Etiket arşivi: ADD kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy

RTE’nin TCMB’na Çatmasının Arka Yüzü ve Ülkeye Muazzam Maliyeti – 4. Güncelleme


RTE’nin TCMB’na Çatmasının Arka Yüzü ve 
Ülkeye Muazzam Maliyeti –
4. Günceleme

Devrim Şehitleri Uğur Mumcu’ya ve
Prof. Muammer Aksoy’aArmağan


Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

4. Güncelleme notu (08 Mart 2015)                          :

  • ABD Doları tırmanmayı sürdürüyor..Küresel sermaye, Bay RTE’yi bu yolla terbiye ediyor bir anlamda..
    Deliğe süpürüyor yani 12. CB-Yarıbaşkan, totaliter Erdoğan’ı..
    Bay RTE direniyor gitmemek için..

    80 milyon yurttaş, bir avuç yandaş ve “Dolara yataan / yatırılanlar” dışında ağır fatura ödüyoruz, ödeyeceğiz..

Hesapları yenileyelim :

3. Güncelleme 5 Mart’ta idi. 3 gün içinde Dolar 10 krş. daha “değerlendi” ve 2.67 TL oldu!
Buna göre, Tayyip Bey’in TCMB’na çatmaya başladığı ve Kurgunun başladığı gün, 24 Ocak’tan bu yana;

2,67 – 2,27 = 40 krş. Dolarda değerlenme, TL’de değer yitirimi
40 krş / 2,27 TL = % 17,6 devalüasyon oranı.

2014 sonunda 800 milyar Dolar dolayındaki ulusal gelir (GSMH) bu oranda küçüldü :

2014 sonu Ulusal Gelir (GMH) yaklaşık 800 Bn $ x % 17,6 = 141 Bn $..
GSMH 141 Bn $ azaldı.
Türkiye 18. büyük ekonomi değil artık..
İlk 20’nin dışına düştü..

Türkiye artık G20 Ülkesi değil!

%17,6 oranında yoksullaştırıldık.
Kişi başına 10 bin $ dolayında olan yılık gelir %17,6 gerileyerek 8240 Dolara düştü.

400 milyar $ olan toplam dış borçlar %17,6 büyüdü; 470,4 milyar $ oldu.

260 milyar Dolar’a varan dışalım (ithalat) % 17,6 pahalandı..
Tabii bu düzeyde dışalım (ithalat) yapamayacağız.. Pek çok zorunlu ithal girdi, başta akaryakıt – doğal gaz ve onları izleyerek temel mal ve hizmetler zamlanacak..
Aynı düzeyde (260 Bn $) dışalım yapabilmek için % 17,6 oranında daha çok ödeme yapacağız.
Veya 260 milyar $ düzeyinde dışalıma karşılık % 17,6 oranında daha az mal ithal edebileceğiz.

160 milyar Dolara varan dışsatım (ihracat) rakamını tutturabilmek için %17,6 daha çok
mal vereceğiz, %17,6 daha ucuz dışsatım yapabileceğiz. Emeğimiz, alın terimiz dışarıya
% 17,6 oranında daha ucuzlatılmış olarak sunulacak.

Ancak, paramızın Dolar karşısında % 17,6 değersizleştirilmesine karşılık dışsatımımız
Şubat içinde artmadı, azaldı! Ne hazin bir çelişki.. Bunun temel nedeni ise hastalıklı dışsatım (ihracat) yapımız. Açıkçası, 100 Dolarlık dışsatım için 70- 80 Dolar düzeyinde dışalım yapmaya mahkumuz! Bu ithal girdi olmaksızın dışsatım yapamıyoruz. Asıl madde / nesne dışarıdan alınıyor, biz Türkiye’de makyaj, boyama, ambalajlama.. gibi yüksek teknoloji ürünü olmayan ilkel katkılarla, ithal ürünlere ciddi bir katma değer yükleyemeden / katamadan
satmaya çabalıyoruz..

Bir başka hazin anlatımla 160 milyar Dolara yaklaşan dışsatımın % 70-80’i ithalat!

Demek ki, cebimizdeki para Tayyip beyin sorumsuz tutumu yüzünden 43 günde % 17,6 eridi ve bir avuç yandaş ve “Dolara yatan / yatırılanlar” dışında hepimizi yoksullaştırdı.

Dışalımımız % 17,6 pahalandı, dışsatımımız ise tersine % 17,6 ucuzlatıldı..

Dış borçlarımız 400 milyar Dolardan % 17,6 artışla 470,4 milyar dolara tırmandı..

Yineleyelim; Türkiye artık G20 ülkesi değil!
2023’te Dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi içine girme masalları zaten başından beri matematiğe dayanmayan ham hayaller ve açıkça toplumu aldatma iken, iyice düş oldu!

Tarih ve Türk Ulusu, kendisine yapılan bu eşi görülmemiş derecede büyük ihanetin sorumlularından elbette hesap soracaktır.

Bu ağır fatura ve ezici sorumluluk öylesine geçiştirilebilecek türden değildir.

Bu “ekonomik bunalım” AKP’yi sandığa gömecektir ancak Türkiye’ye faturası ne yazık ki epey ama epey ağır olmaktadır..

Sevgi ve saygıyla.
8.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com 

*********

3. Güncelleme notu (05 Mart 2015)                          :

12.CB – Yarı Başkan Bay RTE‘nin TCMB Başkanı Sayın Doç. Dr. Ercan Başçı‘ya
faiz indirimi dayatarak acul biçimde ilk çatması 24 Ocak 2015 günü idi..

Bay RTE o gün gürleyerek TCMB kurumsal kimliğini haşlamış ve Dolar tırmanmaya başlamıştı. 2,27 TL’den 2,37 TL’ye yükselmişti. Doların 10 kuruşluk bu değerlenmesinin (re-valüasyon) paramızın ise değersizleştirilmesinin (de-valüasyon) faturasını ve ardalanını (background) irdelemiştik o yazımızda.

1 hafta sonra Dolar tırmanmasını sürdürüyordu ve 5 krş. daha değerlenmiş,
1 $ = 2,42 TL olmuştu. % 5 dolayındaki devalüasyon 7,5’lere koşuyordu.
Ülkeye muazzam maliyetini yeniden hesaplamak gerekiyordu.
En azından Dolar karşısında % 7,5 oranında yoksullaşTIRILMIŞTIK..

Yazımızı 2. kez güncellemiştik muazzam zararı yeniden hesaplayarak..

Tayyip bey TCMB’na çatmayı kesmedi..
24 Şubat 2015 günü Banka faiz oranlarında .25 baz puan düzeyinde indirim yptı amaa
RTE’yi “kesmedi” nedense?!..

“Öyle yarım puan yarım puan.. dalga geçerek olmaz..” dedi..

Hem ekonomiyi en iyi bilen adam O idi hem de Anayasa gereği Parlamenter bir rejimde simgesel Cumhurbaşkanı değil; kadir-i mutlak bir Başkan idi Erdoğan..
Ekonomi Profesörü Başbakan Davutoğlu susuyor, iktisat Doçenti TCMB Başkanı susuyor ve yıllardır Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ağzını aç(a)mıyordu!?

Tayyyip bey hala bu anlaşılmaz baskısını sürdürüyor ve kamuoyu önünde,
üstelik TCMB’nı vatan hainliğiyle suçlama derecesine vardırarak..
Dünyada örneği var mı böylesine bir afetin??

Kendi ülkesinin Merkez Bankası yönetimini dış odakların yönetiminde olmakla suçluyordu..

Bu ülke bunca zulmü hakedecek ne yaptı, anlamakta çoook ama çok zorlanıyoruz.

4 Mart 2015 günü akşam saatlerinde 1 ABD Doları 2,57 TL idi.

24 Ocak 2015 günü 2,27 TL iken.. 40 günde 30 krş. değerlendi Dolar.

Hesapları yenileyelim :

2,57 – 2,27 = 30 krş. Dolarda değerlenme, TL’de değer yitirimi
30 krş / 2,27 TL = % 13 devalüasyon oranı.

2014 sonunda 800 milyar Dolar dolayındaki ulusal gelir (GSMH) bu oranda küçüldü :

800 Bn $ x .13 = 104 Bn $.. GSMH 104 Bn $ azaldı.
Türkiye 18. büyük ekonomi değil artık..
İlk 20’nin dışına düştü..
TR artık G20 Ülkesi olma özelliğini yitirdi.
%13 oranında yoksullaştırıldık.
Kişi başına 10 bin $ dolayında olan yılık gelir %13 gerileyerek 8700 Dolara düştü.

400 milyar $ olan toplam dış borçlar %13 büyüdü; 452 milyar $ oldu.

260 milyar Dolar’a varan dışalım (ithalat) % 13 pahalandı..
Aynı düzeyde dışalım yapabilmek için % 13 daha fazla ödeme yapacağız.
Veya 260 milyar $ düzeyinde dışalıma karşılık % 13 daha az mal ithal edebileceğiz.

160 milyar Dolara varan dışsatım (ihracat) rakamını tutturabilmek için %13 daha fazla mal vereceğiz, %13 daha ucuz dışsatım yapabileceğiz. Emeğimiz, alınterimiz dışarıya % 13 daha ucuzlatılmış olarak sunulacak.

Ancak, paramızın Dolar karşısında % 13 değersizleştirilmesine karşılık dışsatımımız
Şubat içinde artmadı, azaldı! Ne hazin bir çelişki.. Bunun temel nedeni ise hastalıklı dışsatım (ihracat) yapımız. Açıkçası, 100 Dolarlık dışsatım için 70- 80 Dolar düzeyinde dışalım yapmaya mahkumuz! Bu ithal girdi olmaksızın dışsatım yapamıyoruz. Asıl madde / nesne dışarıdan alınıyor, biz Türkiye’de makyaj, boyama, ambalajlama.. gibi yüksek teknoloji ürünü olmayan ilkel katkılarla, ithal ürünlere ciddi bir katma değer yükleyemeden / katamadan
satmaya çabalıyoruz..

Bir başka hazin anlatımla 160 milyar Dolara yaklaşan dışsatımın % 70-80’i ithalat!

Demek ki, cebimizdeki para Tayyip beyin sorumsuz tutumu yüzünden 40 günde % 13 eridi ve hepimizi yoksullaştırdı.

Dışalımımız % 13 pahalandı, dışsatımımız ise tersine % 13 ucuzlatıldı..

Dış borçlarımız 400 milyar Dolardan % 13 artışla 452 milyar dolara tırmandı..

Türkşye artık G20 ülkesi değil!

16 milyon nüfuslu Hollanda bile toplam ulusal gelirde (GSMH) bizi geçti..

Yazımızın ilk içeriğinde aşağıdaki paragraf da yer almıştı :

  • Bu arada Bay RTE’nin bu yönde bir açıklama yapacağını öngören, açıklamanın sızdırıldığı kesimler (insider traders) Dolar alımı yaparak, 1 gecede servetlerine % 4,5 değer katmışlardır. Bay RTE, bu sorumsuz (!?) demeciyle “birilerine” 1 günde %4,5 faiz ödetmiştir ulusal servetten, garip – gurebadan… Bunların bir bölümü vakıflar, AKP’ye zoraki – koşullu bağışlar ve cemaatler üzerinden; yoksullaştırılan kitlelere aktarılarak, üstüne üstlük politik avantaja dönüştürülmeye çalışılacaktır hiç kuşku yok.*****Erdoğan TCMB’nı vatan hainliğiyle suçluyor.. Ülkeye zarar verdi, kötü yönetti… vs . diye..
    Yukarıda ve aşağıda özetlediğimiz tablonun asıl sorumlusu kim?
    Tarih ve halkımız en doğru kararı ve yargıyı verecektir.
  • Ulusal Ekonominin uğradığı zarar 40 gün içinde
    100 (yüz) Milyar Doları çook aşmıştır!

  • Geçen hafta, Dolar 2.50 TL dolayında iken, İktisat Profesörü ve eski Bakan Sayın Enis Öksüz, ulusal kanamayı 88 Milyar Dolar olarak açıklamıştı Ulusal Kanal’da.

    Dolar daha ne denli tırman(dırıl)acak, bilen yok..Fakat üretime dayanmayan borç ekonomisiyle duvara dayanacağımız kesindi.
    Yüksek faiz ve düşük kuru yıllarca sürdürerek cari açığı finanse etmeye çalıştı AKP.
    Kasım 2002’de 221 milyar Dolar toplam borç ile aldı, günümüzde son 40 günün % 13 devalüasyonuyla bu rakam 600 milyar dolardan 650 milyar dolara tırmandı!
    (400 Bn $ dış borç % 13 büyüdü)..Doların balonu henüz söndürülebilmiş değil..
    Seçim öncesinde bu zulüm neyin nesi idi ülkeye?
    Dış lobilerin etksinde olan gerçekte kim?
    Bu tablo karşısında TCMB Ulusal çıkarları kahramanca savunmaya çalışmıyor mu?
    Ülkenin Cumhurbaşkanı ise usul – ölçü – nezaket – hukuk… hiçbir şey tanımadan hücumda..
    Kim ve ne adına?
    Üstelik TCMB’nı vatan hainliğiyle suçlarken saydığı gerekçeler
    gerçekte kendi eylemine uyuyor..…. Şeçaat arzederken sirkatin söylemek bu olsa gerek..Tarih, halkımız ve ilahi adalet Erdoğan’ın yakasını asla bırakmayacaktır.

    Zerre huzuru kalmamıştır.. Kaçak sarayında ölüm / öldürülme korkusu / ABD tarafından
    deliğe süpürülme korkusu ile yaşamaktadır.. Yediği – içtiği – giydiği her şey ayrıntılı laboratuvar incelelemerinden geçirilerek..

    Buna yaşamak denirse..

    Bu arada ilk tazminat cezasına da mahkum edildi..

    İlahi adalet tecelli etmeye başladı galiba..

    Hakın parasıyla Umre nereye konacaktır?
    Orada yapılan dualar Allah katında  makbul müdür??

    Dönüşsüz akşamın ufkudur..

    Büyük Anadolu deyişidir; burnunuzdan fitil fitil gelecektir..

    Not : Başbakan yardımcısı bir profesör zat, birkaç gün önce NTV’de hala masal anlatıyor..
    2023’te Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisi içine girecekmiş..!?
    Şu anda 17. likten aşağılara düşmüşken, 9 yıl üstüsüte % 20’nin altına düşmeyen bir büyüme ile bu hedef belli varsayımlarla olanaklı. Dünyada örneği var mı? Bu yıl % 3-4 büyüme hedefi var.
    Niçin halka yalan söylüyorsunuz?
    Halkın hiçbir şey anlamayacağını mı düşünüyorsunuz?
    Başbakan yardımcısı bir Profesör bu hedefin olanaksız olduğunu görmekten aciz midir?
    Müslümanlık bu mudur?
    Dürüst olmak, halka yalan söylememek….

Sevgi ve saygı ile, 05.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

============================================

2. Güncelleme notu (09.02.2015)                          :

Bu yazı 24 Ocak 2015 günü yazılmıştı.
Bay RTE o gün gürleyerek TCMB kurumsal kimliğini haşlamış ve Dolar tırmanmaya başlamıştı. 2,27 TL’den 2,37 TL’ye yükselmişti. Doların 10 kuruşluk bu değerlenmesinin (re-valüasyon) paramızın ise değersizleştirilmesinin (de-valüasyon) faturasını ve ardalanını (background) irdelemiştik o yazımızda.
Aşağıda okunmasını dileriz.

1 hafta sonra Dolar tırmanmasını sürdürüyordu ve 5 krş. daha değerlenmiş,
1 $ = 2,42 TL olmuştu. % 5 dolayındaki devalüasyon 7,5’lere koşuyordu.
Ülkeye muazzam maliyetini yeniden hesaplamak gerekiyordu. En azından Dolar karşısında % 7,5 oranında yoksullaşTIRILMIŞTIK..

Başkaca değerlendirmelerimiz de olmuştu aşağıdaki o 2 yazımızda..
Tayyip bey hızını kesmedi ve Dolar bu gün, 9 Şubat 2015 günü 2,5 TL’yi gördü.
Böylelikle 24 Ocak’tan 9 Şubat’a uzanan 2 haftada 23 krş değer kazandırılarak, 23/227=%10,1 oranında bir DEVALÜASYON fiilen (de facto) gerçekleştirilmiş oldu.

Asıl hedefin de bu olduğunu düşünüyoruz. Dışsatım lobisine Dolar pahalı geliyordu, TL ucuzlatılmalıydı ki; dışsatım sudan ucuza da olsa bir parça artsın.
Ülkenin alın teri, kaynakları, putlaştırılan “dışsatım” adına dışarıya peş keş çekilsin..
Ancak dışsatımın %70-80 dışalıma bağımlı olması ciddi bir ayak bağı..
Dışsatımcının kârını düşürüyor ve onları daha da saldırgan (agressif) kılıyor.

Eğer bu % 10’luk “ivedileşen” devalüasyon “böyle” yapılmasa idi nasıl olacaktı?
Fatura AKP iktidarının sırtından alındı.. Ustaca bir manevra ile, Bay RTE
sözde TCMB ve Başkanı Doç. Dr. Erdem Başçı ile çatışıyormuş görünümü verilerek bir tiyatro oynandı ve halk da olup bitenin ayrımına var(a)madı..

Ancak Dolar’a bağlı ithal girdilerde fiyat yükselmesinin bedelini ödemekten
kaçınma olanağı yok.. Yavaş yavaş bu faturayı da Halk yüklenecek.

Bu manevra ile bir kez daha yerel – küresel sermaye lobilerinin diledikleri yapıldı.
İktidarın emekten / halktan yana olmadığı bir kez daha görüldü.
Ayrıca devalüasyon haberinin sızdırıldığı – burnu iyi koku alan yandaşlar ve uyanıklar spekülatif biçimde %10’a varan oranlarda servetini büyüttü. Bu çevrelerin dışında kalanlar ise halka birlikte % 10 eridi, küçüldü.

Bu %10’un yeteceğini sanmıyoruz, ancak hastalıklı sistemin, cılız ve dışa bağlı ekonomimizin direnme – dayanma gücü yoktu.. Arkası yavaş yavaş gelecektir kanısındayız. Ancak seçime dek şimdilik bu %10 ile idare edebiliriz.. Gündelik yaşama yansıması da nasılsa yavaş yavaş olur ve Haziran’a dek ciddi sorun yaratmaz. Önümüz de yaz.. Petrol fiyatları düşük kalırsa, Mart – Nisan’da doğalgaz, akaryakıt fiyatlarında seçim öncesi popülist bir indirim  bile yapabilirler..

7 Haziran Seçimleri AKP ve ülkemiz için yaşamsal önemde.
AKP yeter çoğunlukla kazanırsa, 2023’e,

“100. yıl dış destekli irtica ve dış destekli bölücülük için”

bir uzanmalık iş kalacak.. Hesap bu..

Bu arada, 2002 sonunda AKP iktidar olduğunda, 2003 başı Dolar kuru 1,4 TL idi..
Bu gün 2,5 TL’yi geçti..

2,5 TL – 1,4 TL = 1,1 TL
1,1 TL / 1,4 TL = % 78,6

AKP’nin 12 yılda Dolar temelli devalüasyonu % 80’e yaklaşıyor.

Zat-ı şahanelerinin iktidarlarında paramız Dolar karşısında % 80 değer yitirdi..
TL’nin değeri neredeyse yarıya indi / indirildi ..
Bunun adı “başarılı ekonomi yönetimi”!
Bay RTE şimdiki TCMB başkanı ekonomist Doç. Dr. Erdem Başçı’dan da,
önceki başkan Durmuş Yılmaz’dan da (Londra’dan Ekonomi lisanslı + yüksek lisanslı) …. herkesten ama herkesten daha iyi ekonomi biliyor!?
Bu birikimini ise İİTİA’den aldığı (sonradan Marmara Üniv. İİBM!?),
bir türlü gör(e)mediğimiz diploması ile edinmiş anlaşılan..

Biz ne söylersek söyleyelelim; korkarız taktik operasyon “şimdilik” tamam!?

Sevgi ve saygıyla.
09.02.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

2. Güncelleme notu (30.01.2015)                          :

Şu anda 1 ABD $’ı 2.42 TL..
24 Ocak’ta bu yazıyı yazdığımızda 2.37 TL idi..
Aşağıdaki maliyet hesaplarına %50 daha ekleyebilirsiniz..
Dolar’ın 2.27 TL’den 2.37 TL’ye 10 krş. değerlenmesine dayalı idi aşağıdaki
o yazımız.
Ülkeye fatura büyüyor..
“Herkes” TCMB’na gözünü dikmiş “faiz indirimi” bekliyor.
Kurduğumuz moneter sistem (yeni tanrılarımız para, faiz, rant, döviz vb.)
bizi tutsak aldı.
Yeri gelmişken bir kez daha anımsatalım :
Küresel kapitalizmden kurtulma dışında kurtuluş yok..

Bu Kapitalizm hastalığı ölümcül.. Tüm dünyayı felaketten felakete sürüklüyor.
Başımızın beladan kurtulası yok.. Adı üstünde, “kapital – sermaye” odaklı.
Ortada insan yok.. “Human” – “hümanizma” odaklı değil düzen..
Ortada “toplum” yok, sömürü düzeni “sosyal” odaklı “sosyalist – toplumcu” değil..
Dünya nüfusunun 100’de 1’i küresel gelirin yarısına el koyuyor..
Dünya nüfusunun yarısı yoksulluğa mahkum..
Açlık ölümleri 1. sırada.. 1 milyara yakın insan karnını bile doyuramıyor
(800 milyon / 7,3 milyar).. Başta DSÖ ve FAO’nun feryatları boğuluyor..

Bütün insanlık aklını başına almalı.. Bu küresel harakiriden kurtulmaya bakmalı..
Daha insanca, yaşanası, paylaşım – dayanışmayı temel alan yepyeni bir düzen kurulmalı;
geri bıraktırılmış ülkelerin başına getirilen komprador kapitalizmin taşeronları dışlanmalı.
Bunun için, tarihi – insanlığı boğan KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizme karşı 
DİRENİŞİ KÜRESELLEŞTİRMELİ Kanada’dan Prof. M. Chossudovsky‘nin
salık verdiği gibi..

Bu yazdıklarımız da, kalleşçe öldürülmesinin 25. yılında (31 Ocak 1990)
ADD kurucu genel başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy‘a armağan olsun..

Geçen hafta da merhum devrimci şehidimiz Uğur Mumcu‘ya armağan yazmıştık..
Ne biçim armağan ise..

Sevgi ve saygıyla.
Acı ve kaygı içinde ama UMUTLA!..
30.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================

Gerek ülkemizin gerekse dünyanın ekonomik göstergeleri hiç ama hiç iç açıcı değil.
Davos’taki çırpınmalar (!) sistemin yapısal hastalığı yüzünden anlamlı çözümler üretemiyor.
2007’de başlayan küresel ekonomik bunalım 8. yılına girerek bir rekor kırdı.
Daha önceki periyodik ekonomik bunalım dönemleri hem yatay hem de dikey boyutlarda
bunca bunaltıcı olmamıştı. Kapitalizmin onmaz hastalığının ürünü bu bunalımlar, yapısal!

Küresel vahşi kapitalizm, sonuna dek tüm kartlarını oynama kararlılığında anlaşılan.
Gidebildiği yer dek.. Ticaret- finans savaşlarına ek, bölgesel denetimli sıcak savaşlar dahil..
YoksullaşTIRma, işsizlik, küresel gelir dağılımında bozulma akıl almaz bir biçimde,
üstelik hızla sürüyor.. Son verilerle dünya nüfusunun en varlıklı %1’i
yani 73 milyon süper elit, küresel gelirin (>72 trilyon $ / 2013) yarısına el koyuyor. Dolar / Avro milyarderlerinin hem sayısı artıyor hem sahip oldukları servet büyüyor..
Davos’ta küresel firavunlar bu vahşi sömürünün nasıl durdurulacağını değil,
nasıl sürdürülebileceğini irdeliyor kapalı kapılar ardında.

12. CB – Yarıbaşkan Bay RTE, her türlü devlet terbiyesini ve nezaketini ayaklar altına alarak, yasa gereği özerk olması gereken TCMB‘na çok ağır biçimde saldırıyor ve

“.. uyarılardan nasibinin almamış görünüyor..” 

diye dehşet veren bir tümce kuruyor.. Yetki sınırlarını da aşıyor bu arada.
Bu sözlerin ardından Dolar 2.27 – 2.28 TL’den 2.38 TL üstüne fırlıyor. 10 kuruş pahalanmak ne demek??
10 krş / 2,27 TL = % 4,5 devalüasyon demek!..
Peki yetkililer bu sözlerinin nereye varacağını hesaplayamaz mı,
hesaplamak zorunda değil mi?
“Öfkeli 1 kısa azar tümcesi”, 1 günde yaklaşık % 4,5 devalüasyon getirdi.

Devalüasyon yoksullaşTIRma demektir,
enflasyon (yaşam pahalılığı) demektir,
halkın cebinden topluca çalma demektir.

İktisat okumuş bay RTE ve danışmanları kendisini uyarmamış olabilir mi??

*****
Kim yüksek faizden yana olabilir ki?

Ama 12 yıldır AKP, yüksek faiz – düşük kur ile ülkeyi muazzam borca boğup
sanal bir iyileşme yanılsaması sağlamadı  mı? Şimdi ne değişti?

Hem İslam dininde faiz haram değil mi?

Bay RTE bunu dillendirebilir mi, bu bağlamda “faizsiz bir ekonomik düzen” önerebilir mi?
Hadi canım sen de.. Dostlar alışverişte görsün.. TCMB faiz oranını yarım puan
değil de 1 puan+ düşürmeliymiş..

%4,5 devalüasyon ülkemizin toplam 400 milyar Doları aşan dış borçlarını bu oranda büyüttü. Yani Bay RTE’nin o sorumsuz (?!!?) tümcesinin bedeli 400 x % 4,5 = 18 milyar $ olmuştur.
Ayrıca 260 milyar $ dolayındaki dışalımımızı (ithalatımızı) yine % 4,5 oranında pahalılaştırmıştır;
260 x % 4,5 = 11,7 milyar $.
Dışsatımımız aynı oranda ucuzlatılmıştır; 160 milyar $ x % 4,5 = 7,2 milyar $..

Bu arada Bay RTE’nin bu yönde bir açıklama yapacağını öngören, açıklamanın sızdırıldığı kesimler (insider traders) Dolar alımı yaparak, 1 gecede servetlerine
% 4,5 değer katmışlardır. Bay RTE, bu sorumsuz (!?) demeciyle “birilerine” 1 günde %4,5 faiz ödetmiştir ulusal servetten, garip – gurebadan… Bunların bir bölümü vakıflar, AKP’ye zoraki – koşullu bağışlar ve cemaatler üzerinden; yoksullaştırılan kitlelere aktarılarak, üstüne üstlük politik avantaja dönüştürülmeye çalışılacaktır
hiç kuşku yok.

Doğrusu yaman plan, pes!

*****

Bu 3 görünür kalemi toplarsanız, 36,9 milyar $ gibi muazzam bir “doğrudan”
yıllık maliyet bulursunuz.
2014 için toplam ulusal gelir 800 milyar $ denirse, o tutarın yaklaşık %5’i!
Yandaşlara aktarılan haksız rantın yaratacağı yoksullaşTIRma ve gelir dağılımının
daha da bozulması cabası.. Yandaşların 100 milyar $ bir portföyü olsa,
bir günde 4,5 milyar $ avanta kazanım demektir. Bu, faizden de beter bir spekülatif ve
“külliyen haram” aktarım / gasp / post-modern kitlesel hırsızlık değil midir ??
Müslümanlıkta, İslamiyette, Kuran’da, ahlakta, hukukta yeri var mıdır??
Hiçbirinde olmadığına göre (!?) nerede vardır?

AKP’nin kutsal kırmızı kitabında vardır;
Türkiye bir Dar-ül Harp Alanıdır ve şeriat düzeni kurulana dek her şey
ama her şey mübahtır!

*****

Ülke kravatlı mollaların demir pençesi altında inin inim inlemektedir.

Bu durum sürdürülemez..
Bu dehşet verici bir durumdur..

  • Tüm bunları ülkesini – halkını seven, yurtsever ve sorumlu bir yönetici
    yapabilir mi?

Yapıyorsa bu davranışlara ne ad verilecektir?
Nasıl durdurulacaktır? Kim/ kimler engelleyecektir?
Ensenizde bol sıfırlı maddi – manevi tazminat davası ile durup dururken hakaret suçlaması ile hapis cezası davası açılması tehdidi Demokles’in kılıcı gibi tutulurken,
daha öte hangi sözcükler kullanılabilir ki??
TBMM’deki muhalefet partileri bu çok ciddi sorunun / talanın üzerine eğilmelidir, hem de hızla!

Çıplak söyleyelim; bu rejimin adı asla “ileri demokrasi” değil, tam da tersine
dinci despotizm, irticai totaliterliktir.

Ve de “Uygar Batı” (!?) ikiyüzlülükle yer yer sahnede yer yer perde gerisindedir.

İş başa düşmüştür..

Mustafa Kemal’in askerleri, Uğur Mumcular, kalpaksız kuvayı milliyeciler
O’nun Cumhuriyetini yeniden kurma tarihsel görevi ile
karşı karşıyadır.

Sevgi ve saygıyla.
24.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not : Tüm yazıyı pdf olarak indirmek için lütfen tıklar mısınız??

RTE’nin_TCMB’na_Catmasinin_Arka_Yuzu_Ugur_mumcu_ve_Muammer_Aksoy’a_Armagan

AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI


AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI..


Dostlar
,

Meş’um (Lanetli) 1993’ten bu yana 21 koca yıl geçti..

O yıl dikilen fidanlar gencecik – güçlü ağaçlar oldular.

O yıl doğan bebeler artık 21 yaşında birer fidan..

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 70. yaşına girmişti, günümüzde 90 yaşını devirdi..

20. yy. bitti, 21. yy’a geçtik..

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm iyice abandı ve

  • Türkiye ulusu ve ülkesiyle parçalanmanın eşiğine sürüklendi!..

Sevgili Uğur Mumcu 51 yaşında idi, 72 yaşına ulaştı..

Uğur Mumcu’nun sevgili evlatları Özgür ve Özge 16 ve 12 yaşlarında birer “çocuk” iken “babasız büyüyerek” birer genç yetişkin insan oldular O’na özlemle..

Sevgili Güldal Mumcu 42 yaşında dul kaldı ve yaşamının son 21 yılını
Sevgili Eşi “Uğur” olmadan tarifsiz acılarla sürdürmek zorunda kaldı..
Bir Onur anıtı gibi sürdürdü yaşamını, eşinin anısını ve felsefesini yaşatmak üzere Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı‘nı (UM:AG) kurdu.

Bizler, Türkiye insanı ise, O’nun Cumhuriyet’teki GÖZLEM köşesinde her gün bizlere Liman Feneri gibi ışık tutan yazılarından yoksun kaldık.. O yazılar ki
her biri Türkiye gündemini belirler, hırsızın – uğursuzun – rüşvetçinin – ajanın – satılmışın – katilin uykularını kaçırır ve hain planlarını bozarak günyüzüne çıkarırdı. Her dizesi, her sözcüğü çok ciddi ve emekli araştırmacı – gazetecilik ürünü idi.

Ankara Hukuk Fakültesini 1965’te bitirmiş ve efsane İdare Hukuku hocalarından
Prof. Tahsin Bekir Balta‘nın asistanlığına kabul edilmişti .. Ancak bu alanda uzmanlaşmasına ve parlak bir kariyer yapması muhakkak olan gidişine (1969-72)
engel olundu. 12 Mart’ta, “Ordu Uyanık Olmalı” başlıklı bir makalesi yüzünden hapsedildi. Mamak Askeri Cezaevinde 1 yıl tutuklu kaldı, 7 yıl hapis cezası aldı ama Yargıtay hükmü bozunca serbest kaldı ve “SAKINCALI PİYADE” olararak
resmen damglandı, Patnos’ta “Rütbesiz er” olarak askerlik yaptırıldı.

O’nun aramızdan koparılmasının 10. yılında Türkiye AKP’ye teslim edileli 2,5 ay olmuştu.. 14 Kasım 2002’den bu yana Atatürk’ün mazlum Türkiye Cumhuriyeti adeta kuzunun kurda teslim edilmesi örneği birilerine ziyafet için sunulmuş bulunuyor.. Son 12 yıldır da bu bağlamda çok yönlü, açık – sinsi parçalanma operasyonlarına tabi tutulmakta..

Uğur Mumcu’nun yazdıkları birer birer doğrulanıyor..

Bereket, yazamadıkları da sonradan, son derece varsıl (zengin) arşivi taranarak
büyük emeklerle kitaplaştırıldı UM:AG tarafından. Bu çabalar tarihe ve ulusumuza
büyük ve çok değerli hizmetlerdir. Halen CHP adına TBMM Başkanvekili olan
Sn. Güldal Mumcu öncülüğünde UM:AG Vakfına şükran borçluyuz..

Ağabey Ceyhan Mumcu, kendi deyimiyle “Uğur” un katillerinin bulunması için
ömrünü adadı. Güldal Mumcu, Doğru – Yol hükümeti Emniyet Genel Müdürü
Mehmet Ağar
ile konuşurken gladyo cinayeti anlaşıldı bütün çıplaklığıyla..
Bayan Mumcu, “çekin tuğlayı, cinayet aydınlansın..” dedi. Genel Müdür Ağar ise, “..çekemem, duvar yıkılır, altında kalırız…” dedi.. (Bkz. dipnotu..)

Böylelikle Devletin, işin içyüzünü yani Mumcu cinayetini kontr-gerillanın işlediğini bildiği fakat uluslararası dengeler – düğümler bağlamında açıklamadığı – açıklayamadığı anlaşıldı. Mumcu’nun eşinin ziyaretleri sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, “cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu”nu belirterek adeta namus sözü verdiler (1993) fakat failler yakalan(a)madı.. Dahası, kanlı cinayet alçakça bir komşu ülkeye
mal edilerek, üstüne üstlük halkın bu ülke halkına düşmanlaştırılması kozu bile oynandı..

Türkiye, yalvar yakar 3 yılın ardından ve muazzam Kore rüşveti sayesinde
(741 şehit, 2147 gazi : MEHMETÇİĞİN KANI VE CANI İLE RÜŞVET!)
4 Nisan 1952’de NATO’ya kabul edildikten sonra aydınlık öncü evlatlarını,
karanlıkta kalmaya bu sistem gereği mahkum gladyo cinayetlerine kurban vermeye başlamıştı.. Sözde Sovyet tehdidi (1945) ürküsüyle (paniğiyle) 4 nala NATO’nun kucağına atılırkan, T.C. Devleti, Devlet olarak en temel görevi olan yurttaşlarının can
ve mal güvenliğinden vazgeçmiş oluyordu.. Soyut “devlet bekası” kutsanarak
öne çıkarılmış, gerçekte devletin varlık nedeni olan vatandaş feda edilmişti.. Bu tercih, kritik “faşizm” eşiğidir ve Türkiye, NATO üyeliği ile gerçek bir demokrasi olma şansını yitirmiştir.

Dolayısıyla, her yıl bugünlerde, Adalet – Demokrasi haftalarında biz bu 2 güzel perinin ardında seraplar görmeyi sürdürürüz.. 1 hafta sonra da 31 Ocak 1990’da öldürülen ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy‘a
24 yıl sonra gene ağıtlar yakarız..

Sorun sistem sorunudur..

Türkiye’de halktan yana bir devrimci iktidar başa getirilemediği sürece bu alçakça cinayetler karanlıkta kalacağı gibi, yenileri de işlenmeye devam edilecektir..

Nitekim edilmektedir! Üstelik hızlanarak ve kapsamı genişletilererek..

Mumcu’nun öldürülmesinden 24 gün sonra işlenen Jandarma Gn. Komutanı
Org. Eşref Bitlis cinayeti
nereye konacaktır??

Mumcu’nun öldürülmesinden 6 ay kadar sonra 2 Temmuz 1993 Sivas toplu kırımı provokasyonu nereye konacaktır??

  • Aradan geçen 21 yılda açık – örtük yüzlerce gladyo / kontrgerilla cinayeti bu topraklarda NATO sayesinde işlenebilmiştir ve hiçbirinin de işleyeni yakalananamıştır!? (Ferit İlsever; Kontrgerilla 1-2)

“Faili meçhul” retoriği ile de zihinlerimiz tuzaklanarak cinayetlere
“öğrenilmiş çaresizlik sendromu” bağlamında boyun eğmemiz sağlanabilmiştir!?.

AKP dönemiyle birlikte köklü bir strateji değişikliği yapılmış ve asker – sivil öncü aydın kadroların tertip davalarla, sahte – düzmece iftira belgeleriyle hapse konularak tasfiyesi yöntemi uygulanmaya konmuştur.. Ergenekon, Balyoz vd. oyunlar bu iğrenç stratejinin türevidir ve bizzat Başbakan R.T. Erdoğan’ın Başdanışmanı AKP Ankara Milletvekili Doç. Dr. Yalçın Akdoğan tarafından apaçık itiraf edilmiştir : 25 Aralık 2013, Star gazetesindeki köşe yazısı ;

  • ” …Kendi ülkesinin milli ordusuna kumpas kuranların
    bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını…”

Sonuç                         :

Yineleyerek bağlayalım..

Sorun sistem sorunudur..

Türkiye’de halktan yana bir devrimci iktidar başa getirilemediği sürece
bu alçakça cinayetler karanlıkta kalacağı gibi,
yenileri de işlenmeye -türlü yollarla- devam edilecektir..

(Yazının pdf formatı aşağıda)
AYDIN_CINAYETLERI_STRATEJISI_ve_21._ADALET-DEMOKRASI_HAFTASI

Sevgi ve saygı ile.
23 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Dipnotu      :

Mehmet Ağar o sırada Erzurum Valisi’ydi. 6 ay kadar sonra Emniyet Genel Müdürü oldu. Ertesi yıl, 24 Ocak 1994’te Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret etti.
Bu olayı çözebilmek için özel bir ekip kurdurdum.” dedi. Bayan Mumcu
5 Şubat 1997 günü, TBMM Araştırma Komisyonu’nda o görüşmeyi anlattı.

“Bu işin arkasındakileri ortaya çıkarın, tuğlayı çekin.” dediğini, Ağar’ın ise.
Yapamam, tuğla çekilirse duvar yıkılır, biz de altında kalırız.
dediğini söyledi. Soruşturmayı yürüten savcının da kendisine
“Bu işi devlet yapmıştır.” dediğini aktardı.

Suriye’den Vahşet Resimlerinin Düşündürdükleri


Dostlar,

Deneyimli diplomat Sn. Onur Öymen‘in, Suriye’de kaynatılmak istenen
cadı kazanlarına ilişkin yorumu aşağıda.. Bizim R.T. Erdoğan da maşallah
1 numaralı insan hakları savunucusu kesildi başımıza.. 12. yılına giren iktidarlarında, işleyeni bilinen cinayetlerden hangisini aydınlattılar?

21. Adalet ve Demokrasi haftası sona yaklaşıyor. Bu bağlamda 3 şehitin katilerinin bulunması için atılan tek bir somut adım ve daha önemlisi ilerleme, ipucu, kanıt var mı?? 24-28 Ocak 2014 arası 5 günde byu toplum ADALET ve DEMOKRASİ arayışını çeşitli etkinliklerle haykırıyor adeta.. Adının ilk sözcüğü “Adalet” olan iktidar partisi hangi anlamlı katkıyı koydu bu çırpınışlara?

Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te,

Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan 24 Ocak 2001’de

ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy
31 Ocak 1990’da alçakça öldürüldüler..

Halk, gerçekte kendisine dönük bu saldırıları unutmadı..

Mumcu da “UNUTMA BİZİ!” demiyor muydu??

Devrim şehitlerinin mezarlarında güller açıyor..
Öyle istemişti Uğur Mumcu…

Suriye Dışıişleri Bakanı, Cenevre görüşmelerinde bizimkilerin
(Erdoğan – Davutoğlu) ağzının payını verdi..
Daha önce de yazmıştık, ne yaparsanız yapın, ancak sınırlı ve az eğitimli
iç kamuoyunu bir süre daha aldatabilirsiniz.. Dünya sersem sepelek de
bir tek Erdoğan – Davutoğlu ikilisi mi kaldı “akıllı” (!) ??

Korkumuz Türkiye’nin BM tarafından “terörist ülke” ilan edilmesi
ve zaten ekonomik bunalımda kıvranırken bir de bu suçlama yüzünden
çok yönlü ağır bedeller ödemesidir.. Ambargolar vb..
Tabii bu sonuç aynı zamanda Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin de
Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanması anlamına da gelebilir..

Türkiye’ye çok yazık oluyor, çok..
Emperyalizmin Suriye’deki kanlı oyunlarını kıraldan çok sahiplenmek ve gene de sümklü mendil gibi bir kenara atılmak.. Bu olası sonuçları öngörememek için herhalde Stratejik derinlik kitapları yazmış olmak, uluslararası ilişkiler profesörü falan.. olmak gerekiyor..

Sevgi ve saygı ile.
28 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Suriye’den Vahşet Fotoğraflarının Düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

 

Dün akşam televizyonlarda yayınlanan ve Suriye’de işkence sonucu öldürüldüğü söylenilen insanlara ait fotoğraflar insanlık adına utanç verici bir tabloyu gözler önüne serdi.

“On binlerce insanın nasıl vahşice öldürüldüğünü tüm dünya gördü” diyen Erdoğan,

“150 bin kişinin ölmesine seyrici mi kalacağız?” diye sordu.

Gerçekten bu vahşet tablosunun karşısında sessiz kalmamak gerek.
Ancak kafalardaki soruları da yanıtlamak gerekiyor. Bu fotoğrafların
Cenevre gmrüşmelerinden iki gün önce ve Esad’ın yeniden Cumhurbaşlanlığına aday olabileceğini açıklamasından hemen sonra yayınlanması son zamanlardaki moda deyimiyle anlamlı değil midir? İddia doğruysa, Esad’ın ehveni şer olduğunu söyleyen Sayın Davutoğlu bu işe ne diyecek? Ancak acele hüküm vermeden dünya televizyonlarında yayınlanan kimi bilgileri de dikkate almak gerekiyor.

Dün akşamki CNN yayınında Christian Amanpour, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savcılarıyla bir adli tıp uzmanını konuşturdu. Hepsi bu cinayetleri Esad yönetiminin işlettiği konusunda görüş birliği içinde. Ancak kim ayrıntılar da ortaya çıktı. Fotoğrafları çeken “Sezar” kod adlı kişi, Suriye ordusunda görevliyken bir süre önce silahlı karşıtların safına geçmiş. Bu insanların nerede kimler tarafından işkenceye maruz kaldıklarını ve öldürüldüklerini görmemiş. Kimliklerini de bilmiyor. Ancak bu cesetlerin devlete ait bir merkeze getirildiğini
ve kendisinin de orada bunları görüntülediğini söylemiş. Amanpour, bu iddianın incelenmesi işini kimin finanse ettiğini sordu. Yanıt: Katar Hükümeti.

Peki, silahlı karşıtların işledikleri insanlık dışı cinayetlerle ilgili olarak medyalarda pek çok fotoğraf ve video yayınlandı. Onların da araştırılıp araştırılmadığını sordu mu? Hayır sormadı.

Suriye’de Kimyasal silahların kullanılması sonucunda binden çok insanın öldüğüne ilişkin savlar ortaya atıldığında da kimi uzmanlar bunun Esad yönetiminin işi olduğunu söylemişlerdi. Bu yüzdenen neredeyse ABD Suriye’ye silahlı müdahalede bulunacaktı. Rusya’nın diplomatik girişimi sonucunda
bu önlendi ve kimyasal silahların imhası konusunda Suriye Hükümetiyle uzlaşmaya varıldı. Ancak karşıtların da kimyasal silah kullandığı yolunda k,m, Birleşmiş Milletler yetkililerinin billdirimlerine itibar eden olmadı.

Dünya kamuoyunu galeyana getirebilecek ve siyasal sonuçlar da doğurabilecek bu gibi savların mutlaka birkaç kaynaktan doğrulanması ve yansız kişilerce irdelenmesi gerekiyor.

Bence Türkiye’nin dile getirmesi gereken tutum şu olmalı:

  • Kime, nerede, kimin tarafından ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun; bütün şiddet hareketlerini, işkenceyi, yargısız infazları kınıyoruz.
  • Bunu yapanların belirlenerek cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz.
  • Suriye sorununun da daha çok kan dökülmeden, yabancı silahlı unsurların saldırılarıyla değil, Suriye halkının özgür iradesiyle çözümlenmesini bekliyoruz ve
  • Suriye’nin, toprak bütünlüğünü koruyarak en kısa zamanda laik ve demokratik bir ülke durumuna gelmesi için yapılacak bütün çalışmaları destekleyeceğiz.

Bence Türkiye’ye yakışan, halkın nefret duygularını büsbütün galeyana getirmek değil, her türlü şiddeti kınayarak barışçı bir çözüm arayışının yanında durmaktır.

(Not : Sayın Öymen’in hoşgörüsüyle, yazıdaki “resim” sözcüklerini, başlık dışında “fotoğraf” olarak değiştirdik.. Çünkü elimizdekiler “fotooğraf”, onlar “resim” değil.. A.S.)

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan, ADD Bilim – Danışma Kurulu Başkanıdır ve Nükleer Fizik uzmanıdır (Biz de aynı Kurulun yazmanıyız..). Savunma Sanayisi Müsteşarlığı‘ndan emeklidir. Çok iy matematik bildiği tartışma dışıdır. Ayrıca siyasete de yakın ilgi duymaktadır. Bu bağlamda seçim adaleti ve temiz seçim, güvenli seçim için
son zamanlarda artan bir çaba göstermektedir.

Aşağıda, bu bağlamda oldukça kapsamlı ve çok değerli bir yazısı yer alıyor.
pdf olarak da en sonda ekliyoruz. Konu, bu gün, 26.1.14 günü, ADD etkinliği olarak bir panelde işlendi..

21. Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında;
Devrim Şehitleri Uğur Mumcu ve
ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer AKSOY‘un
saygın anılarına

Özenle değerlendirilmesi dileğiyle ve Sn. Prof. Ercan’a şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
26 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D.Ali Ercan

 

Demokrasi kelimesi eski Grekçede “halk”  anlamına gelen Demos ve güç, kuvvet, iktidar anlamına gelen Kratos kelimelerinden türetilmiştir. Halkın halk tarafından yönetimi anlamına gelir. M. Kemal Atatürk buna kısaca “halkçılık” demişti.  Demokrasinin temel evrensel karakteristikleri eşitlik ve özgürlüktür. Seçim Demokrasinin vazgeçilmez koşuludur.

Eşitlik ilkesi gereğince seçimlerde her yurttaşın eşit ağırlıklı bir oyu vardır. Sorgulamak gerekir; Ülkemizdeki demokrasi uygulamasında gerçekten öyle mi?

Dikkatinizi çekmek istediğim ikinci nokta 2002 yılındaki genel seçimdir. Tümüyle rastlantılar zinciri ile oluşamayacak ölçüde olasılık dışı görünen, çok derin bir toplum mühendisliği planlaması olduğunu düşündüğüm bu seçimde, Türkiye uzun yıllar geçse de etkilerini üzerinden kolay kolay atamayacağı siyasal bir şok yaşamıştır. YSK rakamlarıyla 41,4 milyon seçmenin % 21’inin katılmadığı bu seçimde, oyların büyük bir bölümü %10 barajına takılmış ve sonuçta seçmen kitlesinin % 60 kadarının oyları Meclis’e yansımamıştır. Bu nasıl oldu, ona bakalım;

AKP’nin oyları tüm seçmen oylarının yalnızca % 27’si kadardı… (AKP kökeni Refah son seçimlerde ortalama % 18 dolayında oy alıyordu. Seçime katılmayan seçmenler içinde AKP seçmeni yok denecek ölçüde azdır). Ancak seçmenlerin %21 kadarı, yani yaklaşık AKP seçmeni kadar büyük bir seçmen kitlesi yaz tatil dönemi olmadığı halde seçime katılmadı. Normal koşullarda seçmenlerin %15 kadarının seçimlere katılmayışı makul sayılabilir. Dolayısıyla seçmenlerin en az 2 milyon seçmeni seçimlerden uzak tutacak psikolojik etkinlik sağlanabilmişti. Üstelik bu seçimde ilk kez % 4 oranında geçersiz oy belirlendi; oysa bu seçime kadar ve bundan sonraki seçimlerde geçersiz oy oranı %2 dolayında kalmıştır. Böylece, AKP’nin %27’lik oyu katılımın %79 olduğu seçimde 27/79= %34 değerine ulaşmış oldu. Ancak Meclis’te %34 ün karşılığına gelen 0,34 x 550 = 187 sandalyeden çok daha fazlasını elde etti. Çünkü Başta DYP olmak üzere 16 Parti %10 barajı altında kalmış ve dolayısıyla katılım içerisindeki oylar %45 eksilmişti.

Bu seçimde dikkati çeken en ilginç olay bir evvelki seçimde %22,2 oy alan DSP’nin bu seçimde %1,2 ile 20 puvan birden kaybetmesi, adeta yok oluşuydu. APO’nun yakalanışında halkın sempatisini kazanan Ecevit,  Merwe olayındaki taktik açıdan yanlış tutumunun bedelini ağır ödemek durumunda kaldı. (açıklanacak) CHP+DSP 1999 da toplam %31 oy almışlardı; 2002’de toplamda 10 puvan yitirerek, ancak %21 alabildiler. 1999’da her iki Partiye oy veren seçmenlerin olasılıkla üçte biri bu kez seçime katılmadılar ve dolaylı olarak AKP’yi desteklemiş oldular. Sonuçta, AKP’nin %34’lük geçerli oy oranı kalan %55 içinde 34/55 = %63’üne karşılık geldi; ancak yine de Meclisteki sandalyelerin %63’ünü değil, %66,4’ünü, yani 365 milletvekilliği kazanmış oldu. Özetle %27, “milli irade” iddiasıyla  %100’ü 5 yıl boyunca yönetti.

AKP bir yandan demokratik görevini ihmal eden seçmenlerin seçime katılmayışları, öbür yandan seçim yasasının çarpık mantığından kaynaklanan adaletsizlikle Meclisteki sandalyelerin (nerdeyse) 3’te 2’sine sahip oldu; yani Anayasayı değiştirmek için gerekli mutlak çoğunluk 367 sayısına 2 eksik kaldı. Oysa seçim barajı %5 olsaydı, “her İl ‘ e otomatik +1 milletvekili” kuralı olmasaydı ve “d’Hondt sayım sistemi” yerine “oransal temsil” usulü uygulansaydı AKP ancak 225 milletvekili çıkarabilecekti.  AKP’nin hak ettiğinden 140 milletvekili fazladan çıkarmasının gerçek nedeni halk tarafından anlaşılmadı ve (haklı veya haksız) oyların çalındığı, sahtecilik yapıldığı yönünde “şaibe” söylentileri yayılmaya başladı…

Haritada 2002 seçim sonucunun ilçeler bazında ağırlıklı Parti oylarının dağılımı gösteriliyor. Trakya’da ve Ege-Akdeniz kıyı şeridinde CHP’nin Güney-Doğu Anadolu’da DEHAP’ın ve geri kalan yerlerde AKP’nin kazandığını görüyoruz. Orta Anadolu’da DEHAP’ın kazandığı tek ilçe Cihanbeyli.

Son 12 yılda yapılan seçimlere katılım oranı ortalama % 78 olmuştur. 2011 yılında yapılan seçimde rekor katılım oranı  %83 belirgin bir şekilde bu ortalamanın üzerindedir; bu fark yaklaşık 3 milyon ek seçmen demektir. 2007 ve 2009 seçimlerinde katılımın yüksek görünmesinin nedeni YSK tarafından Seçmen sayısının olduğundan 5 milyon düşük gösterilmesidir. Anayasa Referandumunda ise Anayasa değişikliğine %58 evet oyu çıkmıştır; ancak katılımın %74 oluşu göz önüne alınırsa, Mevcut Anayasa, halkın yalnızca %43’ünün “Evet” dediği bir Anayasadır.

Düşük eğitimli ve düşük gelirli toplumlarda Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla ve düzgün bir şekilde işleyemeyeceğini ifade ederler sosyal bilimciler ve tüm kural ve kurumlarıyla demokratik işleyişi test eden 10 kadar belirteç sayarlar. Ben bu belirteçlerden en önemli olan dördünü, Gelir, Sosyal adalet, Eğitim ve katılımı içeren “Demokrasi Faktörü”nün (F) bir fonksiyonu olarak “Demokrasi katsayısı” (D) tanımlamak istiyorum. Demokrasi Faktörü büyüdükçe, Toplumun demokratik olgunluk düzeyini gösteren ve D=1-exp(-F/4) şeklinde üssel olarak artan Demokrasi katsayısı da doğal olarak yükselecektir. Türkiye’de kişi başına ortalama gelir Dünya ortalamasının yaklaşık 0,9’u kadarıdır (~ 9 bin dolar). Toplumda gelir dağılım adaletini gösteren Gini-katsayısı 0,40 tır (Ki gelişmiş, Uygar Ülkelerde bu katsayının 0,25-0,35 arasında olduğunu biliyoruz..).  Türkiye’de Seçmenlerin ortalama eğitim düzeyleri 6,3 yıl ve seçimlere katılım oranı ortalama %78’dir. Bu değerlerle Türkiye’nin Demokrasi katsayısını
0,60
olarak buluyoruz; bir başka anlatım ile “Türkiye’nin demokrasi notu 100 üzerinden 60’tır” diyebiliriz. 1. sıradaki İsveç’in Demokrasi katsayısının 0,99 olduğu, İsveç’le Türkiye arasında 40 dolayında Ülkenin bulunduğu göz önüne alındığında Demokrasimizin henüz “ileri Demokrasi” olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şimdi gelelim Seçmen sayısının belirlenmesine… Bunun için Nüfus ve Yaş Dağılımı, Ortalama Yaşam süresi gibi demografik parametrelerin bilinmesi gerekir. Türkiye’nin Nüfusu, ilk kez 1927’ de yapılan ve her 5 yılda bir yinelenen Genel Nüfus sayımları ile belirleniyordu. 2000 yılından sonra bu güvenilir yöntem terk edilerek Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi temelinde nüfus kestirimleri yapılmaya başlandı. 1960’ta yaklaşık 28 milyon olan Nüfus, 2000 yılında 68 milyona erişmişti. Bir başka anlatım ile nüfusumuz 40 yılda 40 milyon, yani yılda ortalama 1 milyon artmıştı. Nüfus gelişim analizlerinden elde edilen sonuçlara göre, 2007’de 75,4 milyon olması beklenen nüfus TÜİK tarafından 70,6 milyon olarak bildirildi ve izleyen yıllarda da, eskiden olduğu gibi, yılda ~1 milyon artırılarak 2012 sonunda 75,6 milyon rakamına gelindi; Oysa 2013 yılı nüfusumuzun, 13 yılda en az 13 milyon artmış olarak 2013 yılında 81 milyonu aşmış olması beklenirdi. 

Avrupa ve Amerika’daki kimi resmi kurumlar da bu yönde tahminlerde bulunmuştur yaklaşık 5 milyon Yurttaşın kayıt dışına alınmış görüntüsü veren problematik bir durumla karşı karşıyayız. TUIK nüfusa kayıtlı, yani vatandaşlık numarası olan toplam 81 milyon kadar Türk vatandaşının bulunduğunu ve bunların 5 milyon kadarının yurt dışında yaşadığını, dolayısıyla Türkiye nüfusunun 76 milyondan daha fazla olamayacağını söylüyor. Ve 2007’den geriye doğru 1980’lere dek eski verilerin düzeltilmesi gerektiğini bildiriliyor.

Yıllık Nüfus artış hızını kadın başına çocuk sayısı ve toplumdaki ortalama yaşam süresi belirler. Kadın başına çocuk sayısı 2 olduğunda nüfus artış hızı sıfır olacak ve Nüfus sabit kalacak demektir. 2’den büyük olduğunda Nüfus artacak, 2 den küçük olduğunda azalacaktır.

Ancak kadınların ve erkeklerin toplam nüfus içindeki sayısal oranı ve ortalama yaşam süreleri aynı olmadığından bu eşitlikte 2 yerine yaklaşık 2,05 alınır. Türkiye’de kadın/erkek nüfus oranı fe/fk=0,505/0,495 tir.. (Yani her 51 erkeğe karşı 50 kadın var). Ortalama yaşam süreleri de 2013 yılında kadınlar için yk=66,3 yıl erkekler için ye=65,8 yıldır; bu verilerle 2 yerine 2,03 rakamı elde ediliyor.

Sonuçta Türkiye’nin şu andaki nüfus artış hızının binde 12 olduğunu ve nüfusumuzun her gün en az 2500 kişi arttığını söyleyebiliriz.

2000 yılı öncesi yapılan sayımlardan yıllık nüfus artış hızını da belirlemek mümkündür. Buna göre 1950’lerde binde 30 düzeyine kadar yükselmiş olan nüfus artış hızı 1960 sonrası inişe geçmiştir. 2000 de binde 16,5 olmuştur. Bu iniş eğiliminin (trendinin) sürerek 2050’lerde binde 5 düzeyinin altına ineceği kestiriliyor. 2000-2014 arasındaki yıllık nüfus artış hızları çarpımından 2014 yılı nüfusumuzun 2000 yılı önceki nüfus verileri temelinde, 2000 yılına göre % 21 dolayında arttığını, dolayısıyla 82 milyon dolayında olacağını kestirebiliriz. Zaten düz hesapla da yani 13 yılda 13 milyon artışla 68 milyondan 81 milyon üzerine çıkılacağını öngörmek de çok yanlış bir kestirim olmazdı.

Bu arada Türkiye’deki nüfus artışının gidişatını kıyaslamak için Dünya Nüfus artış hızına bakalım. Dünyada “Elektronik Çağ” diye adlandırılan bu dönemde, 1950-2000 arası nüfus patlamasının yaşandığı dönem oldu. Dünya tarihinde insanlığın nüfus artış hızı hiçbir dönemde bu denli yüksek olmamıştı.  (Grafikte 1960 yılında ilk kez piyasaya sürülen doğum kontrol haplarının ani etkisi de görülüyor.)

Bu dönemde Nüfus artış hızı Dünya ortalaması binde 22’leri gördü. Türkiye’de ise belirgin bir şekilde daha yüksek bir artış hızı gözlemlendi. Özellikle Güney Doğu Anadolu’da belli bir halk kesimi siyasal amaçlı güdülenmiş yerel nüfus politikasının etkisiyle binde 30 dolayındaki artış hızını sürdürdü.

Seçmen sayısını hesaplayabilmek için yalnızca nüfusu bilmek yetmez. Aynı nüfusta olan iki Ülkenin seçmen sayısı ortalama yaşam sürelerine göre farklı olabilir. Öncelikle yaş dağılım fonksiyonunun bilinmesi gerekir. Normal olarak yaş dağılım fonksiyonu 5 veya 6 parametreyle gösterilebilen bir polinom şeklindedir. Burada gösterildiği gibi ortalama yaş ve ortalama yaşam süresi matematik yöntemlerle belirlenebilir.  Örneğin 1990 yılında Türkiye’de ortalama yaşam süresi 51,4 yıl ve ortalama yaş ise 26,4 olarak hesaplanmıştır. 1990’da Seçmen sayısının tüm nüfusa oranı % 57’dir. İlerleyen yıllarda örneğin 2023’te bu oran
% 72 olacaktır.

Nüfus dağılımını basit bir modelle (yamuk+üçgen) gösterirsek, ortalama yaş ve ortalama yaşam süreleri de basit formüllerle ifade edilebilir:

Ortalama yaşam süresi X ≈ [(y+h)a+hb]/2y) ve

Ortalama Yaş x≈{ (2h+y)a2 +h(b2+3ab) } /3[(h+y)a+hb)] dir.

Özel hal; y=h olduğunda;

Ortalama yaşam süresi  X=a+b/2  ve

Ortalama yaş x=(3a2+b2+3a.b)/(6a + 3b)  eşitlikleriyle verilebilir.

Örneğin TUIK tarafından yayınlanan 2012 yaş dağılımından Ortalama yaşam süresi 66 yıl, ortalama yaş 34 olarak hesaplanmaktadır. 18 yaş ve üzeri Seçmen sayısının tüm nüfusa oranı da % 70’tir.  (Nüfusun % 30 u 18 yaş altı gençlik) 2000 yılı öncesi yapılan sayımlardan yıllık nüfus artış hızını da belirlemek mümkündür. Buna göre1970 e kadar % 25’lere kadar yükselen nüfus artış hızı 1970 sonrası inişe geçmiş ve 2000’de % 1,65 değerine inmiştir. Bu eğilim sürerek nüfus artış hızımızın 2050’lerde binde 5 düzeyinin altına ineceği Nüfus artışının sıfırlanacağı, nüfusun sabit kalacağı, hatta inişe geçeceği kestiriliyor. Ortalama yaşam süresi 2014’te 67 yıl olacak.

Eğer ortalama yaşam süresinin gidişatı güvenilir bir doğrulukla biliniyorsa ileriye doğru yaşam beklentisi de hesaplanabilir;  Bu grafikte gösterildiği gibi (t) zamanındaki ortalama yaşam süresi  ω ve 45 derecelik eğimle geçen doğrunun eğriyi kestiği nokta β ise o yıl doğanlar için beklenen ortalama ömür demektir.

Türkiye’nin Nüfus gelişimine bakacak olursak;

DİE tarafından yayınlanan 1960-2000 yılları arasındaki lojistik bir eğri (S-Curve) bize 2013 için 81 milyon değerini veriyor. TÜİK tarafından verilen “düzeltilmiş” değerler ise 1980’den başlayarak farklılık gösteriyor. Örneğin 2014 yılı nüfusu eski DİE değerleri temelinde hesaplandığında 82 milyon, yeni TÜİK verilerine göre 77 milyondur. Arada 5 milyonluk fark var. Seçmen sayısında da ~ 4 milyon fark demektir. Bu farkın geriye doğru eritilerek düzeltilmesi gerektiğini savunuyor şimdiki TÜİK yetkilileri.

18 yaş üzeri Seçmen sayısının Nüfusa oranı (S%) Ortalama yaşam süresinin bir fonksiyonu olarak belirlenebilir. Ortalama yaşam süresinin ~68 yıl olması beklenen 2015’te, ~55 milyon olur. (Eski DİE verilerine göre hesapladığımızda ~59 milyon buluyoruz) Özetle şunu söyleyebiliriz.  Ortalama yaşam süresini veya Yaş dağılımını biliyorsak Seçmen/Nüfus orantısını bulabiliriz. Nüfus da biliniyorsa, buradan seçmen sayısını hesaplamak kolaydır.

2007 yılında YSK seçmen sayısını 42,8 milyon olarak ilan etti ve sonuçları bu seçmen sayısı üzerinden verdi. Oysa TÜİK’in verilerinden gördüğümüz kadarıyla seçmen sayısı en az 48,2 milyondu. 2002-7 arasında ~7 milyonluk bir fark olması gerekirken YSK 1,4 milyonluk bir artış yaptı; 5,4 milyon seçmen kayıtlardan silinmiş, adeta buharlaşmıştı. 2011 seçiminde ise ~10 milyonluk bir artışla seçmen sayısı 52,5 milyon olarak verildi. Bu kez de 5,9 milyon seçmenin kayıtlara (seçmen kütüklerine) girdiği anlaşıldı (500 bin fazlalık?!) Sonuçta bir düzeltmeden söz edilse de kafa karıştırıcı bu işlemler birtakım manüplasyon söylentilerine yol açtı.

Değerli arkadaşlar;

Buraya dek ağırlıklı olarak demografik durumdan, Nüfus ve Seçmen sayısındaki tutarsızlıklardan söz ettik. TÜİK ve YSK gibi önemli kurumların verdikleri rakamların güvenirliği maalesef tartışmalı hale gelmiştir. Zaten kör-topal yürüyen bir Demokrasi uygulamasının Devlet kurumlarının ciddiyetle bağdaşmayan verileri nedeniyle gölgelenmesi yanında özgür seçmen iradesinin gerçekleşmesini engelleyen 12 Eylül ürünü çarpık mantıklı seçim yasasından kaynaklanan adaletsizliği yaratan kısıtları “şeytan üçgeni” olarak betimlemek istedim.

Eşit ve özgür olarak kullandığımızı sandığımız oylarımız üç yönden kısıt altına sokulmuştur.

1- %10 Ülke Barajı,

2-Her ile nüfustan bağımsız, otomatik +1 milletvekili tahsisi,

3-Oyların sayımında d’Hondt Yöntemi

Bunları kısaca gözden geçirelim;

Avrupa Ülkelerinde % 10 baraj uygulayan bir Ülke yok.  Nüfusu 140 milyon olan Rusya’da bile Ülke barajı %7 olarak belirlenmiş. Nüfusu yaklaşık Türkiye Nüfusu kadar olan Almanya’da Baraj %5’tir. Ülkelerin nüfusları küçüldükçe baraj oranının da küçüldüğünü görüyoruz. Nüfusu 10 milyon altındaki Ülkelerde baraj hemen tümüyle kaldırılmış durumdadır. Komşumuz Yunanistan’da %3 Demokrasi örneği diyebileceğimiz İsveç’te %4 uygulanmaktadır.

  • Herhalde Türkiye için en uygunu % 5’tir. 

Oylarımızın eşit temsili önündeki bir başka engel Milletvekili kontenjanının belirlenmesinde başvurulan “basamak sisteminin” doğurduğu adaletsizliktir. (Bu tabloda 2, 3, 4, 5, ve 6 milletvekili kontenjan sınırlarındaki İl’ler ve nüfusları gösteriliyor. Seçmen sayısı nüfusa orantılı) Örn. Elazığ 563 binlik nüfusu ile 4 MV basamağına alınmış. Aynı basamağın en altındaki Muş’tan tam 150 bin fazla nüfusu olmasına karşın her iki ilden de 4 er Milletvekili seçiliyor.

Bir başka anlatım ile Elazığ’ın 150 binlik fazlası (~100 bin seçmen fazlası) hiçbir fark getirmiyor.

Öte yandan nüfusu Elazığ’dan yalnızca 10 bin fazla olan Kütahya 5 milletvekili çıkarıyor.

Bu adaletsizlik bir milletvekili için gerekli oy sayısı aralığında İl’lerin nüfuslarına göre basamaklara ayrılması ve böylece her İl’in milletvekili kontenjanını belirlemek usulünden kaynaklanıyor. Basamak sınırları arasında kalan fazlalık oylar sandıklara atılmış olsa da aslında İlin temsili açısından etkin bir değer taşımıyor.  Türkiye genelinde “basamak kurbanı” diyebileceğimiz oy sayısı yaklaşık 3,5 milyondur.

Basamak sorunundan daha büyük haksızlık kaynağı ise her İl’e otomatik +1 Milletvekili tahsisidir. Aslına bakılırsa İl’lere nüfuslarına ve seçimdeki katılım oranlarına bakılmaksızın peşinen 1 Milletvekili tahsis edilişi “İl” leri  “Eyalet” olarak görmek mantığından başka bir şey değil. +1 Milletvekili Kontenjan uygulamasından en büyük haksızlığa uğrayanlar 3 büyük kentte İstanbul, Ankara ve İzmir’de oturan yurttaşlarımızdır.

Bunu Ankara örneğinde açıklamak istiyorum; 81 vilayetin her birine peşinen 1 kontenjan milletvekili verildikten sonra geri kalan550-81= 469 milletvekili nüfusa orantılı dağıtılıyor.  Nüfusu 5 milyon olan Ankara’ya 5/75 x 469 = 31 Milletvekili düşüyor. Sonuçta Ankara 32 Milletvekili alırken,  Nüfusları toplamı 5 milyon olan 24 küçük İl 31+24=55 Milletvekili çıkarıyor. Bu durumda Ankara’daki Seçmenlerin 23/55  (%42) kadarının Oyları  (yaklaşık 1,4 milyon oy)   “sandıkta olup boşa giden” oylardır. Böylece Ankara, İstanbul ve İzmir’de toplam 5,5 milyon Oy  “+1 Vilayet Kontenjanı” düzenlemesinin kurbanı oluyor! Basamaklardan yitirilen oylarla birlikte yaklaşık 9 milyon oy, ki Tüm seçmenlerin 6’da 1’i demektir, “Eşitsizlik Kurbanı” oylardır.

Ankara’da katılımın %80 Muş’ta %60 olduğunu düşünelim. Bu durumda Ankara’da 1 milletvekili 87500 oyla seçilirken, Muş’ta bu sayının yarısıyla, 43750 seçmenin oyu ile 1 Milletvekili seçilmiş olacak. Bir başka ifade ile Ankara’da ki bir seçmen Muş’taki bir seçmenin TBMM’de temsil gücü bakımından yarı değerinde olacaktır.  Peki nerede kaldı  Demokrasinin eşitlik ilkesi??

Şeytan üçgeni dediğim kısıtların sonuncusu d’Hondt sayım yöntemidir.

Bir seçimde Partilerin milletvekili sayısını belirleyen bir Yöntem. Oy sayısı bakımından 1. sıradaki partiyi diğerlerine göre avantajlı konuma taşıyan ve “Temsilde adalet” ten çok, “Yönetimde istikrar” İlkesini ön planda tutan bu sistem bugün 27 Ülkede  uygulanmaktadır. Ancak geçen yüzyıl Belçikalı matematikçi ve hukukçu Victor d’Hondt (1841-1901) tarafından önerilen bu sistem ayrıca
Ülke barajı ve her ile +1 Milletvekili kısıtlarını öngörmemişti.

d’Hondt sayım tekniği ile değerlendirmede alınan oylar 1,2,3,… ile bölündükten sonra bölümler içerisinde en büyük sayıdan küçüğe doğru o bölgeden çıkacak MV sayısına dek işaretleniyor; böylece Partilerin çıkaracakları MV sayıları belli oluyor; örnek %40 oy alan A Partisi sonuçta Milletvekillerin yarısını çıkarıyor, yani %25 “bonus” kazanmış oluyor birinci konumdaki parti. Ülke genelinde ortalama %15’tir.. 1. konumdaki Partinin kazanç faktörü.

İşte bu şeytan üçgeni dediğim kısıtlar arasında geçen 2011 seçim sonuçları tabloda gösteriliyor. Katılımın %84 gibi rekor düzeyde olduğu bu seçimde Ülke genelinde oyları %41,3 olan AKP, geçerli oyların %50 sini almış oldu ve Meclisteki sandalyelerin %60’ına sahip oldu. Kazanç faktörü %20 !

2011 seçiminde Partilerin kazandıkları seçim bölgelerini ilçeler ölçeğinde düzenlediğimizde AKP’nin hemen bütün Türkiye’yi kapsadığını görüyoruz. Ülkedeki yaklaşık bin kadar ilçenin Güneydoğuda bulunan 50’sinde BDP, Trakya ve Ege kıyılarındaki 100 dolayında ilçede de CHP kazanmış; geri kalan bölgelerde AKP kazanmış durumdadır.

2015 seçiminde ne olur, şimdiden kesin bir şey söylemek zor. Kestirimim katılımın %80 düzeyinde olacağıdır. BDP yine % 5 dolayında 30 bağımsız Milletvekili kazanabilir. AKP’nin %40 sınırı altına ineceğini, CHP’nin %30 çizgisini aşacağını kestiriyorum. MHP %15’i aşarsa ve 2 parti aralarında anlaşabilirlerse, Ulusal çizgide kurulacak CHP + MHP koalisyonu ile AKP iktidarına son verilebilir. Bu seçimde Kilit konumdaki Parti MHP’dir. Çünkü İslami çizgide kurulacak bir AKP + MHP koalisyonu da olanaklı.

TEŞEKKÜR EDERİM.

Adil bir Seçim Sistemi için Öneri.. 

ULUSAL ARTIKLI (MİLLİ BAKİYELİ) ORANSAL TEMSİL SİSTEMİ

  • Seçim barajı % 5‘e indirilir.
  • Her ile otomatik +1 Milletvekili Kuralı kaldırılır.
  • Milletvekili gelirinin kişi başına ulusal gelire eşitlenmesi, Partilere devlet yardımının kaldırılması ve Milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılması koşuluyla!
    Milletvekili sayısı M= 800‘e çıkartılır.
  • İllerin Milletvekili aday sayısı Türkiye genelindeki seçmen sayısına orantılı olarak (kesirler üst tam sayıya eşit sayıda) geçici olarak belirlenir. (İli temsil edecek gerçek MV sayısı, katılım durumuna göre, Seçim sonuçları alındığında belli olacaktır. Katılım oranına göre ± 1 farklı olabilir.)
  • Toplam geçerli oyların % 5’inden çoğunu alan Partilerin aldıkları oylar ile Bağımsız adayları aldıkları geçerli oyların toplamından (S), Bir (bağımsız) adayın milletvekili seçilebilmesi için gerekli en az oy belirlenir:  B=1+ S/(M+1)
  • Bağımsızlar belirlendikten sonra, kalan milletvekillikleri için %5 barajı aşan partilerin aldıkları geçerli oy oranına karşılık gelen Milletvekili sayıları belirlenir.
  • Baraj üzerindeki partilerin aldıkları toplam geçerli oy sayısının, bağımsızlar dışındaki Milletvekili sayısına bölümü ile bir (parti) Milletvekilliği için gerekli oy sayısı (P) bulunur. Bölgelerde Partilerin aldıkları geçerli oylar P ile bölünerek Partilerin “tam sayılı” bölge milletvekilleri kesinleşir.
  • Arta kalan kesirlerden Partilerin “kontenjan” milletvekilleri belirlenir.

Dosyanın pdf formatı : SEYTAN_UCGENINDE_DEMOKRASI_OYUNU

ADD 24 YAŞINDA!


ADD 24 YAŞINDA!

PORTRESI_husnu_merdanoglu

 

 

 


Hüsnü MERDANOĞLU

Yurt sorunlarına duyarlı 50 kişi tarafından 19 Mayıs 1989’da kurulmuş olan
Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) günümüzde 400 şubesi ile ülkemizin en büyük sivil toplum kuruşlarından biridir.  ADD’nin kuruluş nedenlerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde yaşanmış olan olumsuz gelişmelere karış, özellikle günümüzün sosyal medyanın etkisi altında yetişen gençlerimize Atatürk, dolayısıyla yurt sevgisi ve yurttaşlık bilincinin aşılanmasıdır. Bunun için; başta Genel Başkanı olmak üzere tüm yönetici ve ADD üyelerine
önemli sorumluluklar düşmektedir.

ADD kuruluşunda görev alan ve üye olanlar için, çalışmanın nasıl bir özveri, ciddiyet
ve kararlılık gerektirdiğini; Atatürk’ün 15 yıl içinde yaptıklarını anlayarak ve ADD’nin kurucularından ve kurucu Genel Başkanı olan Prof. Dr. Muammer Aksoy’un çalışma temposunu anlayarak örnek almak mümkündür.

Atatürk’ün yaptıklarını anlatmak bu yazının kapsamını genişleteceği için
Muammer Aksoy’un yaptıklarına kısaca değinmek gerekir ise şu özet bilgilere ulaşmak mümkündür:

ADD’nin kuruluş sürecinde Türk Hukuk Kurumu Başkanı olan Muammer Aksoy, 12 Eylül döneminde Atatürk adının her aşamada kullanılarak yıpratılmasına karşı çıkmıştır. Hukuk devletini, Atatürk ilkelerini ve ulus devlet bütünlüğünü yılmadan, çekinmeden korkmadan savunmuştur. Siyasal iktidarların, Cumhuriyet yönetimine
ters düşen her uygulamalarını yargıya taşımaktan asla geri durmamıştır.
Muammer Aksoy, Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesinin kaldırılmasına karşı çıkan hukukçulardan olmuştur. Prof. Aksoy, halen failleri bulanmayan bir suikast sonrası öldürülmüş ise de (31 Ocak 1990), sonsuza dek yurtsever bir kişi olarak bilinme onurunu taşıyacaktır.ADD’nun kurucularından ve Onursal Başkanı olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Güç Birliği Çağrısı” başlıklı yazısında şu hususlara dikkatleri çekmiştir:“Katilleri hala bulunamayan Devrim Şehidi Prof. Muammer Aksoy tarafından kurulmuş olan Atatürkçü Düşünce Derneği, bir bildiri yayımlayıp Atatürkçü kuruluşları, laikliği koruma yolunda güç birliğine çağırdı. Buna ilişkin bir haberi Cumhuriyet Gazetesi’nin 30.7.1990 tarihli sayısında okudum. Derneğin yönetim kurulunca kaleme alınıp bir örneği bana da ulaşan bildirinin önemli bölümlerine, bu derneğin kurucu üyesi ve onursal başkanı kimliğiyle, bugünkü yazımda yer veriyorum:

  • “Bilindiği gibi, Atatürk yeni Türkiye’yi kurarken,
    – yapıtının temelini laiklik ilkesiyle atmış,
    – gövdesini ise cumhuriyetçilik ilkesiyle örüp çatmış,
    – özü kültür, özgürlük ve bağımsızlık bilinci olan
    – ulusalcılık ilkesini harç diye kullanmıştır.
    – Devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerini de uygulama yöntemi, işlevi ve amacı olarak belirlemiştir.
    O büyük devrim ustasının özene bezene ortaya çıkardığı ve üstüne titrediği
    bu yapıt, kendisi ölünce, ilkin, bakım ve koruma yetersizliği nedeniyle yıpranırken, giderek, savsaklamadan saldırıya dek varan aykırı davranışlar dolayısıyla çatlayıp dökülmeye başlamış, son zamanlardaki açık ve kapsamlı yıkıcılık uygulamalarıyla da çökmeye yüz tutmuştur.
    Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk ulusunun çağdaşlık yolundan saptırılması ve uygarlaşmaktan alıkonulması için neredeyse yarım yüzyıldır sürdürülen planlı, sinsi gericilik etkinlikleri günümüzde büyük bir ivme kazanırken, ‘kör kör parmağım gözüne’ denebilecek pervasız uygulamalar biçimini almıştır. (…)

(…)

Dindarlığın meczupluğa ve gösterişe dönüştürüldüğü tarikatçılık, kişilerin kolay ün, etkinlik ve çıkar kazanmalarına, dolayısıyla dinin devlet işlerine karıştırılmasına ve siyasal araç olarak kullanılmasına yardımcı olduğu içindir ki; ATATÜRK tarafından yasaklanmıştı. İlgili Devrim Yasası, 1982 Anayasası’nın 174. maddesiyle yürürlükleri tanınan ve güvence altına alınan yasalar arasında yer almasına karsın bugün ülkemiz, hortlamış tarikatların ve us yoksunlarıyla politikacı ya da çıkarcı sahte dindarlar içeren tarikatçı kalabalıklarının cenneti durumundadır. (…)

Görev unvanlarının basında ‘cumhuriyet’ sıfatım yalnız kendileri taşı yan Türk Adaletinin ‘iddia makamı’ sahipleri bütün bu olayları sütre gerisinden sessizce izlemektedirler. (…) “
Yukarda yazılanlar, 1990 yılının Ağustos ayında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış olduğu dikkate alındığında, Atatürk’ün şu sözünü anımsamamak elde değil;
“Biz, büyük bir devrim yaptık. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumu yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.”

Atatürk’ün öncülüğünde merkezi, ulusal ve üniter bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, küreselleşme sürecinde emperyalist beklentiler doğrultusunda, aynen Osmanlının son döneminin olduğu gibi hedef tahtasına oturtulmuştur. Sağ-sol, etnik ayrılık, mezhepsel bölünme gibi senaryoların gündemde olduğu bir ortamda, ADD’nin Türkiye’nin Kemalist ilkeler doğrultusunda yönetilmesi için çaba içinde olması, hem adında bulunan “Atatürkçülüğün” hem de tüzüğünün gereğidir. ADD görevini yerine getirme yolunda ilerlerken 24 yıl sürecinde çeşitli engel ve olaylarla karışlamıştır. Gereksiz yere olağanüstü genel kurul toplanması ve ADD Genel Merkezinin ve şubelerinin bombalanması bu olumsuzluklardan bazılarıdır.

Asıl olumsuzluk ise; radyo, televizyon gibi kamuoyunu yönlendirecek yayın organına bugüne kadar sahip olamayan ADD, gençlerimize ve tüm yurttaşlarımıza başucu kaynağı olacak özeliklere Atatürk kitaplığı seti düzeyinde bir yayın serisini gerçekleştirememiştir.

24 yıl önemli bir zaman dilimidir. Atatürk’ün yolunda olmak ve ilklerine sahip çıkmak her şeyden önce Atatürk gibi çalışkan ve özverili olmayı gerektirir. 15 yıl içinde her yönden yokluk ve yoksulluk içinde süren savaşı kazandıktan sonra, Türkiye’yi yeryüzünün en saygın ülkesi konumuna yükselten Atatürk’e yaraşır olmak ve adında “Atatürk” olan derneğin üyesi olmak daha çok sorumluluk ve özveri gerektirmektedir.

Hüsnü MERDANOĞLU (18.5.13)