Etiket arşivi: Kürt sorunu

ALTILI MASA’NIN GÜNDEMİNDE EĞİTİMDE BÖLÜCÜLÜK VAR MI?

Zeki SARIHAN
Eğitimci-Yazar
zekisarihan.com

Ülkede sistemin aksayan yönlerine çekidüzen vermek için projeler ilan eden “Altılı Masa” ve CHP’nin gündeminde özel okulculuğun bölücülüğü konusunda bir cümle var mı? Yoksa neden?

Türkiye’yi yönetenlerin yurttaşlara en çok yönelttikleri suçlamalardan biri “bölücülük”tür. Daha çok Kürt sorunu üzerinden yapılan bu suçlama, devletin nerdeyse değişmez bir politikası olmuştur. Bir zamanlar, yalnızca “Kürt” sözcüğünü kullanmak bile bölücülüğün kanıtı sayılıyordu. Giderek Kürtlerin varlığı kabul edilebilir bir olgu durumuna geldi ama Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan kimi hakları bulunduğunu söylemek bölücülük suçlamasıyla karşılanıyor. Bu zihniyet yalnız iktidar çevrelerine özgü de değildir. Hatta bu iktidar, onu geçmiş yönetimlerden devralmıştır.

Türk burjuvazisi, kimi orta sınıf kesimlerini de yanına alarak eğitimde büyük bir ayrımcılığın, başka bir ifadeyle bölücülüğün hem mimarı, hem sürdürtücüsüdür. Bu da özel okulculuktur.

Halkın geneli için devlet okulları açılırken zenginler, çocuklarının bu okullarda okumasına razı olmamakta, çocuklarını paralı okullarda okutmaktadır. Bu okullar, Millî Eğitim Bakanlığının denetimine bağlı olmakla ve devlet okullarıyla aynı programı uygulama zorunda olmakla birlikte, devlet imam-hatiplileştiği için artık bunun olumlu bir yanı da kalmamıştır.

Özel okul yöneticileri, öğrencilere sunduğu olanaklarla “seçkin” okullar olduklarını övünerek ileri sürmektedirler. Özel okulların seçkinliği, öğrenci başına yapılan harcamanın, devlet okullarında okuyan öğrencilere yapılan harcamanın çok üstünde olmasından kaynaklanıyor. Özel okul ücretleri, dar ve orta gelirli ailelerin karşılamalarına olanak olmayacak ölçüde yüksektir. Normalde her öğrenci oturduğu semte yakın okullara yönlendirilirken özel okulların öğrencileri için böyle bir koşul yoktur. Özel okullarda sınıflar, devlet okulları gibi kalabalık değildir. Sınıflar, velilerden alınan paralarla pırıl pırıldır ve araç gerek yokluğu çekilmez.

Burjuvazinin okulları

Cehaleti baş düşman ilan eden ve bunun için eğitimi yaygınlaştırmaya çalışan Cumhuriyetçi elitler bile, çocuklarını özel okullara göndererek ya da kendi çocuklarının devam ettiği okulları çeşitli yollarla kayırıp bir çeşit “devletin özel okulu” durumuna getirerek eğitim olanaklarını halkla paylaşmaya yanaşmadılar. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde okumuş birçok seçkinin mezun olduğu (bitirdiği) okullar araştırıldığında bu gerçek ortaya çıkar. Bunların başında, yabancı okulların olduğu görülecektir.

Türkiye’de ilk açılan özel yüksekokullara karşı 1967’de İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinin başını çektiği, İstanbul-Ankara yürüyüşü, devrimcilerin bu konuda ne denli duyarlı olduğunu gösterir. Bu yürüyüşten sonra özel yüksekokullar anayasaya aykırı görülerek kapatılmıştı. Fakat kamuoyunun şiddetle bastırıldığı dönemde özel okul furyası yeniden başladı. Anaokulu, ilk ve ortaokul, lise ve üniversite düzeyinde özel okullar, devlet okullarıyla yarışa girdiler.

Devlet okullarının “saldım çayıra, Mevlam kayıra” kalitesizliğini ve düzensizliğini yaşadığı dönemlerde, özel okulda çocuğunu okutacak ölçüde maddi gücü olanlar, çocuklarının daha iyi bir eğitim alacağı gerekçesiyle bu okullara koştular. Muhafazakâr iktidarların okulları birer İmam-hatip okulu yapma girişimlerine karşı laik burjuvazi bir çeşit çocuklarını kurtarma operasyonu yaparak, laik patronlar ve eğitimciler tarafından işletilen bu okulları güvenli bir ada olarak gördüler. Dincilik de boş durmuyordu. Fetullah çetesi başta olmak üzere, çeşitli tarikatlar da ülkeyi, dershaneler, okullar, yurtlarla teslim alma hevesine düştüler.

Fetullahçılarla AKP Hükümeti arasında iktidara ortaklaşa değil de tek başına egemen olma savaşı kızışınca Hükümet, Fetullahçıların bütün eğitim kurumlarına el koydu. Fakat bu özel okul karşıtlığından kaynaklanıyor değildi. Fetullahçı okulların yerini alacak ve bütün eğitim topluluğunu yönlendirecek projeler zaten hazırdı. Laik burjuvazinin partisi, bu fırsattan yararlanarak özel okullar yerine kamu okullarını savunacak yerde, hükümetin bunlara el koymasına karşı çıktı.

Bu Bölücülüktür

  • Özel okulculukla büyük bir bölücülük yapıldığını iddia ediyorum.

Bu sistemin devlet okullarında okumak zorunda olan öğrenciler üzerinde nasıl psikolojik kırılma yapabileceği hiç düşünülmüyor mu? Bir örnek olarak hep düşünmüşümdür: Tuzluçayır Lisesi öğrencileri, Kızılay’a indikleri zaman Ankara TED Koleji önünden geçerken ne hissedebilir? Onun bahçesinde oynayan veya gezinen öğrencilere bakarak eğitimde birbirine yabancı iki öğrenci topluluğu olduğunu, kendilerinin bunlardan aşağı sınıfı temsil ettiğini düşünmeyecek midir?

1980 ve 1990’larda hükümet eğitimi paralı yapmaya çalışır ve özel okulculuğu teşvik ederken, paralı eğitime ve özel okulculuğa karşı kimi demokratik kitle örgütleri olarak yaygın bir kampanya yürüttük. İmzalar topladık, afişler hazırladık, yazılar yayımladık, Millî Eğitim Şûralarının kürsülerinden Şûra üyelerine ve Bakanlara seslendik. “Ağır bir sorumluluk altında” olduklarını hatırlattık. Aradan geçen bunca yıl sonunda bu konuda alınan sonuç, yalnızca devlet okullarında öğrencilerden kayıt sırasında ve başka vesilelerle para toplanmayacağı yolunda bir genelge oldu. Bu da bir kazanım olmakla birlikte, AKP iktidarları döneminde bütün eğitim giderlerinin veliler tarafından karşılandığı özel okulların sayısı arttı ve her yıl da artış göstermeyi sürdürüyor. Geçen yılın eğitim istatistiklerine göre özel okul sayısı 14.179, buralarda öğrenim gören öğrenci sayısı 1.578.233’tür (bütün öğrencilerin % 8.2’si). 1.139.673 öğretmenimizden de 163.970’i özel okullarda çalışıyor.

Özel okulların sayısı ve buralarda okuyan öğrencilerin oranı, genel okulculuğun içinde gene de oldukça düşük sayılabilir. Ancak sorun oranda değil zihniyettedir (anlayıştadır).

  • Özel okulculuk en büyük bölücülüktür.

Halkın zihninde kabuk bağlamış bir yaradır. Türkiye’nin halkçı kesimleri, özel okulları yaşatanlarla başa çıkamamışlardır. Ülkede sistemin aksayan yönlerine çekidüzen vermek için projeler ilan eden Altılı Masa’da ve CHP’de acaba böyle bir gündem maddesi var mı? Yoksa neden?

Mustafa Kemal, sorulara yanıtları 99 yıl önce verdi

Alev Coşkun

Alev Coşkun

Milli Mücadele tarihimizde önemli bir yeri olan İzmit Basın Toplantısı, 99 yıl önce bu gün yapılmıştı. 16 Ocak 1923 gecesi saat 21.30’da başlayıp sabaha karşı 03.00’e kadar süren bu toplantıda Atatürk’e çok yakıcı sorular soruldu ve Atatürk’ün yanıtları da çok kapsamlı ve önemliydi. Bu toplantıya yalnızca İstanbul’da yayımlanan önemli gazetelerin başyazarları katıldı.

TOPLANTIYA KATILANLAR

Toplantıya katılan sınırlı sayıdaki gazetecinin adları şöyledir:

Tevhid-i Efkâr gazetesi başyazarı Velid Ebüzziya, Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman), Akşam gazetesi başyazarı Falih Rıfkı (Atay), İleri gazetesi başyazarı Suphi Nuri (İleri), İkdam gazetesi başyazarı Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Tanin gazetesi başyazarı İsmail Müştak (Mayakon).

Bu toplantıya Ankara hükümetinin İstanbul temsilcisi Dr. Adnan (Adıvar) ve eşi ünlü yazar Halide Edib (Adıvar) ile Milli Mücadele sürerken İstanbul’da Ankara’daki TBMM’yi temsil eden Kızılay Başkanı Hamit Bey ile İleri gazetesi İzmit muhabiri Hakkı (Kılıçoğlu) Bey de katıldılar.

Toplantı, İzmit’te halk arasında “Saray” diye anılan İzmit Kasrı’nın alt katındaki salonda yapıldı. Toplantıda konuşulanları kaydetmek üzere, TBMM’den dört tutanak kâtibi görevlendirilmişti. Bu da toplantının önemini gösteriyordu.

ZAMAN DİLİMİ

9 Eylül 1922’de Kuvayı Milliyecilerin ordusu İzmir’e girmişti. Eylül 1922’den toplantının yapıldığı tarih 16 Ocak 1923’e tam dört ay geçmişti. İstanbul, İngiliz askeri güçlerinin işgali altındaydı. Henüz birçok konu açıklığa kavuşmamıştı.

Lozan Konferansı devam ediyordu ama tartışmalar sertleşmişti. Konferans her an kesintiye uğrayabilirdi. Atatürk, Batı Anadolu’daki askeri birlikleri denetlemek ve halkla görüşmek amacıyla 14 Ocak 1923’te yurt gezisine çıkmış ve 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te gazetecilerle buluşmuştu.

NELER KONUŞULDU?

Bu toplantıda Mustafa Kemal’e “Türkiye’de kurulacak yeni rejim, Musul konusu, Kürt sorunu, devletin dini olacak mı, laiklik” gibi can alıcı sorular soruldu. Atatürk savaştan sonra ilk kez basının karşısına çıkıyordu ve bu yakıcı sorulara ilk kez çok açık ve kapsamlı yanıtlar verdi.

BU TOPLANTI NEDEN YAPILDI?

Bu toplantıya neden sınırlı sayıda gazeteci, daha doğrusu sadece İstanbul gazetelerinin başyazarları çağrıldı? Atatürk’ün çok önem verdiği bu toplantının amacı neydi? Bu sorulara yanıt verebilmek için öncelikle bu toplantının altyapısı, arka planı ve olayların gelişimi üzerinde duralım.

TEMEL GELİŞMELER

Kuvayı Milliye ordularının zafer kazanıp İzmir’e girdiği 9 Eylül 1922 ile İzmit basın toplantısının yapıldığı 16 Ocak 1923 tarihleri arasında yukarıda belirtildiği gibi dört aylık bir zaman dilimi vardır. Ancak bu süre içinde çok önemli gelişmeler oldu. Özetlemekte yarar var:

Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim 1922’de imzalanmıştı. Lozan’da yapılacak Barış Konferası’ na Osmanlı Devleti ve Ankara hükümeti ayrı ayrı davet edildiler. Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı Tevfik Paşa, Lozan’a gidecek bu iki kurulun bir araya gelip birleşik öneriler paketi hazırlanması için Mustafa Kemal’e ve TBMM’ye başvurmuştu…

SADRAZAM, ‘PADİŞAH BURADA’ DEMEK İSTİYORDU

Osmanlı’nın son sadrazamı Tevfik Paşa’nın ısrarla yaptığı bu başvurunun anlamı şuydu: “Zafer kazanıldı, padişah yerinde oturuyor. Sadrazam da burada, bu düzen sürecektir. O nedenle Barış Konferansı’na ayrı ayrı gitmeyelim ve Barış Konferansı’nda görüşülecek konular üzerinde konuşup uzlaşmaya varalım.”

MUSTAFA KEMAL PAŞA, HALİDE EDİB HANIM İLE.
Halide Edib Hanım ve arkasında gazeteci Mecdi Bey, sağda Bolu Mebusu ve Paşa’nın yaveri Cevat Abbas Bey. 17 Ocak 1923

BÜYÜK DEVLETLERİN STRATEJİSİ

Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri İstanbul ve Ankara’yı Barış Konferansı’na ayrı ayrı davet ederek konferansta İstanbul-Ankara çelişkisi yaratmak ve bundan yararlanmak istiyorlardı. Ankara’da bu duruma kesin karşı çıkanlar olduğu gibi TBMM’de bunun doğal olduğunu kabul edenler de vardı. Halifeye ve saltanata bağlı olanlar zaten Milli Mücadele’nin ve 3.5 yıl süren savaşların “padişahımızı esaretten kurtarmak için” yapıldığına inanıyorlardı.

SALTANAT TARİHE KARIŞIYOR

Konu Meclis’e geldi. Kuvayı Milliyeci milletvekilleri İstanbul hükümetinin Barış Konferansı’nda temsil edilmesine karşı çıkarken özellikle kökeni hoca olan kimi milletvekilleri de padişahlığın devamı için Barış Konferansı’na İstanbul ve Ankara’nın bir kurul olarak birlikte gitmelerini istiyorlardı.

HALİDE EDİB HANIM VE DOKTOR ADNAN BEY İZMİT’TE VAPUR İSKELESİNDE.
Halide Edib Hanım (Adıvar), Doktor Adnan Bey (Adıvar), İzmit Liman Reisi Celal Bey, Velid Ebüzziya (en sağda), İzmit vapur iskelesinde. 19 Ocak 1923

TBMM’de konuyla ilgili olarak yapılan görüşmeler sonunda Padişahlığın ‘ilga edilmesi’, ortadan kaldırılması yönünde verilen önergeler Anayasa, Adalet ve Şeriye komisyonlarının ortak toplantısında ele alındı. Ancak özellikle Şeriye Komisyonu üyesi hocalar direniyorlar, uzun konuşmalar yapıyorlar, hatta açıkça “hilafetin saltanattan ayrılmayacağını” savunuyorlardı. Hiç kimse de cesaret edip bu iddialara yanıt vermiyordu. Komisyon toplantısını arka sıralarda izleyen Mustafa Kemal, o dramatik anı şöyle anlatıyor:

CESARET EDEN YOK

“Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için özgürce konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler. Biz çok kalabalık olan bu odanın köşesinde bu tartışmaları dinliyorduk. Bu şekilde görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı.”

Sonunda, Mustafa Kemal dayanamadı, söz istedi. En arkada olduğu için önündeki sıranın üstüne çıktı ve konuşmaya başladı. Mustafa Kemal özetle şöyle diyordu:

Mutlaka olacaktır. Belki de bazı kafalar kesilecektir. 

  • Efendim; hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.
  • Millet hâkimiyetini eline almıştır.
  • Mesele bu gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. (…)
  • Bu mutlaka olacaktır.
  • Burada toplananlar, Meclis ve herkes konuyu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur.
  • Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir.”

Bunun üzerine Komisyon Başkanı, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık” dedi. Konu sonunda karma komisyonca kabul edilerek çözüme bağlandı.

Ardından Meclis kararıyla padişahlık kaldırıldı, saltanat kurumu tarihin derinliklerine gönderildi. Meclis’in saltanatı kaldırmasından 16 gün sonra Padişah Vahdettin, 16-17 Kasım gecesi İngiltere devletine sığınarak İstanbul’u terk etti.

MUSTAFA KEMAL’İN MİLLETVEKİLİ SEÇİLMESİNİN ENGELLENMESİ

Saltanatın Meclis kararıyla kaldırılarak tarihin derinliklerine gönderilmesi, dincileri, hocaları, halifecileri tedirgin etmişti. Yakında halifeliğin de kaldırılacağını hatta Mustafa Kemal’in kendisini halife ilan ederek otoriter bir yönetim kuracağını söylüyorlardı.

Sonunda, saltanatın kaldırılışından yalnızca bir ay sonra 1 Aralık 1922’de Atatürk’e karşı olanlar Meclis’e bir yasa tasarısı sundular. Buna göre milletvekili olabilmek için Misakı Milli sınırları içinde doğmuş ya da seçileceği ilde en az beş yıl oturmuş olmak koşulu getiriliyordu. Bu tasarı tümüyle Atatürk’ü hedef alıyordu ve saltanatın kaldırılışına karşı Mustafa Kemal’in cezalandırılması tasarısıydı. Atatürk’ün milletvekili olmasını önleyecek maddeler taşıyan bu yasa tasarısı yurtta tepki ile karşılandı.

İSTANBUL BASINI

Padişahlığın kaldırılışı, halifelik kurumunun da tartışmaya açılması, İstanbul basınında Ankara’ya karşı eleştirilerin yoğunlaşmasına yol açmıştı. Lozan’da henüz barış sağlanamamışken ve İstanbul, İngiliz işgal kuvvetlerinin denetimindeyken Ankara-İstanbul arasındaki bu tartışmalar yersiz ve anlamsızdı.

İşte, 16-17 Ocak 1923 gecesi İstanbul gazetelerinin başyazarlarıyla yapılan toplantının amaçlarından birisi Ankara-İstanbul diyaloğunun sağlanmasıydı. Cumhuriyetin ilanından dokuz ay önce yapılan bu uzun toplantıda sorulan sorular yukarıda anlattığımız çelişkileri ve tartışmaları kapsamaktadır. Bir toplantıda ayrıca “Devletin dini olacak mı?”, “Başkent neresi olacak?”, “Kürtlere özerklik verilecek mi?” gibi kritik sorular da sorulmuş, Atatürk de bunlara açık yanıtlar vermiştir.

KÜRTLERE ÖZERKLİK KONUSU

Bu konu daha sonraları tartışma konusu yapılmış, bu toplantıda Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı’nda Kürtlere özerklik verilmesini kabul ettiği belirtilmiştir. Oysa işin esası şöyledir:

Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman), “Kürt meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük meselesi nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur” diye bir soru sordu. Atatürk’ün yanıtı şöyledir:

  • Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatına olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız dahilinde mevcut Kürt unsurlar o surette yerleşmiştir ki pek sınırlı yerlerde yoğunluğa sahiptir. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurlarının içine gire gire öyle bir sınır ortaya çıkmıştır ki Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi yok etmek lazımdır.
  • Örneğin, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir sınır aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de göz önüne almak lazım gelir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancak) topluluğu Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima söz konusudur.
  • Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden meydana gelmiştir ve bu iki unsur bütün menfaatlarını ve geleceklerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”

Bu sözleriyle Mustafa Kemal, Kürtlerin yoğun olduğu il ve ilçelerde belediyelerin yerel halk tarafından seçileceğini belirtiyordu.

Bu toplantıda ayrıca, Boğazlar konusu, kapitülasyonlar, Musul, Türk-Rus, Türk-İran ve Azerbaycan ilişkileri; asayiş, başkent neresi olacak, Meclis içindeki düşünce ayrılıkları, hilafet ve din devleti, hocaların statüsü, yeni kurulacak halk fırkası gibi sorular soruldu ve Atatürk bunları çok açık bir biçimde yanıtladı.

Görüldüğü gibi bu toplantıda salt “Kürt sorunu” değil laiklik, halifelik, din ile devlet arasındaki ilişkiler gibi yüz yıl geçtiği halde hâlâ güncelliğini koruyan sorunlar ele alınmıştır.

Sorulan sorular ve Atatürk’ün verdiği yanıtlar 99 yıl geçtiği halde güncelliğini koruyor.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 22 Eylül 2021

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

CAHİL-İYE

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, ‘günaydın’ sözüyle yapılan selamlaşmayı cahiliye dönemi adeti olarak yorumladı.

Dönemin adamı…

ŞIRACI

DİB Erbaş’ın 4-6 yaş grubu (dilimi) çocuklara yönelik Kuran kurslarının “zorunlu eğitimden sayılmasına” yönelik talebi (istemi), yargı yılının açılışını dualarla yapması ve “günaydın, tünaydın” demeyi “cahiliye dönemi adeti” olarak nitelendirmesi gibi son dönem çıkışlarına Cüppeli Ahmet’ten” Şeriata tamamen uygun” ifadesiyle destek geldi.

  1. Nerde zırva orda Cüppeli.
  2. Bozacının tanığı şıracı.
  3. Laikliğe karşı eylem odakları…

ÖDÜL

Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 6. Anadolu Medya Ödülleri yandaşlara verildi. Ödülleri alanların arasında Hilal Kaplan, Fahrettin Altun, Zafer Şahin ve Abdülkadir Selvi ile birlikte hükümete yakın medya kuruluşları yer aldı.

Ödül olarak gümüş ibrik ve yağdanlık uygun olurdu…

SAVCI

İran’ın İstanbul 2. Konsolosu Nasırzade, cinayetten tutuklu iken, mahkemenin ret kararına rağmen (karşın) savcı tarafından tahliye edildi. Adam kaçtıktan hemen sonra savcımız iddianamesinde müebbet talep etti (istedi).

İşte aranan yürekli savcı!..

KAYYUM

Mardin Belediye’sine kayyum olarak atanan ve sonra merkeze alınan Vali Mustafa Yaman hakkında 540 milyonluk yolsuzluk soruşturması yürütülüyor.

Kayyum mu, kuyum mu?…

PARTİZAN

CHP’li büyükşehir belediyelerinin yurt dışından temin ettiği 8.5 milyarlık kredi AKP’nin Cumhurbaşkanı RTE’nin imzalamaması nedeniyle alınamıyor

a.     Hizmet verilemeyen hangi ülkenin vatandaşı?
b.     Devlet desteğinin %97’si AKP’li belediyelere verilirken belediyenin kendi olanağı ile bulduğu krediyi engellemenin mantığı nedir?
c.      “Bizim anlayışımızda partizanlık yoktur. Şehirleri oy rengine göre tasnif etmek yoktur” sözü kime aittir?..

MAVİ VATAN

CHP’li Ünal Çeviköz,” Mavi Vatan diye bu 200 mile kadar uzanan alanı da kendi egemenlik alanınız olarak görürseniz, o zaman saldırgan ve yayılmacı bir algı yaratırsınız.”

Münhasır ekonomik bölgenin anlamını bilmek ve Amiral Cem Gürdeniz’in dediği gibi okumak lazım.

CHP bilgisiz, fikirsiz, bağımsızlığı sindirememiş liboşların partisi olmamalı…

BOZGUNCU

VP Genel Sekreteri, “CHP Mavi Vatan’a düşmanlık yaparken, Bozguncu Bildiriye imza atan 104 Emekli Amiral nerede? Demek ki dertleri Mavi Vatan değilmiş! “

a.     O bildiriyi bozguncu olarak nitelemek Çeviköz’le aynı görüşte olmaktır.
b.     Bu insanlar siyasetçi değil ki her konuda görüş açıklasın.
c.     “Bir tanesi yok” derken Cem Gürdeniz bir kişidir…

MEMNUN

RTE, ekonomi değerlendirmesinde “ benim vatandaşım memnun” dedi.

Onun vatandaşı!..

KÜLTÜR

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, ‘Yargısız infaza herkes için karşı çıktığımız gibi yargının da yargısız infazını asla kabul etmiyoruz. Yargıyı yargıya bırakacak bir hukuk kültürünü medyasıyla, siyasetiyle, akademi ve sivil toplum kuruluşlarıyla hep beraber oluşturmamız gerekmektedir’ dedi.

28 Şubat davası konusundaki konuşmalarını bilmesek samimi (içten) sanacağız…

SARAY

Cüneyt Arkın, gençlerin refaha (gönence) kavuşturulması gerektiğini belirterek ‘Saraylar yapıyoruz, niye yurt yapmıyoruz?‘ diye sordu.

Gençlere itibar (saygınlık) gerekmiyor…

ÇÖZÜM

Kılıçdaroğlu “Kürt sorununu HDP ile çözebiliriz” dedi.

Yanıtı HDP’den aldı, ”Sorunun muhatabı ve çözümü İmralı (Öcalan)’dır.

37 yıldır bu gerçeği anlamayanlar bu ülkeyi nasıl yönetecek?..

SORUYORUM                                        :

  1. 128 milyar dolar nerede?
  2. Bakan Ruhsar Pekcan ve diğer bakanların/yakınlarının devlete mal satmasının (hem de bozuk ve fahiş fiyatla)soruşturulması neden engelleniyor?
  3. Sedat Peker’in suçlamaları kamuoyunda karşılık bulmasına karşın niçin araştırılmıyor? Suçlanalar niçin kendini savunmuyor? Cumhurbaşkanlığı niçin sessiz kalıyor?
  4. Orman yangınlarına karşı gerekli önlemleri almayarak yurdumuzun cayır cayır yanmasına, uygunsuz imara izin vererek sel felaketine neden olanlar ne zaman hesap verecek?.. 

 

YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ!

18 Temmuz, 2021 Rıfat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Önce HDP içindeki “ Ak Güvercin” lakaplı yeni akil insanları konuşturdular;
“Eğer Kürt sorununu çözecekse, bir defa daha AKP ile işbirliğine hazırız…”

Sonra İmralı’ya, özür ve işbirliği mesajı taşıyan heyeti gönderdiler.
Eşzamanlı olarak Kandil’deki PKK Baronlarına da, özür heyeti gitti!
En son Gergerlioğlu’nun milletvekilliği de iade edildi!
Üstüne üstlük, İsrail ile de tekrar kanka olundu!
Eksik kalan Saray Ordusu, Afganlı ve Suriyelilerle tamamlandı!
“Kürt Devletinin” kurucu babaları ABD ve İsrail de görüşmeleri destekledi!

Yakında Barzani’yi yine “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye alkışlatıp,
Diyarbakır Meydanında, kömür karası boyalı saçlı Şivan ve AKP’den aday olunca PKK kurşunu ile çolak kalan İbo ile megri-megri diye şarkı söylerken görürsek şaşırmayalım! Özgül ağırlık Bülent’i de “Ağlayan Karga” figürü olarak sahneye aldık mı, tamamdır…

Mademki yaşanan acılar ve ihanetler çabuk unutuluyor ve böyle kolayca özür dileniyor, PKK tarafından hayatları, umutları, gelecekleri ellerinden alınan insanlarımız, sadece Tek Adam rejimi uğruna unutuluyor, ben de bu güne kadar çok yüklendiğim,

  • eski kokainman, Kürtçe bilmeyen, ama anası Türk, esas adı Artin Agopyan olan tecavüzcü Apo’dan herkesin önünde özür dilemek istiyorum;

Seni, yeni arkadaşın Eşbaşkan’dan bu kadar yıl ayrı tuttuğumuz için,
Seni, 54 bin insanın canını almak zorunda bıraktığımız için,
Seni, Türk Devletinin 400 milyar Dolarını yok etmek zorunda bıraktığımız için,
Barış olsun diye Türkiye’nin bir bölümünü sana hemen vermediğimiz için,
Seni, daha önce anlayıp Kürdistan’a “Başkan” yapmadığımız için,
çok-çok özür dilerim.

Kusura bakma Apo. Biz, T.C.’nin MİT Müsteşar Yardımcısının (Bugünkü MİT Başkanı), senin Oslo’daki elemanlarına “Sizinle savaşan Ordu, şimdi içerde” dediği ve yeni arkadaşının onu korumaya aldığı an anlamalıydık, kimin gerçek hain olduğunu!

Özür dileriz Apo. Biz, T.C.’nin Genelkurmay Başkanının “Terör Örgütü Başkanı” olmak suçundan zindana tıkıldığı, senin çapulcularının “Şeref Localarında” devletin valisi tarafından ağırlandığı an anlamalıydık, senden daha koyu hainler olduğunu!

Bağışla bizi Apo! Biz, senin militanların T.C.’nin sokaklarından geçerken sinirlenmesinler diye, Türk Bayrağını kaldırın emrini veren Subayların var olduğu ve kendi silah arkadaşlarına bile ihanet eden komutanların olduğu bir ordunun bu halinden bir halt olmayacağını baştan anlamalıydık, seni boşuna uğraştırdık be Apo!
Kurmay aklının, sümüklü bir hocaya yenildiği an anlamalıydık üniformasını satan Paşaların olduğunu!

Anlayamadığım bir konu var Abduş. Sen bir “Özeleştiri” yapıp bizi aydınlat.

  • Sen Marksist-Leninist-Kürtçü-Ateist bir Narko-Terör örgütünün önderisin.

Arkadaşın Eşbaşkan ise Siyasal İslamcı, İhvancı biri!
*Nasıl oluyor da; İkiniz de Emperyalist Devletlerin işbirlikçileri olabiliyorsunuz?
*Nasıl oluyor da; İkiniz de Avrupa Birliğine taparsınız?
*Nasıl oluyor da; İkiniz de Atatürk’ten nefret edersiniz ve Dinciler-Kürtçüler olarak birlikte Atatürk’e “Deccal” dersiniz?
* Nasıl oluyor da; Şeyh Said – Seyid Rıza- İskilipli Atıf Hoca – Derviş Memed ikiniz için “Kahraman” sayılır?
*Nasıl oluyor da; İkiniz de “Türk Milleti” , “Türk Devleti” diyemezsiniz?

Bunlar benim kafamı karıştırıyor?
Madem bu kadar fikir birliği içindesiniz, adeta ruh ikizi gibisiniz, neden ayrı-ayrı partileriniz var be Apo? Bu kadar masraf, bu kadar adam, ne gerek var?
Birleşin, biriniz Başkan diğeriniz Başbakan olun, gül gibi geçinip gidin!

Abduş Heval;
PKK’ya karşı savaşan ve çok şehit veren “Köy Korucuları” var ya, artık korunacak bir şey kalmadığına göre bunların hepsini kovun. Yerlerine, “Yeni Barış Sürecini” korumak için senin militanları getirin. Bunlara dolgun maaş-sosyal güvence ve TOKİ’den ev verin, mutlu olsun çocuklar!
Artan olursa Belediye Zabıtası yapın ama bunlar da silahlı olsunlar.
Ne olur ne olmaz değil mi Abduş?
Kandil’deki komuta heyetini de, topunu birden “Maldiv Adalarına” gönderin, adamların popoları denize girsin, biraz medeniyet görsünler!

Tüm bunları gerçekleştirirken yanlışa düşmeyesiniz diye, önce bir “Pilot Bölge” belirleyin, önce orda test edin, sonra Türkiye’de uygulayın.
Örneğin, “Bayrak” konusunu çözmek için, elinize PKK bayraklarını,
Öcalan’ın posterlerini alın, gidin Kuzey Irak’a Barzani ağabeyinize bunları anlatın. “Biz, senin bayrağın olmadan, PKK bayrağı ile Erbil’de bir miting yapmak istiyoruz” deyin. Bakın size nasıl demokratikçe yaklaşacak ve kucaklayacak?
Ne bayrağın sopası, ne denize girecek, ne de oturacak poponuz kalır!..

Sağlık ve başarı dileklerimle.

Tarımın çökertilişi

Tarımın çökertilişi

Erinç Yeldan

TMMOB Makina Mühendisleri Odası (MMO), “Sanayinin Sorunları” bülteninin şubat sayısını, tarımda yaşanan sert düşüşlerin imalat sanayisi alt dallarına etkisine ayırdı. İktisatçı- yazar Mustafa Sönmez’in katkılarıyla hazırlanan Rapor, tarımı çökerten politikaların sonuçta katı bir gıda enflasyonu sorunu yarattığını vurgulayarak, başta gıda-içecek sanayisi olmak üzere tarımla ilişkili sanayi dallarının da olumsuz etkilendiğine dikkat çekmekte. Bugünkü yazımda söz konusu raporun bulgularını sizlerle paylaşmak arzusundayım.

Bilindiği üzere, TÜİK’in verilerine göre ocak ayında (2019) yıllık enflasyon oranı tüketici fiyatlarında %20.4’e, üretici fiyatlarında ise %32.9’a ulaştı. Ocak ayında enflasyonda en yüksek artış aylık bazda %6.4’lük artış ile gıda sektöründe gerçekleşti. Bu artış, ocak ayında 2003 yılından bu yana, yani son 16 yıldaki en yüksek düzey olarak gözlenmekte. Fiyatı en çok artan 25 ürün sıralamasında ilk 9 sırada yaş sebze ve meyve ürünleri yer aldı. İlk 15 ürünün 12’si sebze ve meyve ürünleri oldu.

Gıda enflasyonundaki artış kuşkusuz son bir iki ayın değil yıllardan beri tarımda biriken ve kronikleşen sorunların doğrudan sonucu. Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, AKP döneminde hızlandı. Tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı. Bunun yanında, hemen bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de, kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. Desteklerin azalması ile birlikte, Kürt sorununa barışçı çözümler üretmek yerine “güvenlikçi” politikalardaki ısrar, bunun devamı olarak Güneydoğu-daki birçok köy ve mezrada zorunlu göç uygulamasına geçilmesi, can ve mal korkusu ile köylerin terki, tarımsal potansiyelin de körelmesi sonucunu yarattı. Tarım ve sanayide yatırımlarla beslenecek verimlilik artışlarına dayalı bir üretim planlaması yerine İstanbul kent rantı iştahına öncelik tanınması sonucunda tarım üreticisinin üretim motivasyonu da azaldı. Tarımsal faaliyetler önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkarken, kırsal nüfus yaşlandı.
Tarımda yaşanan üretim gerilemeleri, bitkisel ve hayvansal ürünleri işleyen gıda ve içecek sanayisi başta olmak üzere, tarımsal sanayileri de olumsuz etkiledi. Bunların yanı sıra tarıma girdi veren yem, tarımsal ilaç, gübre, traktör gibi sektörler de tarımdaki gerilemeden olumsuz etkilendi.

Bu sorunlar T.C. Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda da dile getirilmekteydi. TCMB Raporu, “rkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi esas olarak yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir.” biçimindeki yorumuyla tarımda süregelen yapısal sorunların özüne değinmekteydi.

2000’den bu yana tarım sektörünün milli gelirden aldığı pay %10.1’den, %5.7’ye; tarımda çalışan sayısı ise 7.7 milyon kişiden, 5.3 milyona geriledi. Tarım alanları toplamı ise 2003’teki 26 milyon hektardan, 2017’ye gelindiğinde 23.4 milyon hektara gerilemiş idi. Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artıracak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşandı.

Makina Mühendisleri Odası’nın raporu yapılması gereken ilk adımın tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak olduğunun altını çiziyor. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin üretim iştahının kaybolması ve üretimi terk etmesi, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı afetler, yıkıcı ithalatın yarattığı tahribat, üretici kooperatiflerinin yetersizliği konuları üstünde de durulması gerekiyor.

Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım ve sanayi politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması ise, kuşkusuz, tarımın yanı sıra onunla ilişkili sanayi alt sektörlerini yeniden ayağa kaldırmanın da ön koşulları. (Cumhuriyet, 27.2.19)
===============================
Dostlar,

Köy biberi teröristliğini ısrarla ve şiddetini artırarak sürdürmekte (!)..
Bu gün bir büyük zincir markette kg’ı 16.90 TL idi..
İktidarın gözünden kaçtı korkarız. Meydanlarda dile getirilmiyor son günlerde nedense..
Oysa AKP için gündem oyunları bakımından bulunmaz bir fırsat..

İki noktayı paylaşmak uygun olacak :
İlki, azalmasına karşın, tarımsal nüfusun düştüğü son oranla %5,3’lük kesim, toplam ulusal gelirin %5,7’sini alabilmektedir; bu küçük de olsa tarımcılar lehine bir avantajdır..

İkincisi 6360 sayılı ve 31 Mart 2014’te yürürlüğe giren ve 14 yeni Büyükşehir kuran yasadır. Bu yasa ile 35 bin dolayındaki köy sayısı yarılanarak 18 bine yakın köy mahalleye dönüştürülmüştür. 2018 sonu TÜİK ADNKS verileriyle kentsel nüfus %92’3e fırlamıştır. Bu oran Singapur, Honkong gibi kent (şehir) devletleri bir yana bırakılırsa, dünyada en yüksek oranlardandır. Ancak gerçek sosyo-demografik durum böyle olmayıp, 18 bine yakın köy nüfusu, yasa ile “1 gecede kentli” kılınmıştır!? Dolayısıyla, tarımda makineleşme ve öteki girdilerde iyileşme nedeniyle yaşanan bir tarım sektörü çalışanı azalması söz konusu değildir; Sayın Yeldan’ın da vurguladığı üzere;

  • …Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artırcaak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona (AS: yenilik) dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşanmıştır…

Bir önceki yerel seçimleri izleyen gün 31 Mart 2014’te yürürlüğe sokulan bu yasanın, AKP iktidarınca Türkiye’ye dönük en büyük operasyon sayılabileceğini bu sitede birkaç kez yazdık daha önce. 18 bine yakın köyün tüzel kişiliğinin kaldırıldığını, dolayısıyla taşınmaz mülk edinme ehliyetlerinin kalmadığını ve bunların büyük ölçüde ilgili belediye ve kamu kurumlarına dağıtıldığını… mera – otlak – yaylak – su kaynaklarının köylünün elinden alındığını.. yazmıştık.

İşte 5 yıl içinde kısa – orta erimde, 6360 sayılı kökü dışarıda yasanın Türkiye’ye yaşattığı yıkıma bir örnek..

Türkiye’nin, başta AKP = Erdoğan olmak üzere geriye doğru çok ciddi bir muhasebe yapması kaçınılmaz.. Sözü edilen bu ciddi yasa vb. adımlarla toplumsal – ekonomik – kültürel – mali yaşamın adeta terörize edilmesinin kaçınılamaz acı sonuçlarıdır günümüzde yaşadıklarımız. Hiçbir biçimde halk üzerindeki olumsuz – yıkıcı ve somut sonuçlarını silmek olanaklı değildir.

  • AKP = Erdoğan, yıllardır kör gözüm parmağına inatla sürdürdükleri ağır ve zincirleme stratejik hatalarla ülkemize çok ağır ve bir bölümü dönüşümsüz bedel ödetmekteler kendilerinin de ödediği ve mutlaka ödeyeceği üzere.. Yeter ki “hilesiz” bir seçim olsun 3 hafta sonra..
  • İlk koşul da parmak boyama.. YSK mutlaka bu uygulamayı getirmelidir seçimlerde.

Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Chatham House ödevleri

Chatham House ödevleri

Emperyalizmin üstünde güneş batmayan imparatorluk olmasını sağlayan kuruluşlardan en önemlisidir Chatham House. Öbür adıyla, İngiliz Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü… 
Chatham House, bir önceki AKP’li Cumhurbaşkanı (az kaldı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da onayıyla başkan adayı yapılmaya kalkışılan) Abdullah Gül’e ödül vermişti. 
Bu kez, İngiltere’yi “stratejik ortak ve müttefik” diye tanımlayan “reis” gitti oraya ve bir konuşma yaptı. Her ne kadar Erdoğan, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri masaya yatırdıklarını söylese de, tümüyle Türkiye üzerinde nasıl bir “işlem” yapılacağı, dolayısıyla Erdoğan’ın geleceği görüşüldü aslında. Görüşüldü demek de yanlış olur, dikte edildi bir anlamda. 
Kulislerden edindiğimiz bilgiye göre, AKP sayesinde borca batırılmış ülkenin “sıcak para”ya (yeni borçlara) kavuşması karşılığında Chatham House toplantısına katılan para simsarları ile siyaset belirleyicilerin “reis”ten istekleri dört noktada toplanıyordu:

1. Kıbrıs sorununu çözeceksin. Türk askerini adadan çekeceksin, garantörlük hakkından vazgeçeceksin.

2. PKK’lileri de kapsayan bir af ilan edeceksin. Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan çıkarıp ev hapsine alacaksın. 

3. 2006’da “bölgeler arası eşitsizliğin ekonomik boyutuyla başa çıkmak” gerekçesiyle kurulan Kalkınma Ajanslarını bir adım daha öteye götürerek, siyasal anlamda Türkiye’yi yerel ve bölgesel yönetimlere ayırarak, federal yapıya döneceksin.


4. Özerklik dahil çeşitli yöntemleri kullanarak Kürt sorununu çözeceksin. 

 
Sızan bilgilere bakılırsa, Chatham House diktecileri, “reis”e, bütün bu istemleri yerine getirebilmek için gerekli gücün “kararname” ile elinde olduğunu da vurgulamışlar. 
Erdoğan, bir kez daha seçilirse, “ekonomik darboğazın aşılması” karşılığında ikide bir “eyy” diye diklendiklerinin isteklerini bir bir yerine getirmek zorunda olduğunu biliyor artık. 
Emir büyük yerden: İkinci turda Kürt milliyetçilerine göz kırpacak. Onlar da ona. 
 
Ali Abalı’nın 12 Eylül anısı
Meslek büyüğümüz, beyefendi insan, gazetemiz kurucusu Yunus Nadi’nin yeğeni Ali Abalı’yı yitirdik.Ölümüne değin yüreğindeki gazetecilik aşkı sönmeyen Ali Abalı’yı bizimle paylaştığı bir gazetecilik anısı ile analım: 
Yeni Asır Ankara Temsilciliği de yapan Ali Abalı, 12 Eylül 1980 öncesi, dönemin Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun ile dostluk kurar. Celasun, bir söyleşi sırasında, TSK’nin komuta kademesinin yürüttüğü hazırlıklar sonucu 30 Ağustos 1980 günü bir darbe gerçekleşeceğini Ali Abalı’ya aktarır. 
Abalı da, durumu dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e iletir. Demirel, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’den durumu sordurur, “Yok böyle bir şey” yanıtını alır. 
30 Ağustos 1980 günü darbe ertelenir, çünkü darbe için onay almaya ABD’ye giden Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya Türkiye’ye dönmemiştir. 
Bu köşenin yazarı, Başbakanlık muhabiri olarak 11 Eylül 1980 günü Başbakanlık önündeydi. O gün Ankara’nın birçok yerinden bomba sesleri yükseliyordu. 
Pentagoncu generaller, darbeye zemin olsun diye Ankara’yı bombalatıyorlardı. Tıpkı, yıllarca insanların birbirini kırmasına göz yumdukları gibi. 
 
İntikam sürüyor
Atatürk’ün isteği ile kurulan TCDD Müzesi kapatıldı! 
Yerine lojman, bina ve cami yapılacakmış. 
Kindar nesil, intikamını sürdürüyor.
===============================
Dostlar,
Erdoğan’ın Londra görüşmeleri ile ilgili değerli dostumuz Kansu’nun yazdıkları ile örtüşen birkaç maddeyi epeydir manşette tutuyoruz…
TCDD müzesinin de yağmalanmasını esefle karşılıyoruz..
Sevgi ve saygı ile. 02 Haziran 2018, Datça
Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AKADEMİSYEN YARGILAMALARI : Prof. Dr. Özdemir Aktan’ın Beyanı

AKADEMİSYEN YARGILAMALARI :
Prof. Dr. Özdemir Aktan’ın Beyanı

* “Hekimlik mesleği doğası gereği insan hayatını her şeyin önüne koyar ve asıl olarak ölümlerin durmasını önceler. Ben de hem bunca yıllık hekim hem de hekimlerin meslek örgütünün eski bir başkanı olarak insanların ölmemesi için ne gerekirse yapılmasının, bu ülkenin öncelikli meselesi olduğuna inanıyorum.”

Ben bir hekimim. OHAL döneminde çıkarılan bir KHK ile ihraç edilmeden önce Marmara Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktaydım. Meslek hayatımın 40. yılında hastalarımdan, öğrencilerimden, asistanlarımdan ve akademik çalışmalarımdan “Barış için Akademisyenler” metnini imzaladığım için uzaklaştırıldım. Çalıştığım bu dönemde benden daha genç olanlara sağlığı ve insanı anlatmaya çalıştım. Sağlığın bedensel, ruhsal ve sosyal olarak iyilik hali olduğunu vurguladım.

Bir hekimin görevinin hastalıkları ilaç veya cerrahi girişimler ile tedavi etmekle sınırlı kalamayacağını anlattım. Bir insan ölüyor ise bu hekimlerin ilgi alanındadır. Eğer kişi hastalıktan ölüyorsa elbette bu hekimin ilgi alanındadır. Ancak açlıktan, susuzluktan, iyi beslenememekten, barınma sorunlarından hastalanıp ölüyorsa bu da hekimlerin ilgi alanındadır. Benzer şekilde kurşunla ve bombalarla ölüyorsa bu da hekimin ilgi alanındadır. Bu sözünü ettiğim durumların İstanbul’da, Diyarbakır’da, Şırnak’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, İsrail’de veya dünyanın herhangi bir noktasında olması da bu görüşü değiştirmez.

Bugün burada hekim olarak görevimi yerine getirdiğim, insanların ölmemesi için bir çağrıya imza attığım için yargılanıyorum. Daha önce de bu ülkede barış isteyenler yargılandı. Barış istemi bir hekimin asla vazgeçmeyeceği bir taleptir.

Söz konusu bildiri ile sokağa çıkma yasağı bulunan ve çatışmaların olduğu yerlerde yaşam hakkı başta olmak üzere, özgürlük ve güvenlik hakkı istenmektedir. İşkence ve kötü muamele yapılmaması, hukuk ile koruma altına alınmış tüm hak ve özgürlüklere yönelik ihlallerin ortadan kaldırılması, ihlale neden olan sorumluların tespit edilmesi ve yargılanarak cezalandırılmaları istenmektedir. Vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesi, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması talep edilmiş, bu talepler yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temasların sürdürüleceği ifade edilmiştir. Bildiri ile sadece var olan hükümet politikalarına ilişkin eleştiriler değil aynı zamanda diyalog ve çözüm çağrısını içeren talepler de anlatılmaktadır.

Ben TTB bünyesinde gençlik yıllarımdan beri çalıştım. Dört yıl İstanbul Tabip Odası Başkanlığı ve dört yıl da Türk Tabipleri Birliği Başkanlığı yaptım. Halen de Oda çalışmalarında aktif olarak yer almaktayım. Savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğu benim yönetici olduğum dönemde, benden önce ve benden sonra da dile getirilmiştir. Halkın daha sağlıklı yaşayabilmesi, tam iyilik haline ulaşılabilmesi çatışmalar ile imkansız hale gelir. Bu nedenle, askeri çatışmalar ve iç savaş süreçleri de dahil olmak üzere savaşa karşı tutum almak, sağlığın ön koşuludur. Nitekim hekim örgütleri tarafından hazırlanan bildirge ve kararlarda da insan hakları ihlallerinin tespiti ve üzerine gidilmesi konusunda genel hekim tutumu çerçevesinde; bedence, ruhça ve sosyal yönden tam bir iyilik haline ulaşılması imkânını ortadan kaldıran savaş, bir halk sağlığı sorunu olarak tariflenmekte ve barışın tesisi öncelikli bir faaliyet alanı olarak belirlenmektedir

Kısa bir süre önce TTB yöneticileri “savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri ve barışı savundukları için göz altına alındılar. Bir hekimin ve hekimleri temsil eden meslek örgütünün bunu dile getirmesi kadar doğal bir durum olamaz. Aksini söyleyen bir hekim eğer varsa o hekim göz altına alınmalıdır. Benim de bir süre yöneticilik yaptığım bu kurumu değerli kılan ise yöneticilerin evrensel tıp ve etik kurallarından sapmadan doğruları savunmalarıdır. TTB yöneticileri yıllar önce idam cezasına karşı çıktıkları için yargılandılar. Görevi yaşatmak olan hekimin idam cezasının hiçbir aşamasında yer almaması gerektiğini savundukları için yargılandılar. Zaman onları TTB’yi haklı çıkardı. Bu süreç sonunda da barışı savunanlar haklı çıkacaktır.

Hekimlik mesleği doğası gereği insan hayatını her şeyin önüne koyar ve asıl olarak ölümlerin durmasını önceler. Ben de hem bunca yıllık hekim hem de hekimlerin meslek örgütünün eski bir başkanı olarak insanların ölmemesi için ne gerekirse yapılmasının bu ülkenin öncelikli meselesi olduğuna inanıyorum. Bir kez daha ve ısrarla, Kürt sorununda çözüm için adımların atılmasını, barışın sağlanmasını ve daha fazla insanın ölmemesini istediğimi yineliyorum.
===================================

Dostlar,

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki görevinden OHAL KHK’sı ile uzaklaştırılan, Hacettepe Tıp’tan  sınıf arkadaşımız Prof. Dr. Özdemir Aktan‘ın Barış İçin Akademisyenler’in Bu suça ortak olmayacağız bildirisini imzalaması nedeniyle Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi 32. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandığı davada -bize de gönderdiği- savunması yukarıdaki gibi.

Sevgi ve saygı ile. 21 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Örgütlü halkın önünde durulmaz

Örgütlü halkın önünde durulmaz

Mustafa BalbayMustafa Balbay,  balbay@mustafabalbay.com
YURT Gazetesi, 10 Temmuz 2017
(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)
Maltepe ve çevresinde dün onlarca insan ırmağı vardı. Sabah saatlerinde oluşmaya başlayan ırmaklar öğleye doğru giderek gürleşti. Saat 14.00’ten itibaren (AS: başlayarak) ırmaklar yer yer göletler oluşturmaya başladı. Denizin kıyısında bir başka deniz oluştu, insan denizi…

Öyle bir deniz ki, dalgalı, coşkulu, kıpır kıpır…

Her insan dalgası çevredeki gruplarda ayrı bir heyecan yaratıyor.
Anadolu kentlerinden birlikte gelen gruplar doğal olarak birbirini kaybetmiş.
İzmirliler Hataylılara karışmış, Antalyalılar  Balıkesirlilere…
Nereden geldiklerini sorduğumuz gruplardan ortak bir kent adı yükseldiğinde en az 3-4 kişi farklı kent adı veriyor. Anadolu birbiriyle kenetlenmiş…
Mitinge gelenlerin bir kısmı 24 günlük zaman diliminde ara ara yürüyüşe katılmış. O yürüyüşlerde birlikte olduklarımızla yeniden kucaklaştık. Yürüyüş anılarını paylaştık.

Maltepe’ye denizden de akanlar vardı. Avrupa yakasından gelenlerin çoğu teknelerle ulaştı… Beylikdüzü, Bakırköy onlarca tekne ile denizden akıyordu. Tekneleri görünce biz de hızımızı alamadık, bir çağrıyı kabul edip atladık. Kemençe eşliğinde İzmir Marşı söyleyip kıyıdan akanları izledik, selamladık… 7’den 87’ye her yaştan, her kentten, hatta her görüşten insan
“hak, hukuk, adalet” kavramı etrafında birleşmişti.

Göğüslerde en çok Atatürk resmi vardı. Hiç parti amblemi yoktu.
“Hak – hukuk – adalet” dışında atılan çok az slogan vardı.

Bir de bulunan bir eşyanın sahibini arayanlar. Bu tür görüntüler yürüyüşte de vardı. Normalde bir eşyasını kaybeden kişi kaybettiği şeyi ilan eder, bulunup bulunmadığını sorar. Yürüyüş ve mitingde ise bulunan eşyanın sahibi aranıyordu. Deyim yerindeyse herkes yürüyordu ama kimse yürütmüyordu!

Toplumsal hareketler için geleneksel bir söylem vardır; örgütlü halk yenilmez
Örgütlü, ne istediğini bilen halkın önünde kimse duramaz. Hiçbir güç duramaz.
Örgütlü halktan büyük başka bir güç yoktur. Dün bunu bir kez daha gördük.

24 gündür hiç temposunu düşürmeden devam eden adalet yürüyüşü mitingle birlikte taçlandı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile önceki gece 10 dakikalık görüşmemizde attığı adımın arkasının değişik şekillerde geleceğini vurguladı. Kılıçdaroğlu’nun yüzünde enerji dolu bir dirilik vardı. Mitinge, yürüyüşe katılan katılmayan herkesin ortak sorularından biri şu:

Bununla ne elde edildi, ne elde edilecek?

Bu konuda daha çok yazacağız daha çok konuşacağız… Bugün için söyleyeceğimiz şu:

Adalet istemi ayağa kalkmıştır! Oturmayacak…


=================================
Dostlar,

Sayın Mustafa Balbay’ın sağlıklı gözlemlerine dayalı irdelemeleri ve çıkarımları büyük isabet taşıyor.

  • CHP, toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapmak, başarmak zorundadır.

Kitleler ayağa kalkmıştır, liderlik beklemektedir; ardından yürüyecektir.
Bu süreçte siyasal yol haritası kılı kırk yararak ustalıkla belirlenmek durumundadır.
CHP’nin artı “hata” en azından “büyük hata” yapma hakkı – lüksü yok – tur..

“Laiklik tehlikede değil”, “Ekmek için Ekmeleddin”, “Tıpış tıpış gelecekler” gibi safsata düzeyinde yanlışlara asla yer yoktur.

Prof. Süheyl Batum, Aylin Nazlıaka, Prof. Birgül Ayman gibi değerler Partiye geri kazanılmalı, benzer dışlanmalar asla yaşanmamalıdır.

CHP, Güneydoğu Raporunda yer verdiği “Kürt sorunu” çözümlerini netlikle açıklamalıdır.

16 Nisan’da “HAYIR” diyen kitle %50’nin üzerindedir ve Anayasa değişiklikleri ile bunlara dayalı uygulamalar kesin olarak gayrımeşrudur; yok hükmündedir ama Anayasa’nın tümü değil!

Bu “örgüt arayan” milyonları istim üstünde tutarak seçme taşımak üzere bir TEMSİL HEYETİ oluşturulmalıdır. İllerde yapılanma sağlanmalı, YEREL KONGRE İKTİDARLARI tohumlanmalıdır. Buralarda üretilecek politikalar Merkezde Temsil Heyetince olgunlaştırılarak kamuoyuna sunulmalıdır.

AKP saçmalamaya başlamıştır. Maltepe Mitingine katılımı 175 bin kişi gibi, çıplak gözle miting alanına bakan aklı ve gözü sağlıklı herkesin en az 10 katını gördüğü kitleyi böylesine 10’da birine indirgemek psikolojik savaş sayılamaz. Psikolojik savaş akıllı – zeki kurgular gerektirir. Nitekim sosyal medyada İstanbul valiliğinin açıklaması alay konusu olmuş ve halkımız eşsiz mizah ürünleriyle tepkisini koymuştur :

  • İstanbul Valiliğinin sözde bildirimine göre, yapılan yeni ölçümlerde Ankara – İstanbul arası 450 değil 45 km’dir!

GUINESS Rekorlar kitabı açıkladı :

  • Dünyanın en kalabalık; en uzun yürüyüşü Türkiye ADALET YÜRÜYÜŞÜ-2017!

Bu potansiyeli heba etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
15 Temmuz kutlamaları adı altında, vıcık vıcık halk yalakalığı uygulaması ile bu muazzam ADALET YÜRÜYÜŞÜ ve onu taçlandıran görkemli MALTEPE MİTİNGİ‘nin sağladığı sosyal – psikolojik üstünlük dengelenmeye hatta silinmeye çalışılmaktadır, çalışılacaktır.

Nitekim bu gün iktidar kanadından “Yüz bin kişiyi topladılar diye…… kalkışmasınlar” sözleri işitildi.. Hem korkunun duşa vurumudur hem planlananların..

İnsan aklı, onuru, örgütlülüğü ve bilim tarihte her zaman olduğu gibi bu coğrafyada 21. yy’ın şafağında bir kez daha kazanacaktır. Bu yalın bir öngörü olmayıp, bilimsel eytişimin (diyalektiğin) kaçınılmaz (deterministik) sonucudur (türevidir).

Sevgi ve saygı ile. 10 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Zeki Sarıhan : DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ

DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ

Zeki Sarıhan

DARBE_GIRISIMININ_ANATOMISI_15Temmuz2016

 

15 Temmuz 2016 gecesi başlayan ve altı saat sürmeden teslim olan son darbe girişimi aşağıdaki hususları düşündürüyor :

 

  1. Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir yere sahip olan 15 Temmuz darbe girişimi,
    taşıdığı ideoloji bir yana, dayandığı güçlerin sınırlılığı ve sonucu bakımından
    Harbiyelilerin 23 Şubat (AS : 22 Şıbat 1962) ve 21 Mayıs (AS: 1963) darbe girişimlerine benzemektedir.
  2. Türkiye’de siyasi mücadelenin en şiddetlisi hâlâ hâkim sınıflar arasında olanıdır. 15 Temmuz darbe girişimi hâkim sınıfların Fetullacı kanadı tarafından, eski sıkı ortağı AKP hükümetine karşı yapılmış bir intikam ve bir bakıma da intihar hareketidir.
  3. Bu girişim, hükümet tarafından bütün temizleme hareketine karşı Fetullahçıların devlet içinde, özellikle bürokrasi, yargı, emniyetin yanında ordu içinde de önemli bir güçleri olduğunu göstermiştir. Bir tarikatın zaman içinde nasıl bu kadar güçlendiği ve kendisini bu ölçüde gizlediği hayret vericidir.
  4. Darbenin yenilmesinin nedenleri arasında başta geleni, halkın geçmiş darbelerden çok zarar görmesi ve bu darbenin de kendilerine zarar vereceği kanısıdır. Darbecilerin bütün Orduyu temsil etmemeleri ve belli başlı birkaç kentte harekete geçebilmeleri de yenilginin nedenlerindendir. Darbe hareketi boyunca medya kuruluşlarının açık olması ve
    hükümet güçlerinin buradan halka seslenebilmeleri darbecilerin en zayıf yanı olmuştur.
  5. Bu girişimden AKP iktidarı kazançlı çıkmıştır. Darbeciler, istemeyerek de olsa
    Tayyip Erdoğan iktidarının meşruiyetini güçlendirmişler ve kendi sonlarını getirmişlerdir.
  6. Bununla birlikte bu girişimin şöyle bir etkisi de olacak gibi görünüyor: Erdoğan, her ne kadar
    bu darbeyi bastırmışsa da, iktidar alanının sınırsız olmadığını anlayacak, Fetullahçılar dışında kalan muhalefete karşı söylemini yumuşatacaktır. Çünkü iktidarda kalmasını,
    demokratik rejimi desteklemek adına biraz da onların yaptığı desteğe borçludur.
  7. Hükümet ve onları hararetle destekleyen politikacılar, bundan önceki darbelerden farklı olarak halkı meydanlara çıkmaya ve darbecilere karşı koymaya çağırmışlardır. Bunda başarılı da olmuşlardır. Şimdiye dek gücünü seçim sandıklarında gösteren iktidar yanlıları,
    bu kez  -Gezi karşıtı gösterilerde yaptıkları gibi- sokak gücüne yaslanmışlardır.
  8. İktidar, Diyanet İşleri Başkanı aracılığı ile ilk kez olarak cami cemaatini de darbecilere karşı harekete geçirmiştir. Minarelerden ezan okunarak halkın direnişe çağrılması ve göstericilerin tekbir getirmeleri, AKP iktidarını savunmanın dinî bir vecibe sayılması anlamına geliyor.
  9. Hareketin başarıya ulaşamayacağının işaretleri daha ilk saatte belli olmuş, bu nedenle
    siyasi partiler ve televizyon kanalları, ileride sorumlu olmamak için ağız birliği etmişçesine
    darbe karşıtı söylemi benimsemişlerdir.
  10. Toplumların ne zaman alt üst olacakları belli olmaz. Türkiye uzunca bir süredir

    Kürt Sorunu,
    – Siyasi İslam’ın yükselişi ve
    Parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçiş

    çabaları nedeniyle siyasal bir karmaşa yaşıyor.
    Türkiye iyi yönetilmiyor.
    Bu koşullar sürdüğü müddetçe 15 Temmuz darbe girişimi gibi hareketlerle karşılaşabiliriz. Ancak bunların daha iyi bir yönetim getireceği kuşkuludur.
    Tek çözüm yolu halkın demokratik iradesinin iktidar olmasıdır.
    (16 Temmuz 2016)

AB – ABD raporları ve sivil darbe

AB – ABD raporları ve sivil darbe

Emre Kongar
r

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsan Hakları Raporu ile Avrupa Birliği’nin Türkiye raporu aynı günde açıklandı.
Olayın güncel öneminden dolayı Kürt sorunu konusundaki okur mektuplarına ara veriyorum.
Her iki rapor da Türkiye’de demokrasinin yozlaştırıldığına ilişkin göstergelere işaret ediyor ama esas soruna, Yargıyı siyasal iktidarın emrine veren, Parlamenter rejimi bekleme odasına alan ve Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayansivil darbeye yeterince yer vermiyor!
***
ABD’nin raporu 1 Kasım seçimlerini adil görmüyor.
Ama 7 Haziran’ı kabul ediyor.
2015’teki en önemli insan hakları sorunlarının başına ifade özgürlüğüne müdahaleyi” koyuyor.
Hükümetin LGBTİ karşıtı, Ermeni karşıtı, Alevi karşıtı ve anti-Semitik söylem kullandığını belirtiyor.
Hükümetin veya bağlı birimlerinin keyfi ve hukuka aykırı öldürmeler yaptığına dair güvenilir iddialar olduğunu söylüyor.
Erdoğan’ın 1 Haziran 2015’te Iğdır’da düzenlediği mitingde kadınların protesto olarak arkalarını dönmesi üzerine yaşananlara yer veriliyor.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Tom Malinowski raporu “Endişe verici” olarak niteledi.
***
Avrupa Parlamentosu’nun yıllık olağan Türkiye raporunda ise Türkiye’de demokrasinin ve hukuk devletinin gerilediğine işaret ediliyor.
Medya özgürlüğü alanında yaşanan gelişmeler “kaygı verici” diye tanımlanıyor.
Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi’ne ilişkin sözleri eleştiriliyor.
Yolsuzlukla mücadeleye öncelik verilmesi, terörle mücadele alanındaki yasal mevzuatın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarıyla uyumlu hâle getirilmesi isteniyor.
Güneydoğu’daki gelişmeler “kaygı verici” olarak değerlendiriliyor, Türkiye’nin terörle mücadele hakkı meşru kabul edilmekle birlikte, bu mücadelenin insan hakları ve hukuk devletine saygı çerçevesinde yapılması ve orantılı olması gerektiği ifade ediliyor.
Türkiye’nin yargı bağımsızlığı, insan haklarına saygı gibi konularda Kopenhag ölçütlerinden uzaklaştığı belirtiliyor.
Akademisyenlerin tutuklanması ve kadına şiddet gibi güncel konular da raporda yer alıyor.
AB Bakanı Volkan Bozkır, Ermeni Soykırımı iddialarından dolayı, raporun iade
edileceğini belirtti.
***
ABD ve AB raporlarında belirtilen bu olumsuz göstergelerin bir “Sivildarbe”den kaynaklandığı ya görülmüyor, ya da görmezden geliniyor…
Bu sivil darbeyi simgeleyen olaylar şöyle                           :

1) 12 Eylül 2010’da yargıyı siyasetin emrine veren referandum.

2) Başbakan’ın görevinden istifa etmeden girdiği haksız ve eşitsiz koşullarda yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi.
3) Tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı’nın, Anayasa’ya aykırı olarak sahalara inip herkesten çok, yoğun ve şiddetli bir propaganda yaptığı 7 Haziran 2015 seçimleri.
4) 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı’nın keyfi uygulamalarla yeni hükümeti kurdurmaması ve seçimlerin yenilenmesi kararından sonra ortaya çıkan şaibeli terör olayları ile yapılan baskılarla gidilen 1 Kasım 2015 seçimleri.
5) Rejimin meşruiyetinin temellerinden biri olan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının, Cumhurbaşkanı tarafından tanınmamasına ilişkin demeçler ve yargının bağımlı davranışları.

=============================

Dostlar,

Cumhuriyet gazetesi önemli doğrultu yitirdi ancak yine de çok değerli yazarlar var kadrosunda. Biz de seçici olarak bu Cumhuriyetçi – Ulusalcı – Atatürkçü yazarlardan alıntılar aktarıyoruz.
Sayın Prof. Dr. Emre Kongar da bu seçkin – saygın tutarlı yazarlardan biri.. Yukarıda aktardığımız değerlendirmesi önemli. Konuyu biz de birkaç gün önce kapsamlı olarak işlemiştik:

  • Avrupa Parlamentosu ‘Türkiye İlerleme Raporu’ – 2016
    http://ahmetsaltik.net/2016/04/14/avrupa-parlamentosu-turkiye-ilerleme-raporu-2016/

    Son sözü – çizgiyi üstad Musa Kart‘a bırakalım… (16.4.16, Cumhuriyet)

    Sular iyice ısındı görünen.. Bu arada Tayyip bey, devasa egosuna karşın Suudi Kralını havalanında karşıladı.. Niye acaba??

    Sevgi ve saygı ile.
    18 Nisan 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com