Etiket arşivi: Ankara Kalesi

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU

ANKARA KALESİ -250 (14  Şubat 2019)

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU

( 2 0 – 2 0 0 – 2 0 0 0 – 5 0 0 0 )

Uzun yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden birer paragraf sunduk.
Tümü için tıklayınız.. (A. Saltık)

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN 

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. Ulus devletlerin parçalanmasına, federasyonların dağılmasına ve ülke devletlerinin de şehirler üzerinden küçük yönetim birimlerine sürüklenmesine yol açacak ölçüde ciddi boyutlarda bir şehir devletleri olgusu, uluslararası konjonktürün bugünün dünyasına dayattığı bir yeni gelişme olarak öne çıkmaktadır. İnsanlığın gelecekte ulus, ülke ya da bölge devletleri yerine şehir devletlerinde yaşayacak bir duruma gelmesi, dünya düzeni üzerinde çok ciddi derecede değişimi gündeme getirmektedir. Yeryüzü kıtalarının üzerinde var olan devlet düzenleri çerçevesinde yayılmış bir doğrultuda yaşamakta olan insanların, gelecekte kentlerde toplanması ya da şehir devletleri yapılanması içinde yaşamaya zorunlu kılınması, uluslararası alanda önümüzdeki dönemde hem büyük sorunlara hem de beklenmedik değişimlere yol açacak gibi görünmektedir. İki kutuplu dünyadan uzaklaşmakta olan eski dünya düzeni çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi sonrasında tek kutuplu bir dünya için dönüştürülmeye çalışılırken, bu durumun tümüyle
aksi bir yönde çok kutuplu yeni bir yapılanma süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Tek kutup yönünde dünyanın yeniden yapılandırılması için devletleri ve halkları baskı altına alan küresel sermayenin dayatmalarına önceleri ses çıkartmayan uluslararası kamuoyu, çeyrek asırlık bir zaman sonucunda birden çok kutuplu yeni bir yapılanma oluşumu ile karşılaşmıştır. İki kutuptan tek kutba dönüştürülmek istenen yeni dünya düzeni aşamasında birden çok kutuplu bir durumun ortaya çıkması, küresel sermayenin oyunlarını bozmuş ve bu durumda dünya tek merkezci yönelişten ayrılarak çok merkezli bir oluşumun içine girmiştir. 2’den teke geçiş olamayınca çokluk olgusu öne çıkmış ama bu çokluğun ölçüsünün ne olacağı zaman içinde kaç merkezin ortaya çıkacağı belirsiz kalmıştır. Büyük devletlerin sayısının artması devletler arası çekişme ve rekabeti artırırken, orta boy devletler de yarışa aktif bir biçimde girerek ve sahip oldukları jeopolitik konumlarından yararlanarak, büyük devletler ile yarışa kalkmışlardır.
****
…..
……
20. yüzyıla girerken imparatorluklar dönemi sürmekte ve bu doğrultuda yeryüzünde 20 devlet bulunmaktaydı. 1. ve 2. Dünya Savaşlarının getirmiş olduğu yıkıntılar ve imparatorlukların dağılmasıyla dünya haritasındaki devlet sayısı giderek artmıştır. İmparatorlukların parçalanması sürecini destekleyen bir başka gelişme de Avrupa devletlerine bağlı bulunan sömürgelerin bağımsızlık savaşlarını kazanarak, ayrı devletler haline dönüşmesi ile var olan devlet sayısı hızla artmıştır. Dünya savaşları sonrasındaki devlet oluşumlarını sonraki aşamada sömürgelerin devletleşmesi izlemiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sömürgelerin bağımsızlığı, sonraki aşamada bazı büyük federasyonların da dağılmasına giden yolu açmıştır. Özellikle sosyalist sistemin çöküşü üzerine 20’den çok yeni devlet dünya sahnesinde yerini alınca, bu kez devlet sayısı 200’ü bulmuştur. 20. yüzyıla girerken 20 olan devlet sayısı bu yüzyıldan çıkarken 200’e ulaşarak, bugünkü siyasal haritanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bir anlamda insanlık yüz yıllık bir zaman dilimi içinde, var olan devlet yapılarının dağıtılması üzerine 180 devlet daha kazanmıştır. Ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir aşamada, parçalanan imparatorlukların bölgeleri ile eski sömürgelerin teker teker uluslaşarak devlet modeli değiştirmesiyle birlikte, bir asırlık dönem içinde devlet sayısının 20’den 200’e çıktığı görülmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün tarih sahnesine çıkması üzerine, yeni kurulan devletlerin hepsi bu büyük uluslararası örgütün çatısı altında yer alarak insanlık dünyasının birer parçası haline gelmişlerdir.
*****
……………..
…………………..
Sonuç

Önümüzdeki dönemde dünya nüfusu on milyara doğru tırmanırken ve bütün ülkelerde nüfus yoğunluğu giderek artarken, başkentlerde örgütlenmiş olan merkezi devletler giderek artan bu yükü taşımakta fazlasıyla zorlanmaktadırlar. Gelinen noktada bütün devletlerin idari yapılanmalarında ciddi sarsıntılar yaşanmakta ve bu yüzden yönetim reformları kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmektedir. Artan nüfusun ortaya çıkardığı baskılar emperyal projeler doğrultusunda küresel merkezler tarafından yönlendirilmeye başlandığında, bütün ulus devletleri tehdit eden bölünme ve parçalanma senaryoları devreye girerek ulus devletleri tarihin arka planına doğru itmektedir. Türkiye bu açıdan hem çok kritik bir coğrafyada bulunmaktadır hem de toplumsal ve jeopolitik konumu gereği de birçok açıdan dağılma riski ile karşılaşmaktadır. Küresel sermayenin tekelci şirketleri bütün ulus devletlere yönelik bölücü girişimlerini tırmandırdıkça, ulus devletlerin kenar ve kıyı bölgelerinden yeni parçalanma senaryoları ortaya çıkacak ve bu doğrultuda yeni eyalet ya da kent merkezli yapılanmalar, şehir devletleri olarak yeni dünya haritası üzerinde kimlik kazanacaktır. Bu doğrultuda bütün devletlerin önümüzdeki dönemde merkezci güçler ile yerelci güçler arasında giderek tırmanan bir siyasal çekişme sürecine gideceği artık açıkça görülmektedir.

Bu aşamada yapılması gereken, dünya barışı ve var olan devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda merkezci ve yerelci güçlerin bir araya gelerek yeni bir model zeminin de geliştirilecek ortak plan çerçevesinde anlaşmaya varmalarıdır. Yapılacak olan öncelikle artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek için yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Ama aynı zamanda sayıları çok artan yerel yönetimleri izleyecek, denetleyecek ve merkezden uyumlu bir biçimde yönetecek düzeyde güçlendirilmiş bir merkezi yönetimin de milli idari reform programları ile bir an önce kurulması gerekmektedir. Güçlü merkezi yönetimler ancak yenilenen ulus devlet projeleri ile kurulabilecektir. Bu doğrultuda,

  • yarım kalan uluslaşma süreçlerinin bütün dünya ülkelerinde acilen tamamlanması gerekmektedir.
    ***

 

KATAR TÜRKİYE’YE NE KATAR?

KATAR TÜRKİYE’YE NE KATAR?

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
ANKARA KALESİ – 14.06.2017 – ANAYURT GAZETESİ

S-1- Katar nasıl bir ülkedir?

C-1- Katar Orta Doğu’nun tam ortasında, ayrıca Basra Körfezi’nin de tam merkezinde yer alan bir   yarımada ülkesidir. Körfezin güney kıyısında Arabistan sınırından İran’a doğru uzanan bir jeopolitik konuma sahiptir. 22.000 km2 yüzölçümüne sahip (AS: Wikipedia’da 11,437 km2) bulunan bu Arap ülkesinde dünyanın çeşitli ülkelerinden çalışmak için gelen büyük işçi topluluklarıyla birlikte beş milyona yakın insan yaşamaktadır. Doğal yapısı bakımından bir taş çölü yüzeyine sahip bulunan Katar ülkesi, 2. Dünya Savaşı sonrasında petrol şirketlerinin bu bölgeye gelmesiyle birlikte çöl ülkesinden petrol ülkesine doğru bir değişim geçirmiştir.

Katar’ın petrol ile başlayan macerası daha sonraki aşamada doğal gaz rezervleri ile birlikte devam ederken, dünyanın en küçük ülkelerinden biri olan Katar, 21. yüzyıla girerken aynı zamanda yer kürenin en zengin ülkelerinden biri konumuna gelmiştir. Batılı petrol şirketleriyle birlikte doğal gaz tekelleri de Katar’ın bu zenginliklerinden yararlanabilmek üzere bu ülkeye gelmişler ve Katar’ı dünyanın en zengin ülkelerinden birisi haline getirmişlerdir. İran ve Pakistan’dan gelen binlerce işçi petrol ve doğal gaz şirketlerinin kampuslarında çalışarak enerji üretimi yapmışlar ve bu sürecin sonunda bugünkü Katar devleti meydana çıkmıştır. Dünyanın en küçük devletlerinden bir olan Katar’ın, gene dünyanın en zengin ülkelerinden birisi konumuna gelmesiyle birlikte ortaya birçok sorun çıkmış ve bu yarımadanın başı dertten bugüne kadar kurtulamamıştır. Bugün zenginler Katar’ı kıskanmakta ve önünü kesmeye çalışmaktadır.

S-2- Katar’ın nasıl bir tarihi vardır?
………………………………….

S-3-  Katar 20 . yüzyılda ne gibi gelişmeler ile karşı karşıya kaldı?
……………………………………….

S-4-Bu kadar fazla güvenliğe önem veren Katar, neden günümüzde büyük bir güvenlik sorunu ile karşılaşmıştır?
………………………………………

S-5-  Katar ve Türkiye ilişkileri ne düzeyde sürdürülmektedir?
…………………………………………..

S-6- Katar ile ilgili olarak son kriz olayı nasıl gelişti?

C-6-Katar’ın son yıllarda artan zenginliği ve uluslararası alanda yaptığı büyük yatırımlar hem Batılı devletleri hem de Suudi Arabistan gibi bölge devletlerini rahatsız ediyordu. Bölgede mezhep savaşı çıkartmak isteyen ABD-İsrail ikilisi, Suudi Arabistan’a çok miktarda silah satarak bu büyük ülkeyi bir Sünni kamplaşmasının öncüsü yapmağa çalışmıştır. Silahları alan ve ABD desteğini yanına çeken Suudiler de İran’a yönelik bir savaş hazırlığı içine girdikleri aşamada, İran ile Arabistan arasında yer alan Katar devletine yönelik bir komplo içine girmişlerdir. Arabistan’ın Katar ile ilişkilerini keserek diplomatlarını geri çekmesiyle birlikte bölgedeki 8 Müslüman devlet de Suudiler ile birlikte hareket ederek Katar ile ilişkilerini kestiklerini ileri sürmüşlerdir. ABD ve İsrail ikilisi yıkmak istedikleri devleti önce teröristlikle suçlayarak harekete geçtiği için, benzeri strateji Irak, Suriye ve Libya sonrasında Katar için de gündeme getirilmiştir. Arabistan, İran’a karşı bir mezhep savaşı doğrultusunda provoke edilirken, öncelik İran ile arasında yer alan Katar’a verilerek savaşa giden yolda bu ülke hedef alınarak kışkırtılmıştır.

ABD, terör örgütlerine dağıttığı silahların parasını Suudiler’den almış ve böylece bölgede savaşın tırmanmasının önünü açmaya çalışmıştır. Arabistan öbür İslam ülkelerini Sünni dayanışması doğrultusunda yanına çekerek, Şiiliğin merkezi görünümündeki İran’a ABD ve İsrail desteği ile meydan okumuştur. ABD başkanı Arabistan’ı ziyaret ederken, Mısır devlet başkanı da oraya gelerek üç devletin Başkanı dünyayı yansıtan bir küreyi birlikte avuçlayarak ortaklıklarını tüm kamuoyuna göstermeye çalışmışlardır. Daha önceleri de İsrailli diplomat ile Arabistanlı bir komutan ABD başkentinde ortaklıklarını İran ve Türkiye’ye karşı açıklarken, Müslüman Kardeşlere karşı Mısır’da darbe yapan bugünkü Başkan Sisi’yi birlikte desteklediklerini ilan ediyorlardı.

Çin’in öncülüğünü yaptığı yeni İpek Yolu projesinin, dünyanın ortasında yer alan bölgeden geçmesi, ABD ve İsrail’in merkezi alanı ele geçirme projelerini tehdit ettiği için, merkezi alanda Batılı ülkeler acilen savaş çıkartarak yeni ipek yolunun önünü kesmeye yönelmektedirler. Tam bu aşamada ABD ve İngiltere gibi iki büyük Atlantik gücünün birçok alanda karşı karşıya gelmesi de Orta Doğu’daki gelişmeleri fazlasıyla etkilemiştir. İngiltere önceden kurmuş olduğu düzeni savunurken bir Sünni-Şii savaşına karşı çıkmaktadır çünkü hem İran’ın hem Arabistan’ın hem de Katar’ın devlet olmasını sağlayan İngiltere’dir. Şimdi Büyük İsrail’in orta dünyada kurulabilmesi için İran ve Arabistan arasında mezhep çatışmaları üzerinden bir büyük savaş çıkartılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda da ilk raund arada kalan ülke olarak Katar üzerinden oynanmaya çalışılmaktadır. Petrol ve gaz kaynaklarının en çok bulunduğu Basra Körfezi bölgesinde mezhepler üzerinden bir dünya savaşı çıkartmak ABD ve İsrail planlarına uygundur ama bu duruma Çin, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve Hindistan gibi büyük devletler açıkça karşı çıkmaktadırlar. Kurban olarak seçilen Katar’a, savaş istemeyen ve dünya barışından yana bütün devletler destek olmaktadır.

Türkiye, bu aşamada ilk günden başlayarak Katar’ın yanında olmuş ve bu ülkenin güvenliği için yardımcı olmaya çalışmıştır. Ne var ki, Katar olayının ana amacının bir İran-Arabistan savaşı ya da bir mezhepler çatışması çıkartmak olduğu artık açıkça kesinleşmiştir.

Türkiye doğu komşusu İran’a yönelik bir mezhep savaşına girmemek durumundadır.

Katar son yıllarda Türk ekonomisine önemli miktarda para aktararak ve yardım yaparak Türk devletinin yanında olmuştur ama bu durum Katar üzerinden bir mezhep savaşına Türkiye’nin sürüklenmesini gerektirmez. Katar Türkiye’ye birçok maddi desteklerle katkılar sağlamıştır ama Türkiye de bunun karşılığında Katar’a her türlü yardımı yapmaya çalışmıştır. Bundan sonrası bütün dünyayı tehdit eden ve kıyamet senaryosuna dönüşebilecek bir Orta Doğu savaşı senaryosu olduğuna göre, Türkiye böyle bir oyuna alet olmamalıdır.

  • Katar sorunu Türkiye’yi büyük komşusu İran ile savaşa sürüklenmemelidir.

Yazının tümünü okumak için lütfen tıklayınız (5 sayfa..) : KATAR_TURKIYE’YE_NE_KATAR
============================================
Dostlar,

Katar sorunu içten içe sürüyor.. Kalıcı bir çözüme kavuşturulmuş değil, kısa erimde tarafları hoşnut edecek bir çözüm de pek olası değil. Çünkü çok yanlı denge ve çıkarlar, aynı ölçüde karmaşık zorluklar doğuruyor.

Türkiye ise deyim yerinde ise bodoslama dalmış durumda sorunun içine. AKP = Erdoğan tek adam iktidarının Katar ile tüm saydamlığı ile bilinmeyen ”ilişkileri” olduğu biliniyor. Sitemizde atar sorununa ilişkin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Sn. Prof. İlhan Uzgel‘in bir makalesini yayınladık (ne yazık ki OHAL KHK’sı denen bir hukuk ucubesi ile görevinden uzaklaştırılmış durumda…) :

Biz de KATAR BUNALIMI başlıklı bir makalemize sitemizde yer vermiştik (üstünde tıklayınız..)

Sayın Prof. Dr. Anıl Çeçen‘in bir kamu hukukçusu olarak ülkemiz hukukunu uluslararası düzlemde de korumaya dönük çabaları ve bu alandaki yetkinliği iyi bilinmektedir.

Süregelen Katar sorunu nedeniyle, 3 yazıyı bir sitemiz üzerinden ilgili ve yetkililerin bilgisine sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 19 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

DEMOKRASİ İÇİN HALK SEKTÖRÜ

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN hocamız “Ankara Kalesi” başlığı altında ardışık (seri) yazılarını sürdürüyor.. Sanırız sayıları 200’ü geçti. Biz de olanak ölçüsünde, bize ulaşan bu yazıları sizlerle paylaşıyoruz. Son derece ilginç biçimde bu yazılar hep 8-9 sayfa oluyor.. Kaynakça içermiyor ve ara başlıkları da olmuyor. Noktalama ve yazım yanlışları da oluyor epey.. Anıl hocaya bu bağlamda birçok kez anımsatmamıza karşın, Hoca tarzında hiçbir değişime gitmiyor..
Yazıların içeriği elbette çok değerli.. Bu yüzden biz de bu boyuta odaklanıyoruz.
Metinde öze dokunmadan düzeltmeler yaparak aşağıda yayımlayacağız..
Ancak uzunluğu nedeniyle hep yaptığımız gibi gene pdf olarak..

Yazının başlığı DEMOKRASİ İÇİN HALK SEKTÖRÜ..

Şöyle başlıyor :

“Demokrasi bir siyasal rejim olarak halk kitlelerine dayanmaktadır. Bir ülkede var olan demokratik rejim çerçevesinde halk kitleleri harekete geçerek kendi geleceğine egemen olmaya çalışır ve bu doğrultuda ülkeyi halk tabanı kendisi yönetmek ister. Eski Yunan döneminden gelme bir siyasal geleneğin adı olan demokrasi kavramı,  halkın gücü anlamına gelen demos ve cratos kelimelerinin birleşik şeklidir. Halk ve gücün bir araya gelmesiyle birlikte, halkın gücünün iktidar olduğu demokratik rejimlere kitleler sahip olabilmektedir. Gerçek anlamda halk kitlelerinin ülkede siyasal gücü ele geçirerek iktidara gelmesiyle, egemen konumdaki eski güç merkezleri sahip oldukları potansiyeli yitirmekte ve bunun sonucunda da bir ülkede tam anlamıyla halk egemenliği rejimi kurulabilmektedir. Halk kitlelerinin bilinçlenmesiyle ve yetişmesiyle birlikte ülkelerde halk egemenliği rejimleri demokrasi adı altında kurulmaya başlanmıştır. Yığınların geri kaldığı ve toplumsal potansiyelin bilinçli bir çizgiye ulaşamadığı yerlerde ise halk kitleleri kendi geleceklerine egemen olamamış ve böylesine olumsuz bir durum yüzünden de eskisi gibi egemen güçler siyasal rejimlerdeki  üstünlüklerini sürdürerek  demokrasi dışındaki yönetim biçimlerine  geri toplumları mahkum etmişlerdir. Kendi kaderlerine mutlak anlamda egemen olmak için çaba gösteren halk kitlelerinin, egemen güçlere yönelen iktidar   çekişmelerinin sonucunda kitleler istikrarlı bir mücadele ortaya koyabilirlerse, o zaman kendi egemenlik düzenlerini oluşturarak, ülkelerinde gerçek anlamıyla bir demokratik rejime kavuşabilmektedirler.”

*****
Yazının devamında;

“… Doğuştan sahip olunan bencillik duyguları ya da çıkarcı yaklaşımlar insanların  tutum ve davranışlarını yönlendirdiğinden ele geçen fırsatların değerlendirildiği, her türlü durumda çıkarlara öncelik verilmesi yüzünden, malvarlıkları artırılarak nedensiz zenginleşmeler yaratılmaktadır. Siyasal rejimler tarihi incelendiğinde halktan kopuk baskıcı ve diktacı yönetimlerde, hükümete yakın olan kesimlerin iktidar nimetlerinden yararlanarak ve de her kezinde yeni bir zenginler sınıfı gündeme getirerek, toplumun
tepe noktalarında aşırı zenginleşmeyi pompaladıkları zamanla kesinlik kazanmıştır.
Bu durumda, zenginleşen toplum kesimlerinin kendi yönetimleri altında bir demokrasi arayışına girdikleri ve bu nedenle de rejimlerin değişme göstererek normal demokrasinin ötesinde, farklı bir
azınlık yönetimine ya da sermaye egemenliğine doğru kayma gösterdiği şimdiye dek görülen örnekleriyle ortaya çıkmıştır….”

“…. Özel sektör patronları zaman içinde kazandıkları serveti büyüterek bütün üretim araçlarına sahip oldukları noktada, ekonomik sömürü katlanarak tam anlamıyla
insanlık dışı bir vahşi kapitalizmi  öne çıkmaktadır. Emeğin mal olarak satıldığı
serbest piyasa ekonomisinin denetlenmesinde üretim araçları fazlasıyla rol oynamaktadır. Bu yüzden büyük şirketlerin tekelci patronları  piyasalarda  hegemonyalarını koruyabilme doğrultusunda  üretim araçları tekelini de ellerinde tutmak istemekte ve  bu doğrultuda  ülkede yaşamaya çalışan  kitlelerin halk sektörü gibi seçenek yapılanmalara gitmelerini engellemeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de bu doğrultuda halk sektörü tartışmalarının
en üst noktaya çıktığı aşamada ve sosyal demokrat bir iktidarın halk sektörünü gerçekleştirmek üzere adım atmaya başladığı bir sırada, büyük şirketlerin patronları
bir araya gelerek  bir patronlar kulübü görünümünde iş adamları derneklerini kurarak, örgütlü bir biçimde kendi çıkarlarını korumaya yönelmişler ve Halk Sektörü kurmaya yönelen sosyal demokrat iktidarı  gazetelere ilanlar vererek ya da ara rejimleri destekleyerek, elbirliği ile işbaşından uzaklaştırmışlardır…”

“…Küresel emperyalizme geçiş aşamasında ortaya çıkan halk sektörü seçeneği,
kapitalist emperyalizmin geleceği açısından tehlikeli olarak görüldüğü için,
neo-liberal sağ iktidarlar sermeye merkezleri tarafından desteklenerek işbaşına getirilmişlerdir. Böylece ülke yönetimini sağcı iktidarlar aracılığı ile ele geçiren
zengin sınıflar, halk kitlelerinin desteğine sahip olan sol ya da sosyal demokrat iktidarlara izin vermemişler, kendi denetimleri altındaki basın ve medya kuruluşları aracılığı ile sermayenin çıkarlarını savunanları işbaşına getirerek, tam anlamıyla kapitalin egemen olduğu siyasal düzenin oluşturulması için çalışmışlardır. Bugün gelinen Küreselleşme süreci, böylesine girişimlerin sonucunda insanlığın gündemine giren yeni bir
süper emperyalizm aşamasıdır.

Ve uzun makale şöyle bağlanmakta :

“…Böylesine çıkarcı ve azınlıkçı politikaları esas uygulamalara dönüştürmek isteyen
zengin kesimlerin kapitalist politikaları ile artık demokrasi görünümlü rejimler Kapitokrasi’ye dönüşmüştür. İnsanlığın küresel emperyalizmin boyunduruğundan kurtulabilmesi, sermaye egemenliğinin demokrasileri kapitokrasiye dönüştürmesinin önüne geçilebilmesi, ancak  yeni bir demokratik açılım içinde halk sektörünün  tekrar  kurulması ile olanaklı olabilecektir. Bütün dünyanın ve insanlığın daha dengeli bir geleceğe yönelebilmesi için karma ekonomik düzen içinde hem kamu sektörü yeniden inşa edilmeli hem de yığınlara acilen halk sektörü kuruluşları devletin öncülüğü ile acilen kazandırılmalıdır. Kamu kaynaklarının özel sektör zenginleri tarafından yağmalanması ve emperyalizmin ulusal ekonomileri teslim alması gibi olumsuz gelişmelerin tümü kapitokrasi uygulamalarının  sonucudur. Yeniden gerçek anlamda demokrasiye dönüş için
sermayenin egemenliğine son verilerek kapitokrasi rejimleri bir an önce ortadan kaldırılmalı ve halk kitlelerinin ekonomik açıdan güçlendirilerek devreye sokulması ile halkçı siyasal iktidarların işbaşına gelmesi sağlanmalıdır. Halkın halk tarafından yönetimi anlamında demokrasi ancak bu aşamadan sonra olanaklı olabilecektir.  (01.03.2015)”

Sevgi ve saygı ile, 01.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ankara’nın Başkent Oluşu’nun 90. Yılı…


Dostlar
,

Ankara’nın Büyük Atatürk ve arkadaşları tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti yapılmasının üzerinden 90 uzun yıl geçti..

Tarihler 13 Ekim 1923’ü gösteriyordu.

Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti.

Ama Devrimin saati işliyordu..

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum, Sivas Kongrelerinden sonra 27 Aralık 1919 günü Sivas Kongresinde seçilen Temsilciler Kurulu (Heyet-i Temsiliye) üyeleriyle birlikte Ankara’ya geldi.

O zamana dek Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul idi. Osmanlı Mebusan Meclisi son kez 12 Ocak 1919’da İstanbul’da toplandı. 16 Mart 1919 günü İngilizler İstanbul’a girdi. Önce meclisi bastılar. Bu olay üzerine birçok milletvekili Anadolu’ya geçti. Yakalananlardan çoğu tutuklandı. Artık Osmanlı Mebusan Meclisi’nin İstanbul’da toplanma olasılığı kalmamıştı. Milletvekillerinin toplanacağı ve ülkenin yönetileceği bir başkent gerekiyordu.

Ankara, Anadolu’nun ortasında, savaş cephelerine eşit uzaklıkta bir kentti.
Savaşın yönetimi ve haberleşme, Ankara’dan kolaylıkla yürütülürdü. Dağılan Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri ile Sivas ve Erzurum Kongreleri’nde seçilen temsilcilerin bir yerde toplanması gerekiyordu. Bu nedenle 19 Mart 1919 günü Mustafa Kemal Paşa kimi illere ve komutanlıklara bir genelge gönderdi. Bu genelgede özetle;

“Osmanlı Devletinin yaşamı ve egemenliğinin sona erdiği” bildiriliyor,

“Türk ulusu kendi yaşamını ve bağımsızlığını koruyacaktır.” deniliyordu.

Bu genelgeden sonra Temsilcilerle Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelen üyeler Ankara’da toplanmaya başladılar. Ankaralılar onları coşkuyla, sevinçle, sevgiyle karşıladı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açıldı.

Meclis, ilk oturumunda Mustafa Kemal Paşa’yı başkan seçti. Mustafa Kemal Paşa bundan sonra ülkeyi kurtarma çalışmalarını Anadolu’nun bu küçük kentinde sürdürdü. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın planları bu yoksul kentte hazırlandı. Savaşın başarıya ulaşması için düzenli ordular kuruldu. Bu ordular İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da düşmanı bozguna uğrattı. 30 Ağustos 1922’de kazanılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Kurtuluş Savaşımız tamamlandı.

Yurdumuz düşmanlardan kurtulduktan sonra 13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve 4 arkadaşı Ankara’nın başkent olması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yasa önerisi verdiler. Öneri Meclis’te oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye Devleti’nin başkenti oldu. Daha sonra 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde Ankara başkent (Makar) olarak tanımlandı. İzleyen 1961 ve 1982 anayasalarında da aynı düzenleme yapıldı.

Başkent, ülkenin yönetim merkezidir. Büyük Millet Meclisi, devlet başkanı, başbakanlık, bakanlıklar, yüksek yargı organları, başkentte bulunur. Ankara başkent olduktan sonra gelişti. Modern yapılar, büyük apartmanlar yapıldı. Yüksek okullar, üniversiteler açıldı. Fabrikalar, yeni işyerleri kuruldu. Kent kısa sürede büyüdü, genişledi. Ankara bugün
5 milyonluk nüfus yoğunluğu ile yurdumuzun 2. büyük kentidir.

Her yıl 13 Ekim günü Ankara’nın başkent oluşu, düzenlenen törenlerle kutlanır.
Ankara Kalesi‘nde başlayan bu törene özel giysileri içinde Seymenler, öğrenciler, çeşitli dernek temsilcileri katılırlar. Törende yapılan konuşmalarda Ankara’nın
başkent oluşunun anlam ve önemi belirtilir. (http://www.memocal.com/bgvh/ankaraninbaskentolusu.asp)

***

11 Ağustos 1923’te göreve başlayan ve seçimle oluşturulan 2. TBMM’de yasa ile Ankara’nın Başkent oluşu benimsendi. Yabancılar uzun yıllar İstanbul’daki büyükelçiklerini Anadolu’nun ortasındaki 25 bin nüfuslu bozkır kasabasına taşımak istemediler.. Ama yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının çelikten iradesine direnmek olanaklı değildi..

Günümüzde Ankara’nın Başkent oluşu artık bir Anayasa maddesidir. 1982 Anayasası md. 3 /son : “Başkenti Ankara’dır.” hükmünü içermektedir ve ilk 3 maddenin değiştirilmesininbile önerilemeyeceği 4. maddede kesin olarak yazılmaktadır.

*****

Bu bağlamda, Anayasa’nın özüne uygun olarak Ankara’nın Başkent olarak kalmasında kurumsal adımların sürdürülmesi gereklidir.

ATATÜRK‘ün kuruluş sermayesini sağladığı ve paydaş (hissedar) olduğu Türkiye İŞ Bankası‘nın genel müdürlüğünün İstanbul’a taşınması son derece yanlış olmuştur.
Bu hata mutlaka düzeltilmelidir.

Hele hele Merkez Bankası‘nın İstanbul’a taşınması serüveninden kesinlikle vazgeçilmelidir. Devlet bankalarının yönetimi özellikle Ankara’da kalmalıdır.

Medya kuruluşlarının, ağır sanayinin, sanat – kültür – bilim kurumlarının başkent ağırlıklı yapılandırılması politikası bilinçli olarak sürdürülmelidir. Ancak 20 km yarıçaplı bir alanda 5+ milyon nüfusu yığmak ekolojik bakımdan da yanlış, sakıncalı ve sürdürümü zor bir politikadır. Bu bakımdan, Ankara çevresinde 50 – 100 km uzaklıklarda 4 yönde yarım – 1 milyon nüfuslu uydu kentler yaratılmalı ve metro – hızlı tren ile başkente bağlanmalıdır. Böylece 10 milyonluk bir havza kentleşme planı yaşama geçirilmelidir.

Dahası, İstanbul’daki Osmanlı saraylarında başkente seçenek yaratırcasına devlet büyüklerinin çalışma ofislerinin yapılmasından vazgeçilmelidir. Bu davranış Osmanlı – Hanedan öykünmeciliği anlamındadır ve Neo-osmanlıcılığın apaçık dışavurumudur.

Bir bölümü dış borçla yapılan bu mekânlar, tarihe tanıklık eden müzeler olarak korunmalıdır.

– Osmanlı hanedanının Kurtuluş savaşımızı baltaladığı,
– işgalcilerle açık işbirliği yaptığı,
– Kurtuluş Savaşını Anadolu’da örgütleyen kahraman komutan Mustafa Kemal Paşa için
idam fermanı verdiği,
– Vahdettin’in İngilizsevenler Derneği Kurdurup üye olduğunu,
– Yunan işgalini meşru gösterecek fetvalar yayımlandığını…..

tarih bilinci adına asla unutmamak ve unutturmamak gerekir.

Bu nedenlerledir ki, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Hanedanını “vatan haini” ilan ederek, kaldırmış (1 Kasım 1922) ve kan dökmeden (idam etmeden!) yurt dışına
sürgün etmiştir.

Ankara’nın başkent yapılışı “Kurtuluş” ve “Kuruluş” un sevinçli ve anlamlı bir dönemecidir..

Kutlu olsun ve sonsuza dek sürsün..

Bu vesile ile nefis bir müzikli görseliizlemek için lütfen tıklar mısınız??

bir_baska_ankara-Kemalağa-W

Sevgi ve saygı ile.
14.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ORTADOĞU’da DİN SAVAŞLARI


Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. Anıl Çeçen, tek başına bir kale gibi Atatürk Cumhuriyeti‘ni savunmayı sürdürüyor.

ANKARA KALESİ dizisi içinde 174. makalesi ORTADOĞU’da DİN SAVAŞLARI başlıklı. Tipik biçimde bu yazı da 8 sayfa. Çok uzun olduğu için pdf olark paylaşacağız.

İşlenen konu çok kritik..
Türkiye’nin gözünü 4 açması gerek..

Yazı şöyle başlıyor :

portresi

 

 

 

 

  • ” Dünya pupa yelken bir üçüncü cihan savaşına doğru sürüklenip giderken din ve mezhep tartışmaları yeniden olayları belirleyici
    bir biçimde siyasal gündemin tam ortasında yer almağa başlamışlardır. Orta-Doğu bölgesinde her gün yaşanan sıcak gelişmeler, sürekli çatışma ve kanlı terör olayları bir türlü durmak bilmemekte ve bu olumsuz süreç giderek tırmanırken, bölge daha geniş bir düzeyde geniş bir savaş coğrafyasına dönüşmekte ve yakın gelecekte bir üçüncü dünya savaşı ihtimali zamanla güçlenmektedir. Merkezi bölgedeki dünya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü yitirmesi üzerine, merkeze bağlı olan ülkeler saldırı ve isyan olayları ile dolu bir tarih dönemecini yaşamak zorunda kalmışlardır. Tarihsel gelişmelerin sonucunda merkezi alanda yedi yüzyıl hüküm süren Osmanlı tarihi her açıdan dünya tarihinin odağında yer alan bir konuma sahip olmuş ve yerkürenin yönlenmesinde birinci derecede etkili olmuştur. Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın tam merkezinde yer alan orta dünya bölgesi her dönemde, güç çekişmelerinin sahnesi olmuş, bazen bir büyük devletin çatısı altında barış düzeni kurulabilmiş bazen da bu gibi düzenlerin yıkılması üzerine uzun süren sıcak çatışmalara bölge ülkeleri ve halkları alet olmuşlardır. Bu gibi çekişmelerin odağında yer alan ana konu ise dinler arası çekişme ve çatışmalar olmuştur.”

Ve Anıl Hoca yazısını şöyle bağlıyor :

  • “Halkının çoğunluğu Sünni İslam olan bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti içinde barındırdığı önemli orandaki Alevi kesimin çıkarlarına da dikkat etmek ve Cumhuriyetin toplumsal tabanını oluşturan bu kesimi öne çıkararak, Şii-Sünni karşıtlığı yaratma girişimlerine karşı tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi bir Alevi-Sünni birlikteliğinin örgütlülük düzeyinde yeni yapılanmaya kavuşturulması gerekmektedir. Orta Doğu’da dinler savaşı giderek tırmanırken, Türk dünyasının Şii ve Sünni olarak ikiye bölündüğü görülmeli, İran, Irak ve Suriye Şiilerinin büyük çoğunluğunun Türk asıllı oldukları dikkate alınarak Sünni-Şii kardeşliği yaklaşımı hızla bölgede geliştirilmelidir. Türkiye’nin Sünni halkı bölgedeki Şii Türkmenlere daha yakın dururken, Türkiye’nin Alevi kesimleri bir kültür köprüsü olabilmeli ve Türkiye Alevileri ile bölgedeki Şii Türkmenler arasında kopmaz bağlar geliştirilmelidir. Kuzey Irak üzerinden bölgedeki dört devletin bölünmesi için işbirlikçi bir yapılanmada kullanılan güneydoğu halkının etnik kimliğinin, yıllarca Türkiye’ye karşı yürütülen bölücü senaryolarının dayanağı olarak öne çıkarıldığı dikkate alınmalı, etnik bölücü unsurların Sünnilik adına Şii Türkmenlerin karşısına, Sünni kamplar içinde çıkarılmasına Türkiye kesinlikle alet olmamalıdır. Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Ürdün gibi bölgenin yapay devletleriyle oluşturulan Sünni bloklaşma içinde, etnik bölücü terör örgütü ile beraber Şii İran ve Suriye’ye karşı Türkiye’nin kullanılmak istenmesi, merkezi alandaki dinler savaşının yeni görüntüsü olarak öne çıkmakta ve hem Türk dünyasını bölmekte hem de Türkiye’yi komşuları ile savaşa doğru zorlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk dünyası, hiçbir zaman Yahudilerin ya da Hıristiyanların bölgesel hegemonya savaşlarına alet olmamalı ve kendi politikalarını oluşturarak dünya barışına katkıda bulunmalıdırlar. Hiçbir dinin ya da mezhebin kendi çıkarları doğrultusunda kıyamet senaryoları üreterek bütün dünyayı ve insanlığı tehlikeye atma hakkı bulunmamaktadır. Herkes ve her toplum kendi varlığını koruayabilmek ve varlığını sürdürebilmek için, savaşlara karşı halklar arasında dayanışmacı barış senaryolarını savunabilmelidir. (Temmuz 2013)”

Bu önemli makalenin tümünü okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

ORTADOĞU‘DA DİN SAVAŞLARI ANKARA KALESİ-174

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 12.7.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net