Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet SALTIK Mülkiyeliler Birliği Üyesi

7 Temmuz 1980.. 38 Yıl Sonra; Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

7 Temmuz 1980.. 38 Yıl Sonra;
Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

 

Dostlar,

Bu gün 7 Temmuz 2017..
(Önceki yıldönümlerinde yazdıklarımızın güncellenmesidir.)

Ailemizin başına gelen bir yıkımın (felaketin) 38. yılı..
Hoşgörünüzle bu konuyu biraz yazmak istiyoruz.
Kendi özelimizle sizleri meşgul etmek aklımızdan geçmiyor. Ancak insanların belli yaşantı deneyimlerini paylaşmasında yarar olmalı. Üstelik ortak toplumsal kökenleri olan bir acı süreç ve aradan 38 koca yıl geçtiğine göre, duygusal tonlamaları da sanırız -büyük ölçüde- dizginleyebiliriz.
****
7 Temmuz 1980.. Sıcak bir yaz günü ve Türkiye doludizgin 12 Eylül darbesine sürüklenmekte. Adeta eğik düzlemde, ülke tanımlı – kurgulanmış bir hedefe kayıyor. Ülkenin birçok yerinde sıkıyönetim var ama her gün “ortalama” (bu sözcüğü böylesi bir bağlamda kullanmak zorunda kalmak ne acı değil mi!?) 20 (yirmi!) dolayında insanımız ölüyor, öldürülüyor!

TRT’nin siyah-beyaz ekranları ve gazeteler, dergiler.. kan – revan dolu..
Sunum çerçevesi ise tek tip (klişe) : ….. yerde çıkan sağ – sol çatışması”nda
şu sayıda insan öldü, bu sayıda insan yaralandı..
Ne mal güvenliği var ülkede ne de can!
Toplum şaşkın, ağır gerilim altında, neredeyse “öğrenilmiş çaresizlik / pes” sendromu (learned helplesness syndrome) içinde “pes” eşiğinde.. Kendince savunma önlemleri almaya bakıyor.. Kentler – kasabalar – kırsal.. bölünmüş ve “kurtarılmış bölgeler” ilan edilmiş. İnsanlar savunma amaçlı silahlanıyor..
*****
Biz o tarihlerde Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği (sonra YÖK düzeninde Halk Sağlığı oldu) Bölümü’nde Tıpta Uzmanlık Eğitimi alıyoruz.. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdiğimiz 15 Haziran 1977 sonrası Elazığ / Keban’da 1 yılı aşkın süre SSK hekimliği yapmış ve uzmanlaşma kararı vererek adını andığımız Bölümün asistanlık sınavlarını kazanmış, 11 Kasım 1978’de ihtisasa başlamıştık.

Bölümümüzü ve Dalımızı aşkla seviyorduk. Daha 1971’lerde Hacettepe Tıp’ta 1. sınıf öğrencisi iken Prof. Dr. H. Nusret FİŞEK’i tanımış ve O’ndan Toplum Hekimliği dersleri almaya başlamıştık. Kalpaksız Kuvayı Milliyeci Prof. Fişek, bize sağlık ile sosyo-ekonomik etmenler arasındaki köklü, kapsamlı ve çarpıcı ilişkilerden söz ediyordu ustalıkla.. Üstelik bu ilişkiler neden-sonuç ilişkileriydi ve geleceğin çağdaş hekimleri ve tıbbı salt fiziksel – biyolojik – kimyasal nedenlerle uğraşmakla kalmayıp; sağlık sorunlarının asıl – altta yatan sosyal – kültürel – ekonomik nedenleriyle uğraşmalıydı, uğraşacaktı.

Bu Fakültede (Hacettepe) Tıbbiyenin ilk 2 yılını okumuş (İngilizce hazırlık sınıfından sınavla bağışık olmuştuk) ve İstanbul’daki ailemizin yanında olmak için İstanbul Tıp Fakültesi’ne 3. sınıfta yatay geçiş yapmıştık. Yeniden ayrılmak zorunda kaldığımız Fakülte’ye, Nusret hocaya, Bölüme.. üstelik asistan hekim olarak dönmüştük. İşimizi çok seviyor ve gelecekte ülkemiz halkının sağlığına kapsamlı katkılar verebilmeyi umuyorduk. Uzmanlık eğitimimizin 1 yılını örnek Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocaklarında geçirecektik. Bu bağlamda Çubuk ve Etimesgut’ta Sağlık Bakanlığı ile Hacettepe Üniversitesi protokol yapmıştı ve bunlardan biri de Eskişehir yolu 28. km’deki Yapracık Köyü Sağlık Ocağı idi. (Bu köy, günümüzde artık Bütünşehir Belediye Yasası bağlamında Ankara’nın bir mahallesi!)

Bu Sağlık Ocağı’nda, 38 yıl öncenin “tam anlamıyla köy koşullarında” yaşıyorduk. Lojmanımız köyde idi, kömür sobalı idi ve hastane acil nöbetlerimiz ile Cuma öğleden sonra eğitim amaçlı Ankara toplantıları dışında hep (7/24!) köyde kalmak zorunda idik.

Günümüzde Ankara’nın en gözde mahallelerine dönüşen Ümitköy, Dodurga, Çayyolu, Aşağı Yurtçu, Yukarı Yurtçu, Türkobası, Alacaatlı, Ballıkuyumcu… bizim toprak damlı köylerimizdi!

Oralara kapsamlı 1. Basamak (hastaneye yatmadan) sağlık hizmeti sunuyorduk .. Gece – gündüz şevkle çalışıyorduk. Bölgede Brusella hastalığı yaygındı. Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü‘nden kendi olanaklarımızla anti-serum getirtmiştik; köylerde hastalardan kan alıyor, “el santrifüjü” ile çevirerek serumunu ayırıyor ve oracıkta lam üzerinde mikroskopla aglütinasyon bakarak Brusella’nın laboratuvara dayalı yarı-kantitatif tanısını (titrasyon yapmadan) koyuyorduk. Günümüz sağlık çalışanları bu yaşantıya, deneyime inanmakta zorluk çekecekler eminiz ama, gerçek bu!
*****
Böylesine çoook yoğun bir koşuşturma gününün (7 Temmuz 1980, Pazartesi) ardından birkaç saat da okuduktan ve Uzmanlık tezimiz üzerinde çalıştıktan sonra (Köylerimizde 30+ Yaşta Koroner Kalp Hastalığı Araştırması İzleme Araştırması-3) gece yarısı sonrası yorgunlukla yatmıştık.. Önce kapı, hemen ardından pencere camı şiddetle vurulmaya başladı, kalktık. Alışkındık, acil hastamız olmalıydı. Evimizde sabit telefon (elbette cep telefonu da!) yoktu! Ancak bu kez öyle değildi.. Karşımızda kayınbiraderimiz duruyordu ve yüz ifadesi çok hüzünlüydü. Ne olduğunu ağzından zorlukla aldık..

Babamız.. İstanbul’daki Emniyet Başkomiseri babamız Halis bey vurulmuştu!
Kayınbirader, sonuca ilişkin ipucu vermiyordu.. “Herhalde ölmüş??..” diyordu.

Doğallıkla biz de vurulduk! Karahaber ertesi güne kalmamış, yedivermişti. birkaç saatte. Hemen yola koyulmamız gerekiyordu. Ülkede akaryakıt kıtlığı vardı. 10 yaşındaki arabamızın bagajına 20 Lt benzin bidonunu da koyarak (ne büyük risk!) İstanbul yoluna koyulduk. Otoyol yoktu elbette.. 2-3 şerit karşılıklı trafik, bölünmemiş yolda akıyordu. Sağlık Ocağımızın usta şoförü Ömer, sağ olsun direksiyonu bize bırakmadı. Sabahın köründe Bahçelievler’deki evimizin kapısına vardık.. Cenaze evi idi hanemiz.. Işıklar yanıyor ve bir kalabalık deviniyor, insanlar vekarla acılarını yaşıyordu. Annemiz, 19 yaşında İstanbul Hukuk 1 öğrencisi kız kardeşimiz ve 23 yaşında Cerrahpaşa’dan 1 aylık mezun Hekim erkek kardeşimiz ve 27 yaşında 3 yıllık hekim, biz…

47 yaşındaki (1933 Hozat doğumlu) canımız babamızı, “anarşi” dedikleri canavar bizden vahşice koparıp almıştı. Şimdilerde “anarşi”ye terör, “anarşit”lere (!) de halkımız “terörist” diyor. Ölçüsüz bir acı içimizi kavuruyordu.. Bir yandan da zorunlu formaliteler vardı yürütülecek.
Evin abisi bizdik ve yük, tüm ağırlığıyla boynumuzda idi.

Babamız Emniyet Başkomiseri Halis Zeki Saltık, Sirkeci’de bir işyerinden haraç almak için gelen “örgüt” elemanlarıyla çıkan çatışmada tuzağa düşürülerek 7-8 kurşun yemiş, oracıkta kanamadan yitirilmişti. Otopsiden cenazesini aldığımızda teni kireç rengiydi.. Abondan (yaygın, şiddetli) iç – dış kanamadan gitmişti. Polis şehitliğine değil, Topkapı – Çamlık mezarlığına gömdük O’nu..

İl Emniyet Müdürü (Şükrü Balcı), Siyasi Şb. Müdürlerinden Elazığ’lı Mehmet Ağar, savcı, Vali (Nevzat Ayaz), Garnizon komutanı tümgeneral.. görüştüğümüz yetkililerdi. Katiller kaçmıştı, ellerinden geleni yapıyorlardı yakalamak için.. Sonra bu örgütün Dev-Sol olduğu bize söylendi. Yıllar sonra birileri de yakalanmıştı. Davaya karışmacı (müdahil) olduk. Ancak ilerleyen zaman, bizde bu sanıkların katil olup-olmadıkları hakkında ciddi kuşku uyandırdı ve davadan çekildik. Suç birilerine yıkılacak mıydı? Biz de suçlular cezasını buldu diye bir parça teselli mi bulacaktık? Bu da olmadı.. Kamu davası sürdü…
*****
Bir kez daha Hacettepe’den ayrıldık ve yine İstanbul Tıp Fakültesine yatay geçiş yaptık. Annemizin – kardeşimizin evine yakın bir ev kiralayarak kendimizce aileye göz – kulak olmaya çabaladık. Annemiz yıkılmıştı ve çok derin bir yas yaşıyordu. Bu koyu yası, hemen hemen ölene dek 13 yıl sürdürdü, çıkamadı… Biz uzmanlık eğitimimizi tamamladık ve Toplum / Halk Sağlığı dalında uzman hekim olduk. Yeniden Üniversiteye akademik kariyere zorlukla (yargı kararıyla!) dönene dek 6,5 yıl Elazığ’da çalıştık. Oysa Hacettepe’de kalabilseydik, Uzman olduktan sonra hemen akademik kariyere devam olanağımız olabilirdi.. İlerleyen yıllarda kız kardeşimiz hukuk eğitimini tamamladı ve avukat oldu.. Ortanca erkek kardeşimiz de İç Hastalıkları dalında uzman hekim oldu.
*****

 Halis Zeki SALTIK ( Başkomiser )

17.06.1933 AFYON KARACA doğumlu 15738 sicilli Başkomiser Halis Zeki SALTIK 07.07.1980 tarihinde İSTANBUL’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Bakırköy Emniyet Amirliği kadrosunda görevli iken, bir konunun takibi için Eminönü İlçesi Sirkeci’de bulunan otomotiv firmasında bulundukları sırada bu firmadan haraç isteyen şahısların yaptıkları silahlı baskın sonucu vurularak şehit olmuştur. Naaşı AFYON  ÇAY ÇAMLIK SALTIK AİLE MEZARLIĞIN’ dadır.

Yukarıdaki fotoğraf ve bilgiler İstanbul Emniyet Müdürlüğü web sitesinde yer alıyor..
(https://www.iem.gov.tr/iem/index.php?menu_id=26&detay_id=39, 07.07.2014).
Yanlışları var… Doğum tarihi 17 değil 16 Haziran 1933.. Doğum yeri Afyon değil Tunceli – Hozat Karaca köyü ve naaşı Afyon’da değil İstanbul Topkapı – Çamlık mezarlığında..

Babamız Halis bey, 1938 Tunceli olaylarında 5 yaşında iken annesini yitirmiş (öldürülmüş!); kendisi, babası ve 2 abisi ölümden kurtularak Afyon’da zorunlu oturmaya (ikamete, sürgüne) yollanmıştı. Oysa bizim Saltık ailesi hiçbir olaya / suça bulaşmamıştı 1937 ve 38 Dersim karmaşasında.. Babamız sürgünde, olağanüstü güçlükler içinde ancak ilkokulu bitirebilmiş, bir meslek ve iş edinememişti. “Sürgün” yılları bitince (İnönü affıyla) Elazığ’a dönmüş, sürgünde tanıştığı kendisi gibi sürgün annemiz ile 19 yaşında (1952’de) evlenmişti. Biz ilk çocuk olarak 14.11.1953’te dünyaya gelmiştik. Kahvelerde çaycılık yaptığını anımsıyoruz 6-7’li yaşlarımızda. Elazığ’da bir kerpiç evde kirada, çok yoksul yaşıyorduk. Şeker fabrikasında 10 (on) TL gündelik ile mevsimlik işçilik yaptığı da belleğimizde. Derken İzmir’e Polis Okulu’na eğitime gitti 1960 gibi.. 6 ay okudu, aksilikler (?!) oldu başarılı ol(a)madı.. Bu arada ailemizin geliri de yoktu… Çok zor günlerdi. 2. kez bu kursa gitti ve 1961’de Polis Memuru oldu! Biz de Elazığ’da İlkokula başlamıştık..

Gaziantep’e tayin edildik. Trenle bu kente geldik 1960 kış başlarında. Tüm ev eşyamız bir taksiye, bagajına sığdı! 1-2 “denk” ve birkaç tahta bavul.. Bir de ortanca kardeşimiz vardı 1957 doğumlu Ali Haydar.. Çok mütevazi bir ev kiraladık ve biz ilkokula, Kayacık İlkokulunda devam ettik (sonraları Fatih Sultan Mehmet İlkokulu adını aldı, Ekim 2022’de ziyaretimizde Belediyenin bir hizmet binası olarak kullanılıyordu.) 1961 sonlarında kız kardeşimiz Hülya doğdu.
*****
Bu kentte 9 yıl kaldık. Van’a, “Şark hizmeti” ne tayin olunduk. 2 yıl da orada kaldık, biz Van Atatürk Lisesini bitirdik ve Hacettepe Tıp Fakültesini kazandık. Bu 2 yılda babamız, dışarıdan Ortaokul bitirme sınavlarına devam etti ve diploma aldı. O’na, A4 daktilo kağıdını 4’e bölerek daktilo ile ders notları çıkarıyorduk, cebine koyuyor ve okuyordu her fırsatta.. 2 küçük kardeşimizin eğitimine destek oluyor ve hiçbir dersane desteği olmaksızın, Van Atatürk Lisesi’nin onca yetersizliği içinde, zorlu Üniversite sınavına hazırlanıyorduk. Yazları da aile bütçesine katkı için çalışıyorduk (gezgin satıcılık vs.).

Babamız, epey emekle edindiği Ortaokul diploması sayesinde Komiser Yardımcısı olabilmek için eğitim alma olanağı sağladı. İstanbul’da 6 ay eğitime alındı ve tamamlayarak Komiser Yardımcılığına terfi etti! Bu kez, 2 yıl Şark hizmetini tamamlamak üzere Artvin’e tayin edildi. O arada biz de Ankara Tuzluçayır’da bir gecekonduda yaşamaya başlamıştık ve Hacettepe Tıpta 1. yıl eğitimimiz sürüyordu. Artvin sonrası İstanbul’a atandı babamız ve evi de oraya taşıdı. Biz Ankara’da yurtlarda kaldık tıbbiyenin 2. sınıfında. Birçok nedenle zorlanıyorduk (başta ekonomik); 2. sınıfı bitirince İstanbul Tıp Fakültesi’ne yatay geçiş yaptık.. (Merhum Dekan, sonra Rektör Prof. Dr. Haluk Alp ve Doç. Dr. Uğur Hacıhanefioğlu empatik destekleri için sağolsunlar..)
*****
15 Haziran 1977 günü İstanbul Tıp Fakültesi’ni tam zamanında bitirdik ve mezuniyet belgesini alıp bir zarfa koyarak, 44. doğum günü olan ertesi gün, 16 Haziran 1977’de kendisine “armağan” olarak sunduk. Yaşamında bu denli sevindiğini görmemiştik. Dünyalar O’nun olmuştu. O, tüm çabasına karşın okuyamamıştı.. Her fırsatta bize “Ceketimi satar sizi okuturum, yeter ki okuyun..” derdi adeta ricacı bir tonla.

Yaşamla boğuşa boğuşa Başkomiserliğe dek gelmişti babamız Halis Zeki Saltık. Mesleğinde çok başarılı idi ve çevresinde çok seviliyordu, saygındı. Yaşam ve neşe doluydu, sağlıklıydı. 2 oğlunun tıp doktoru olduğunu görmüştü. Kızı da Hukuk öğrencisi idi. Övünç doluydu göğsü.
5 Ekim 1979’da 2 oğlunu da aynı gün evlendirmişti! 50 yaşına doğru emekli olmayı ve ticaret yapmayı kuruyordu. Çevresinde herkese çok yardımcı oluyordu..
*****
12 Mart’ın (1971…) sancılı günlerinde ”anarşit” (!) Ulaş Bardakçı’yı yakalamışlardı bir operasyonda. Kimi polis arkadaşları, “Bu …..’yi salalım, kaçıyordu diyerek arkadan vuralım..” derler. Babamız tüm gücüyle karşı koymuştu. Polis olarak onların görevi yargısız infaz değil, yakalayarak adalete teslim idi.. Hep anlatırdı bunu.. ve daha nicelerini..

Hiç torun göremedi.. 2 oğluna aynı gün çifte nikah yapmıştı ama 9 ay sonra
bir 7 Temmuz (1980) günü akşam saatlerinde görevi başında şehit edilmişti..
*****
Dostlar..

İşte ailemizin acılı – tatlı serüveni ya da öyküsü özetle böyle.. Ders ve ibretlerle dolu bize göre.. Eminiz ki, emperyalizmin pençesinde kıvrandırılan bir ülke olarak Türkiye’mizde nice daha acı yaşam öyküsü vardır.. Keşke onlar da yazılsa ve okusak, paylaşsak. Belki bu çoook acılı öyküler bizi biraz daha insanlaştırır ve asıl büyük fotoğrafı görerek birbirimizle uğraşmak yerine, hep birlikte emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerini ülkemizden kovmak için kol kola, omuz omuza ve yürek yüreğe, akılla, bir kurtuluş savaşı vermeye koyulurduk..

1920’lerde Yüce ATATÜRK‘ün dava ve silah arkadaşlarının öncülüğünde tüm ulus (topyekun), 7 düvele karşı yaptığımız gibi..
****
Bize elveren herkese şükranla..

Tüm şehit – gazi – ölmüşlerimizi özlemle, saygıyla anıyoruz.

Bu tür acıların olmadığı – en az olduğu bir toplumsal düzenin olanaklı olduğunu çok iyi biliyor ve onu da çok özlüyor; uğrunda çoook çaba harcıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Not    : Yazının ilk pdf biçim için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

7_Temmuz_1980-7_Temuz_2014

ŞEHİT HALİS ZEKİ SALTIK CADDESİ
Edirne Tabip Odası’nın önündeki cadde..
Biz Edirne’de yaşarken, Şehidin büyük çocuğu olduğumuz için bu kentte adını yaşatmak üzere bir Caddeye adı verildi babamızın.. Teşekkür ederiz ilgililere.

SEHIT_HALIS_ZEKI_SALTIK_CADDESI

 

Tarımda ithalat patladı; bağımsızlık tehlikede

Tarımda ithalat patladı;
bağımsızlık tehlikede

Ali Ekber YILDIRIMAli Ekber YILDIRIM 
TARIM DÜNYASINDAN

aey@dunya.com, 02.05.2018
https://www.dunya.com/kose-yazisi/tarimda-ithalat-patladi-bagimsizlik-tehlikede/413836 

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba, konuşmalarında çok sıklıkla tarım ve gıda üretiminin bir ülke için bağımsızlığın olmazsa olmaz şartı olduğuna vurgu yapıyor. Daha üç gün önceki konuşmasında gıdaya ulaşmanın gün geçtikçe daha önemli hale geldiğini belirterek: “Böyle bir ortamda kendi gıdasını üretemeyen hiçbir devlet bağımsızlıktan söz edemez. Son zamanlarda gördük, TIR’lar dolusu doları olan ülkeler gıdaları olmayınca ne duruma düştüler..” dedi.

Fakıbaba’nın söylediklerine aynen katılıyoruz. Ancak, kendisinin Bakanlığı döneminde tarım ürünlerinde, hayvancılıkta, gıdada hemen her alanda ithalat rekorları kırılıyor. İthalat arttıkça ülkenin bağımsızlığı tehlikeye giriyor. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu), 2018 ilk üç aylık dönem dış ticaret verilerini açıkladı. İhracattaki artış %7.7, ithalattaki artış ise %12.7 oldu. İlk 3 aylık dönemde tarımda ithalat deyim yerindeyse patladı. 2018 Ocak-Şubat-Mart döneminde kırmızı et ithalatında %675, canlı hayvanda %142, buğdayda %148 artış oldu.

En çok artış kırmızı et ve hayvancılıkta

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık’ın TÜİK verilerinden derlediği bilgilere göre, ithalatta en büyük artış canlı hayvan ve kırmızı ette yaşanıyor. Türkiye 2017 yılında 1.2 milyar $ karşılığında 896 bin baş sığır ithal etti. Mart 2018’de 329 bin baş sığır ithal edildi. İthal edilen sığır karşılığında dışarıya ödenen döviz 395.4 milyon $. Geçen yılın aynı dönemine göre ithalattaki artış %142. Geçen yıl ilk 3 ayda 136 bin baş sığır ithalatı için 169.6 milyon $ ödenmişti.

Koyun ithalatında da durum pek farklı değil. 2018 Mart ayında 125 bin baş koyun ithal edilerek 15.2 milyon $ başka ülke çiftçilerine ödendi. Geçen yılın aynı dönemine göre tam 28 katlık artış var. Geçen yıl ilk 3 ayda 4466 baş koyun ithalatı için 565 bin $ ödendi. 2017 yılında toplamda 281 bin baş koyun ithalatına 37.3 milyon $ ödendi.

Geçen yıl toplamda 18879 ton büyükbaş hayvan eti ithalatı yapan ve 85.3 milyon $ ödeyen Türkiye, 2018 Mart ayında 12714 ton büyük baş hayvan eti ithal ederek 63,3 milyon $ ödedi. Geçen yıl ilk üç ayda 1.640 ton büyük baş hayvan eti ithalatı için 6,5 milyon $ ödenmişti. Büyük baş hayvan eti ithalatı 2018 yılında geçen yılın aynı dönemine göre %675 arttı.

Buğdaydaki artış %148

Türkiye, 2018’in ilk 3 aylık döneminde 1 milyon 987 bin ton buğday ithal etti. Bunu karşılığında 421,5 milyon $ ödendi. Geçen yılın aynı döneminde 801 bin ton buğday ithalatı için 167,6 milyon dolar ödenmişti. Buğday ithalatındaki artış ilk 3 ayda %148 oldu. 2017 yılında toplamda 5 milyon ton buğday ithalatına 1 milyar $ödemişti. Buğday alanlarındaki daralma saman üretimine de olumsuz yansıması nedeniyle saman ithalatı da artıyor. Saman ithalatı 2013 yılında miktar olarak 64 bin ton değer olarak 14.2 milyon $ olarak gerçekleşirken, 2017’de 25 bin ton saman ithalatı için 3.8 milyon $ ödendi. Bu yılın ilk üç ayında ise 5 bin ton dolayında saman ithalatı için 555 bin $ döviz ödendi.

Mısır ithalatı 10 kat arttı

Türkiye 2017 yılında ilk 3 ayda 103 bin ton mısır ithalatı için 30.3 milyon $ döviz öderken bu yıl aynı dönemde ithalat 10 kattan daha çok artarak 1 milyon 41 bin tona ulaştı. Bu ithalat için ödenen döviz ise 206.1 milyon $. Türkiye, 2017’de 2.1 milyon ton mısır ithalatına 429 milyon $ ödedi.

GDO denetimi soya ithalatını engelledi

Birçok üründe ilk 3 aylık dönemde ithalat artarken soya ithalatı geçen yıl ile aynı düzeyde kaldı. Türkiye 2017’de 2.3 m ton soya ithalatına 948 m $ öderken, bu yılın ilk üç ayında 462 bin ton soya ithal edilerek karşılığında 190 m $ ödendi. Geçen yılın aynı döneminde 437 bin ton soya ithalatı için 185,5 m $ ödenmişti. Soya ithalatı geçen yılın aynı dönemi ile hemen hemen aynı. Bunun en önemli nedeni ise, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “genetiği değiştirilmiş ürünler konusunda daha hassas olacağız” açıklaması ile ithal edilen soyada denetimlerin artırılması ve içeriye sokulmasının engellenmesi.

Pamuk ve ayçiçeği ithalatı

Türkiye, 2018’in ilk 3 aylık döneminde 230 bin ton pamuk ithalatı karşılığında 412.1 m $ öderken, geçen yılın aynı döneminde 187 bin ton pamuk ithalatı için 322,8 m $ ödenmişti. Pamuk ithalatı geçen yılın ilk 3 ayına göre %23 arttı. Türkiye 2017’de 914 bin ton pamuk ithalatına 1,7 milyar $ ödemişti.

Bu yılın ilk 3 aylık döneminde ayçiçeği ithalatı 290 bin tona ulaşırken bunun karşılığında 135.9 m $ ödendi. 2017’nin aynı döneminde 225 bin ton ayçiçeği ithalatı için 121.4 m $ ödendi. Ayçiçeği ithalatındaki artış ilk üç ayda %29 dolayında. 2017’de toplamda 640 bin ton ayçiçeği ithalatı yapılarak karşılığında 443,8 m $ ödendi.

Özetle, Fakıbaba çok haklı. Gıdasını üretmeyen ülke bağımsız olamaz. Fakat bunu şu anda Türkiye’de söyleyecek en son kişi Tarım Bakanı olmalı. Bu ithalat rakamları ile Türkiye bağımsız olabilir mi?
=================================
Dostlar,

Yorumsuz paylaşıyoruz..
İktidar bir yandan da aile planlaması hizmetlerini yasaya (2827) ve Anayasaya (md. 41) aykırı olarak engellemekte, nüfus artışını vargücüyle desteklemekte. Bunca çelişki – irrasyonalizm (akıldışılık) olsa olsa AKP iktidarı ile birlikte oluyor galiba.. Tek sözcükle “feci” !

Sevgi ve saygı ile. 03 Mayıs 2018, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD     Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

İki Nobel’li üniversite nasıl bölünür?

İki Nobel’li üniversite nasıl bölünür?

Prof. Dr. Temel Yılmaz

Prof. Dr. Temel Yılmaz
m.temelyilmaz@yahoo.com.tr
http://www.haberturk.com/yazarlar/prof-dr-temel-yilmaz/1939806-iki-nobelli-universite-nasil-bolunur,
28.04.2018

BUGÜNLERDE ülkenin yeteri kadar yoğun bir gündemi varken, buna bir de üniversitelerin bölünme konusu eklendi. Yeni yasa tasarısıyla İstanbul Üniversitesi’yle birlikte birçok büyük üniversitenin ikiye bölünme kararı alındı.

Tartışmalar en çok İstanbul Üniversitesi’nin bölünme kararında yaşandı. Bu kararla, İstanbul Tıp Fakültesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi birbirinden ayrılıyordu. Karara önce İstanbul Tıp Fakültesi hocaları, sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hocaları itiraz etti. Her fakülte kendisini kurtarmaya çalıştı.

Akademik hayatımın 20 yılını Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde, 20 yılını da İstanbul Tıp Fakültesi’nde geçirmiş bir İstanbul Tıp Fakültesi mensubu öğretim üyesi olarak İstanbul Üniversitesi’ni bir bütün olarak savunuyorum.

ÜNİVERSİTENİN KÖKLERİ FATİH’E DAYANIYOR

İstanbul Üniversitesi’nin kökleri Darülfünun’a, Darülfünun’un kökleri o zaman yüksek eğitimin yapıldığı tek kurum olan medrese ve Fatih dönemine dayanır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra 1 Haziran 1453’te medrese açılması için emir veriyor. Önce Ayasofya’nın papaz eğitiminin yapıldığı bölüm, Zeyrek’teki Pantokrator Manastırı medreseye çevriliyor.

Daha sonra Fatih Camii’nin iki tarafına birer dershaneli, dördü kuzey, dördü güney tarafından Sekizli Medrese ya da Sahn-ı Seman adı verilen devrin en büyük medresesini yaptırıyor. Medrese 1470 yılında bitiyor. Ayasofya ve Zeyrek’teki medreseyi, hocalarıyla birlikte buraya taşıyor.

Daha sonra güney medresesinin yanına bir hastane (darüşşifa) yapılıyor ve tıp eğitimine başlanıyor. Fatih Darüşşifası’nda 350 yıl eğitim devam ediyor. Darüşşifa da İstanbul Tıp Fakültesi’nin ilk tıp okulu ve hastanesi olarak kabul edilir. Sonuçta İstanbul Üniversitesi’nin temellerinin 1453’e, İstanbul Tıp Fakültesi’nin temellerinin de 1470 yılına dayandığı kabul edilir. İstanbul Tıp Fakültesi Profesörler Kurulu, 30 Aralık 1970 tarihli oturumunda fakültenin kuruluşunun 500. yılı olarak kabul edilmesi ve kutlanması kararını alıyor.

Daha sonra 1846 yılında yayınlanan resmi bildiride her alanda ilim ve fen bilimlerini okutulacağı (İkmâl-i Kemâlât-ı İnsaniye) bir yüksek öğrenim okulu, Darülfünun kuruluyor. Darülfünunlar birkaç kez açılıp kapatılıyor. Darülfünun’un asıl kalıcı dönemi 1900 yılında başlıyor.

GENÇ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN İLK ÜNİVERSİTESİ

1924 yılında genç Türkiye Cumhuriyeti, Darülfünun’un yapısını koruyor. Katma bütçe, ayrıca idari ve mali özerklik veriyor. 1924 tarihi üniversitelerin ilk özerk olduğu tarihtir. Atatürk birkaç kez ziyaret ediyor. Cumhuriyet’in onuncu yılında Darülfünun kapatılıp yerine 1 Ağustos 1933 yılında İstanbul Üniversitesi kuruluyor. İstanbul Üniversitesi, Cumhuriyet’in ilk ve tek üniversitesi unvanını alıyor.

Sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi, Almanya’dan ayrılan dünyanın ünlü bilim adamlarına kapılarını açıyor, onlara kürsü veriyor. İstanbul Üniversitesi’nin bilim alanında uluslararası en parlak yılları o dönemlerdir. Bu otorite ve saygın bilim insanlarının eğitiminden geçen genç bilim insanları, modern ve dünyanın en büyük üniversitelerinden biri kabul edilecek bir üniversitenin temellerini atar.

İstanbul Üniversitesi bugün dünyanın köklü üniversitelerinden biri. Tarihi eğer o dönemin yükseköğretim kurulu kabul edilen medreseler ölçüt alınırsa 500 yıl, Darülfünun ölçüt alınırsa 200 yılı aşkın bir süre. Hemen tüm dönemlerde dünyanın ilk 500’ü içinde olan bir üniversite.

KÖKLÜ ÜNİVERSİTE NE DEMEK?

Genç bir uzmanken bir süre Brüksel’de Free Üniversity’de (ULB) çalıştım. O dönem Prof. W.J. Malaisse’nin laboratuvarı, özellikle diyabette insülin salgılayan hücre metabolizmalarının en büyük araştırma laboratuvarlarından biriydi. Yaptığım bir araştırmanın zamana bağlı laboratuvar deneyi için koşuşturup durduğum bir gün, dolaplardan birinden aldığım kimyasal madde şişesini o arada laboratuvar masasının üzerinde unutmuşum. Çalışırken laboratuvar şefi yaşlıca bayan doktor yanıma geldi, “Mr. Yılmaz, bu şişe 90 yıldan bu yana şu dolabın üçüncü rafından sağdan ikinci sırasında durur” deyip yanımdan ayrıldı. Bu uyarı beni çok düşündürdü. Köklü üniversite olmak böyle bir kavram. Köklü üniversiteler yerleşik, kurumlaşmış, kuralları ve sistemi konulmuş üniversitelerdir.

Köklü üniversitelerin en yenisinin tarihi 100 yılın üzerinde, marka değerleri çok yüksektir. Harvard’lı, Oxford’lu, Cambridge’li unvanının arkasında en az 100 yıllık kültür birikimi vardır. Bu üniversiteler dünyanın en saygın kurumlarıdır ve çok önemli bir gerekçe olmadan hiç kimse kuralları değiştirmez, sistemle oynamaz.

KONSENSÜS OLUŞMALI

İstanbul Üniversitesi de dünyanın marka, en köklü üniversitelerinden biri. Bilim alanında ülkemizin dünyadaki gurur kaynağı. İki mezunu Nobel almış. Dünyanın en prestijli üniversiteleriyle Nobel liginde ülkemizi temsil eden tek üniversite. Böyle köklü bir üniversiteyi iki parçaya bölmek, sistemlerini, fakültelerini değiştirmek kolay bir karar değil, yaptım olduyla olacak iş değil. Uzun süre çalışılması, tartışılması, üniversitenin akademik kadrolarından görüş alınması ve üzerinde konsensüs oluşması gereken bir olay bu.

İstanbul üniversitelerinin kadrolarının şiştiği, öğrenci sayısının sürekli artırıldığı, yönetimin güçleştiği doğru. Aslında üniversitenin bu duruma gelmesinde yanlış siyasi politikalar, özerkliğin zayıflaması, yönetim zafiyetinin etkisi var, ama asıl konu bu değil.

Sonuçta nedeni ne olursa olsun, sayısı çok artmış akademik personel ve öğrenci sayısını uluslararası standartlara çekmek gerekir ama bunun yöntemi fakülte fakülte bölmek olmamalı. Yapılan mevcut uygulamada üniversite bölünmüyor, fakülte dağıtılıyor. Bir yana bazı fakültelerin olduğu, öbür yanda bazı fakültelerin olmadığı bir yapı ortaya çıkıyor. Ama bu yöntem, öğrenci ve kadro yükünü azaltmıyor. Diyelim ki 10 bin öğrencisi, bin akademik personeli olan bir fakülte, yine 10 bin öğrencisi ve bin akademik personeliyle aynı şekilde kalıyor, sadece üniversitenin adı değişiyor. Öğrenci fazlalığı ve akademik yük değişmiyor.
*********
ÜÇ ÖNEMLİ ÖNERİ

1) 40 yılı aşkın bir süre üniversite yaşamı bulunan öğretim üyesi olarak benim görüşüm, bölünmede bir tarafa bazı fakülteleri aktarmak değil, aynı yapıyı içeren eşdeğer ikinci bir üniversite (İstanbul Üniversitesi 1-2) kurulması, öğrenci ve öğretim üyelerinin eşit dağıtılması olacak. Sorbonne Üniversitesi de böyle yaptı. İncinmeden, bilimsel düzeyi düşürmeden öğrenci ve akademik personeli uluslararası standartlara çekmenin tek yolu bu. Mevcut durumda olduğu gibi bir tarafında Hukuk, İktisat, İşletme fakültelerinin olduğu, diğer bölümünde Mühendislik, Orman ve Veterinerlik fakültelerinin bulunduğu bir bölünme, bölünme değil parçalanmadır.

2) Bu uygulamanın diğer riski de fakülte ayrılıkları nedeniyle bilimsel gücün bölünmesi ve yeni her iki üniversitenin de artık ilk 500’e girmesinin çok zor olması. Bu durum dünyada insanlar üst sıraya çıkmak için uğraşırken geriye gidiyoruz anlamına geliyor, buna çok dikkat etmeli.

3) Kişisel olarak, tam seçim öncesi yalnızca İstanbul Üniversitesi’nin değil, birçok üniversitenin içinde olduğu çok tartışmalı bir konuyu gündeme getirmeyi zamansız ve aceleci buluyorum. Önerim tasarının geri çekilip üniversitelerde akademik kurullarda değerlendirilmesi, tartışılması, ortak değerlendirilmesi ve sonra karar verilmesi. En sağlıklı yöntem bu.
==========================
Dostlar,

Sevgili arkadaşımız ve meslektaşımız Prof. Temel Yılmaz’ın konuya yaklaşımı, önerileri ne denli ağırbaşlı ve olgun, sakin… değil mi??

Öneri gündemden çekilmeli ve seçim sonrasında kapsamlı değerlendirilmelidir..
Erdoğan bir kez daha “kandırıldım” dememeli.. Yeter artık, ülkeye yazık..

Sevgi ve saygı ile. 03 Mayıs 2018, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD     Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

AKP içinde kavga! 

AKP içinde kavga! 

Soner Polat

Soner Polat
Aydınlık Gazetesi, 06.10.2017

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

DEVLET POLİTİKALARINA DİRENÇ

Çok açık görülüyor… AKP’de, farkında olmasa bile devlet politikalarına direnen önemli bir kesim göze çarpıyor. Başbakan Yıldırım holding basınına dengeli ve temkinli demeçler verirken, aynı gün birkaç saat sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan adeta kükredi! Başbakan Yıldırım, “Merak etmeyin; halkımız müsterih olsun, savaşa girmiyoruz!” mealinde konuşurken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bir gece ansızın gelebilirim!” diyerek devletin kararlılığını gösterdi.

NİÇİN ÇATLAK SESLER ÇIKIYOR?

Bakanlar Kurulu toplantısına katılan, devletin nefes alışını bile muhtemelen gören Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin ekonomik yaptırımlara karşı çıkmasını ciddiye almalıyız. “Bakanlar Kurulu’nda iki ayrı görüş mü var?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “İki ayrı değil, çok daha fazla görüş vardır. Herkesin farklı bir yaklaşımı var. Benim işim ticaret! Ben Ekonomi Bakanıyım… (Hürriyet, 27 Eylül 2017)”

Sayın Bakan’a soralım! ABD’nin müdahalesinden önce Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülke hangisiydi? Acaba, küçük bir bölüme değil de, Irak’ın tamamına yönelik ekonomik faaliyetler içinde olsaydık, daha iyi sonuçlar almaz mıydık? Irak’ın tamamını ekonomik olarak hedef alsaydık, belki de bugünkünden çok daha fazla sayıda şirket kendisine hayat alanı bulabilirdi. Devletin Irak’tan elde ettiği gelirler iki kat artabilirdi. Bu bölgede yatırım yapan 1300 şirketin ekonomik çıkarları mı, yoksa Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik menfaatleri mi önemlidir? Her devlet bir beka tehlikesi görürse, ekonomik mülahazaları bir çırpıda silip atar. Devlet olmanın gereği budur. Devletin bakanları da öncelikle ülkenin birlik ve bütünlüğünü sağlamakla yükümlüdür. Kaldı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, devlet için bekanın ekonomiden değerli olduğunu her vesile ile gündeme getirmektedir.

AKP aşağı doğru inişe geçmişken ve iktidardan düşme tehlikesini ensesinde hissederken, PKK ile müzakereyi bırakıp mücadeleye başlayınca yeniden çıkışa geçti ve 1 Kasım seçimlerini kazandı. Bağımsız Kürdistan referandumundan sonra Parti içindeki çeşitli siyasi kesimler açık bir mücadeleye başladı. Büyük bir ihtimalle Kuzey Irak’taki ekonomik faaliyetlerden palazlanan baskı grupları oluştu. Bunların siyaset üzerinde, AKP’yi de içine alan çeşitli yansımaları olabilir. Ekonomi ile siyaset iç içe iki kavramdır. Birini diğerinden ayıramazsınız.

OY KAYGISI VAR MI?

AKP içindeki Atlantikçi kanat, “Ne yapıyoruz? Kürt oylarını kaybediyoruz!” şeklinde yaygın bir propaganda yapıyor olabilir. Belki de bu söylemler AKP içinde çalkantılara sebep oluyor. Kaldı ki AKP’de sütre gerisine çekilen Batı yanlısı güçlü bir damar olduğunu da biliyoruz. Bu girişimler AKP karar merkezlerinde tereddütlere yol açabilir. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın altını kalın kalemle çizdiği konularda bile AKP’li yetkililer basın yayın organlarında farklı telden çalıyor…

Dünyanın her yerinde ulusal birlik ve bütünlük konusunda güven veren siyasi oluşumlar iktidara gelir. Bölücülüğe prim tanıyan siyasi oluşumlar asla iktidar olamaz! Güneydoğu’da yaşayan halkımız da barış ve huzur istiyor. Bunca deneyimden sonra hiç kimse maceraya girmek istemez. Kaldı ki

  • Amerikan tank namlularının Türkiye’ye döndüğü bir dönemde,
  • ABD’nin yasalar çıkararak PKK’yı silah, cephane ve teçhizata boğduğu bir dönemde

    toprak bütünlüğü Türk milleti için en önemli ve öncelikli konudur.
    Vatan Savaşı’nda tereddüt gösterenlerin hızla inişe geçeceği bir döneme girdik!
    =====================================
    Dostlar,

    Yazıyı okuyunca aklımıza bir soru takıldı ve bir türlü çıkmıyor!
    Sizinle paylaşsam mı acaba??
    Amiral Polat, birkaç ay önce yine AYDINLIK’taki bir yazısını AKP politikalarının Atatürkçü olduğu anlamında bir tümce ile bitirmişti!
    Aklımızdan bir tülü çıkmayan soru şu ;

  • Vatan Partisi genel başkan yardımcısı Soner Polat, ilk seçimde AKP’ye oy verebilir mi; taktik gereği örneğin??!
    Ya da daha yumuşak (?) soralım : Kendi partisine mi oy verecek acaba, R.T. Erdoğan’ın bu muazzam “ulusalcı” performansı (!) karşısında??

Sevgi ve saygı ile. 06 Ekim 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Günday, A.Ü. Hukuk’ta açılış dersine katılmayı reddetti

Prof. Dr. Günday, A.Ü. Hukuk’ta açılış dersine katılmayı reddetti

Prof. Dr. Günday, A.Ü. Hukuk’ta açılış dersine katılmayı reddetti

Prof. Dr. Metin Günday, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki doktora dersine son verilmesinin ardından aynı fakültenin hocası Prof. Dr. Türkan Sancar’ın kendisine yaptığı açılış dersi davetini geri çevirdi.

AÜ Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Ana Bilim dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Türkan Sancar, Prof. Dr. Günday’ı bu akademik yıldaki açılış dersini vermek üzere okula davet etti. Günday daveti üniversiteye ve fakülteye kırgınlığını ifade ederek reddetti. Gazeteduvar’ın haberine göre, Günday, Sancar’a gönderdiği cevapta, şöyle dedi:

  • Bilim ateşi‘(!)  dedikleri ateşle bir kez daha yaktıkları demokratik ve özerk üniversite umudumuzun külleri üzerinde dans eden bu zevatın- ne zaman olur, maalesef öngöremiyorum – bu görevlerinden uzaklaştıkları/uzaklaştırıldıkları tarihe kadar da ne o üniversitenin ne de o üniversitenin hukuk fakültesinin kapısından içeriye girmeye tenezzül etmeyeceğim.”

Prof. Dr. Metin Günday’ın, Prof. Dr. Türkan Sancar’a teşekkür ederek başladığı yanıtının tam metni şöyle:

“Sevgili Türkan Hocam,

Öncelikle, açılış dersini vermek üzere ilk dersine davetin için çok  teşekkür ediyorum. Hiçbir hukuki dayanağı olmadığı halde ayrıldıktan sonra hiçbir ek ücret talep etmeden Kamu Hukuku doktora programlarında verdiğim İdari Yargı dersinin bu yarıyılda aniden kaldırılmasını, 22 Eylül’de yapılacak bir doktora tez savunmasındaki jüri asli üyeliğinden -üçüncü yedeğe düşürülmek suretiyle- azledilmemi ve de doktora tez danışmanlıkları ve tez izleme komitelerindeki üyeliklerimin de kaldırılmasını, Ankara Üniversitesi Rektörü, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü/yöneticileri ve de Hukuk Fakültesi Dekanı/yöneticilerinin şahsıma yönelik yürüttükleri ortak bir operasyonun sonucu olarak görüyorum. Ayrıca bu operasyonu yürüten zevat, göstermelik bile olsa, şimdiye kadar hiçbir karşılık beklemeden yerine getirdiğim  görevler için bir “teşekkür yazısı” nı dahi benden esirgeyecek kadar akademik nezaketten yoksun olduklarını kanıtlamışlardır.

Üzülerek ifade edeyim ki, 33 yıl öğretim üyesi, İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve Kamu Hukuku Bölüm Başkanı  olarak görev yaptığım  Ankara Üniversitesini de, Hukuk Fakültesini de kendi üniversitem ve hukuk fakültem olarak görmüyorum. ‘Bilim ateşi’ (!)  dedikleri ateşle  bir kez daha yaktıkları demokratik ve özerk üniversite umudumuzun külleri üzerinde dans eden bu zevatın- ne zaman olur, maalesef öngöremiyorum – bu görevlerinden uzaklaştıkları/uzaklaştırıldıkları tarihe kadar da, ne o üniversitenin ve ne de o üniversitenin hukuk fakültesinin kapısından içeriye girmeye tenezzül etmeyeceğim. O üniversitenin ve hukuk fakültesinin bir işlemine gereksinim duyduğumda da (örn. pasaport temditi gibi), o işlemi vekilim aracılığı ile yaptıracağım. Anlayışla karşılayacağına inanıyorum… Sevgiyle…”
=====================================
Dostlar,

Ne diyelim… FETÖ ile savaşıyorsunuz öyle mi? Güldürmeyin insanı..
Erdoğan itiraf etti, “at izi it izine karıştı..” diye..  Karıştırma kardeşim, sen hükümetsin..
15 yıldır tek başına iktidarsın. Devletin tüm gücü elinde.. Bütün yetkiler TEK ADAMDA toplanmış. Hukukun üstünlüğünden ayrılmadan, hakkaniyet temelli adalet anlayışı ile kılı kırk yararak yürütün işlemleri! Bu denli zor mu? Ne istiyorsunuz Prof. Metin hoca’dan..
Bir İdare Hukuku profesörüne de bunu yaparsanız, bu insanlar nasıl hukuk eğitimi verecek??
Gözdağı mı, “.. bak biz idare hukuku profesörüne bile bunu yaparız…” demek için mi?
Bu daha da zavallı hatta sefil bir tutum değil mi??

  • Artık bu kabul edilemez ve de sürdürülemez baskı – dayatma – hukuk dışı zulme bir son vermenin zamanı geldi de geçiyor değil mi??

Metin hocaya gelince; bir an önce sakinleşmesini ve hukuksal uğraş vererek her bakımdan örnek olmasını diliyoruz. Hocalık görevi bu durumda kendi özelinde hak arama savaşımı (mücadelesi) sürdürülmeli, havlu atmak yok.. Sonra yazarsınız okuruz, anlatırsınız öğrencileriniz dinle; tarihçiler not düşer.. Tamam mı değerli Prof. Günday hocam??

İncelik göstererek dayanışma sergileyen Prof. Dr. Türkan Sancar’a biz de teşekkür ediyoruz.

Böylesi ağır travmalarda insanların bağışık sistemi ciddi biçimde zedelenebiliyor. Bu çok tehlikeli. Ordusuz – savunmasız kalan bir beden; tüm fiziksel mental hastalıklara açık duruma düşüyor. Hele yaş da ilerledi ise, beden direnci daha da zayıf olabiliyor. Metin hocanın bu gerçekleri gözardı etmemesini ve pisikiyatrik destek almasını salık veriyoruz bir hekim olarak.
*****
Prof. Günday’ın da imza koyduğu bir akademisyenler bildirisi 9 Mart 2017’de yayınlanmıştı
(https://www.haberler.com/akademisyenlerden-ortak-bildiri-turk-tipi-7053476-haberi/);

“Anayasaya ve demokratik süreçlere saygı”

Türkiye’nin önde gelen hukukçu ve siyaset bilimcileri, erkler ayrılığı çerçevesinde
– parlamentonun etkinliğinin artırılması ve
– yargı bağımsızlığının sağlanmasının
– hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ön koşulu olduğunu vurguladı.
Türk usulü başkanlık sistemine bir bildiriyle karşı çıkan akademisyenler, “Bu süreçte, kimi akademisyenlerin anayasa hukuku ve siyaset bilimi verilerini çarpıtarak kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapması esef vericidir.” dedi.

Anayasaya ve demokratik süreçlere saygı başlığıyla yayınlanan bildiride uluslararası ilişkiler bakımından, demokrasinin uluslararası standartları bir yana bırakılarak “kişiye özgü” bir rejim kurmanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparacağı, iktisadi ve sosyal alanda olumsuz sonuçlar yaratabileceği uyarısı yapıldı. “Biz aşağıda imzası bulunanlar, Türkiye’nin, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan demokratikleşme ve hukuk devletinin kurumsallaşmasına dayalı anayasal birikimini hatırlatarak, başkanlık rejimine ilişkin tartışmalar ışığında aşağıdaki noktaları vurgulamayı zorunlu görüyoruz.” denilerek imzalanan bildiri şöyle:

  • “Bugün Türkiye’nin demokrasi düzeyi ve Anayasası gerçek birikimini yansıtmamaktadır. Demokrasi açığının kapatılması amacıyla, başta Anayasa gelmek üzere yeni düzenlemeler, yıllardır üzerinde çalışılan konu ve sorunların başında gelmektedir. Söz konusu sorunları çözmek amacıyla, Türkiye’ye özgü deneyimler ve çağdaş demokrasilerin çözüm biçimleri ışığında üzerinde siyasal ve akademik nitelikte çalışmalar yapılması zorunluluğu bulunmaktadır ve bu yönde, son yıllarda, anayasa raporları ve önerileri ile kayda değer çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Erkler ayrılığı çerçevesinde parlamentonun etkinliğinin artırılması ve yargı bağımsızlığının sağlanması, öncelikli iki hedef olup, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ön koşullarıdır. Öte yandan, çok yönlü denge ve denetim düzeneği, çağdaş anayasaların ortak paydasını oluşturmaktadır.‘KİŞİYE ÖZGÜ BAŞKANLIK ANAYASA DIŞI’

    Ne var ki, son aylarda Cumhurbaşkanı güdümünde yürütüldüğü görülen ve kişiye özgü bir başkanlık rejiminin inşasına dayalı çalışmalar, izlenen usul ve hedef bakımından demokratik usullere yabancı olmakla kalmayıp, Anayasa dışıdır. Türkiye’nin Osmanlı’daki parlamenter deneyim ile birlikte 100 yılı aşkın süredir denediği parlamenter rejimi işler kılma yerine, herhangi bir ilke tartışması yapılmasına olanak tanınmaksızın, yeni bir rejim dayatması karşısında bulunuyoruz. Bunun, Anayasa dışı yollarla ve devletin bütün olanakları kullanılarak yapılmaya çalışılması, hukuken kabul edilemez. Bu süreçte, kimi akademisyenlerin anayasa hukuku ve siyaset bilimi verilerini çarpıtarak kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapması esef vericidir. Uluslararası ilişkiler bakımından, demokrasinin uluslararası standartları bir yana bırakılarak ‘kişiye özgü’ bir rejim kurmanın Türkiye’yi dünya sisteminden koparma riski yanı sıra, iktisadi ve sosyal alanda yaratması muhtemel olumsuz sonuçları göz ardı edilemez. Uzman, akademisyen, hukukçu ve yurttaş kimliğimizle bu süreci kabul etmediğimizi, Türkiye’nin demokratik gelişiminin, hukuk çerçevesinde kalınarak eşit, serbest, katılımcı ve nesnel bilgiye dayalı tartışma ortamında sağlanabileceğine dair inancımızı ve bu konuda her türlü katkı vermeye hazır olduğumuzu beyan ederiz.”

    Bildiriyi imzalayan hukukçular şöyle                   :

    Prof. Dr. Erdoğan Teziç (Anayasa Hukukçusu), Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Bertil Emrah Oder (Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Sultan Üzeltürk (Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Doç. Dr. Ayşen Candaş ( Boğaziçi Üniversitesi İİBF), Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu (Sabancı Üniversitesi, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi), Prof. Dr. Fazıl Sağlam (Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Mahkemesi E. Üyesi), Prof. Dr. Baskın Oran (Ankara Üniversitesi Mülkiye Mektebi, E.), Prof. Dr. Nuray Mert (İstanbul Üniversitesi), Prof. Dr. Korkut Kanadoğlu (Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Meltem Dikmen Caniklioğlu (Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Selin Esen (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Rona Serozan (İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Mustafa Erdoğan (İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Osman Doğru(Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Doç. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz (Anayasa Hukukçusu), Prof. Dr. Cevdet Atay (İdare Hukuku Emekli Öğretim Üyesi), Doç. Dr. Başak Çalı (Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Nermin Abadan Unat (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü), Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu (Galatasaray Üniv.Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Sevtap Yokuş (Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Büşra Ersanlı (Marmara Üniversitesi SBF), Prof. Dr. İlter Turan (İstanbul Bilgi Üniversitesi İİBF E.Öğretim Üyesi), Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan (Marmara Universitesi SBF), Prof. Dr. Oktay Uygun (Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Gencer ÖZCAN (İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü), Prof. Dr. Nihal İncioğlu (İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü), Prof. Dr. Turan Yıldırım (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Doç. Dr. Pınar Uyan (İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü), Prof. Dr. Metin Günday (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
    ******

    Prof. Metin hoca bu çağrıya imza koymanın bedelini ödüyor galiba?!
    Böylesine düşünebilmek bile sürüklendiğimiz yer açısından dehşet vericidir!
    AKP = RTE‘nin ar – tık ülkeyi – rejimi yeniden normalleştirmeye geçmesi ka-çı-nıl-maz-dır!
    Ama ufukta hiçbir ipucu yok… “OHAL döneminde anayasaya aykırı KHK çıkarılabilir..” diye dünya hukuk tarihine geçecek ölçüde saçmalayan Adalet Bakanını Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü yaparak adeta ödüllendiriyorsunuz. Oysa hukuk diploması iptal edilip yeniden hukuk lisans eğitimine alınmalı böyleleri; başkaca gençlerin eğitim hakkını da engellemeden..

Sevgi, saygı, ve kaygı ile. 20 Ağustos 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

GELECEKTEKİ YAŞAMIMIZI NASIL SAĞLAYACAKSINIZ??

GELECEKTEKİ YAŞAMIMIZI
NASIL SAĞLAYACAKSINIZ??

Dikili’de HUZURLU EVLER GİRİŞİMİ oluşturuldu ve Belediye ile işbirliği yapılıyor. ADD Dikili Şubesi de omuz verdi ve bir çağrı yaptılar :

  • Tüm hayallerinizin boşa gitmesine ve yaşantınızın probleme dönüşmesine izin vermeyin.
    Gelin beraber çözüm bulalım!
  • Bu sorular size tanıdık geliyor mu?
    1. Artık yaşlanıyorum kendi başıma kimseye muhtaç olmadan nasıl yaşarım?
    2. Kazandığım bilgi ve deneyimleri emeklilik yaşantımda kullanabilir miyim?
    3. Çocuklarımı sıkıntıya sokmadan, kendi evimde, bazı işlerim için güvenli ve ekonomik yardım alabilir miyim?
    4. Hayattan kopmadan, sosyal çevremi yaratabilir miyim?
    5. Huzurevine gitmeden, kendi evimde, bazı yardımlar alarak huzurlu yaşayabilir miyim?
    6. Hobilerimi devam ettirip, yeni hobiler kazanacak ortamlar bulabilir miyim?
    7. Bana yardımcı olacaklar profesyonel eğitimden geçmiş ve eğitim almış kişiler olabilir mi?
    8. Sosyal ve sportif etkinliklere nerede katılabilirim?
    9. Düşünce ve duygularımı ifade edebilecek, iletişim becerilerimi kullanabileceğim etkinliklere katılabilecek miyim?
    10. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alabilecek miyim?
    11. Sağlık, yemek, ulaşım, güvenlik hizmetleri alabilecek miyim?
    12. Alacağım hizmet giderleri bütçeme uygun olacak mı?


    Eğer yukarıdaki sorulardan birkaçı bile aklınıza geliyorsa toplantıya katılmanız  tavsiye olunur. Kararınızı vermiş olsanız bile yine bekleriz, farklı bir bakış açınız gelişmiş olur.

15 Eylül 2017 Cuma GÜNÜ   SAAT 15:00’de
PROF DR AHMET SALTIK – BİLGİLENDİRME TOPLANTISI
******
En üstte yer verdiğimiz görselde de (poster) açıklamalar var..
Yukarıdaki soruların yanıtlarını arıyorlar..
Dikili’de Türkiye genelinden daha yüksek oranda eğitimli yaşlı insanlarımız var..

Biz de bu sorulara yanıt üretmek amaçlı hazırlık yaparak sunumumuzu hazırladık ve belirtilen yer, gün ve saatte ilgili ve kalabalık katılımcılarla paylaştık.

Bu konferansımızı 15.09.2017 günü Dikili’de gerçekleştirdik.. Yaklaşık 1,5 saat biz sunum yaptık. Ardından epey soru ve katkı geldi toplamda 3 saati bulduk..


Emek veren ve bizi konuşmacı olarak çağıran dostlarımıza teşekkür ederiz. Sunumumuzu pdf olarak izlemek için lütfen tıklayınız :

Dikili_Gelecekteki_Yasaminizi_Nasil.._15.9.17

Bu bir başlangıç toplantısı.. Girişimci dostlarımıza danışmanlık desteği vermeyi sürdüreceğiz..

Sosyal devletin yaşlı yurttaşlarının yaşam standartlarını olanaklı olan en yüksek düzeyde tutmak için kamusal sorumluluğu vardır. Türkiye’de bu alanda ciddi sorunlar, boşluklar, ayrımında (farkında) olmayış.. söz konusu. Bunları hızla aşmamız gerekiyor..

Öncelikle nüfus artış hızını düşürerek.. ARTIK HER AİLEYE 1 ÇOCUK!
Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Gıda Tarım Örgütü‘nün yeni raporları dehşet verici..
815 milyon insan AÇ! Temel nedenlerden biri KÜRESEL ISINMA ve ÇATIŞMALAR..
Doğallıkla KAPİTALİST SÖMÜRÜYÜ asla atlamamak gerekiyor.

Yararlı olmasını dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 18 Eylül 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Adana’da panel : Şehir Hastanesi Uygulaması Ne Getiriyor? Ne Götürüyor?

Adana’da panel :
Şehir Hastanesi Uygulaması
Ne Getiriyor? Ne Götürüyor?

Adana Tabip Odası ve SES Adana Şubesi “Şehir Hastanesi Uygulaması Ne Getiriyor? Ne Götürüyor?” konulu panel düzenledi. Panele konuşmacı olarak CHP Mersin Milletvekili Prof. Dr. Aytuğ Atıcı, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konsey Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel ve Mersin Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Ahmet Burhan Söker katıldı.

CHP Adana Milletvekilleri Elif Doğan Türkmen, Zülfikar İnönü Tümer ve İbrahim Özdiş’in de izlediği panele CHP İl Başkanı Ayhan Barut, TMMOB’ye bağlı Oda başkanları, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Adana ve Mersin’de görev yapan hekimler, sağlık çalışanları ve vatandaşlarında katıldığı “Şehir Hastanesi Uygulaması Ne Getiriyor? Ne Götürüyor?” panelinin açılış konuşmalarını SES Adana Şube Başkanı Muzaffer Yüksel ve Adana Tabip Odası Başkanı Doç. Dr. Ali İhsan Ökten yaptı.

“Türkiye tıbbi malzeme çöplüğünü döndü”

Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında 2002 yılından itibaren (AS: Haziran 2003’te başlatıldı) Aile Hekimliği, Kamu Hastaneleri Birliği ve Şehir Hastaneleri projelerinin yaşama geçirildiğini belirten Ali İhsan Ökten, konuşmasında şunları kaydetti:

“Aile Hekimliğine bizim nazarımızda sevk sistemine geçilmediği için gerçek amacından uzaklaşmış,  Kamu Hastaneleri Birliği iptal edilerek yeniden Sağlık Müdürlüğü sistemine geçirilmiş, Genel Sağlık Sigortasının da uygulanamadığı görülmüştür. Özel bir kanunla çıkarılan Şehir Hastaneleri ise yap-işlet-kirala-devret yöntemiyle yapılan ve normalde 3-4 yılda kendisine sahip olacakken 25 yıl boyunca kira ödenecek olan çocuklarımızın geleceğini gasp eden bir sistemdir. Türkiye’de 42 bin civarında yeni yataklı hastane yapıldığı söylenmekte, ancak yatak sayısı hiç artmayacağı için bu söylem gerçekleri yansıtmamaktadır. Türkiye bir taraftan tıbbi malzeme çöplüğüne dönerken, bir taraftan da dev şirketler için teknoloji pazarı olmuş durumdadır. Adana’da yapılan 1550 yataklı Şehir Hastanesi’nin maliyeti 680 milyon 452 bin 306 dolardır. Plansızlık sonucu güney Adana’da hastane kalmadığını, aynı güzergahta üç  üniversite hastanesi, adliye, kışla, okullar, otoban giriş çıkışları ile trafiğin getireceği  gürültü ve hava kirliliğini de unutmamak gerekir.”

“KÖO uygulamaları finansal felaket”

TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel, Şehir Hastaneleri’ni Birleşik Krallık’tan ithal edilen bir sistem olduğunu belirterek, Şubat ayında Birleşik Krallık yani İngiltere kaynaklı bir rapor açıklandığını ve bu raporda Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) uygulamalarıyla İngiliz sağlık sisteminin çökertildiği tespitinin yapıldığını aktardı. Manchester İşletme Okulu’ndan Prof. Jean Shaoul’un Birleşik Krallık’taki KÖO’ları “maliyet açısından büyük bir finansal felaket” ve “vurgunculuk” olarak nitelediğini aktaran Tükel, içerdeki felaket denebilecek sonuçlara rağmen Birleşik Krallık Hükümeti’nin dünyada KÖO’ları yaymaya çalışmasının nedeninin, şirketlerine yarar sağlama çabası olduğunu kaydetti.

Tükel, Birleşik Krallık örneğinin, hastaneleri işleten şirketlerin doktorların daha uzun süre çalışmasını, daha fazla hasta bakmasını, daha fazla tetkik yapmasını, ‘para getirmeyecek’ hastaları başka yerlere sevk etmesini ve giderek daha az ücret almalarını istediğini ortaya koyduğunu kaydetti. Kamu-özel ortaklığı uygulamalarının emeğin haklarını ortadan kaldırdığına dikkat çeken Tükel,  kamu hizmet ve yatırım alanlarını piyasalaştırdığını, kamudaki örgütlü işgücünün yerini örgütsüz ve ucuz emek gücünün aldığını, kâr oranlarını artırmak isteyen şirketlerin istihdamda daralmaya gittiklerini ve çalışanların ‘kamu çalışanı’ olma vasfını kaybetme (AS: niteliğini yitirme) riski altında olduklarını söyledi.

Türkiye’de şehir hastanelerinin KÖO yöntemiyle yapıldığını belirten Tükel, 2005 yılından bu yana bu alanda yapılanlara ilişkin ayrıntılı bilgiler aktardı. Şehir hastanelerinin, bedelsiz olarak şirketlere tahsis edilen Hazine arazileri üzerine şirketler tarafından yapıldığını, bu hastanelerde Sağlık Bakanlığı’nın kiracı olduğunu, Sağlık Bakanlığı’nın en az 25 yıl boyunca şirketlere kira ve bina bakım parası ödeyeceğini, yanı sıra hastaneyi inşa eden şirketten hizmet satın alacağını anlattı.

Sağlık Bakanlığı’nın Türkiye çapında 29 şehir hastanesi yapımını planladığını ve bunların 18 tanesinin sözleşmesinin imzalandığını belirten Tükel, bu 18 hastane için yılda ödenecek kira bedellerinin toplamının 3 milyar lirayı geçtiğini söyledi. Tükel, maliyet-etkinlik, hasta memnuniyeti, çalışanların hakları dahil olmak üzere tümüyle kamunun aleyhine olan bu modelden vazgeçilmesi ve şehir hastanelerinin Sağlık BakanlığI’na devredilmesi gerektiğini belirterek sözlerini tamamladı.

“Sağlıkta Dönüşüm Programı tıkandı”

CHP Mersin Milletvekili Prof. Dr. Aytuğ Atıcı, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın tıkandığını, Sağlık Bakanlığı’nın yatırım yapamaz, planlayamaz halde olduğunu ve kışkırttığı “sağlıkta tüketimi” frenleyemediğini kaydetti. Atıcı, “Finansörler artık kapitülasyon istemektedir. Yedikçe acıkan ekonomik sistem iflasa doğru yürümektedir. 25 yıl alım garantili (%70 doluluk garantisi) kamu hizmeti için, hazine garantili yatırım yapıp kira almak, riski halkın geleceğine yükleyen bir sistemdir” diye konuştu.

Atıcı, Mersin Şehir Hastanesi çalışanlarının durumuna ilişkin olarak da şunları aktardı:

“Hemşire sayısı yetersiz. TSM’lerdeki hemşireleri toplamışlar. 20 yıldır Sağlık Ocağı’nda çalışan hemşireleri, hastane tecrübeleri olmamasına rağmen hastanede görevlendirmişler. Alan geniş olduğundan, bir hemşire 10 metre karede yapacağı işi 100 metre karede yapmak zorunda kalıyor. Aynı iş için daha çok yoruluyor. Tayinlere izin verilmiyor. Hekimler birbiriyle görüşemiyorlar, iletişim çok azalmış. Hekimler, hemşireler çalışma isteğini yitirmişler. Çalışma koşullarının ağırlığından yakınıyorlar. Angarya iş çok fazla. Tanı tedaviye ayrılacak zaman kayıt gibi fuzuli işlere ayrılıyor. Sekretersiz çalışmak sıkıntı yaratıyor. Çalışanlar döner sermayelerini düzenli olarak alıyorlar. Hastanenin gideri çok fazla, geliri giderini karşılayamıyor ama Bakanlık açığı kapıyor.  Şirkete bildirilen ihtiyaç kalemleri karşılanmıyor. Ulaşım uzun zaman alıyor. Sağlığa erişimin önünde en büyük engel, etrafta eczane yok. Hastanenin etrafındaki araziler çok ucuza alınmış şimdi fahiş fiyat isteniyor.”

“Otelcilik ve reklam ön planda”

Mersin Şehir Hastanesi hakkında genel bilgi aktaran Mersin Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Ahmet Burhan Söker de, “Servislerde doktor dinlenme, giyinme odaları yok. Başhekim ve yönetim genel olarak hekimlerin, sağlık personelinin sorunlarına kayıtsız. Bloklar arası erişim sorunu mevcut. Mavi koda erişim süreleri uzun. Stratejik personel olması nedeniyle hekimlerin tayinlerine izin verilmiyor. Otelcilik ve reklamlar ön planda. Adana için önerimiz polikliniklerde yardımcı sağlık personeli olmadan göreve başlamayınız. Bizler öyle davrandığımız için yardımcı personel aldık” diye konuştu. (http://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=73cdc51a-960f-11e7-914a-a458ccf7715010.09.2017) 

Prof. Dr. Raşit Tükel’in sunumu için tıklayınız. 

===========================================

Teşekkürler değerli meslektaşlarımıza…

Şehir hastaneleri üzerinden yürütülen talan hakkında sitemizde bir yazı daha..

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Adalet: Eylemden fikre…; ya sonra?

Adalet: Eylemden fikre…; ya sonra?

İBRAHİM Ö. KABOĞLU Prof. Dr. İBRAHİM Ö. KABOĞLU 

(AS : Bizim çoooooooooooook kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Adalet Kurultayı (26-30 Ağustos), Adalet Yürüyüşü’nün uzantısı olsa da, esasen sonrasının planlanması bakımından da önem taşımakta. Neden ve nasıl?

Adalet Yürüyüşü: Hangi ilkler?

15 Haziran’da Ankara’da başlayan ve 9 Temmuz’da Maltepe büyük toplantısı ile noktalanan Adalet Yürüyüşü, eylem ve özgürlükler bakımından ilk olma özelliğine sahip: Zaman – mekân ve kitlesellik bakımından, sadece ülkemizde değil, dünya ölçeğinde de 21. yüzyıla damgasını vurmuş olan bir eylem. Hak ve özgürlükler bakımından da, birçok eşiğin geçildiği söylenebilir: Toplanma ve gösteri şeklinde bir toplu özgürlüğün bu denli kitleselleşmesi bir ilk. Kitleselleşme; çünkü bizde toplantı ve gösteriler, genellikle iki uçta yer alır veya algılanır: Bir uçta, toplumsal taleplere ilişkin toplantı ve gösteri özneleri için sıklıkla, ‘marjinal gruplar’ indirgemesi yapılır; öbür uçta, özellikle AK Parti’nin önemsediği kitlesel, ama tek bir kişinin konuştuğu toplantılar.

İşte Adalet Yürüyüşü, kitlesel toplu eylemlerin bu şekilde iki uç şeklindeki zıt görünümü kırdı. Ama belki daha önemlisi, zaman-mekân ve kitlesellik bakımından bu denli devasa toplu özgürlüğün, barışçıl bir şekilde kullanılabilmiş olması. Kuşkusuz bunda, adalet gibi bir toplumsal ve ulusal ihtiyaç üzerine inşa edilen meşru bir amaç ve düzenleyicilerin özeni etkili oldu. Bunda, kolluk güçlerinin payı da teslim edilmeli. Güvenlik güçleri, böylece asli görevlerini icra etmenin ötesinde, ‘politik baskı ve zorlamalar’ dışında kalabileceklerini de kanıtlamış oldu.

Siyasal açıdan ise; ülkenin gündemini değiştirebilme özelliği. Başta yürüyüşü itibarsızlaştırma yarışına girenler bile, tek adamın güdümü altında ülke gündemini belirleme kısırdöngüsünü fark etmiş olsa ki, adalet ve yürüyüşünü tartışmaya değer görmeye başladı. Kurultayın yelpazesi geniş, ama…

Adalet Kurultayı (26-30 Ağustos; Çanakkale), adalete ilişkin sorunlar, tartışmalar, görüş ve öneriler ekseninde şekillenecek.
1. Mahkemede adalet,    2. yaşamda adalet,
3. seçimde adalet,           4. inançta adalet,
5. geçimde adalet,           6. eğitimde adalet,
7. devlet ve                      8. medyada adalet
olmak üzere 8 ana panel şeklinde düzenlenmiş bulunuyor.
(AS: Ne yazık ki SAĞLIKTA ADALET başlığı da yok!??)

Kuşkusuz, onlarca çalıştay, daha somut açılım ve tartışmalara olanak sağlayacak. Örnek, Ceza Muhakemeleri Hukukunda Savunma çalıştayı:
KHK ve OHAL koşullarında soruşturma ve kovuşturma evresinde müdafiden yararlanma hakkı, müdafinin yetkileri, Anayasa ve İH Avrupa Mahkemesi kararları ışığında savunma hakkı, müdafilik görevinden yasaklanmak.

Çevresel adalet ve vatanseverlik

Adalet yelpazesi hayli geniş tutulmuş ancak, ‘çevresel adalet’in görünür olmayışı önemli bir eksiklik. Zira ülkesel yağmalama hız kesmeden devam ediyor. Gerçi, parti eksenli zirvedeki kişi, sol ve vatana ihanet arasında bir bağlantı arayışı içinde olsa da; ilk somut bağlantı, çevresel yağma ile vatan hainliği arasında kurulabilir.

Vatana ihanet ile hukuka saygı arasındaki ilişkiye de dikkat çekmekte yarar var. Hukuka saygının olmadığı bir devlette, mahkemeler adalet dağıtamaz. Adaletin dağıtılamaması, devletin varlık nedeninin sorgulanması demek. Bu nedenle, mahkemede adalete inanmayan veya elindeki yetkiyi bunu baskı altında tutmak amacıyla kullanan kişi, devletin birlik ve bütünlüğünden de söz edemez; zira hukuk devleti, hukuk kuralları bütünü olarak tanımlanır.

  • Hatta, çağdaş anayasa hukuku, vatana ihanet suçu ile anayasal saygı arasında doğrudan bağlantı kurar: Anayasa’nın açık yasaklarına uymamak; anayasal emirlere aykırı hareket etmek.

Yürüyüş ve kurultay ötesi…

Adalet Yürüyüşü, Ankara-İstanbul güzergâhındaki bir eylem ile sınırlı olmadığı gibi, Adalet Kurultayı da sadece fikri bir etkinliğe indirgenemez. Neden ve nasıl? Yürüyüş eylemi, adalet sorunsalını da toplumun gündemine taşıdı; belki de ilk kez, Türkiye’de ‘adalet arayışı’nı bu denli görünür hale getirdi. Kurultay ise, tam tersine yalnızca bir fikri çalışma ile sınırlı kalmayacak, bir forum olarak bundan böyle izlenecek mücadele yöntemlerine ışık tutacak. Belki de, adalet arayışı mücadelesinde, ‘eylem-düşünce’ halkasına ‘toplum ve hukuk’ şeklinde yeni bir halka ile 3. yolu ortaya çıkaracak… İşte birkaç erken öneri:

» Kurultay bildirisinin kucaklayıcı olması ve yeni adli yıl için olduğu kadar ülke barışı için mesajlar içermesi,
» Çalıştayların yaratacağı sinerji ile adalet nöbetlerini adalet platformlarına çevirmek ve buralarda tematik (AS: Belli temaları olan) tartışmalar yapabilmek,
» Kurultay başlıklarından her bir konuyu işlemek için 7 bölgede Adalet Kurultayı düzenlemek,
» Böyle bir etkinliğe, bu kez Türkiye’nin güneydoğusundan başlamak. (

Erdoğan geçtiğimiz günlerde 2,5 milyar ağaç diktiklerini yineledi bir konuşmasında.. Bakalım temel / ilkokul Matematiği ne der bu işe?

Her 1 ağacın fidesinin hazırlanması, dikilecek yere taşınması, dikim alanının hazır edilmesi, fide çukurunun kazılması, çukura yerleştirme ve ilk su verme, koruma ve sabitleme kafesi yapılması için toplam 1 saat zaman gerekse

2,5 milyar saat emek gerekir. Yılda 250 işgünü çalışılsa
2,5 milyar saat / 250 işgünü = 10 milyon saat / yıl emek gerekir.
1 işgününde 8 saat aralıksız çalışılırsa 30 milyon saat / yıl emek gerekir.
AKP bu işi 15 yıla düzenli yaydı ise her yıl 2 milyon saat emek üretilmeli.
Bunun için de günde 8 saatten 250 bin insan her gün salt ağaç dikmeli.
Yılın 250 günü bu kesintisiz sürmeli, 15 yıldır arasız devam ediyor olmalı! 

Orman Genel Müdürlüğü’nün toplam çalışanı kaç kişi??
Hepsi de son 15 yılda ”salt ağaç dikme” koşuluyla..
– Orman Genel Müdürlüğü 2017 yılı performans programına göre 2016 yılı Aralık ayında OGM personel sayısı 39 028. Personelin büyük çoğunluğu sürekli ve geçici işçiler ile memurlar. Kadroların %52’si işçi, %45.7’si memur.
(
Orman Genel Müdürlüğü OGM personel sayısı açıklandı)

Bunun bir de dikim sonrası izlemi, sulaması, bakımı, budanması, hastalıkları, gerektiğinde kesimi, yangını/yakılması/B2 arazileri boyutları… var.. Ayrıca dikim – bakım işçilerinin işyerine ulaştırılması süresi.. Canım OGM de ağaç dikmeyi kendi yapacak değil ya! İşi yandaşlara ihale ederek hizmet satın almıştır bol bol.. Öyleyse hizmet bedeli faturaları nerede?? Ya da OGM 15 yıl her iş günü düzenli olarak onbinlerce gönüllü ağaç dikicisi bulmuştur değil mi ya?

  • Unutulmasın; 15 yıl boyunca her yıl 250 işgünü, 8’er saat salt ağaç diken 250 bin insan çalışmış olmalı! (Son verilerle toplam polis sayısı 233 bin!)Erdoğan bu işi 10 yılda yaptıklarını da söylüyor.. O zaman hesap yenilenmeli :
  • 10 yıl boyunca her yıl 250 işgünü, 8’er saat salt ağaç diken 333+ bin insan çalışmış olmalı!Amazon ormanları yaklaşık 390 milyar ağaç içeriyor. 5,5 milyon km2. Türkiye’nin 7 katı alan. Tüm Türkiye Amazon ormanı gibi olsa yaklaşık 56 milyar ağacımız olacaktı. Oysa iyimser rakamla topraklarımızın %25’i orman.. Bu da Amazon niteliğinde (!) 14 milyon ağaç eder. Bunun yaklaşık 5’te 1’ini de AKP son 10-15 yılda dikmiş olacaktı. Bir rivayette dikilen ağaç sayısı 2,5 değil 2,8 milyar.. Yerseniz!!..

    Ammmma; ne de olsa Tayyip bey ve AKP iktidarı gerçek çevreci değil mi?
    Ne dersiniz?? Tayyip bey gene havalarda mı??
    Hoca Nasrettin’in mahkemede Kadı’ya itirazı akla geliyor. Yüz sopa ceza alınca isyan eder ve
    – Kadı efendi ya sen hiç sopa yemedin ya da sayı saymayı bilmiyorsun!

Ne dersiniz Tayyip bey hazretleri ve muhte(r-ş)em danışmanları??
Siz cümle alemi sersem sepelek mi sayıyorsunuz?? Ne güzel halk deyişidir

  • Atma Recep din kardeşiyiz!CHP’nin yarın, 2 Ağustos 2017’de Çanakkale’de başlayacak Adalet Kurultayından söz nereye geldi.. Bir de 95 yıl önce aynı gün, 26 Ağustos 1922 şafağında Mustafa Kemal Paşa kurtuluş savaşımızın en kritik dönemeçlerinden biri olan Büyük Taarruz‘u başlatmıştı.

    Yaşa Mustafa Kemal Paşa, Yaşa Mustafa Kemal Paşa..
    selam olsun o yiğitlere!
    *****
    Son bir şey daha; SAĞLIKTA ADALET teması da yok paneller içinde..
    Oysa ”her şeyin başı sağlık” der dururuz.. Şakası bir yana, bu sektörde Türkiye’nin belini kıracak çapta önemli ”şey” ler (Rant, talan..) oluyor! Pek çok kez yazdık sitemizde.. Bir Sağlıkta ADALET Paneli de olursa, çağırırlarsa, gider anlatırız bildiklerimizi..

Sevgi ve saygı ile. 25 Ağustos 2017, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

 

Doktoru tehdit eden hasta yakınına ibretlik ceza

Doktoru tehdit eden hasta yakınına ibretlik ceza

İZMİR’de merdivenlerden düşen eşini getirdiği Göğüs Hastanesi Acil Servisi’nde çalışan Uzm. Dr. Mehmet Ünal’ı tehdit ederek sözel şiddette bulunan hasta yakını Necmi Karaağaç‘a ibretlik bir ceza verildi. Karaağaç, ‘Sağlık Çalışanlarına Şiddete Hayır’ pankartıyla hastaneye gelerek
Dr. Ünal’dan özür diledi. (DHA 24 Ağustos 2017)

[Haber görseli]

Olay, 13 Ocak 2016’da 00.30 dolayında gerçekleşti. Eşini ambulansla Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisi’ne getiren oto tamircisi 43 yaşındaki Necmi Karaağaç ile yaşadığı tartışmanın detaylarını anlatan Uzm. Dr. Mehmet Ünal,

  • “O gece hasta bize geldiğinde hemen müdahale etmeye başladık ancak hastaya ait kimlik yoktu. Ben de yakını olan Necmi Bey’e mutlaka kimlik olması gerektiğini belirterek, kimliğin bize verilmesini söyledim. Bunun üzerine tartışma yaşandı ve ben de kendi güvenliğimizi sağlamak için durumu hastanenin ‘beyaz kod’ birimine bildirdim. Daha sonra süreç kamu davasına dönüştü ve arabulucu devreye girdi. Ben de ceza olarak
  • Necmi Bey’in sağlık çalışanlarına yönelik şiddete dikkat çekecek ve buna karşı olduğunu gösterecek bir pankart hazırlayıp hastanemize asmasını istedim.
  • Bu gün de pankartıyla geldi, konuştuk ve aramızda bir sıkıntı kalmadı. Hazırlanan pankart aracılığıyla topluma anlamlı ve farkındalık yaratacak bir mesaj verdiğimizi düşünüyorum” dedi.

“ŞİDDETE BEN DE KARŞIYIM, PİŞMANIM”

Yaşanan tartışmadan dolayı pişmanlık duyduğunu ve sağlık çalışanlarına yapılan şiddetin karşısında olduğunu ifade eden Necmi Karaağaç, olaydan 8 ay sonra elinde pankartıyla hastaneye geldi. Karaağaç,

  • Sağlık çalışanlarına şiddeti elbette doğru bulmuyorum.
    Benim de kötü bir niyetim yoktu. Aramızda sözlü bir münakaşa olmuştu. Doktor Bey’le görüştük, hakkımızı helal ettik. O gece yaşanılanlardan dolayı doktor beye pişman olduğumu söyledim. O da sağ olsun beni dinledi ve el sıkışarak anlaştık. Olayın mahkemeye gitmeden bu şekilde tatlıya bağlanması beni çok sevindirdi. Pankart hazırlamamı istemişti. Ben de
  • ‘Sağlık Çalışanlarına Şiddete Hayır’ yazılı pankartı yaptırdım ve özür diledim” dedi.

======================================
Dostlar,

SAĞLIKTA ŞİDDETİN ve CİNAYETLERİN GERÇEK SORUMLUSU
KENDİSİNİ KÜRESEL SERMAYEYE ADAYAN AKP İKTİDARIDIR!

Önce meslektaşımız Uz. Dr. Mehmet Ünal’ı yaratıcı ve uzlaşmacı davranışı nedeniyle kutlamak isteriz. Ardından, 8 ay sonra da olsa, ”Uzlaşma Kurumu” sayesinde olgun tutum sergileyen Necmi Karaağaç adlı yurttaşımızı. ”Uzlaşma” kurumu, 5271 sayılı yeni (2004 tarihli) Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 253. maddesinde tanımlanmış ve belli koşullarda, dava süreci öncesinde taraflara uzlaşma olanağı sağlanmıştır. Adil uygulanması, yargı önünde hak arama hak ve özgürlüğünü zedelememesi (Anayasa md. 36) durumunda, mahkemelerin yükünü azaltabilecek yerinde bir kurumdur.

Başta hekime olmak üzere sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, AKP iktidarının Haziran 2003’te başlattığı IMF / DB (arkasında DTÖ, ABD-AB, OECD) kökü dışarıda SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM (Health Transformation) uygulaması ile adeta roketlenmiş ya da başlamıştır.. Araştırılsa belki de 2 olgu (değişken) arasında doğrusal (lineer) bir matematiksel bağıntı bile kanıtlanabilir!

Sağlıkta piyasalaşma Devleti geri çekip HALKIN SIRTINDA SOPALI tahsildar – tüccar yaparken; sağlık hizmetlerinin doğuştan hak sahibi öznesi insanımızı müşterileştiren, ACIMASIZCA SÖMÜREN ama halka da yanıltıcı propaganda yapan iktidar, halkı sağlık çalışanları ile neredeyse bilerek karşı karşıya getirmiştir. Hizmetlerde, başta cepten ödemeler olmak üzere giderek artan sorunlarla bunalan yurttaş, –belki de haklı!??– öfkesini karşısındaki sağlık emekçilerine yöneltmektedir. Böylelikle halka saygısız, içtenliksiz, gerçekte yerel – küresel sermaye yanlısı ikiyüzlü sağlık politikalarının içyüzü halktan saklanmaya çalışılmıştır.

Maskeli balo günümüzde, ŞEHİR HASTANELERİ kumpası ile sürdürülmek istenmektedir.

Sitemizde Sağlıkta Dönüşüm, Şehir Hastaneleri, Sağlıkta Şiddet hakkında onlarca yazıya erişmek olanaklıdır.. Örneğin sitemizde arama kutucuğuna ‘‘alçakça bir talan’‘ yazın ve taratın bakalım, hangi belgeler ekranınıza gelecek!

Belki de ve başlıca bu yüzden olsa gerek, AKP iktidarları SAĞLIKTA TIRMANAN ŞİDDET sarmalına, meslek örgütümüz TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) kökten – kalıcı çözüm önerilerine bir türlü yanaşmamış, uzlaşmamıştır. Sağlıkta Dönüşüm tuzağının uygulanması ile zaman içinde kıskaç (SAĞLIK HAKLARIMIZ!) giderek daraltıldıkça, bunaltısı büyüyen alt – orta katman yurttaşın, karşısında bulduğu gerçekte kendisi kadar çaresiz sağlık emekçilerine öfke patlamaları, vahşi cinayetler düzeyine tırmanmıştır.

  • Sorunun ana sorumlusu AKP iktidarıdır! Bu iktidarın halktan yana değil, küresel sermayeden yana halk düşmanı sağlık politikalarıdır. Bu vahşi politikalardan, SAĞLIĞI TEMEL İNSAN HAKKI, DEVLETE DE TEMEL ÖDEV SAYAN uygar anlayışa dönmedikçe etkili çözüm yoktur, ancak göstermelik önlemler söz konusu olabilir. İktidarın utanmazlıkla yapageldiği tam da budur.

TTB’nin hazırladığı kapsamlı ŞİDDET Raporları, yetkililerle kezlerce yapılan yüzyüze görüşmeler, yazışmalar, basın açıklamaları, sokak eylemleri.. TTB arşivlerinde, sanal ortamdadır. Örneğin ”ŞİDDETLE BAŞA ÇIKMAK- TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ, OCAK 2013” raporu (Saglikta_Siddetle_Basa_Cikmak_TTB_2013)..
Bu süreçte, ne yazık ve ne acıdır ki, siyasal iktidarın (AKP’nin) dönüşümsüz biçimde kendisini küresel güçlere bağladığı/adadığı net olarak görülmüştür.

Halkın, yaşadıkları üzerinden hızla ve etkili biçimde aydınlatılarak örgütlenmesi ve gerçekleri görerek EVRENSEL SAĞLIK HAKKI için iktidarlara politik baskı amaçlı siyasal mücadeleye bilinç ve kararlılıkla katılması çözümü üretebilecektir.

Somut olayda meslektaşımızın yaratıcı davranışı ve eylemci yurttaşın -biraz da çaresizlikten 8 ay sonra uzlaşması- önemli ve anlamlı bir katkı olsun dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 24 Ağustos 2017, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

 

ALEVÎLİK BİLDİRGESİ İMZAYA AÇILDI

DUYURU: 75 Alevi Dedesi ve
20 Alevi Kanaat Önderinin İmzaladığı

A L E V Î L İ K   B İ L D İ R G E S İ
İmzaya Açıldı. Herkes İmzalayabilir..

Sefa M. Yürükel (sefamyurukel65@gmail.com) dostumuz bize metnin kapsamlı bir özetini gönderdi. İlk 5 madde şöyle :

ALEVÎLİK BİLDİRGESİ [ÖZET]

1. Biz Alevîler, Alevîliği tartışmasız şekilde İslâm dairesi içinde görüyoruz.
Hatta geleneğimizde Alevîliğin, İslâm’ın özü ve ruhu olduğuna dair genel bir kabul vardır. Atalarımızdan nesilden nesile aktarıldığına göre biz kılıç zoru ile değil,
Ali evlatları eliyle gönülden bağlanarak Müslüman olmuş bir zümreyiz.

2. Bugünün Alevîliğini anlamak için bilmemiz gereken iki ana kavram vardır ki bunlar, “yol” ile “ocak” kavramlarıdır. Zira Alevîlik; Bektaşîlik ve Safevîlik tarikatları ile birçok “ocak” etrafında oluşan “sürek”lerin, “yol” çatısı altında toplanması ile hayat bulmuş bir inanç sistemidir.

3. Biz kendi inancımıza “Yol” adını veririz. “Yol” adı altında birçok “sürek” bulunur. Sürekler, “ocak” adını verdiğimiz ve Hz. Muhammed’in soyundan geldiklerine inandığımız kutsal ailelerin ulu ataları çevresinde oluşan ritüelleri kapsar. Sürekler, şekil ve öz bakımından aynı kökenden gelen tarikatlardır. Esasen sürekler arasındaki farklar çok azdır ve hepsi “yol”un genel ilkelerine uyarlar.

4. Türklerin Müslüman olması ile Horasan’da oluşmaya başlayan ve büyük Türkmen göçleri ile geldiği Anadolu’da nihai yapılanmasını tamamlayan Alevîliğin omurgası, 2 temel üzerine oturur. Bunlardan birincisi İslâm imanı, ikincisi ise Türk kültürüdür.

5. İslâm’ın tarihî genel olarak Hz. Muhammed’in doğumu ile başlatılsa da biz Alevîler bu tarihî
Hz. Âdem (a) ile başlatırız. Çünkü inancımıza göre “din” tektir ve onun adı İslâm’dır. Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Muhammed ile sona eren peygamberlerin tamamının dini olan İslâm,
son biçimiyle Hz. Muhammed tarafından insanlığa tanıtılmıştır.
*********
8. İster Türkçe, ister Zazaki, ister Kırdaşi konuşsun, biz büyüklerimizden sürekli 2 şey duyduk : Birincisi kökenimize, ikincisi dinî tercihimize yönelikti. Horasan’dan gelen Türkleriz. Asıl Türk biziz şeklinde ifade edilen soy vurgusu, hâlâ yaşı yetmişi geçen büyüklerimizin dilinde
ortak bir bildirge gibi yaşamaktadır. İkincisi, dinî tercihimize vurgu yapan,
Biz kılıç zoru ile olmadık. Ali evlatları eliyle gönülden Müslüman olduk” cümlesidir.
*********
13. Yolumuzda dinin ana kaynağı ve serçeşmesi kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerim’dir.
Kutsal kitabın Allah katından vahiy meleği Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e vahyedildiğine, ilk kez Hz. Ali tarafından yazıya geçirildiğine ve bir kitap hâline getirildiğine inanıyoruz. Hz. Ali’nin kitap hâlinde topladığı Kur’ân-ı Kerim, surelerin iniş sırasına göre tanzim edilmişti. Böylece dinin özü, ruhu ve hareket seyri daha kolay anlaşılıyordu.

14. Kur’ân-ı Kerim’in açıklanmasına ihtiyaç vardır. Çünkü yapısı gereği farklı şekillerde yorumlanmaya açıktır. Son veda haccında ilan ettiği üzere Hz. Muhammed, bizlere 2 ağır emanet bırakmıştır: Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt. Bu nedenle Kurân-ı Kerim’in kâmil manada açıklaması Hz. Muhammed ile Ehl-i Beyt’in yetkisindedir.

15. Hz. Muhammed, kızı Hz. Fatıma ve 12 İmam’ın buyrukları bizim için mutlak olarak haktır. Onların buyrukları, Kur’an hükmü gibidir. Hz. Ali’ye “Konuşan Kur’ân dememizin bir nedeni de budur. Doğal olarak dinin bir diğer kaynağı hadislerdir. Ancak uydurma hadislerin varlığına dayanarak bunları, Kur’ân ve akıl ölçüsüne göre değerlendirir, kabul eder veya etmeyiz. Hz. Muhammed’den sonra dinin koruyucusu olarak 12 İmam’ı tanıdığımız ve
yolumuzun önderleri bildiğimiz için onların sözlerini de kutsal biliriz.

16. Dinî düşüncemizin en önemli kaynaklarından biri de Akıldır. Akılsız dindarlığa
bir değer yüklemediğimiz gibi, dini olan kişinin mutlaka akıllı olması gerektiğini vurgularız.
*********
37. İnancımızda yer alan önemli kavramlardan biri, “ergin toplum”a karşılık gelen “rıza şehri”dir. Rıza şehrinin kurulmasında en önemli düsturumuz;

  1. “eline, beline, diline sahip ol”maktır.38. Türkiye dışında, Orta Doğu ve Balkanlar’da geleneksel yaşam alanlarımız vardır.
    Bunların dışında işçi göçleri ile birlikte dünyanın dört tarafına yayılmış bulunuyoruz.
    Türkiye bizim için her zaman 1. plandadır ama doğal olarak vatandaşı olduğumuz diğer devletlere karşı da sorumluluklarımız vardır. Çıktığı yumurtayı beğenmemek ve yemek yediği kaba tükürmek, Alevî ahlakının, Alevî vicdanının ve Alevî töresinin kabul edebileceği davranışlar değildir.39. Siyaset bizim için kötü bir uğraş değildir, aksine sorunlara çözüm üretmek ve ahlaki ilkelere uymak kaydıyla yararlı bir uğraştır. Çünkü kötü olan siyaset değil, ahlaksız siyasettir.
    Burada kötülük fiili siyasete değil, ahlaksızlığa yüklenmiştir. Toplumumuza ait bireyler
    farklı siyasal eğilimlere sahip partilerde siyaset yapmaktadır ve temel ilkelerimize
    uymak kaydı ile bizce bunda bir sakınca yoktur.40. Özetle Alevilik;

    – Allah-Muhammed-Ali inançlarını içselleştiren,
    – aklını kullanan,
    -haktan ve adaletten ayrılmayan,
    – bilimi izeyen,
    – ahlaklı ve ilkeli yaşamayı kişilik hâline getiren,
    – edebi bilen,
    – fıtratını bozmayan,
    – vicdanını karartmayan,
    – başkasının hakkına el uzatmayan ama kendi hakkına el uzatılmasına da müsaade etmeyen…
    bir “Yol”dur.
    =======================================Özet böyle Dostlar…

    Ve şöyle bağlanıyor..

    ALİ RIZA ÖZDEMİR-İSMAİL BÂKİ
    Temmuz 2017 – İstanbulBildirgenin tam metnine ulaşmak için aşağıdaki bağlantılara tıklayınız.

    http://www.sukitap.com/product/detail/alevilik-bildirgesi
    http://www.kriptokitaplar.com/index.php?route=product/manufacturer/info&manufacturer_id=13
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/alevilik-bildirgesi/432798.html&manufacturer_id=50042 

    Son olarak da imzalayanların listesi var…

    Biz de bir Ocakazde olarak bilginize ve ilginize sunarız…

  2. 40 maddelik kapsamlı özeti okumak / indirmek için lütfen tıklayınız :
    Alevilik_Bildirgesi_Yayinlandi Sevgi ve saygı ile. 18 Ağustos 2017, Tekirdağ  

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com=====================================
    Güncelleme                                :

20.08.2017 günü saat 13:00’te İstanbul Bahçelievler Belediyesi konferans salonunda toplanıldı.
Saz ile açılış deyişleri dinlendi.
Şehitlerimiz için saygı duruşunda bulunuldu ve İstiklal Marşımız söylendi.
Açış konuşmaları yapıldı..
1 kadın ve 1 erkek sunucu ALEVİLİK BİLDİRİS‘ni basılı kitaptan dönüşümlü okudular..
Bildiri alkışlar ve takdirle karşılandı. Basılı kitap katılımcılara sunuldu (Kripto yayıncılık). Bildiriye çok emek veren, geniş katılımla olgunlaştıran ve kitap olarak bastıran
Ali Rıza Özdemir ve İsmail Baki takdir ve alkış aldılar.
Biz de her 2 araştırmacı – girişimci aydın emekçimize şükranlarımızı sunuyoruz.
Kitap zaman içinde ve değişen koşullar nedeniyle katkılarla güncellenebilir.
Bir kez daha ilgiye ve bilgiye sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 20 Ağustos 2017, Tekirdağ 

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com