bekleyen daha büyük bela olan iklim değişikliği (AS: iklim felaketi!) konusunu unutturmamalıdır. Bu konuda Paris Sözleşmesi’ni imzalamayan ABD’nin imzalaması beklenmektedir. Ülkemiz de henüz onaylayıp ulusal mevzuat haline getirmemiştir, bu durum da acilen çözülmelidir.

6. Sürdürülebilir yaşamın yönetimi için SKA 17’nin her biri için konan hedeflere ilişkin göstergeler ölçülmeli ve saydam biçimde raporlanmalıdır. Bu konuda BM’in SDG Tracker gibi takip programlarında ülkemizin kimi verilerinin olmadığı ya da gerçekçi olmadığı gözükmektedir. SKA’larla ilgili olarak ülkemizde Başkanlığa bağlı Strateji Ofisi ile oluşmuş dar organizasyonun ötesinde her Bakanlıkta bu konuyla ilgili bir birim oluşturulmalıdır. Kaldırılan Kalkınma Bakanlığı derhal yeniden kurulmalı ve çalışma stratejisi olarak Gündem 2030 (SKA 17) olmalıdır. Bu sorun ivedilikle çözülmelidir.

7. 17 SKA çalışmalarında odaklanılan kavram eşitsizlik olmalıdır (SKA 5, SKA 10). Tüm olumsuz durumların ana kaynağı budur: Uluslararası eşitsizlik, ulus içi eşitsizlik vd. Hatta sağlık ve iyi olma hali amacı (SKA 3) için bile böyle olduğu COVID-19 sürecinde net görülmüştür. Bu anlamda ortaya çıkmış “küresel tedarik zincirleri” sürdürülebilirliğin her boyutunda yıkıma yol açmaktadır. Bu nedenle “yerel üret-yerel tüket” sloganı esas alınmalı, uluslararası şirketlerin kâr odaklı tarım-gıda-sağlık üçgenindeki uygulamalarına son verilmelidir.

8. Ülkemiz dikey ve yanlış inşaata (ve mega projelere) ve aşırı kentleşmeye dayalı sermaye birikim modelini ivedice terkedip, sürdürülebilir yerleşme birimlerine odaklanmalıdır.

İlgilenen kişi ve kuruluşlar kaçırdıkları konferans oturumlarının bant kayıtlarına ve sunumların yer alacağı yayınlara Rating Academy’nin web sitesinden (https://rating.academy/) ulaşabilirler.
=================================
Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sn. Prof. Dr. Melih Baş’ın yukarıdaki derlemesi son derece ustalıklıdır. Kendisiyle, Ulusal Kanal’ın gerçek bir Kemalist çizgide olduğu yıllarda ortak programlar yapmıştık.

Sn. Prof. Dr. Mehmet Şahin ile birlikte eşbaşkanlığını başarı ile yürüttüğü Uluslararası Sürdürülebilir Yaşam Konferansı 2020″ ye bizi de çağrılı konuşmacı olarak katmışlardır. Bu toplantıda 24 Aralık 2020 günü çevrimiçi (on line) olarak,

  • SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA ve TOPLUM SAĞLIĞI

başlıklı, 58 yansıdan oluşan, 30 dk. süreli bir konferans vermiştik. Bu sunumun video kaydına, Sn. Prof. Baş’ın yazısının sonunda verdiği https://rating.academy/  adresinden erişilebilir. Bizim  yansılarımızı ise kişisel web sitemizde yayınlamıştık aynı gün (Sürdürülebilir Yaşam ve Toplum Sağlığı – Prof. Dr. Ahmet SALTIK).

Bu arada, Sn. Prof. Baş’ın 07 Aralık 2020 günü Herkese Bilim ve Teknoloji dergisinde yayımlanan çok değerli bir başka makalesini önermek istiyoruz :

Ülkemize, insanlığa yararlı olmasını dileriz bu önemli toplantının ve çıktılarının.

Sevgi ve saygı ile. 28 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

Koronavirüs salgını neleri gösterdi?

Koronavirüs salgını neleri gösterdi?

Barış DOSTER
Cumhuriyet
, 21.03.2020

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Dünya koronavirüs salgınına karşı zorlu bir mücadele yürütürken, insanlık da çetin bir sınavdan geçiyor. Aklın ve bilimin önemi daha çok anlaşılıyor. Kapitalizmin, sağlık ve eğitim başta olmak üzere, kamusal olması gereken tüm hizmetleri, piyasa öznesi yapmasının vahim sonuçları, daha çok sorgulanıyor. Hastane ve okulları işletme; sağlık ve eğitim emekçilerini pazarlama elemanı; hasta ve öğrencileri müşteri olarak gören kapitalist zihniyet, daha çok eleştiriliyor.
Sosyalist Küba’nın sağlıktaki başarısı, tıbbi destek konusundaki insancıl tavrı daha fazla dikkat çekiyor. ABD, İtalya, Fransa gibi ülkelerin; hatta İsveç gibi refah toplumuna, sosyal devlete örnek gösterilen bir ülkenin sağlık hizmetlerindeki yetersizlikleri, egemen söylem ve ezberlerin daha çok sorgulanmasını sağlıyor. IMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler’in, salgınla mücadelede bile, öncelikle Batılı, merkez, emperyalist ülkelerin çıkarını kolladıkları; mazlum milletlerin, ABD’ye kafa tutan ülkelerin, salgınla mücadele konusundaki haklı taleplerine (AS: istemlerine) kulak tıkadıkları görülüyor.
Cumhuriyet; kamucu sağlık, toplumcu hekimlik, koruyucu tıp
Türkiye’nin de önlem alırken, çıkarması gereken dersler var bu süreçten. Sıralayalım…
Kimilerinin dudak büktüğü, Atatürk’ün partisinde siyaset yapan bazılarının bile burun kıvırdığı, sol liberallerin (ne demekse o) uzak durduğu halkçılık ve devletçilik ilkelerinin, Cumhuriyetin kamuculuk ve planlama anlayışının önemi bir kez daha görüldü.
Piyasa ekonomisinin, giderek piyasa toplumuna dönüştüğü; kapitalizmin kâr hırsının, hiçbir kural, hiçbir insani, vicdani, ahlaki değer tanımadığı; özelleştirmenin bazılarının öne sürdüğü gibi her derde deva olmadığı, küreselleşmenin sınırları kaldırıp, dünyayı küçük bir köy yapıp, sorunları çözmediği görüldü.
  • Kapitalizmde kârların özelleştirildiği, zararların kamulaştırıldığı bir kez daha görüldü.
İnsanı müşteri olarak gören, önce hasta edip, sonra tedavi eden anlayışın değil;
İnsanı insan olduğu için önemseyen, yurttaş olarak gören, koruyucu tıbbı, önleyici tıbbı esas alan kamucu sağlık politikasının benimsenmesi gerektiği görüldü.
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir diyerek bilimin önemini vurgulayan, 
Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir diyen,
akıl ve bilim üzerine kurduğu Cumhuriyetin halkçı, kamucu, toplumcu yönüne dikkat çeken Atatürk’ün dehası bir kez daha görüldü.
Her alanda ehliyet ve liyakatin ne denli önemli olduğu, Türk Tabipleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Dişhekimleri Birliği gibi meslek örgütlerinin uyarılarının ne denli yerinde olduğu görüldü.
Sözün özü;
  • Sağlıkta özelleştirmeyi değil,
  • Tıbbiyeli Hikmet geleneğini savunan Tıbbiyelilere;
  • NATO’ya ve uzantısı FETÖ’ye selam çakanlara değil,
  • Mustafa Kemal’in askeri olmanın gururunu yaşayan Harbiyelilere;
  • bakanın, genel müdürün gözüne girmek için yarışanlara değil,
  • her koşulda Cumhuriyet, devlet ve millet için çalışan Mülkiyelilere ihtiyacımız olduğu görüldü.
    ==============================

Dostlar,

Çok değerli meslektaşımız (siyaset bilimci!) Doç. Dr. Barış DOSTER’in bu yazısı gerçekten son derece önemli..

Çok temel belirlemeler netlikle yapılmış, yinelemeyelim..
Ancak son paragrafta bizi de ilgilendiren ve gururlandıran, omuzlarımıza çok ağır yükler yükleyen bir durum var..

Biz hem Tıbbiyeli (İstanbul Tıp 1977) hem de Mülkiyeliyiz (Ankara Mülkiye, 2016)..
Sanırız Türkiye’de tekiz!?
Büyük onur ve ağır sorumluluk..
Hepsini Cumuriyetimize borçluyuz..
Bu sitede ve yaşamımızda ülkemize – insanlığa borcumuzu ödemeye çabalıyoruz..

Türkiye’miz ve insanlık korona virüs salgınını da yenecek kuşkusuz..
Ancak epey ağır bedeller ödeyerek..
Ve hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacak..
Örn. dizginsiz vahşi kapitalizm ve emperyalizmin dişleri sökülmüş olacak..

Sağlık hizmetlerini doğuştan hak eden saygın ve onurlu özneler olan insanları müşterileştiren ve sefilce soyan sağlık sistemleri tasfiye edilecek..

Devletin en temel görevi SAĞLIK hizmeti.. Görüldüğü ve yaşandığı gibi SAĞLIK HER ŞEYİN BAŞI!

Sağlıklı toplum da devletin baş ödevi..

Bunu da başaracağız tüm insanlık el ele..

Dayan Türkiye, dayan insanlık..

Sevgi ve saygı ile. 21 Mart 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU

ANKARA KALESİ -250 (14  Şubat 2019)

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU

( 2 0 – 2 0 0 – 2 0 0 0 – 5 0 0 0 )

Uzun yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden birer paragraf sunduk.
Tümü için tıklayınız.. (A. Saltık)

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN 

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. Ulus devletlerin parçalanmasına, federasyonların dağılmasına ve ülke devletlerinin de şehirler üzerinden küçük yönetim birimlerine sürüklenmesine yol açacak ölçüde ciddi boyutlarda bir şehir devletleri olgusu, uluslararası konjonktürün bugünün dünyasına dayattığı bir yeni gelişme olarak öne çıkmaktadır. İnsanlığın gelecekte ulus, ülke ya da bölge devletleri yerine şehir devletlerinde yaşayacak bir duruma gelmesi, dünya düzeni üzerinde çok ciddi derecede değişimi gündeme getirmektedir. Yeryüzü kıtalarının üzerinde var olan devlet düzenleri çerçevesinde yayılmış bir doğrultuda yaşamakta olan insanların, gelecekte kentlerde toplanması ya da şehir devletleri yapılanması içinde yaşamaya zorunlu kılınması, uluslararası alanda önümüzdeki dönemde hem büyük sorunlara hem de beklenmedik değişimlere yol açacak gibi görünmektedir. İki kutuplu dünyadan uzaklaşmakta olan eski dünya düzeni çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi sonrasında tek kutuplu bir dünya için dönüştürülmeye çalışılırken, bu durumun tümüyle
aksi bir yönde çok kutuplu yeni bir yapılanma süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Tek kutup yönünde dünyanın yeniden yapılandırılması için devletleri ve halkları baskı altına alan küresel sermayenin dayatmalarına önceleri ses çıkartmayan uluslararası kamuoyu, çeyrek asırlık bir zaman sonucunda birden çok kutuplu yeni bir yapılanma oluşumu ile karşılaşmıştır. İki kutuptan tek kutba dönüştürülmek istenen yeni dünya düzeni aşamasında birden çok kutuplu bir durumun ortaya çıkması, küresel sermayenin oyunlarını bozmuş ve bu durumda dünya tek merkezci yönelişten ayrılarak çok merkezli bir oluşumun içine girmiştir. 2’den teke geçiş olamayınca çokluk olgusu öne çıkmış ama bu çokluğun ölçüsünün ne olacağı zaman içinde kaç merkezin ortaya çıkacağı belirsiz kalmıştır. Büyük devletlerin sayısının artması devletler arası çekişme ve rekabeti artırırken, orta boy devletler de yarışa aktif bir biçimde girerek ve sahip oldukları jeopolitik konumlarından yararlanarak, büyük devletler ile yarışa kalkmışlardır.
****
…..
……
20. yüzyıla girerken imparatorluklar dönemi sürmekte ve bu doğrultuda yeryüzünde 20 devlet bulunmaktaydı. 1. ve 2. Dünya Savaşlarının getirmiş olduğu yıkıntılar ve imparatorlukların dağılmasıyla dünya haritasındaki devlet sayısı giderek artmıştır. İmparatorlukların parçalanması sürecini destekleyen bir başka gelişme de Avrupa devletlerine bağlı bulunan sömürgelerin bağımsızlık savaşlarını kazanarak, ayrı devletler haline dönüşmesi ile var olan devlet sayısı hızla artmıştır. Dünya savaşları sonrasındaki devlet oluşumlarını sonraki aşamada sömürgelerin devletleşmesi izlemiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sömürgelerin bağımsızlığı, sonraki aşamada bazı büyük federasyonların da dağılmasına giden yolu açmıştır. Özellikle sosyalist sistemin çöküşü üzerine 20’den çok yeni devlet dünya sahnesinde yerini alınca, bu kez devlet sayısı 200’ü bulmuştur. 20. yüzyıla girerken 20 olan devlet sayısı bu yüzyıldan çıkarken 200’e ulaşarak, bugünkü siyasal haritanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bir anlamda insanlık yüz yıllık bir zaman dilimi içinde, var olan devlet yapılarının dağıtılması üzerine 180 devlet daha kazanmıştır. Ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir aşamada, parçalanan imparatorlukların bölgeleri ile eski sömürgelerin teker teker uluslaşarak devlet modeli değiştirmesiyle birlikte, bir asırlık dönem içinde devlet sayısının 20’den 200’e çıktığı görülmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün tarih sahnesine çıkması üzerine, yeni kurulan devletlerin hepsi bu büyük uluslararası örgütün çatısı altında yer alarak insanlık dünyasının birer parçası haline gelmişlerdir.
*****
……………..
…………………..
Sonuç

Önümüzdeki dönemde dünya nüfusu on milyara doğru tırmanırken ve bütün ülkelerde nüfus yoğunluğu giderek artarken, başkentlerde örgütlenmiş olan merkezi devletler giderek artan bu yükü taşımakta fazlasıyla zorlanmaktadırlar. Gelinen noktada bütün devletlerin idari yapılanmalarında ciddi sarsıntılar yaşanmakta ve bu yüzden yönetim reformları kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmektedir. Artan nüfusun ortaya çıkardığı baskılar emperyal projeler doğrultusunda küresel merkezler tarafından yönlendirilmeye başlandığında, bütün ulus devletleri tehdit eden bölünme ve parçalanma senaryoları devreye girerek ulus devletleri tarihin arka planına doğru itmektedir. Türkiye bu açıdan hem çok kritik bir coğrafyada bulunmaktadır hem de toplumsal ve jeopolitik konumu gereği de birçok açıdan dağılma riski ile karşılaşmaktadır. Küresel sermayenin tekelci şirketleri bütün ulus devletlere yönelik bölücü girişimlerini tırmandırdıkça, ulus devletlerin kenar ve kıyı bölgelerinden yeni parçalanma senaryoları ortaya çıkacak ve bu doğrultuda yeni eyalet ya da kent merkezli yapılanmalar, şehir devletleri olarak yeni dünya haritası üzerinde kimlik kazanacaktır. Bu doğrultuda bütün devletlerin önümüzdeki dönemde merkezci güçler ile yerelci güçler arasında giderek tırmanan bir siyasal çekişme sürecine gideceği artık açıkça görülmektedir.

Bu aşamada yapılması gereken, dünya barışı ve var olan devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda merkezci ve yerelci güçlerin bir araya gelerek yeni bir model zeminin de geliştirilecek ortak plan çerçevesinde anlaşmaya varmalarıdır. Yapılacak olan öncelikle artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek için yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Ama aynı zamanda sayıları çok artan yerel yönetimleri izleyecek, denetleyecek ve merkezden uyumlu bir biçimde yönetecek düzeyde güçlendirilmiş bir merkezi yönetimin de milli idari reform programları ile bir an önce kurulması gerekmektedir. Güçlü merkezi yönetimler ancak yenilenen ulus devlet projeleri ile kurulabilecektir. Bu doğrultuda,

  • yarım kalan uluslaşma süreçlerinin bütün dünya ülkelerinde acilen tamamlanması gerekmektedir.
    ***

 

Plastik kirliliğine son verelim!

Plastik kirliliğine son verelim!

portresi

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniv. Ziraat Fak.
YURT Gazetesi, 30.09.2016

Plastik şişe vb. ambalaj malzemelerinin yarattığı kirlilik üst düzeyde. Köylerde dere yatakları, kentlerde sokaklar, parklar, boş alanlar plastik şişelerle dolu. Görüntü kirliliği çok yüksek.

Plastiklerin özellikle gıdalarda kullanılanları insan sağlığı açısından tehlikeli.

Plastik ambalajların dibinde, gözle çok zor görülse de üçgen bir şeklin içinde bazı sayılar bulunmakta. Bunlardan 3, 6 ve 7 olanları çok zararlı. Diğerlerinin zararlarının daha az olduğu genellikle araştırmacılar tarafından kabul ediliyor.

Yoğurt kaplarının altını dikkatle inceleyin.
Üçgen içinde bazılarında 6 numaralı plastikten üretilmiş olduğunu ne yazık ki göreceksiniz.
Daha duyarlı olanlar ise 5 numaralı plastikte yoğurt satıyorlar. Hiç olmazsa doğaya terkedilen plastiklerin azaltılması için Avrupa ülkelerinde ve Kanada gibi ülkelerde bu tür ambalajlara cam şişeler de dâhil olmak üzere zorunlu depozito uygulanıyor.

Örneğin Almanya’da marketlerde ambalaj kabul eden makineler var. Her türlü boş şişeyi sırayla atıyorsunuz. Makine ambalajı tanıyıp, her biri için bir değer (örneğin 50 cent) belirleyerek size en sonunda bir fiş içinde toplam değeri bildiriyor. Diyelim ki makineye verdiğiniz ambalaj malzemelerinden 5 Euroluk bir fiş alıyorsunuz. Bunu yaptığınız alışverişten kasada düşüyorlar.

Almanya’da çok iyi giyimli, bisikletli kadın veya erkeklerin parklarda şişeleri toplayarak marketlerde alışverişlerinde kullandıklarını gördüm. Yine bu ülkelerde naylon torbalar için belli bir bedel alınıyor. Örneğin 5 cent veya 20 cent gibi. Türkiye’deki Alman marketlerinin bazıları bu uygulamalarını ülkemizde de devam ettiriyorlar. Bu durumda epeyce bir insan çantasında file, bez torba veya daha önce kullandıkları naylon torbaları taşıyorlar. Bu gibi zorunlu ve yüksek değerde depozito uygulamaları veya naylon torbaların paralı olması gibi düzenlemeleri yapmak ülkemizde çok mu zor?

Zannetmiyorum. Ancak bu tip ambalajları kullanan şirketler tüketimi sınırlayabilir endişesi ile bu gibi görüşlere pek yanaşmıyorlar. Bazıları göstermelik kampanyalarla duyarlı oldukları mesajını vermeye çalışıyorlar. Çok küçük istisnalarla naylon torbanın tümden yasaklanması ise çok yararlı olacaktır.

Fransa’da, 2020 yılında yürürlüğe girecek olan yasayla tek kullanımlık bardak, tabak, çatal, bıçak, kaşık gibi plastiklerin kullanımı ‘biyolojik materyalden yapılmadığı müddetçe’ yasak olacak. Fransa, söz konusu karar ile plastiği yasaklayan ilk ülke. Fransa’da bu yıl süpermarketlerde plastik poşet kullanılması da yasaklanmıştı.

Kapitalist bir sistem içinde şirketlerin bu konularda duyarlı olmasını bekleyemeyiz.
Onlar en yüksek kâr peşinde koşarken, çoğu zaman halk sağlığını dikkate almıyorlar.

======================================

Dostlar,

Plastikler yaşamımızı çok kolaylaştıran malzemeler. Ancak her şeyin bir bedeli var. Hem çevre sağlığı açısından hem de çevresel yükü bakımından hatırı sayılır bir bedel ödeniyor plastiklerin nimetlerinin karşılığında. Birleşmiş Milletlere (BM) bağlı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve BM Çevre Programı UNEP uyarılarını sürdürmekteler. Gelişmiş ülkeler halk sağlığını öne alan uygulamalara girişebiliyor.

Örn. Çin, naylon torbaları yasaklayarak yılda 37 milyon varile varan petrol tüketimini tasarruf edebiliyor! (CNN.com/asia January 9, 2008)

San Fransisco, naylon torbaları yasaklayan ilk ABD eyaleti oldu!
(NPR.org, National Public Radio)

Ancak sanayi de kâr dürtüsü ile direncini sürdürmekte. Özellikle gıda maddelerini -su dahil- saklama ve taşımada sorun daha da öne çıkmakta. Bez ya da kağıt torbaları, alışveriş filelerimizi yeniden anımsamanın zamanıdır. Besinler için ise elden geldiğince cam kaplara yönelmek olası sağlık sakıncaları, çevre kirliliği ile petrol ve türevleri tüketimini azaltmak açısından çok yerinde olacak. Türkiye’nin de gündemine gelir mi acaba??

Sevgi ve saygı ile.
02 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

SÜRÜ PSİKOLOJİSİNDEN KURTULMAK


SÜRÜ PSİKOLOJİSİNDEN KURTULMAK

Altan ARISOY
altanarisoy@gmail.com
 

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

1970’li yıllarda kısaltılmış adlar, rumuzlar, amblem ve şifreler kullanmak çok yaygındı. Özellikle sol siyasal akımlar içinde üç kişinin bir araya gelip, kendilerine kısa bir ad ve amblem bularak siyasal arenada güçlenmeye çalışmaları bıktırıcıydı. O yıllarda mitoz bölünme gibi çoğalarak sayıları 49’a ulaşan sol fraksiyonların ne olduklarını bilmek -salt bu yüzden- epey zordu.

12 Eylül cuntası bizim bu yöndeki uğraşmalarımıza bir son vermişti. Ama kurtulamamışız.
Şimdi de PKK aynı şeyi yapıyor.
PKK’ye resmi veya dolaylı yollardan bağlı olan örgütlerin sayısını kim biliyor? 20-30-40 ?..
Bir de bunların zaman içinde sürekli isim ve taktik değiştirmeleri var.
Özel bir iletişim dili oluşmuş gibi. Sanki her şeyi şifrelemişler. Bu yöntemin albenisi de var.
Bu yolla kendilerine bir gizem ve güç kattıklarını sanıyorlar(!.) Aslında kendileri de, ne olup bittiğini tam olarak bilmiyorlar. İşte bu yüzden halk hiçbir zaman bu örgütlerin in mi, yoksa cin mi olduğunu öğrenemedi. Olan “örgüt” sözcüğüne oldu. Halk bu masum sözcükten nefret etti. Allerji duydu. Egemenlerin istediği de buydu zaten.

Önce PKK’nın kullandığı birkaç kısaltmanın ne anlama geldiğini açıklamaya çalışalım.

PKK: (Partiye Karkerên Kurdistanê) Kürdistan İşçi Partisi (!.)
KCK:
Abdullah Öcalan tarafından kurulan Kürdistan Topluluklar Birliği.
KCK SÖZLEŞMESİ: Öcalan tarafından yazılıp 20 Mart 2005’te Kongra-Gel’e önerilen, 17 Mayıs 2005’te Kongra Gel tarafından kabul edilen Kürdistan Topluluklar Birliği örgüt sözleşmesi. KCK, bu sözleşmedeki kurallara göre oluşturuldu. KCK’nın anayasasıdır diyebiliriz.

KONGRA-GEL: Kürdistan Halk Kongresi. Şu isimler de kullanılır;
KADEK (Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi),
KHK (Kürdistan Halk Kongresi)

Bunların hepsi aynı şeydir.
Özetle; Kongra-Gel PKK’nın yasama organıdır. Korucusu ve önderi doğal olarak Öcalan’dır.
Öcalan cezaevinde yatarken; liderliğini yaptığı hareketin köklerini toplum içinde derinleştirmek, sağlamlaştırmak, yaygınlaştırmak,  örgütlenmeyi genişletmek, mücadeleyi büyütmek ve sürekliliğini sağlamak amacıyla geniş kapsamlı bir çalışma yaptı.

KCK sözleşmesi böyle ortaya çıktı. Sözleşme, “Önsöz” ve “Başlangıç” bölümlerinden başka 14 Bölüm ve 46 maddedir. Önsöz ve başlangıç bölümleri okunduğunda tarihsel, bilimsel, fikri temellerinin zayıflığı; ezberlere dayandığı; emperyalizmin, küreselleşmenin etkisi altında yazıldığı hemen anlaşılmaktadır. Öcalan değişmez kimi temel fikirler ortaya koyuyor. Yanlış burada… Hareketi yanlış gerekçelere dayandırırsanız, kesinlikle yanlış hedeflere varırsınız.

Şimdi KCK sözleşmesinde Öcalan’ın yaptığı temel yanlışlara bir bakalım. Şöyle diyor:

  • Ulus-devlet sistemi ise 20. yy’ın sonlarına doğru toplumsal gelişmenin, demokrasi ve özgürlüklerin önünde en ciddi engel durumuna gelmiştir. Günümüzde küreselleşme ile ulus-devlet aşılmaktadır. Yirminci yüz yılın başında geliştirilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, devlet kurma hakkı olarak anlaşılmıştır. Bu temelde olu­şan ulus-devletler günümüzde gelişme önünde ciddi engel durumundadırlar. Ulus-devlete dayalı Birleşmiş Milletler modeli yürümemektedir. Körfez savaşı ve Irak’taki durum bunun kanıtı olmaktadır..” (KCK, önsöz) 

Bu yargı doğru değil… Öcalan’ı bu yanlış yargılara kimler, neden sürükledi? Düşünmelisiniz.
Öncelikle belirtelim ki;

  • Ulus-devlet sistemi hiçbir siyasal-toplumsal gelişmenin önünde engel değildir.
    Ama emperyalizmin  (küreselleşmenin) önündeki en büyük engeldir.

Ulus devlet modelinin, gelişmelerin önünde engel olduğu emperyalist bir propagandadır.

Körfez savaşı ulus devletin kötülüğünden değil, emperyalizmin küreselleşme aşamasında hegemonya hırsından çıkmış ve milyonlarca insanın canını almıştır. Demokrasi yerine yoksulluk, kan ve zulüm getirmiştir. Birleşmiş Milletler, ulus devlet modelinin kötülüğünden değil, emperyalist odakların küresel dayatmaları yüzünden umulan yararı sağlamamaktadır.

Ulus-devlet modeli son iki yüz yıla damgasını vurmuştur. 

Ve en önemlisi; ulus-devlet sistemini kötüleyen, ulus-devletlere savaş açıp yok etmeye soyunan devletlerin hepsi günümüzde de birer ulusal devlet niteliği taşırlar. Kendi ulusal çıkarlarına, ulusal bütünlüklerine çok düşkündürler. Bu yönden ülkelerinin en küçük bir zarara uğramasını asla kabul etmezler. Oralarda gelişme ve ilerlemeye engel olmayan ulus-devlet sistemi dünyanın başka ülkelerinde neden ilerlemenin önünü tıkasın?

Demek ki; “Ulus-devlet modeli gelişmeye engeldir” şeklindeki çıkış noktası yanlıştır. Bu yanlış yargının “tek kutuplu dünya” şımarıklığı içinde, emperyalist propaganda ile oluşturulduğunu unuttuk mu?
Devam edelim. Öcalan, ulus-devlet sistemini tu-kaka ettikten sonra “küreselleşme” eğilimlerinin soruna çözüm olmayacağını; onun yerine “Demokratik Konfederalizm” adını verdiği hayali bir sistemi önermektedir. Aslında, Demokratik konfederalizm diye küreselleşmeyi tarif etmektedir.
Dünya, hiçbir yaptırım gücü, kendini koruma gücü olmayan, birbirine çok zayıf bağlarla bağlı demokratik yapılı (!) köylere dönüşecekmiş.

Devam ediyor.
Aslında ben misyonumuzu ezilen halklar adına evrensel bir çıkış olarak görüyorum. Benim demokrasi anlayışım, birey demokrasisi değil, topluluk demokrasisidir. Ben toplumun farklı topluluklardan, gruplardan oluştuğuna ve bu grupların eşitliğine inanıyorum. Sadece bireysel hakların değil grup, kolektif hakların var olması gerektiğine inanıyorum.
(Not: demokrasilerde etnik farklılaşma, bölünme ve  özel ayrıcalıklar olmaz. AA)

“Bu Sözleşme ile birlikte, Kürdistan halkının özgürlüğü de klasik ulusal kurtuluşçuluk ve isyancılıkta aranmamaktadır.”

O zaman neden yalnızac hep terör, isyan ve şantaj var? Kürtler adına (!) yapılan bütün hareketlerin nihai (soncul) amacı neden Büyük Kürdistan’dır? Neden salt etnik gerekçelerle mücadele ediliyor? Ulus olamamış halkları neden Kürt ulusu olarak birleştirmeye çalışıyorsunuz? En büyük düşman olan feodaliteyle neden savaşmıyorsunuz? 

Öcalan sürekli olarak “demokratiklik” vurgusu yapıyor (!)

“Kürt halkını özgürleştirme stratejisi, esas olarak Kürt halkının demokratik toplum örgütlenmesi ve bunu komşu halklarla demokratik birlik ilişkisi içinde yürütmesi olarak ele alınmıştır. Kürt halkının özgürlüğünün güvencesi ne devlet ne de devletçiklerdir. Kürt halkının özgürlüğü ve Kürt sorununun demokratik çözümü Kürdistan ve Ortadoğu’yu demokratikleştirmektir. Koma Civakên Kürdistan projesi bu yönüyle Kürt halkını özgürleştirme stratejisidir.”

Feodalitenin, din, ağa, şeyh baskısının, cehaletin, yoksulluğun hüküm sürdüğü halkların “demokratik” şekilde örgütlenmesinin, sorun çözmesinin asla söz konusu bile edilemeyeceği ortadadır. Öcalan, bu modelin -demokratik konfederalizmin- önce Ortadoğu’da, yani Kürtlerin bulunduğu coğrafyada kurulacağını ve sonra dünyaya yayılacağını öngörüyor. Önce Ortadoğu, tepesine binen, ezen, sömüren emperyalizmin altında paramparça olacak. Tabandan ideal bir demokratik toplum örgütlenmesi başlayacak. Mutlu, barışçı bir toplum olacak. Sonra da bu düzen dünyanın bütün ezilen köşelerinde kurulacak. Yani bütün dünyaya “Demokratik Konfederal “ bir düzen gelecek. Küreselleşme tamamlanacak

Görüldüğü gibi KCK, Emperyalizmin Büyük Ortadoğu projesine tam uyumlu bir örgütlenme.

PKK çevresinde binlerce Kürt ve Türk aydını var. Ama böyle sakat bir oluşuma kimse itiraz etmiyor, ses çıkarmıyor (!) Hepsi bu projeye hizmet etmeye çalışıyor. Hani fikir özgürlüğü?..
Aslında demokrasi ve demokratiklik diye bir şey de yok. Örgütü kur, Sözleşmesini yaz. İçinde kendini “önderlik” diye tanımla. Özel yetkiler koy. Olmazsa, istediğin zaman değiştir. Adı da Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) olsun. KCK sözleşmesinin önderlik maddesinde her şey apaçık:

“..KCK kurucusu ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir ve temel konulardaki en son karar merciidir.”

Kendisini bir kurum ve karar mercii olarak tanımlıyor(!?) Belki o zaman zaman yakınındaki birkaç kişinin de fikrini sorar. Aslında tek örgüt var o da PKK… 

  • Emperyalizmin güdümü ve hizmetinde, en çok da kendi halkını katleden, sefil-perişan eden bir terör örgütü PKK…

Ötekilerin hepsi garnitür. Ana yemeği süslüyorlar. Adlarının da zaten bir önemi yok. Öğrenmeseniz de olur. Asıl büyük sorunumuz “sürü psikolojisi“nden kurtulmaktır. Başka bir özgürleşme yolu yok.

===========================================

Değerli Dostumuz Sn. Altan Arısoy‘a bu değerli yazısı için teşekkür ederek site okurlarımızla paylaşıyoruz.. Sn. Arısoy’un sitemizde daha önce de yazıları yayımlandı.. Okunsun dileriz..

Bu yazısıyla Sn. Arısoy, PKK – Öcalan denkleminin içyüzünü bir kez daha sergilemiş oluyor. İler – tutar yanı yok.. her yanı çelişki, kökten dökülüyor.. Şu 2 saptama ne denli belirgin :

  • Emperyalizmin güdümü ve hizmetinde, en çok da kendi halkını katleden, sefil-perişan eden bir terör örgütü PKK…
  • En büyük düşman olan feodaliteyle neden savaşmıyorsunuz? 

Biz de hep yazdık; Kürt ağaları – baronları, emperyalizmin kucağında kürt ırkçılığı yaparak sefil misyonlarını yerine getiriyorlar..

Biz de hep sorduk :
– Emperyalizm ile işbirliği yapılarak özgürlük savaşı verilebilir mi, bu ahlaki ve gerçekçi midir;
– Emperyalizmin yeryüzünde herhangi bir halkı özgürleştirdiğinin örneği var mıdır yoksa tersine “böl – yönet- köleleştir – sömür” şer ekseni midir?? Hangisi hangisi eyyy APO ve müritleri, maşalar ve ipleri ellerinde tutanlar; hangisi??

Sevgi ve saygı ile.
06 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

1 Ekim Dünya yaşlılar günü

1 Ekim Dünya yaşlılar günü

Displaying

portresi, Gülümseyen

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

 

Değerli arkadaşlar,

Birleşmiş Milletler (UN) 1990’tan bu yana 1 Ekim’i Yaşlılar Günü olarak kutluyor, yaşlılık sorunları üzerine etkinlikler düzenleniyor. 60 üzeri yaş dilimine giren insanların nüfus içindeki payı Dünya genelinde giderek artmakta.
2050’de Dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini 60 yaş üzeri insanlar oluşturacak.
Demografik analizlerden gördüğümüz kadarıyla, Dünyada 1950’de 50 yılın altında (47-48 yıl) olan ortalama ömür, bu yüzyılın sonunda 80 yıla çıkacak. Nüfus artış hızı Dünya ortalaması sıfıra (Gelişmiş Ülkelerin çoğunda sıfırın altına) düşecek, yani Doğurganlık 2’ye inecektir.
1950’lerde Doğurganlık Dünya ortalaması 5 dolayında idi.
unnamed (11)
2100’de Dünya nüfusunun ne denli olacağı konusunda çok değişik kuramlar 
var. 2050’lerde 10 milyara yaklaşacak olan Dünya nüfusunun, bu yüzyılın sonuna dek kitlesel ölümlere yol açan çok değişik nedenlerden dolayı 2-3 milyara dek düşebileceğini söyleyen bilim adamlarının yanı sıra; nüfusun ~10 milyar düzeyinde sabitleneceğini söyleyen iyimser kestirimler de var. 
 
Türkiye’nin nüfusu 1927’de (ilk nüfus sayımı) 13 milyondu. 88 yılda,
2015’te nüfusumuz tam 6 katına, 78 milyona erişti! Bu arada, 1990’da
51 yıl olan ortalama ömür de 2015 yılında 61 yılın üzerine çıkmış durumda. 2015’te doğanlar için beklenen ortalama ömür 80 yıldır.

1990’da % 4,4 oranında olan 65 yaş üzeri nüfus, 2015 te % 8  oldu.

Cumhuriyetin 100. yılında, 2023’te :

  • Türkiye’nin nüfusu 85 milyon,
  • Ortalama ömür 65 yıl ve (ortanca yaş 33)
  • 65+ yaş nüfus %10’un üzerinde olacak; yani her 3 çalışana (tabii iş bulabilirlerse)
    1 emekli düşecek.
Sevgilerimle. æ
image (1)
image (2)

=====================================

Dostlar,

Teşekkürler Sayın Prof. Ali ERCAN hocamıza..
Eklediği 2 nefis dosya için de..

Turkiye’nin_Nufus_Analizi_2014_ae

Ekleyecek çok şey var / yok…

Türkiye ve Dünya bu denli kalabalığı kaldıramıyor..

Eldeki tüm bilimsel veriler bu gerçeği haykırıyor..

HER AİLEYE 1 ÇOCUK; BAŞKA YOLU YOK!

Sevgi ve saygı ile. 03 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Suriye’den Vahşet Resimlerinin Düşündürdükleri


Dostlar,

Deneyimli diplomat Sn. Onur Öymen‘in, Suriye’de kaynatılmak istenen
cadı kazanlarına ilişkin yorumu aşağıda.. Bizim R.T. Erdoğan da maşallah
1 numaralı insan hakları savunucusu kesildi başımıza.. 12. yılına giren iktidarlarında, işleyeni bilinen cinayetlerden hangisini aydınlattılar?

21. Adalet ve Demokrasi haftası sona yaklaşıyor. Bu bağlamda 3 şehitin katilerinin bulunması için atılan tek bir somut adım ve daha önemlisi ilerleme, ipucu, kanıt var mı?? 24-28 Ocak 2014 arası 5 günde byu toplum ADALET ve DEMOKRASİ arayışını çeşitli etkinliklerle haykırıyor adeta.. Adının ilk sözcüğü “Adalet” olan iktidar partisi hangi anlamlı katkıyı koydu bu çırpınışlara?

Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te,

Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan 24 Ocak 2001’de

ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy
31 Ocak 1990’da alçakça öldürüldüler..

Halk, gerçekte kendisine dönük bu saldırıları unutmadı..

Mumcu da “UNUTMA BİZİ!” demiyor muydu??

Devrim şehitlerinin mezarlarında güller açıyor..
Öyle istemişti Uğur Mumcu…

Suriye Dışıişleri Bakanı, Cenevre görüşmelerinde bizimkilerin
(Erdoğan – Davutoğlu) ağzının payını verdi..
Daha önce de yazmıştık, ne yaparsanız yapın, ancak sınırlı ve az eğitimli
iç kamuoyunu bir süre daha aldatabilirsiniz.. Dünya sersem sepelek de
bir tek Erdoğan – Davutoğlu ikilisi mi kaldı “akıllı” (!) ??

Korkumuz Türkiye’nin BM tarafından “terörist ülke” ilan edilmesi
ve zaten ekonomik bunalımda kıvranırken bir de bu suçlama yüzünden
çok yönlü ağır bedeller ödemesidir.. Ambargolar vb..
Tabii bu sonuç aynı zamanda Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin de
Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanması anlamına da gelebilir..

Türkiye’ye çok yazık oluyor, çok..
Emperyalizmin Suriye’deki kanlı oyunlarını kıraldan çok sahiplenmek ve gene de sümklü mendil gibi bir kenara atılmak.. Bu olası sonuçları öngörememek için herhalde Stratejik derinlik kitapları yazmış olmak, uluslararası ilişkiler profesörü falan.. olmak gerekiyor..

Sevgi ve saygı ile.
28 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Suriye’den Vahşet Fotoğraflarının Düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

 

Dün akşam televizyonlarda yayınlanan ve Suriye’de işkence sonucu öldürüldüğü söylenilen insanlara ait fotoğraflar insanlık adına utanç verici bir tabloyu gözler önüne serdi.

“On binlerce insanın nasıl vahşice öldürüldüğünü tüm dünya gördü” diyen Erdoğan,

“150 bin kişinin ölmesine seyrici mi kalacağız?” diye sordu.

Gerçekten bu vahşet tablosunun karşısında sessiz kalmamak gerek.
Ancak kafalardaki soruları da yanıtlamak gerekiyor. Bu fotoğrafların
Cenevre gmrüşmelerinden iki gün önce ve Esad’ın yeniden Cumhurbaşlanlığına aday olabileceğini açıklamasından hemen sonra yayınlanması son zamanlardaki moda deyimiyle anlamlı değil midir? İddia doğruysa, Esad’ın ehveni şer olduğunu söyleyen Sayın Davutoğlu bu işe ne diyecek? Ancak acele hüküm vermeden dünya televizyonlarında yayınlanan kimi bilgileri de dikkate almak gerekiyor.

Dün akşamki CNN yayınında Christian Amanpour, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savcılarıyla bir adli tıp uzmanını konuşturdu. Hepsi bu cinayetleri Esad yönetiminin işlettiği konusunda görüş birliği içinde. Ancak kim ayrıntılar da ortaya çıktı. Fotoğrafları çeken “Sezar” kod adlı kişi, Suriye ordusunda görevliyken bir süre önce silahlı karşıtların safına geçmiş. Bu insanların nerede kimler tarafından işkenceye maruz kaldıklarını ve öldürüldüklerini görmemiş. Kimliklerini de bilmiyor. Ancak bu cesetlerin devlete ait bir merkeze getirildiğini
ve kendisinin de orada bunları görüntülediğini söylemiş. Amanpour, bu iddianın incelenmesi işini kimin finanse ettiğini sordu. Yanıt: Katar Hükümeti.

Peki, silahlı karşıtların işledikleri insanlık dışı cinayetlerle ilgili olarak medyalarda pek çok fotoğraf ve video yayınlandı. Onların da araştırılıp araştırılmadığını sordu mu? Hayır sormadı.

Suriye’de Kimyasal silahların kullanılması sonucunda binden çok insanın öldüğüne ilişkin savlar ortaya atıldığında da kimi uzmanlar bunun Esad yönetiminin işi olduğunu söylemişlerdi. Bu yüzdenen neredeyse ABD Suriye’ye silahlı müdahalede bulunacaktı. Rusya’nın diplomatik girişimi sonucunda
bu önlendi ve kimyasal silahların imhası konusunda Suriye Hükümetiyle uzlaşmaya varıldı. Ancak karşıtların da kimyasal silah kullandığı yolunda k,m, Birleşmiş Milletler yetkililerinin billdirimlerine itibar eden olmadı.

Dünya kamuoyunu galeyana getirebilecek ve siyasal sonuçlar da doğurabilecek bu gibi savların mutlaka birkaç kaynaktan doğrulanması ve yansız kişilerce irdelenmesi gerekiyor.

Bence Türkiye’nin dile getirmesi gereken tutum şu olmalı:

  • Kime, nerede, kimin tarafından ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun; bütün şiddet hareketlerini, işkenceyi, yargısız infazları kınıyoruz.
  • Bunu yapanların belirlenerek cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz.
  • Suriye sorununun da daha çok kan dökülmeden, yabancı silahlı unsurların saldırılarıyla değil, Suriye halkının özgür iradesiyle çözümlenmesini bekliyoruz ve
  • Suriye’nin, toprak bütünlüğünü koruyarak en kısa zamanda laik ve demokratik bir ülke durumuna gelmesi için yapılacak bütün çalışmaları destekleyeceğiz.

Bence Türkiye’ye yakışan, halkın nefret duygularını büsbütün galeyana getirmek değil, her türlü şiddeti kınayarak barışçı bir çözüm arayışının yanında durmaktır.

(Not : Sayın Öymen’in hoşgörüsüyle, yazıdaki “resim” sözcüklerini, başlık dışında “fotoğraf” olarak değiştirdik.. Çünkü elimizdekiler “fotooğraf”, onlar “resim” değil.. A.S.)

ADD Küçük Genel Kurulu Sonuç Bildirgesi 7-8 Aralık 2013/ Ankara


ADD Küçük Genel Kurulu
Sonuç Bildirgesi 7-8 Aralık 2013
 / Ankara

logo

7-8 Aralık 2013 tarihinde Derneğimizin Batıkent Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezinde toplanan ADD Küçük Genel Kurulu aşağıdaki hususların kamuoyu ile paylaşılmasını uygun bulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti özellikle bu siyasal iktidar döneminde
dıştan ve içten kuşatılarak tarihinin en karanlık dönemine sürüklenmektedir.

Cumhuriyetimizi parçalayıp çökertmek ve Türk Ulusunu yok etmek doğrultusunda ABD’nin Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’nin uygulandığı
bir coğrafya üzerinde bulunan ülkemiz, BOP eş başkanı ve yandaşları aracılığıyla emperyalizmin taşeronluğuna soyundurulmaktadır.

“Yurtta barış Dünyada barış” anlayışı terk edilerek, komşularla sıfır sorun söylemi
adı altında tüm komşu ülkelerle sorunlu bir hale getirilen ülkemizin aleyhinde, silahlı terör gruplarına destek verdiği için, Birleşmiş Milletler ve öbür uluslararası mahkemelerde dava ve soruşturmalar açılır olmuştur.

Diyarbakır’da bir devlet başkanı gibi ağırlanan Mesud Barzani ile yapılan görüşme; siyasal anlamda kukla devletin adının kullanılmasıyla, Barzani’ye bölgesel aktör rolü verilmesiyle, “teröristlere ithaf edilen” şarkıların söylenmesiyle, kısacası Türkiye’nin ulusal birlik ve bütünlüğünü tehdit eden bölücü kesimlerin moralini yükseltecek ögelerle belleklere kazınmıştır.

Bu doğrultuda emperyalist güçler, işbirlikçi siyasetçiler eliyle Türk Ulusunu,
Türklük ve ulusal devlet kavramını, “hesaplaşma” konusu yaparak saldırılarına
devam etmekte, etnik, dinsel ve mezhepsel ayrılıklarını öne çıkartmaktadırlar.

Sözde demokratikleşme paketi adı altında uygulamaya konulanlarla siyasal iktidarın amacı açıkça ortaya çıkmıştır.

– Kimi illerde kadınlar için ayrı belediye otobüsü konması,
– Andımızın kaldırılması,
– öğrenci yurtlarının ve kantinlerinin ayrılması,
– kızlı-erkekli ev tartışması,
– kadınlara ayrı olimpik havuz söylemi,
– birçok okulda kız öğrencilerin etek giymelerinin yasaklanması,
– karma eğitimin hedef alınması,
– Kürtçenin resmi dil olabileceğinin açıklanması ve
– özgürlük diye sunulan türbanın kamuda bir baskı aracına dönüşmesi…

bu Paketin Cumhuriyeti ve ulusal devleti yok etme amacı taşıdığını göstermektedir.

Kendi inanç ve siyasetlerine uygun kuşaklar yetiştirmek adına en etkili toplumsal araç olan eğitimi ve üniversitenin yapısını değiştiren bu iktidar, eğitimde

– akla ve bilime dayalı,
– laik,
– demokratik,
– çağdaş,
– karma ve
– kamusal anlayışı yok etmiş;
– eğitim sistemini yabancı planların eline teslim etmiş ve
eğitim milli olmaktan çıkarılmıştır.

Anayasa değişikliğiyle HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değiştirilerek
yargı bağımsızlığının yok edildiği ve hukuk devleti ilkesi ile güçler ayrılığı ilkesinin çiğnendiği ülkemizde, en doğal demokratik tepkilere bile hukuksuzlukla
yanıt verilmektedir.

  • Haksız – hukuksuz biçimde cezaevlerinde bulunan tüm aydınlarımızın
    derhal serbest bırakılması gerekmektedir.

Aynı biçimde, Türk Ulusu’nun bağrından çıkan Türk Ordusu; uydurma iddialar ve sahteliği kanıtlanmış belgelerle tasfiye edilmek istenmektedir. Üniversiteler,
yargı organları, basın yayın organları iktidarın baskısı ve denetimi altında etkinlik göstermektedirler.

Küreselleşme adı altında uygulanan neo-liberal politikalar çerçevesinde
ulusal varlıklarımız, yer altı ve yer üstü kaynaklarımız yabancılara satılmaktadır. Ülkemizde uygulanan kapitalist ekonomi politikalarından en çok  zararı gören emekçilerimiz, topraksız köylülerimiz, esnafımız, kısacası üretken halkımızdır.

  • Ülkemiz, içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan
    ancak Kemalist Ekonomi politikalarıyla çıkabilir.

Sanata ve sanatçıya karşı baskılarını artıran siyasal iktidar, saldırılarını yasal düzenleme boyutuna getirerek Devlet Tiyatroları gibi köklü sanat kurumlarını kapatmayı tasarlamaktadır. Halkımızın kültüre ve sanata erişiminin engellenmesini, sanatın siyasal düşüncelere göre şekillendirilmesini kabul etmiyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği; Şişecam işçilerinden Yatağan işçilerine,
Çaykur’dan Çatalağzına ve Zonguldak maden işçilerine dek, hak arayışını sürdüren
tüm emekçilerimizin direnişini selamlamaktadır. Bu eylem ve direnişlerin
ayrı kollardan aynı denize akması için üzerimize düşeni yapmaya hazır olduğumuzu
bir kez daha yineliyoruz.

Türkiye’yi çok önemli seçimlerbeklemektedir. Seçimler, gerici – bölücü ittifaktan kurtulmamız için bir fırsat olarak değerlendirilmeli, temiz ve adil bir seçim için
gerekli yasal ve yönetsel değişiklikler konusunda ısrarlı bir savaşım sürdürülmelidir.

Gerici – bölücü ittifak dışındaki muhalefetin, demokratik, laik Cumhuriyete,
milletin birliğine, vatanın bütünlüğüne sahip çıkması ve çözüme yönelik çalışmalar yapması gerekmektedir.

Vatandan, Cumhuriyetten ve Emekten yana olan tüm dost kurum ve kuruluşlarımıza yaklaşan seçimlere yönelik işbirliği anlayışı belirlenirken; oy kaygısından kaynaklanan yanlış birlikteliklerin, giderimi (telafisi) güç sonuçlara yol açabileceği olasılığının gözetilerek, kendi ideoloji, program ve tüzüklerinin gereğince hareket etmelerini,
Atatürk ve Cumhuriyet ortak paydasını gözetmelerini ve gerici bölücü şer ittifakını hedef almalarını önermekteyiz. Aksi takdirde geleceğimiz için geç kalınmış olacaktır.

Bu anlamda, geçtiğimiz yıl derneğimiz öncülüğünde kurulan Vatan Cumhuriyet ve Emek Birlikteliği’nin Ulus’ta barikatları yıkan Cumhuriyet buluşmasına,
Haziran direnişiyle taçlandırılan halk hareketine ve 10 Kasım’larda Anıtkabir’e koşan milyonlara kulak verilmeli ve bu çerçeve içinde kalarak olanaklı olan
en geniş birlikteliklerle, kucaklayıcı, kapsayıcı bir çalışma ile seçime gidilmelidir.
Atatürkçü Düşünce Derneği, toplumumuzun her kesimiyle birlikte,
birlik ve dayanışmanın öncüsü olma sorumluluğunu sürdürecektir.

Türk Ulusu aydınlanma yönümüz olan ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE’YE sahip çıkarak
bu karanlık günlerden çıkacak; aklı ve bilimi rehber edinmiş, tam bağımsız, demokratik, laik ve çağdaş Türkiye’yi yeniden ayağa kaldıracaktır.

Türkiye’de Hâlâ Çocuk Gelinler ve Çocuk İşçiler Var!

Türkiye’de Hâlâ Çocuk Gelinler ve Çocuk İşçiler Var!

  • Eğitim Sen Merkez Kadın Sekreterliği`nin Dünya Kız Çocukları Günü`ne ilişkin açıklama metnidir. 

Aralarında Türkiye`nin de olduğu ülkeler tarafından Birleşmiş Milletlere önerilen ve bu önerinin kabul edilmesi sonucu son iki yıldır “Dünya Kız Çocukları” günü olarak kabul edilen 11 Ekim`de ne yazık ki Türkiye yaptığı önerinin altında kalmış;
eğitim, sağlık erken yaşta evlilik, ayrımcılıktan ve istismardan korunma gibi pek çok konuda uyguladığı politikalarla kız çocuklarına yönelik ayrımcılığı derinleştirmiştir.

  • Eğitimde 4+4+4 uygulaması öncelikli olarak kız çocuklarını
    mağdur etmiştir. 

2011/12 eğitim-öğretim döneminde; ilköğretim düzeyinde kız çocuklarının okullaşma oranı %98.56 iken yeni modelle birlikte ilkokullarda %98.92`ye çıkmıştır. Ancak; sistemin 2. aşamasında bu oran %92.98`e kadar düşmüştür. Sistemin ilk aşamasında artan kız çocuklarının oran 2. düzeyde sürdürülememiş; kız çocukları ortaokul eğitiminin dışına çıkmaya başlamıştır. Benzer devamsızlık süreci erkek öğrenciler için de yaşansa bile oransal olarak kızlar (%6 azalma) erkeklere (%5 azalma) göre daha çokeğitim sürecinin dışında kalmıştır.

  • Eğitim Sen olarak bu sistemin
    – çocuk işçiliğinin ve
    – erken yaşta evliliklerin önünü açacağını söylemiştik.

Ne yazık ki bu konuda haklı çıktık 12 yıla çıkarılan zorunlu eğitimin son dört yılında öğrencilerin örgün eğitimden ayrılarak açık liselerde eğitim almalarının önünün açılması özellikle kız çocuklarının pedagojik ve sosyal gelişimlerini sağlayabilecekleri ender alanlardan olan okullar yerine eve kapatılmasına neden oldu.

MEB`in açıkladığı verilere göre geçen yıl 8. sınıftan mezun olan 66.067 kız öğrenci ve 57.523 erkek öğrenci ortaöğretim kurumlarına kayıt yaptırmamıştır. Açık lise dahil olmak üzere hiçbir ortaöğretim kurumuna kayıt yaptırmayan kız öğrenci sayısı 37.277 iken erkek öğrenci sayısı 12.172`dir. 4+4+4 uygulamasına geçilmeden önce ortaöğretim kurumlarının hiçbirine kayıt olmayan kız öğrenci sayısı 16.137 idi.
Yani yeni sistemle birlikte kız çocuklarının 20.246`sı açık liseye giderek eğitimine devam etmekte; 37.277`si ise açık liseye bile gitmeyerek ortaöğretim eğitimini almamaktadır.

Çocuk İşçiliği 

Eğitim sisteminden bu biçimde kopan çocukların büyük bölümü çalışmaktadır.
Bugün sayıları TÜİK verilerine 900 bini bulan (AS : 892 bin) bu çocukların önemli bir bölümünü kız çocukları oluşturmaktadır. Kız çocukları ücretsiz tarım işçiliğinden, mevsimlik işçiliğe, ev içi çalıştırılmaya dek pek çok alanda emek sömürüsüne
sunuk (maruz) kalmaktadır.

Çocuk Gelinler

Öte yandan, liselerde okuyan çocukların evlenmeleri durumunda Açık Liseye kayıt yaptırarak öğrenimlerini sürdürmelerinin önünü açan yeni Ortaöğretim Kurumları yönetmeliği ile erken yaşta evlilikler AKP hükümetince resmen teşvik edilir hale gelmiştir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı‘nın verilerine göre ülkemizde

  • son üç yılda çocuk gelin sayısı 130 bine ulaşmıştır.

Bu rakamın buz dağının görünen yüzü olduğu açıktır. AKP hükümeti pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da sağlıklı verilerin oluşturulmasında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmemekte, kamuoyunun yeterli bilgi almasını engellemektedir.

Çocuk İstismarı

Jin Haber Ajansı`nın TÜİK, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’ndan derlediği verilere göre;

Tecavüze uğrayanların %50`si 18 yaş altındadır!
Bunların %90`ını kız, %10`unu erkek çocukları oluşturuyor.
Öte yandan Türkiye sokaklarında 25 bin çocuk yaşıyor.
Bu çocukların büyük çoğunluğu cinsel şiddete maruz kalıyor.
TÜİK verilerine göre yılda 7 bin çocuk cinsel istismara maruz kalmaktadır.
Ne yazık ki çocuk pornografisi, çocuk ticareti, ensest gibi konularda ise sağlıklı veriler bulmak mümkün değil. Çocuk istismarı ve ihmalinin kız çocuklarının
temel sorunlarından biri olduğu ortadadır.

Bütün bunların ışığında AKP hükümetinin çocukları ve kız çocuklarının korunmasına ilişkin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği açıktır. Tam tersine muhafazakâr politikalarla kız çocuklarını eve kapatma, onu anne ve eş rolüyle sınırlama gibi bir yaklaşım içindedir.

Eğitim Sen olarak şimdiye dek olduğu gibi bundan sonra da tüm çocukların özelde de kız çocuklarının eğitim hakkı başta olmak üzere, hakları için mücadele etmeye
kararlı olduğumuzu bir kez daha kamuoyuna duyuruyoruz.
(http://www.egitimsen.org.tr/genel/.Ul3Z_VCxa80, 11.10.13)

Nedir bu Biber Gazı ?


Nedir bu Biber Gazı ?

portresi


Haluk Dural

Ulusal Strateji Merkezi-USMER İstanbul Başkanı
Kimya Y. Müh.
17.06.2013

 

 

Yirmi gün önce Taksim Gezi Parkına Topçu Kışlası yapmak üzere, Gezi Parkındaki ağaçların kesilmesini protesto etmek üzere başlayan gençlik direnişi, polisin şiddetli saldırıları üzerine, bütün ülkeye yayılan bir kitlesel halk hareketine dönüşmüştür. Hareket, işbirlikçi medyanın bütün sansürüne ve giderek, hareketi Gezi Parkındaki gençlerin “özgürlük” isteğine, çevreci duyarlılığına indirgenmeye çalışmasına rağmen, gerçek; “Hükümet İstifa, Tayyip İstifa, Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganlarında kristalleşmiştir.

Bu kadar somut siyasal talepleri dile getiren halk kitleleri ise tek adamlığını pekiştirme gayreti içinde olan Başbakan’ın, “benim polisim” dediği devletin polislerini halkın üzerine sürmesi sonucu halk, polisin yoğun bir biber gazı ve ilaçlı su saldırılarına maruz kalmıştır. Polisin kullandığı bu kimyasal gazların ne olduğu, bu yazımızın konusunu oluşturmaktadır.

Kimyasal silahlar

Özellikle Birinci dünya Savaşında yaygın olarak kullanılmaya başlanan kimyasal silahlar, korkunç etkileri nedeniyle savaşın ahlâksız bir şekil almasına yolaçmış ve sonraki yıllarda bu tür silahların yasaklanması için uluslar arası girişimler yapılmıştır. Günümüzde pek çok ülke tarafından kimyasal silahlar üretilmekle beraber bunların; üretim, stoklanma ve kullanımının yasaklanması hakkında da önemli çalışmalar yapılmaktadır.

Kimyasal silahlar hakkında günümüzün en yetkili kuruluşu, merkezi Hollanda’nın başkenti Lahey’de olan Kimyasal Silahların Yasaklanması Teşkilatı Organization
For The Prohibition of Chemical Weapons (OPCW)
’dır.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarafından özel sözleşmeyle bu alanda yetkili kılınan teşkilata halen 188 ülke ortaktır. Kimyasal silahların yasaklanmasıyla ilgili olarak yapılmış olan çok sayıdaki uluslar arası anlaşmalar sonunda, günümüzde geçerli olan Kimyasal Silahlar Sözleşmesi Chemical Weapons Convention (CWC)[[1]] 1992 Aralık ayında Genel Sekreter tarafından Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna sunulmuş ve 13 Ocak 1993 tarihinde imzaya açıldığı Paris’te iki gün içinde 130 ülke tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir [[2]].

Toplam 24 maddeden oluşan bu Sözleşme, konunun bütün boyutlarına cevap verecek kapsamdadır ve ekinde, hangi kimyasalların silah sayılacağına dair 3 adet Tarife içermektedir.

Kimyasal Silahlar Sözleşmesinin I. Maddesinin 5. Fıkrası “Sözleşmeye taraf ülkeler, ayaklanma kontrolunda kullanılan kimyasalları savaş silahı olarak kullanmamayı tekeffül ederler” demektedir [[3]].

İkinci maddenin 7. Fıkrasında ise “ayaklanma kontrol maddesini “Sözleşme eki Tarifelerde bulunmayan, maruz kalındıktan kısa süre sonra etkileri kaybolan,  insanların duyularında hızla tahriş yapan veya insanın fizikî aktivitesini engelleyen kimyasallar” diye tanımlamaktadır [[4]].

İkinci maddenin “Bu Sözleşme ile Yasaklanmamış Amaçlar” başlıklı 9. Fıkrasının (d) bendinde ise “yurtiçi ayaklanma kontrolu dahil kolluk kuvvetlerinin zor kullanımı” kapsam dışında tutmuştur [[5]].

Türkiye’deki durum

13 Ocak 1993’te imzalanmış olan Kimyasal Silahlar Sözleşmesi, TBMM’nin 4/4/1997 tarihli ve 4238 sayılı Kanunla onaylanmasını uygun bulması ve Bakanlar Kurulunun 29/4/1997 tarihli ve 97/9320 sayılı kararnamesi ile onaylanması üzerine 3/5/1997 tarihli ve 22978 sayılı 1. mükerrer Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Ülkemiz, sözleşmeye ilişkin onay belgesini 12 Mayıs 1997 tarihinde depozitör makam Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine tevdi etmiş ve 11 Haziran 1997 tarihinde taraf olmuştur.

10/6/2004 tarihli ve 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanunun uygulanmasına yönelik usul ve esasları düzenleyen Yönetmelik[[6]] uyarınca,
bu yönetmeliğin 24. maddesi ile kimyasalların kullanımına izin verilmiştir.

“Silah Bulundurma ve Taşıma İzni Verilmesi

Madde 24- Koruma ve güvenliğin sağlanabilmesi için fiziki önlemlere ve güvenlik cihazlarına öncelik verilir. Komisyon, orantılılık ilkesine uygun olarak canlılar üzerinde kalıcı etkisi olmayan kimyasalların kullanılmasına izin verebilir.”

Bu yönetmeliğin yürürlüğe girmesinden sonra çeşitli toplumsal olaylarda polis tarafından kimyasalların kullanılmasına başlanmıştır. Ancak, Yönetmelikte de ifadesini bulduğu gibi, kimyasalların kullanımındaki temel ölçü “orantılılık ilkesi”dir. Bu orantılılık ilkesinin ihlâline karşılık, yasalarda özel bir yaptırım olmadığından, aşırı kimyasal kullanan kolluk kuvvetleri hakkında ancak genel hükümler çerçevesinde işlem yapılabilir.

Ayaklanma kontrol kimyasalları

Bu amaçlarla kullanılan en yaygın kimyasallar; OC, CS, CN, CR kısaltmalarıyla tanımlanan maddelerdir. Şimdi bunlardan en çok kullanılan biber gazı ile ilgili bilgileri sunalım:

1- Biber Gazı – OC (Oleoresine Capsicum[[7]]

Biber gazı diye bilinen kimyasal maddenin adı Kapsaisin’dir. Kimyasal adı 8-Methyl-N-vanillyl-trans-6-nonenamide’dir.

Açık formülü yandaki şekilde görülen bu maddenin kapalı formülü C18H27NO3 olup, beyaz kristal yapıda, keskin yakıcı kokulu, 62-65oC’de eriyen, 210-220oC’de kaynayan bir maddedir. Suda neredeyse çözülmez, etil alkol, eter ve benzende tamamen erir. Biber (latince Capsicum) familyası sebzelerdeki acılık veren maddedir. Esas itibariyle, biberin çekirdeğini tutan beyaz kısımlarda bulunur.

Kurutulan acı biberler, öğütüldükten sonra etil alkol ile özütlenip (ekstrakte edilip) elde edilen çözeltiden alkol uçurularak geride kıvamlı, reçinemsi bir madde olarak elde edilir (oleoresin capsicum). Kapsaisinin acılık endeksindeki (Scoville Heat Unit-SHU) değeri 16 milyondur. Bu değer bildiğimiz dolmalık biberde neredeyse sıfırdır.

Acı biberde, kapsaisine benzeyen, acılık endeks değerleri küçük en az beş tane daha madde vardır ve bunlara kapsaisinoidler denir.

Kapsaisin tıbbî amaçlarla kullanılan bir kimyasaldır. İçinde % 0,025 – % 0,25 oranında kapsaisin bulunan krem veya bandajlar yakı olarak kas ağrılarına karşı kullanılır.

Kapsaisin, kolluk kuvvetlerince yaygın olarak kullanılan biber gazının esas bileşenidir. Sprey halinde püskürtüldüğünde, deriyle, özellikle gözler veya mukoz zarlarla (burun içi, akciğerlerdeki hava kesesi cidarları gibi) temas ettiğinde çok şiddetli ağrıya sebep olur, eğer küçük miktarda bile teneffüs edilirse, nefes almakta güçlük yaşanır.

Büyük miktarlarda kapsaisin alımı ölümcüldür[[8]]. Doz aşımının belirtileri; nefes almada güçlük, deride mavileşme ve titremelerdir. Konu hakkında daha geniş araştırmalar için dip nota bakınız [[9]], [[10]].

Zehirlenmeye yolaçan dozlar; ağızdan alındığında akut zehirlenme için LD50= 47,2 mg/kg ve deriden alındığında akut zehirlenme için LD50 >512 mg/kg’dır [[11]].

Deriyle olan temasta, yanma hissi veya iğne batışı gibi acı oluşur. Eğer, yetişkinlerde çok ve çocuklarda az miktarda yutulursa midede bulantı, kusma, karın ağrısı ve yakıcı ishal yapar. Gözle temas halinde ise yoğun göz yaşarması, acı, konjuktivite neden olur.

Kapsaisine maruz kalan cildi derhal, dokulara nüfuz etmeden bitkisel yağlar, parafin, vazelin gibi yağlı bileşiklerle yıkamak gerekir. Cildi temizlemek için sabun, şampuan veya diğer deterjanlar kullanılabilir. Su, sirke, limon işe yaramaz. Bulaşmış olan eşyalar etil alkolle temizlenebilir. Eğer yutulmuşsa, süt içmek midedeki yanma hissini rahatlatır, ekmek veya pilav yemek de rahatlamaya katkı yapar. Ciltteki yanma hissini azaltmakta, buz veya soğuk nesneler kullanılabilir.

Kapsaisinin yolaçtığı astımlara karşı ağızdan antihistaminik veya kortikosteroid (kortizon vb) ilaçlar kullanılır.

Kolluk kuvvetlerinin uygulamaları

Spreyler :

Biber gazı hammaddesi olan reçine kıvamındaki oleoresine capricum, hacmen % 10 dolayında, mineral (petrol esaslı) veya nebatî yağlar (soya yağı vb) ile seyreltilerek, tüplere doldurulur. Tüplere azot gazı basılarak, püskürtme için gerekli basınç sağlanır. Kolluk tarafından halkın üzerine püskürtülünce, yağlı bir sis halinde vatandaşa sıvaşır.

Gaz Bombası :

Benzer şekilde hazırlanmış olan küçük bombalar, bir tüfekten atılır ve tapası açılarak, içindeki basınçla sis halinde etrafa yayılır.

TOMA Suyu :

Biber gazının reçinemsi hammaddesi olan oleoresine capricum suda erimez.
Bu nedenle önce uygun bir çözücüde (propilen glikol, polisorbat vb) çözülürek, TOMA’nın su deposuna katılar. Bu çözücüler, biber gazı hammaddesinin suya homojen karışmasını (emülsüfiye olmasını) sağlar. Ayrıca, müdahale edilen vatandaşın kolluk tarafından kolay teşhisi için suya renkli boya katılır.

Son olaylarda polisin kullandığı TOMA’lara katılan bu malzemeyi Jenix markasıyla bir Türk firması İstanbul-Çatalca’daki iki fabrikasında üretmektedir [[12]].

2- Diğer Gazlar

CS Gazı

Göz yaşartıcı gaz olarak bilinen bu gazın, kimyasal adı 2-chlorobenzalmalononitrile’dir. Açık formülü yanda görülen bu maddenin kapalı formülü ise C10H5ClN2’dır. Uygun bir çözücüde çözülerek, basınçla püskürtülür [[13]].

CN Gazı

Açık fomülü yanda görülen ve fenasil klorür (Phenacyl chloride) olarak bilinen bu kimyasalın, kapalı formülü C8H7ClO’dır. Kolluk kuvvetlerinin kullanımı için sprey olarak verilir. Mace diye de bilinen bu gaz göz yaşartıcıdır [[14]]. Bu gaz gözlerde ve özellikle solunum yolları ve akciğerde acı veren etkiye sahiptir. Bu gaza maruz kalanlar arasında, akciğer tahribatı (pulmonary injury) veya nefessiz kalma (asfiksi-asphyxia) nedeniyle en az beş ölüm vakası kaytılara geçmiştir [[15]].

CR Gazı

Açık formülü yanda görülen bu kimyasal dibenz[b,f][1,4]oxazepine diye adlandırılır, kapalı formülü C13H9NO’dır. İnsanların hareketi kısıtlayan, göz yaşartıcı bir gazdır. Gerçekte, solgun sarı renkli bir kristal tozdur, biber kokuludur. Suda erimeyen bu kimyasal, polipropilen glikol gibi çözücülerde eritilerek suya karıştırılır. 1950’lerin sonunda İngiliz Savunma Bakanlığı tarafından “ayaklanma kontrolü” amacıyla geliştirilmiştir.

Şiddetli bir göz yaşartıcı olan bu gazın etkisi CS gazından 6-10 defa daha fazladır. Deride yoğun tahriş, geçici körlük, öksürük, nefes alamama ve paniğe yolaçar. Çok miktarda teneffüs edildiğinde birkaç dakikada öldürücü doza erişilir. Ölümler, nefes alamama ve akciğer ödeminden meydana gelir. Etkisi 60 güne kadar uzayabilir [[16]].

Ne yapılmalıdır ?

“Ayaklanma kontrol” kimyasalları olarak sayılan maddelerin bu amaçla kullanılması konusu Kimyasal Silahlar Sözleşmesi görüşmeleri sırasında taraf devletler arasında
en uzun ve en hararetli tartışmalara sahne olmuştur [[17]].

Bu tür kimyasalların halka karşı orantısız olarak kullanılmasının denetim mekanizması ve aşırı kullanımlar hakkında yasal yaptırımlar bulunmaması, hükümetleri ve kendine bağlı kolluk kuvvetlerinin halka karşı aşırı güç kullanmasını engellememektedir.
Bu nedenle, iç hukukta muhakkak surette önleyici düzenlemelere, aşırı güç (gaz dahil) kullanan kolluk kuvvetlerinin cezalandırılmasına gidilmelidir.

Ancak daha önemlisi, Kimyasal Silahlar Sözleşmesinin “ayaklanma kontrol maddeleri” tanımının muhakkak düzeltilmesi için uluslar arası kamuoyu oluşturarak, savaşta kullanımı yasak olan bu maddelerin halka karşı kullanımının da yasaklanması için hükümetler üzerinde baskı kurulmalıdır.

Ayaklanma ile demokratik protesto eylemlerinin doğru tanımları yapılarak, her iki kavram birbirinden kesinlikle ayrılmalı, bu tanımlar Kimyasal Silah Sözleşmesine sokularak, taraf devletler için bağlayıcı hale getirilmelidir.


[1] : http://www.opcw.org/chemical-weapons-convention/articles/
[2] :
http://www.opcw.org/chemical-weapons-convention/about-the-convention/genesis-and-historical-development/
[3] : Article I. General Obligations, 5. Each State Party undertakes not to use riot control agents as a method of warfare.
[4] : Article II. Definitions and Criteria, 7. “Riot Control Agent” means:
Any chemical not listed in a Schedule, which can produce rapidly in humans sensory irritation or disabling physical effects which disappear within a short time following termination of exposure.
[5] : 9. “Purposes Not Prohibited Under this Convention” means:
(d) Law enforcement including domestic riot control purposes.
[6] : ÖZEL GÜVENLİK HİZMETLERİNE DAİR KANUNUN UYGULANMASINA İLİŞKİN YÖNETMELİK, RG : 07.10.2004, 25606
[7] : http://en.wikipedia.org/wiki/Capsaicin
[8] : Material Safety Data Sheet, Capsaisine, Natural
http://www.sciencelab.com/msds.php?msdsId=9923296
[9] : Charles S. Petty M.D, Deaths in Police Confrontations When Oleoresin Capsicum is Used, February 2004
[10] : Impact of Oleoresin Capsicum Spray on Respiratory Function in Human Subjects in the Sitting and Prone Maximal Restraint Positions, Final Report, US Department of Justice, May 18, 2000
[11] : Zehirbilimde LD50 simgesiyle gösterilen ortalama öldürücü doz (median lethal dose) bir zehirin, radyasyonun veya bir patojenin (hastalığa neden olan şey) belli bir deneme süresi sonunda test edilen kümenin yarısını öldürmek için gerekli olan dozdur. http://simple.wikipedia.org/wiki/LD50
[12] : http://www.jenixbibergazi.com/tr/default.asp?&title=jenix-biber-gazi-anasayfa
[13] :
http://en.wikipedia.org/wiki/CS_gas
[14] : http://en.wikipedia.org/wiki/Phenacyl_chloride
[15]: Blain, P. G. (2003). “Tear Gases and Irritant Incapacitants: 1-Chloroacetophenone, 2-Chlorobenzylidene Malononitrile and Dibenz[b,f]-1,4-Oxazepine”Toxicological Reviews 22 (2): 103–110. PMID 15071820
[16] : http://en.wikipedia.org/wiki/CR_gas
[17] : http://www.opcw.org/protection/types-of-chemical-agent/riot-control-agents/