Etiket arşivi: Kıbrıs sorunu

Rusya’nın KKTC’de Konsolosluk Açma Girişimi

Dr. Cihangir Dumanlı
(E. Tuğg.)

Rusya’nı resmi TASS Ajansına 9 Ağustos’ta (2023) demeç veren bir Rus  yetkili KKTC’de yaşayan Rus vatandaşlarına Lefkoşa’nın kuzeyinde (KKTC bölgesinde) konsolosluk hizmeti vermeye başlayacaklarını bildirmiştir Aynı konu Rusya’nım GKRY bölgesindeki büyükelçisi tarafından da doğrulanmıştır.

“Konsolosluk hizmetinin” verilebilmesi için bu amaca yönelik bir binanın satın alınması veya kiralanması ve hizmet verecek Rus personelin bu binada çalışması gerekecektir. KKTC’de 50 000 dolayında Rus vatandaşı yaşamakta ayrıca bu ülkeye pek çok Rus turist gelmektedir.

Halen KKTC bölgesinde ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya’nın konsoloslukları uzun zamandır varlılarını sürdürmektedir.

Tanıma anlamına gelir mi?

Rus yetkililer ve KKT Cumhurbaşkanı Tatar, bu girişimin Rusya’nım KKTC’yi tanıması anlamına gelmeyeceğini de ayrıca vurgulamışlardır. Rusya’nın girişiminin tanıma olup olmadığı veya ne tür bir tanıma olduğu uluslararası hukuk konusunda uzman bilim insanlarının kitaplarından (öğretiden) çıkartılabilir. Öğreti (doktrin) uluslararası hukukun kaynaklarından biridir.

Tanıma, bir uluslararası hukuk kişisinin öbür uluslararası hukuk kişilerince varlığının kabul edilmesidir[1]

Tanıma hukuksal (de jure) olabileceği gibi fiili (de facto) olabilir.[2] De jure tanıma, bir devleti tam olarak tanımanın sağladığı bütün hukuksal etkileri ile tanımadır. De facto tanıma ise geçici ve sınırlı nitelikte bir tanımadır. De facto tanımada tanıyan devlet tanınan devletin bağımsızlığı, ülke üzerindeki otoritesi ve ülkedeki istikrara ilişkin kuşkularının bulunduğu ve bu nedenle tam bir tanımaya gitmediği görülmektedir.[3] De jure tanıma kesin olup geri alınamazken, de facto tanıma geri alınabilmekledir.

Tanımanın başka bir sınıflandırması açık veya üstü kapalı olmasına dayanmaktadır. Açık tanımada herhangi bir devleti tanımak isteyen devlet, bu yöndeki istencini (iradesini) bildrim (notification) veya bildiri (declaration) yolu ile ortaya koyar

Üstü kapalı tanımada ise tanımak isteyen devletin herhangi bir bildirisi veya bildirimi olmaksızın, tanınacak olan devletle kurduğu öylesine işlemler vardır ki; tanımanın gerçekleştiğine ilişkin herhangi bir kuşku bırakmamaktadır. Gerçekleştirilen davranış tanımanın kanıtı niteliğindedir.[4]

Üstü kapalı tanıma şu biçimlerde olabilir :

  • Tanıma anlamına gelmeyeceğini bildirmeden ikili anlaşma yapılması,
  • Diplomatik ilişkilerin kurulması,
  • Yeni devletin yalnızca devletleri kabul eden bir uluslararası örgüte üyeliği veya temsilinin olumlu karşılanması,
  • Konsolosa “exequatur” verilmesi, (konsolosluk şefinin evsahibi devlet tarafından kabul edildiğine ilişkin belge)[5]

Girişimin konusunun  konsolosluk olması da ayrıca dikkate alınmalıdır. Pazarcı’ya göre diplomatik ilişkilerin kurulması sırasında aksi belertilmedikçe konsolosluk ilişkisinin kurulması da kabul edilmiş olmaktadır.[6]  Yani konsolosluk açmak, diplomatik ilişki kurma kapsamındadır. Bunun için Rusya’nın ve KKTC’nin karşılıklı rızaları gerekmektedir.

İki devlet arasında konsolosluk ilişkisinin kurulması genellikle bir andlaşma ile olur. Rusya ve KKTC bu konuda bir andlaşma yapmalıdır. Bu da KKTC’nin üstü kapalı tanınması anlamına gelecektir.

Konsolosluk görevi kapsamında KKTC’de yaşayan Rus vatandaşlarının haklarının korunması için, konsolosluk yetkilileri KKTC makamları ile yazılı ve ya sözlü resmi bağlantı kurmak zorunda kalacaklardır. Bu da KKTC’nin varlığının üstü kapalı ve eylemli (fiili, de facto) kabul edilmesi anlamına gelecektir.

Konsolosluk şefinin atanmasın da özel yöntemi vardır. Gönderen devlet atayacağı kişiye bir atama belgesi veya benzeri bir belge düzenleyerek konsolosluk şefine vermekte ve kabul eden devlete göndermektedir. Bu atama belgesine sahip konsolosluk şefinin göreve başlayabilmesi için atamanın kabul eden devletçe uygun görülmesi gerekmektedir.[7] Konsolosluk şefinin göreve başlaması için kabul eden devlet izin verdiğini, bir exequator ile bildirir.

Sonuç olarak; Rusya’nın KKTC’de konsolosluk  açmasında uygulanacak yöntemler ve konsolosluğun çalışması, Rusya’nın KKTC’yi üstü kapalı ve eylemli (de facto) olarak tanıması anlamına gelecek işlemleri gerektirmektedir.

“Kuzeydeki konsolosluk ayrı bir konsolosluk değil, GKRY bölgesindeki Rus büyükelçiliğinin bir uzantısıdır.” söylemi yukarıda açıklanan  gerçekleri değiştirmez.

Neden Şimdi?

Rusya’nın girişiminin zamanlaması da dikkate alınmalıdır. 21 yıllık iktidarı boyunca dış politikada pek çok gel-gitler yaşayan ve birbiri ile çelen tutum değşiklikleri yapan AKP, Mayıs 2023 seçimlerinden sonra yeniden Batıya yaklaşan bir tutum takınmıştır.

Üzerinde İngiliz üsleri bulunan, Fransa’ya üs kolaylıkları sağlayan, AB üyesi, doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarına haksız olarak el uzatan, Kıbrıs’ın tümüyle Batı denetimine geçmesini Rusya istemez. En azından Kuzey Kıbrıs’ın Batı denetiminden uzak kalmasını tercih eder (yeğler).

Son zamanlarda rotasını yeniden Batı’ya çeviren, Finlandiya’nın NATO üyeliğini kabul eden, İsveç’in üyeliği konusunu açık bırakan AKP hükümetinin bu tutumuna karşı, Rusya’nın Türkiye’ye bir jest yapmak istediği değerlendirilmektedir. Fiili tanımanın geri alınabilir olması da Rusya’ya bir esneklik sağlamaktadır.

Değerlenddirme:

Rusya’nın KKTC’de konsolosluk açma girişimi yukarıda özetlenen Uluslararası hukuk öğretisi açısından değerlendirildiğinde, bunun hukuksal (de jure) ve açık bir tanıma olmadığı görülmektedir. Ancak bu girişimin KKTC’nin Rusya tarafından eylemli olarak (de facto) ve üstü kapalı bir tanıma olduğu da kabul edilmelidir.

Marine Daily News’un Temmuz sayısındaki yazımızda belirttiğimiz gibi[8], kökleri 1920’lere dayanan Kıbrıs sorununa 1974’ten sonra yoğunlaşan adil ve kalıcı bir çözüm bulma çabaları, Rum-Yunan tarafının uyuşmaz tutumu nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Gelinen noktada, Adada Türklerin ve Rumların yaşayabilir ortak bir devlet kurmasının olanaksızlığı ve egemen-eşit iki devletli çözümün en gerçekçi yol olduğu ortaya çıkmıştır.

İki devletli çözüm yolunda en önemi aşama ve temel koşul, KKTC’nin uluslararası alanda tanınmasıdır. Rusya’nın girişimi bu açıdan Türkiye ve KKTC için olumlu bir adım ve fırsat olarak değerlendirilmelidir. Bu kazanımın ileriye götürülmesi ve konsolosluk açma ile başlayan sürecin açık ve hukuksal (de jure) bir tanıma ile sonuçlandırılması için çaba gösterilmelidir. Rusya’nın KKTC’yi açık ve de jure tanıması, öbür pek çok devletin de tanımasını getirecektir.

[1] Yusuf Aksar, Uluslararası Hukuk I, Seçkin Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 237
[2] Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara,  2005, s. 338
[3] a.g.e
[4] Aksar, a.g.e. s. 241
[5] Pazarcı, a.g.e. s. 388
[6] Pazarcı, a.g.e. s. 387
[7] a.g.e.
[8] Cihangir dumanlı, “Cyprus as we near the 50th anniversary of peace operation” MDN, June 2023.

KKTC’de BM BARIŞ GÜCÜ MİSYONU VARLIĞI HUKUKSAL DAYANAKTAN YOKSUNDUR

Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ
E. Albay, Tarih uzmanı

Kıbrıs, yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden, yakın bir gelecekte de çözülebilmesi pek de olanaklı görülmeyen sorunların başında gelmektedir. Peki Kıbrıs sorunu ne zaman oluştu? Sorunu çözmek için gösterilen çabalar gerçekçi ve içten miydi? Güncel durum (statüko) kimin veya kimlerin işine gelmektedir?

Kıbrıs sorununun başlangıcından bu yana yapılan girişimler, bilinçli veya bilinçsiz, öylesine kötü inşa edildi ki, bugün Arap saçına dönmüş olan güncel durumu çözecek bir aktör var mı veya hangi önerilerle bunu çözecek bilinmemektedir!!

Kıbrıs sorunu, kökleri 18’inci yüzyıla dek uzansa da, 1955 yılından bu yana görünür duruma gelmeye başlamıştır. Rumların, Kıbrıs’ın Yunanistan ile siyasal birleşmesinin kavramsal karşılığı olan ENOSİS‘i gerçekleştirmek amacıyla 1955 yılı nisan ayının ilk günü başlattıkları saldırıların kısa bir süre sonra toplumlararası çatışmaya dönüşmesi ile sorun Ada dışına taşınmıştır. Ancak ABD, birkaç yıl önce NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan’ın Adadaki çatışmalardan dolayı doğrudan olmasa bile savaş konumuna gelmesinden rahatsız olmuş ve Kıbrıs’taki gelişmelere katılan (müdahil) olmuştur. ABD’nin karışması (müdahalesi) Kıbrıs’taki çatışma ortamını geçici olarak durdurmuş ve çözüm sürecini başlatacak olan Zürih ve Londra Konferansı’na giden yolu açmıştır.

Zürih ve Londra’da 1959 yılı şubat ayında yapılan görüşmeler sonunda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturacak kurullar kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştır. Bu çalışmalar yaklaşık 1,5 yıl sürdükten sonra 16 Ağustos 1960’ta bağıtlanan (imzalanan) Lefkoşa Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs Türk ve Rum halklarının anayasal organlara birlikte katılımını öngören ve sayıca daha az olan Kıbrıs Türk halkının haklarını koruyan düzenlemeler üzerine getirilmiştir. Ancak Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, daha Lefkoşa Antlaşmasının mürekkebi kurumadan, yürürlükteki anayasal düzenden yakınmaya başlamış, Kıbrıs Türklerine tanınan hakların çok olduğunu sürekli gündeme getirmiş ve Anayasa’daki açık kurallara karşın Kıbrıs Türklerinin; Lefkoşa içinde, 5 farklı ilçede ayrı belediyeler kurmasını, Kıbrıs ordusunda 40/60, kamuda ise 30/70 oranında görev almasına engel olmuştur. Kıbrıs’ta kurulan düzeni korumak amacıyla çalışan Anayasa Mahkemesi’nin Alman Başkanı, Cumhurbaşkanı Makarios’un anayasaya aykırı söylem ve eylemleri karşısında tepkilerini açıklamış, ancak bunların dikkate alınmadığını görünce istifa etmek zorunda kalmıştır. Batı dünyası ise Kıbrıs’ta olanlara karşı herhangi bir konum almamış, Cumhurbaşkanı Makarios’un hukuka aykırı tutum ve davranışları ile EOKA militanı kimi kişilerin bürokraside görevlendirilmeleri karşısında sessiz kalmış, bir bakıma yakın gelecekte Adada yaşanacaklar karşısında Rumların yürekliliğini (cesaretini) artırmıştır!

Bu durumdan güç alan Cumhurbaşkanı Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 3,5 yıl sonra 13 maddeden oluşan anayasa değişiklik önerisini 1963 Kasım sonlarında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e vermiştir. Kıbrıs Türk siyasetçileri daha anayasa değişiklik önerisine verilecek yanıtı görüşürlerken 21 Aralık 1963’te Kanlı Noel olarak tarihe geçen saldırıları başlatmışlardır.

  • Kıbrıs Türk halkını yok etmeyi amaçlayan Akritas Planı doğrultusunda yapılan ve
    dört gün süren bu saldırılarda yüzlerce Kıbrıs Türk’ü yaşamını yitirmiştir.

Türkiye’nin 25 Aralık 1963’teki müdahalesi ile saldırılar sona ermiş, yaklaşık 25 bin Kıbrıs Türk’ü güneydeki evlerini terk ederek kuzeye göç etmek zorunda kalmışlardır.

Cumhurbaşkanı Makarios, sonraki günlerde Kıbrıs’taki gelişmeleri ENOSİS doğrultusunda biçimlendirmeye başlamış ve Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Küçük de içinde olmak üzere Kıbrıs Türk Bakan ve Milletvekillerinin Rum kesiminde kalan çalışma ofislerine ve Temsilciler Meclisine gitmelerini engellemiş, Kıbrıs’ta yaşanan olayları anlatmak amacıyla New York’a giden Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş’ın adaya girişini  Anayasaya aykırı olarak yasaklamıştır. Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük, yaşanan bu olayları BM başta olmak üzere İngiltere ve ABD’ye bildirmesine karşın herhangi bir girişim yapılmamış, Makarios’un önderliğinde oluşturulmaya başlanan yapılanma (statüko) eylemli olarak (de facto) kabul edilmiş ve Kıbrıs Cumhuriyeti Rumların denetimine bırakılmıştır. Bir bakıma Kıbrıs’taki gelişmeler ABD ve İngiltere’nin istediği gibi olmaya başlamıştır!

Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünü pekiştiren bir başka hata (?) ise BM Barış Gücü‘nün Kıbrıs’ta görevlendirilmesi sürecinde yaşanmıştır. BM Barış Gücü‘nün bir ülkede görev yapabilmesi için biçim koşularından biri isteyen ülkenin onamının olmasıdır. Ülkesindeki çatışma ortamını durdurmak amacıyla Barış Gücünün topraklarında görev yapmasını isteyen devletlerin BM’ye başvurmaları gerekmektedir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de süreç böyle işlemiştir. Ancak bir farkla! Cumhurbaşkanı Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti adına BM’ye yaptığı başvuruda, Ada’da BM Barış Gücü’nün görevlendirilmesini isterken, anayasaya aykırı işlem yapmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası md. 57’ye göre bu vb. uluslararası kuruluşlara yapılacak çağrı, işbirliği gibi başvurularda Cumhurbaşkanı Yardımcısının da onayı gereklidir. Ancak Cumhurbaşkanı Makarios’un başvurusu Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’ün onayı olmadan BM’ye gönderilmiştir.  Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük, bu durumu 2 Nisan 1964’te BM’ye gönderdiği yazıda, Cumhurbaşkanı Makarios’un BM Barış Gücü’nün Ada’da görevlendirilmesi ile ilgili yaptığı başvurunun anayasaya aykırı olduğunu açıkca belirtmiş ve BM Güvenlik Konseyi‘nin Kıbrıs Barış Gücü’nün görevlendirilmesi ile ilgili aldığı 186 Sayılı Karar’ın da “biçimsel bakımdan” (şeklen) hukuksuz olduğunu vurgulamıştır.

Gerek uluslararası gerek ulusal hukuksal düzenlemelerde kurulan ilk işlem temeldir. Yapılan ilk hukuksal işlem biçim ve/veya öz (esas) bakımından yanlış ise; bu hukuksal işleme dayalı sonraki tüm düzenlemeler “hükümsüz” dür. Dolayısıyla, 31 Temmuz 2022’de görev süresi dolacak olan BM Kıbrıs Barış Gücü’nün durumu bir kez de bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı olan Türkler, BM Barış Gücü’nün Kıbrıs’ta görevlendirilmesine ilişkin kararda yer almamış ve onamlarına başvurulmamıştır.

  • BM Kıbrıs Barış Gücü’nün Kıbrıs’ta görevlendirilmesi ile ilgili alınan ilk karar,
    biçimsel olarak Kıbrıs Anayasası’na aykırıdır.

Halen Mağusa ve Lefke’deki BM Barış Gücü misyonları Kıbrıs Türk halkının istencine başvurulmadan görevlendirilmişlerdir. Uluslararası alanda tanınmamasına, –Türkiye dışında– karşın, KKTC egemen – eşit bir devlettir ve topraklarında görev yapan BM Kıbrıs Barış Gücü misyonunun varlığına kendi istenci ile karar verebilecek siyasal gücü vardır.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı Türklerin onamı olmadan ve Cumhurbaşkan Yrd. Dr. F. Küçük’ün itirazını dikkate almadan görevlendirilen BM Barış Gücü misyonunun Kıbrıs’taki varlığı ile Kıbrıs Türk halkının anayasal haklarını yok sayıp Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek temsilcisi olarak Rumları kabul eden (!) BMGK 186 Sayılı Kararı yeniden tartışılmalı ve Kıbrıs Türklerinin siyasal istencini, egemen – eşitliğini görmezden gelen bu yanlıştan dönülmelidir.

KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düşündürdükleri

KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düşündürdükleri

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2. tura kalan adaylardan Başbakan Ersin Tatar’ın zaferiyle sonuçlandı. Kendisini içtenlikle kutluyor, Türkiye ile dayanışma içinde Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve demokrasi içinde sağladıkları kazanımları güçlendirerek devam ettirme yolunda sarfedeceği çabalarda kendisine başarılar diliyorum.
Büyük devletlerin baskısı altında ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin beklentileri doğrultusunda Türkiye’nin antlaşmalardan kaynaklanan garantörlük haklarının ortadan kaldırılması, Kıbrıs Türklerinin güvenliğinin güvencesi olan Türk askerlerinin adadan çekilmesi için gibi hedeflerin Sayın Tatar’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde hayata geçirilmesine fırsat verilmeyeceğine inanıyorum.
Artık seçimler sırasında yapılan tartışmalar geride kalmıştır. Şimdi Türkiye’de de KKTC’de de iç politika tartışmaları bir yana bırakılmalı, Kıbrıs sorunu partiler üstü bir milli dava gibi görülmelidir. Türk basınına ve yayın organlarına da bu alanda büyük görev düşmektedir.
Seçimlerin ortaya çıkarttığı sonuçlara saygı duymak, yeni seçilen Cumhurbaşkanının başarısına yardımcı olmak için çalışmak, Türkiye ile KKTC arasındaki yakın bağları zedelemeyi ve Kıbrıslı Türkleri birbirine düşürmeyi amaçlayanların hedeflerine yardımcı olacak söylemlerden ve davranışlardan kaçınmak hepimizin ortak görevi olmalıdır.
Saygılar, sevgiler.

Dikkat, KKTC Batı Trakya’ya dönmesin…

Erol ManisalıErol MANİSALI
erolmanisa@yahoo.com  


Dikkat, KKTC Batı Trakya’ya dönmesin…

– Ankara’da, iç ve dış politikayı “iktidarda kalma önceliğine” göre dayatmaya uğraşan bir iktidar var:

– KKTC’de de aynen bizdeki gibi, “Batıcılar ve federasyoncular” söz konusu.

– Ve bu ortamı bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen Yunanistan, ABD ve AB üyesi devletler, kendi Akdeniz çıkarlarına göre Türkiye ve KKTC aleyhine kullanıyorlar.

Daha önce bu köşede çok yazdım: Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’de hapsedilmemesi KKTC’de siyasi, iktisadi ve askeri varlığını sürdürmesine bağlıdır. Zaten 59 ve 60 Londra ve Zürih anlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile birlikte Kıbrıs Adası’nın üç garantör ülkesinden biridir.

Bugün eğer KKTC’de kazananlar Kıbrıs Türklerini Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “bir parçası” olarak AB’ye katarlarsa, “Kıbrıs Türkleri, Yunanistan’daki Batı Trakya Türklerinin durumuna düşeceklerdir”. Bu düşüncemi son başbakanlığı döneminde Ecevit’e aktardığım zaman, kesinlikle aynı görüşte olduğunu söylemişti.

Ankara’nın özellikle 2002’den sonra bölge ve Kıbrıs konusunda izlediği İhvancı politikalar, Türkiye’nin yalnız Doğu Akdeniz’deki değil, Kıbrıs’taki durumunu da zayıflattı. Özellikle de 2004’te Rumların AB’ye katılmalarına göz yumduktan sonra.

Hayatımın son 50 yılı Kıbrıs sorununun içinde geçti:

– Daha öğrencilik yıllarımda, asistanlık yıllarımda Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) dış ilişkiler komisyonu başkanı olarak Strasburg’da (Avrupa Konseyi’nde) Türkiye’yi temsil ederken, Makaryos yönetiminin anayasa gereği bir Türk bir Rum temsilci gönderme zorunluluğuna rağmen, sadece Rum temsilci göndermesine karşı çıkıyor, kavgasını yapıyordum, yıl 1965.

– İlk kurduğumuz 1990 yılından 2009’da Ergenekon’dan Silivri’de “zorunlu ikamete” (!) mecbur bırakılıncaya kadar, Kıbrıs Araştırmaları Vakfı başkanlığını, Prof. Mümtaz Soysal’la birlikte yürüttüm.

– 1984-1994 arasında, aralıksız 10 yıl, her mayısta, Uluslararası Girne Konferansları’nı düzenliyordum. Dünyanın her yerinden siyasileri, medyayı Denktaş’ın ayağına getiriyordum.

– Kıbrıs konusunda Avrupa ülkelerinde, Denktaş’ın da konuşmacı olarak katılımını sağlayarak uluslararası Kıbrıs sempozyumları düzenliyordum. (4 konferans)

– 1982-1992 yılları arasında aralıksız her ay yayıncılığını yaptığım Middle East Business and Banking dergisinde Kıbrıs ve KKTC’ye çok geniş yer veriyor, özel sayılar yapıyordum. Kendi verdiğim Kıbrıs konferanslarının sayısını hatırlamıyorum bile… Kıbrıs üzerine biri İngilizce 4 de kitabım var. Denktaş’la beraberliklerimizi içeren kitap bile yayımladım.

– Ve bütün bu yaşamım boyunca, Kıbrıs sorununun içinde oldum. Bizdeki “Batıcılar” gibi, Kıbrıs Türkleri içinde de güçlü “bir akım” vardır. Adanın Osmanlı tarafından İngiltere’ye verilmesinden sonra, doğal olarak bu akım da “İngiliz Milletler Topluluğu” içinde güçlenmiştir.

– Ancak nasıl Kıbrıs Adası (ve KKTC) Türkiye’nin Akdeniz’e, onun denizaltı ve denizüstü olanaklarına açılan bir kapısı ise ada (ve KKTC) için de Türkiye, Kıbrıs Türk halkının adada var olabilmesinin güvencesidir. Türkiye’siz kalırlarsa AB’ye girmiş olamazlar:

  • Yunanistan’ın Batı Trakyası’ndaki Türklerin durumuna sonunda kesinlikle düşmeye mahkûm olurlar.

– Onun için pazar günkü seçimlerde öne çıkanların, günlük iç KKTC çekişmelerinden sıyrılıp daha uzun vadeli ve stratejik düşünmeleri gerekir.

– Çünkü ileride, 1963’teki Kanlı Noel olaylarından da öte, vahim olaylarla yüz yüze kalmak söz konusudur.

(*)  Denktaş’ın Öbür Yüzü, Kırmızı Kedi, 2011

Chatham House ödevleri

Chatham House ödevleri

Emperyalizmin üstünde güneş batmayan imparatorluk olmasını sağlayan kuruluşlardan en önemlisidir Chatham House. Öbür adıyla, İngiliz Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü… 
Chatham House, bir önceki AKP’li Cumhurbaşkanı (az kaldı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da onayıyla başkan adayı yapılmaya kalkışılan) Abdullah Gül’e ödül vermişti. 
Bu kez, İngiltere’yi “stratejik ortak ve müttefik” diye tanımlayan “reis” gitti oraya ve bir konuşma yaptı. Her ne kadar Erdoğan, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri masaya yatırdıklarını söylese de, tümüyle Türkiye üzerinde nasıl bir “işlem” yapılacağı, dolayısıyla Erdoğan’ın geleceği görüşüldü aslında. Görüşüldü demek de yanlış olur, dikte edildi bir anlamda. 
Kulislerden edindiğimiz bilgiye göre, AKP sayesinde borca batırılmış ülkenin “sıcak para”ya (yeni borçlara) kavuşması karşılığında Chatham House toplantısına katılan para simsarları ile siyaset belirleyicilerin “reis”ten istekleri dört noktada toplanıyordu:

1. Kıbrıs sorununu çözeceksin. Türk askerini adadan çekeceksin, garantörlük hakkından vazgeçeceksin.

2. PKK’lileri de kapsayan bir af ilan edeceksin. Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan çıkarıp ev hapsine alacaksın. 

3. 2006’da “bölgeler arası eşitsizliğin ekonomik boyutuyla başa çıkmak” gerekçesiyle kurulan Kalkınma Ajanslarını bir adım daha öteye götürerek, siyasal anlamda Türkiye’yi yerel ve bölgesel yönetimlere ayırarak, federal yapıya döneceksin.


4. Özerklik dahil çeşitli yöntemleri kullanarak Kürt sorununu çözeceksin. 

 
Sızan bilgilere bakılırsa, Chatham House diktecileri, “reis”e, bütün bu istemleri yerine getirebilmek için gerekli gücün “kararname” ile elinde olduğunu da vurgulamışlar. 
Erdoğan, bir kez daha seçilirse, “ekonomik darboğazın aşılması” karşılığında ikide bir “eyy” diye diklendiklerinin isteklerini bir bir yerine getirmek zorunda olduğunu biliyor artık. 
Emir büyük yerden: İkinci turda Kürt milliyetçilerine göz kırpacak. Onlar da ona. 
 
Ali Abalı’nın 12 Eylül anısı
Meslek büyüğümüz, beyefendi insan, gazetemiz kurucusu Yunus Nadi’nin yeğeni Ali Abalı’yı yitirdik.Ölümüne değin yüreğindeki gazetecilik aşkı sönmeyen Ali Abalı’yı bizimle paylaştığı bir gazetecilik anısı ile analım: 
Yeni Asır Ankara Temsilciliği de yapan Ali Abalı, 12 Eylül 1980 öncesi, dönemin Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun ile dostluk kurar. Celasun, bir söyleşi sırasında, TSK’nin komuta kademesinin yürüttüğü hazırlıklar sonucu 30 Ağustos 1980 günü bir darbe gerçekleşeceğini Ali Abalı’ya aktarır. 
Abalı da, durumu dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e iletir. Demirel, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’den durumu sordurur, “Yok böyle bir şey” yanıtını alır. 
30 Ağustos 1980 günü darbe ertelenir, çünkü darbe için onay almaya ABD’ye giden Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya Türkiye’ye dönmemiştir. 
Bu köşenin yazarı, Başbakanlık muhabiri olarak 11 Eylül 1980 günü Başbakanlık önündeydi. O gün Ankara’nın birçok yerinden bomba sesleri yükseliyordu. 
Pentagoncu generaller, darbeye zemin olsun diye Ankara’yı bombalatıyorlardı. Tıpkı, yıllarca insanların birbirini kırmasına göz yumdukları gibi. 
 
İntikam sürüyor
Atatürk’ün isteği ile kurulan TCDD Müzesi kapatıldı! 
Yerine lojman, bina ve cami yapılacakmış. 
Kindar nesil, intikamını sürdürüyor.
===============================
Dostlar,
Erdoğan’ın Londra görüşmeleri ile ilgili değerli dostumuz Kansu’nun yazdıkları ile örtüşen birkaç maddeyi epeydir manşette tutuyoruz…
TCDD müzesinin de yağmalanmasını esefle karşılıyoruz..
Sevgi ve saygı ile. 02 Haziran 2018, Datça
Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

6-7 Eylül’den Dink Cinayeti’ne

6-7 Eylül’den Dink Cinayeti’ne

Fatih YAŞLI
BİRGÜN Gazetesi, 07.09.16
http://www.birgun.net/haber-detay/6-7-eylul-den-dink-cinayeti-ne-127290.html 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Nasıl ki resmi tarih için “bütünüyle yalandan ibarettir” denemezse, gayri resmi tarih de her zaman gerçeğin tüm çıplaklığıyla yansıtıldığı bir ayna olarak görülemez; tıpkı resmi tarih gibi o da gerçekliği eğer, büker, çarpıtır, kendi “dünya görüşü”ne uygun bir hale getirir ve öyle sunar.

Resmi tarih, 6-7 Eylül olaylarını “Selanik’te Atatürk’ün evine bombalı saldırı düzenlenmesine milletin verdiği doğal refleks” olarak anlatır ve bu gerçeğin bütünüyle çarpıtılması demektir. Ancak liberal ya da muhafazakâr tarih yazımı da başka bir çarpıtmaya başvurarak şöyle der: “6-7 Eylül, İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan devlet geleneğinin ve vesayet rejiminin bir yansımasıdır.” (AS: Yıl 1955, Demokrat Parti tek başına iktidarda, Adnan Menderes Başbakan..)

Oysa olan biteni “bir siyasi geleneğin tezahürü” ya da aynı anlama gelmek üzere “devletin değişmez özü” üzerinden açıklayan bu yaklaşım açıkça “metafizik” bir nitelik taşımaktadır; çünkü olayları maddi bağlamlarından, gerçekleştirdikleri dönemin sınıfsal ilişkilerinden ve emperyalist dünya sistemi içindeki güç mücadelelerinden bağımsız olarak değerlendirmektedir. Bu ise az önce söylediğimiz üzere gerçekliğin eğilip bükülmesinden ve çarpıtılmasından başka bir şey değildir.

Peki o halde 6-7 Eylül nedir, 6-7 Eylül’de ne olmuştur?

Öncelikle şunun bilinmesi gerekmektedir, Türk dış politikasının 1950’lere kadar “Kıbrıs sorunu” diye bir gündemi hiç olmamıştır, Kıbrıs diye bir başlık yoktur. Ancak ne zaman ki Ada’da İngiliz emperyalizminin egemenliğine karşı Rumların merkezinde durduğu ve Kıbrıslı solcuların, komünistlerin de desteklediği bir ulusal direniş filizlenmeye başlar, Türkiye yönetici sınıfı da emperyalizmle işbirliği içinde meseleye dâhil olur ve ortaya bir “milli dava” çıkar.

Kıbrıs’ın Türkler ve Rumlar arasında bölünmesi talebini dile getiren “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganı bu dönemi sembolize etmesi bakımından önemlidir ve aslında doğrudan İngiltere’nin Ada’ya dair planlarını yansıtır. Çünkü Ada’da Türklerle Rumlar arasındaki ihtilaflar büyüdükçe İngiliz egemenliğinin devamı kolaylaşacak, Ada halkının “self-determinasyon” talebi Birleşmiş Milletler gündemine gelemeyecektir.

6-7 Eylül bu perspektifle hayata geçirilir, İngiliz ve Türk istihbaratının işbirliğiyle, Atatürk’ün Selanik’teki evine yönelik düzmece bir saldırı tertiplenir ve sonrasında yine bu işbirliğinin ürünü olan “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” (KTC) aracılığıyla İstanbul’da halk sokağa dökülerek Rumlara yönelik iki gün süren bir yağmaya girişilir. Geriye dönüp bakıldığında plan başarılı olmuştur denilebilir; çünkü o zamandan bu zamana Ada’daki iki halk arasındaki ihtilaf da, İngilizlerin imtiyazlı konumu da devam etmektedir.

Demek ki mesele basitçe “İttihatçı geleneğin azınlıklara düşmanlığı” ya da “Kemalistlerin homojen bir ulus yaratmak için Rumları Türkiye’den kovması” değildir. 6-7 Eylül, emperyalizmden, emperyalizmle ilişkilerden ve Soğuk Savaş’ın ruhundan, yani anti-komünizmden azade bir şekilde okunamaz, aksi bir okuma bize gerçeğin ancak küçük bir kısmını verir ve geri kalanını ise tahrif eder, çarpıtır.

6-7 Eylül’ün üzerinden elli yılı aşkın bir zaman geçti (AS: 61. yıl!), 6-7 Eylül bu ülkenin azınlıklarına dair utanç tarihimizin bir parçası olmaya devam ediyor; benzer bir şekilde, bundan dokuz yıl önce gerçekleşen Hrant Dink cinayeti de alnımızdaki bir kara leke olarak yerini koruyor. Elimizdeki tek teselli ise 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası ortalığa saçılan belgeler sayesinde cinayetin iç yüzünün ve arkasındaki güçlerin açığa çıkması.

Dink cinayetinin de tıpkı 6-7 Eylül gibi bir siyasal dizayn operasyonu olduğunu ve birden fazla failin işbirliğiyle gerçekleştiğini artık çok daha net bir şekilde görebiliyoruz. Dink cinayetini yeni rejim inşasından ve bu inşa için yürürlüğe konulan emperyalizm destekli tasfiye operasyonlarından, yani Ergenekon ve Balyoz’dan ayrı bir şekilde anlamak mümkün görünmüyor, Dink’in katledilmesini mutlaka ve mutlaka yeni rejim inşası bağlamına oturtmak gerekiyor.

Trajik olan ise tıpkı 6-7 Eylül gibi Dink cinayetinin de liberal çarpıtmadan nasibini almış olması. Cinayetteki emperyalizm destekli Cemaat parmağını ve cinayetin yeni rejimin toplumsal mühendislik projesinin bir parçası olarak işlendiğini bilinçli bir şekilde gizleyen bu akıl, suçu “İttihatçı devlet geleneği”ne ya da “Kemalist vesayet rejimi”ne atmakta en ufak bir tereddüt göstermemiş, sonrasındaki süreci de “devlet bağırsaklarını temizliyor” diye desteklemişti, gelinen nokta ise burası oldu.

O halde yazıyı şöyle bitirelim: İlla ki 6-7 Eylül’den Dink cinayetine uzanan bir gelenekten söz edeceksek, asıl olarak emperyalizmle Türkiye yönetici sınıfı ve Türk sağı arasındaki ilişkiye bakmamız gerekiyor. Bu gelenek halen sürüyor, memleketi de beladan belaya sürüklemeye devam ediyor.

======================================

Evet Dostlar,

BİRGÜN Gazetesi yazarlarından Sn. Fatih Yaşlı‘nın sosyalist bakış açısıyla 6-7 Eylül 1955 acıklı (trajik) olaylarını değerlendirmesini paylaştık. Mederes hükümetini ayrıca bir gündem oyununa da gereksinimi vardı. DP tabanını pekiştirme (konsolide etme) gereeği şiddetle algılanıyordu. Nitekim sonraki yıllarda bu yapay politik gerilim VATAN Cephesi biçiminde somutlanarak Ulus DP’den yana adı geçen bu Cephe’ye kaydolanlar ve “ötekiler” olmak üzere ikiye ayrıldı. Radyolardan günlerce anılan Cephe‘ye üye olan yandaşların adları okundu. DP ve Başbakan Menderes bu gerilimden yararlanarak iç ve dış politikadaki özellikle ekonomik sorunları, ödenemez duruma gelen dış borçları halk yığınlarından saklamaya çalıştı. Ancak Türkiye tarihinin en ağır ekonomik bunalımı yaşandı ve

  • Türkiye Temmuz 1958’de uluslararası moratoryum isteyerek borçlarını ödeyemeyeceğini (=iflasını!) ilan etmek zorunda kaldı.

IMF gönderildi ve 1 $ = 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarılarak (çoklu kur) %300’ü aşan devalüasyon yaptırılarak 359 milyon $ dış borç (IMF kredisi diyorlar..) verildi (ayrıca 256 milyon $ borç ertlendi) ve daha alınacak daha çooook süt var hesabıyla “inek” kesilmedi! (4 Ağustos 1958 Kararları)

Sayın yazar Fatih Yaşlı bu kritik boyutu gözden kaçırmış. Yaşama ve sorunlara bir ideolojik gözlükle bakılınca ciddi yanlışlara düşülebiliyor. Büyük ATATÜRK bu nedenlerle olsa gerek, yaşamda en gerçek yol göstericinin akıl ve bilim -ya da BİLİMSEL AKILCILIK– olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Ayrıca Kıbrıs Türkleri “self determinasyon” haklarını kullanıp KKTC’yi kurdular.. 30 yılı geçti (15 Kasım 1983).. Kaç ülke tanıdı?

Ayrıca İngiltere’nin Agratur ve Dikelya’daki üsleri uluslararsı anlaşmalarla güvenceye alınmıştır. Bu üsleri oradan kaldırmanın hukuksal yolu yoktur. Askeri gücü ola varsa buyursun kaldırsın.. Adadadaki 2 halkın çatışmasının – çatıştırılmasının İngiliz üslerine etkisi yok..

Daha çok yazmayalım, Fatih beye ayıp olacak.. Ama gazetede köşe yazmak bize çok ciddi bir iş olarak görünüyor.. Her durumda yönetimlerin saydam ve hesap sorulabilir olması ve bu tür mide bulandırıcı dalaverelere giriş(e)memesi dileğimizdir.

Bu arada, Hrant Dink cinayeti dahil karanlıkta bırakılan tüm cinayetler elbette aydınlatılmalı ve hesabı sorulmalıdır ki caydırıcı olabilsin sonrası için.. Bu amaçla ilk olarak içerdeki gladyoyu – kontrgerillayı tasfiye etmek zorunlu. 4 Nsan 1952’de NATO‘ya girdiğimizden / sokulduğumuzdan bu yana hiçbir iktidar bu yakıcı ve süregelen sorunun üzerine gidemedi..

Sevgi ve saygı ile.
07 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

İsrail-Rum Askeri Tatbikatının Düşündürdükleri


İsrail-Rum Askeri Tatbikatının Düşündürdükleri

Portresi_ATA_ile

 

Onur Öymen

 

 

İsrail ile Kıbrıs Rum Yönetiminin 13-14 Şubat (AS: 2014) tarihlerinde ortaklaşa bir
deniz-hava tatbikatı yapacağı açıklandı.

Bu tatbikata İsrail’in 40’tan çok uçakla katılacağı, Rumların da yeni uçaksavar sistemlerini deneyeceği bildiriliyor. Tatbikatın Rumların ekonomik bölge ilan ettikleri alanda “arama kurtarma” hazırlıklarıyla ilgili olduğu belirtiliyor.

Türkiye yurt içinde ciddi sorunlarla karşılaşırken ve yurt dışında da bütün dikkatini Suriye’deki gelişmelere vermişken Kıbrıs’lı Rumların bu ortamdan yararlanarak
İsrail’le askeri işbirliğini güçlendirme ve doğal gaz yataklarının güvenliğini sağlamaya çalıştıkları görülüyor.

Rumların bir süre önce, Türkiye’nin ilan ettiği ekonomik bölgenin de bir bölümünü kapsayacak biçimde kendi ekonomik bölgesini ilan etmesi ve doğal gaz araştırması ve üretimi için çalışmalara başlaması, Türk Hükümeti tarafından tepkiye karşılanmış,
buna engel olunacağı izlenimi yaratılmış ve Piri Reis araştırma gemisi Kıbrıs sularına gönderilmişti. Uzunca bir zamandan beri Türkiye bu işin peşini bırakmış gibi görünüyor. Oysa bölgedeki enerji kaynaklarına kimin sahip olacağı uzun erimde Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin enerji çıkarları açısından yaşamsal önemdedir.

Dünyada ve bölgede giderek yalnızlaşan Türkiye,
son yıllarda izlediği yanlış politikaların bedelini ödemektedir.

Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak yumuşak görünmeye özen gösteren, masadan kalkan taraf olmayacağız diyerek mücadeleci bir politika izlemeyeceğinin işaretlerini veren
Türk Hükümeti, bu gelişme karşısında ne yapacaktır?

Dış politikada ulusal çıkarlarımızın kararlılıkla korunması en öncelikli hedef durumuna getirilmediği sürece, bu gibi eylemli durumlarla baş etmek zordur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında izlenen teslimiyetçi politikaların ülkemize
neler yitirttiği unutulmamalıdır.

Meclis, kişisel polemiklerin yapılacağı değil, böyle önemli ulusal konuların görüşüleceği ve ülke çıkarlarını ilgilendiren kararların alınacağı bir yer olmalıdır.

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…


Dostlar,

10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletince (Son Padişah Vahdettin!)
bağıtlanan (imzalanan)
Sevr Antlaşması’nın 93. yılındayız.

Toplumun doğru tarih bilinci edinmesi, uluslaşmada ortak tarih ögesini besler.

Sayın Prof. Ünsal Yavuz, Devrim Tarihi uzmanıdır.
Değerli ve öğretici derlemesini aşağıda sunuyoruz.
Kendisine teşekkür ederiz.

Bizim de bu gün (10.8.13) sitemize koyduğumuz Sevr Antlaşması konulu yazımız var.. Ayrıca Conk Bayırı savunmalarının ve Mustafa Kemal Paşa‘nın
ciddi olarak yaralandığı gün.  Bu konuda da bir yazımızı size sunduk bu gün..

  • Tarihten ders alalım ki, yinelemesin.
  • “Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi bir tuzak retoriktir ve
    aptallaştırma ereklidir.

Ders alınırsa tarih yinelemez, yeni yeni yaşanan olayları yazar.

En azından yakın tarihlerini bilmeyen toplumlar,
bir Parkinson hastasından çok farklı değillerdir, zavallıdırlar.

Okuyalım, dünü anlayalım, günümüze bağlayalım ve geleceği öngörelim..
Fikir sahibi olmak için önce doğru – güvenilir – güncel bilgi sahibi olalım.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…

portresi_genc
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

 

M. K. Atatürk Söylev’inde Lozan Antlaşması

“…Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve
Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!..”
 şeklinde değerlendiriyor.

Tarih bilimi hiç kuşkusuz üzerinde düşünülecek ve dersler çıkaracak sınırsız örneklere sahip engin bir çalışma alanını oluşturmaktadır.

DOĞU SORUNU…

Osmanlıların Rumeli’ye geçip Avrupa içlerinde ilerlemeleri ve yaptıkları fetihlerle idari düzenlerini buralarda kurarak yerleşmeleri sonunda da Viyana önlerine gelmeleriyle birlikte siyasi platformlarda konuşulmaya başlayan bu siyasi terim; barbar Türkleri önce çıkıp geldikleri Anadolu’ya sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtmeyi ifade etmektedir. II. Viyana kuşatmasından sonra bu projelerini adım adım gerçekleştiren batılı devletler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği sonuçların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanmışlar; bir yandan sanayi ürünlerini geniş Osmanlı topraklarına sokup pazarları ellerine geçirirken diğer yandan gereksinim duydukları hammadde kaynaklarını elde ettikleri siyasi, ekonomik ve ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşımışlar, işleyip satmışlar ve biriken sermayelerini de ele güne el avuç açarak sıcak para arayan Osmanlı yönetiminin emrine vermişlerdir.

Sonuç; yirmi yilda (1854-1874) on altı borçlanma, Osmanlı Devleti’nin iflasının ilanı olan 1875 Tebliği… ancak, batılı alacaklı devletlerin bunu kabul etmeyip 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurarak, devletin tüm vergi gelirlerine, toprak altı ve üstü kaynaklarına el koymaları… Sonuç, devletin maliye ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesi. Batılıların bu sanayi, sermaye ve kültür yayılmacılığını siyasi açıdan tamamlayan sonuncu aşama ise I. Dünya Savaşı ile gelmiş ve savaştan yengi ile çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ile ivedi çözüm bekleyen sorunların üstesinden geldikten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında aralarında yaptıkları Gizli Paylaşım Antlaşmaları doğrultusunda Ocak-Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri Barış Görüşmeleri ile nüfuz bölgelerini saptayarak ülke topraklarını işgal etmeye başlamışlar ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardır ..

SEVR ANTLAŞMASI’NDA NELER İSTENİYORDU?…

Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın göz yaşlarını tutamayarak (!) imzaladığı, İstanbul’da Saltanat Şurası’nın onadığı ancak, Ankara hükümetinin ise suratlarına yırtıp attığı bu belgede batılılar neler istiyorlardı?

Burada Batılıların o günkü istekleri ve bu günkü oyunları arasında köprü kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle yalnızca aralarında benzerlikler olan sorunları masaya yatırmak istiyoruz. Bunlar da sınırlar, azınlıklar ve mali- ekonomik konular ile ilgili olan sorunlardır.

Sınırlar konusu   : Batılılar Giresun’dan Doğu Anadolu’ya uzanan Bitlis ve Van Gölü’nün güneyinden geçen hattın sınırladığı bölgede bağımsız bir Ermenistan devletinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan topraklarda özerk bir Kürdistan devleti planlamışlar ve bunun onayını Wilson’a bırakmışlardı .Burada , önemli olan nokta ; eğer bir yıl sonra bu bölge halkı
Milletler Cemiyeti‘ne başvurarak bir devlet kurmak isterler ve de Cemiyet bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki bütün haklarından vazgeçmesi ile ilgili idi .

Azınlıklar konusu : Sevr’in 36,72 ve 141. maddelerinde yer alan, yerlerinden (Tehcir Yasası ile) ayrılmış olan halkın eski yerlerine dönmesi, mallarının onarılması ve hükümetçe ödenmesinin Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilmiş bir yargıç eliyle denetiminin sağlanmasının yanı sıra azınlıkların Millet Meclisi’nde sayıları oranında temsil edilebilmelerini için seçim yasasında gerekli değişikliklerin yapılarak iki yıl içinde İtilaf devletlerine sunulması , ayrıca Patrikhanenin ve benzeri kurumların haklarının artırılması ve pekiştirilmesinin yanı sıra yönettikleri okul ve öksüzler yurtlarında, hükümetin denetleme haklarının kaldırılması istenmekte idi .

Ekonomik ve Mali Kapitülasyonlar konusu : Sevr’in 231,232,233. maddeleri ile savaştan önce İtilaf Devletleri’ne tanınan ekonomik nitelikli ayrıcalıkların yine tanınmasına devam edilirken bundan yararlanmamış olan devletlere de ( Yunanistan, Ermenistan vb.) yaygınlaştırılması öngörülüyordu . Mali konularda ise; İtilaf Devletleri salt Türkiye’ye yardımcı olmak amacıyla (!) içlerinde bir Türk’ünde bulunacağı bir Komisyon kuruyorlardı. Bu Komisyon Türkiye’nin gelirlerini artırıcı bütün önlemleri(!) alacak, Meclis’e sunulacak bütçe önerilerini öncelikli olarak onaylayacak; ve üyelerini saptadığı Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile mali yasa ve tüzükleri denetleyecek; Düyun-u Umumiye borçlarına karşı tutulan gelirlerin dışındaki tüm gelirler bu komisyonun emrine verilecek, Düyun-u Umumiye ise, Osmanlı Bankası aracılığı ile ülkenin para işlerini düzenleyecekti ?!…

LOZAN ‘DA NE OLDU ?…

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme mali ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra  ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya Bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

Ancak, batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri ne Atatürk’ü ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman içine sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek…

Yakın zamanda İnternet ortamına düşen Rockfeller ve Rotschild’in birlikte yaptığı ve Banu Avar ile Murdoch’un tanık olduğu açıklamalardan aktardığımız ufak bir alıntı batılı çevrelerin bu düşüncelerinin somut kanıtını oluşturmaktadır.

Rotschild şunları söylüyor                       :

  • “…Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı
    bir süreliğine ertelememize neden oldu
    …”

AB veya YENİ SEVR…

Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözlerden uzak tutulmaya çalışılan
ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarına kısaca göz gezdirelim :

22.12.1993 tarihli karar : Türk Devleti’nin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla ve gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir.

18.1.1996 tarihli karar : Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır .

10.6.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister .

19.9.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslar arası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.

17.9.1998 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür .

8.11.2000 tarihli rapordan : Avrupa Birliği, devlet yetkilerinin merkezi idareden mahalli idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahalli idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir ; “Merkezi idarenin mahalli yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hala bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahalli yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir.”.

24.10.1996 tarihli karar :

1) Avrupa Parlamentosu, Dünya’nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) Patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

2) Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur .(Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir.)

8.11.2000 tarihli rapor : “… Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun kapalı kalması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi …” istenmektedir .

18.1.1996 , 19.9.1996 ve 17.9.1998 tarihli kararlar : Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir .

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilan etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu Türkiye’ finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların” AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını” vurgulamaktadır.

SONUÇ                                        :

Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşımızın (!) dışında sokaktaki sade vatandaşların bile görüp, anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir

Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak yapay Lozan tartışması yaratarak kamuoyuna mal etmeye çalışan nankör aydın ve ahmaklar için Verheugen, Karen Fogg, Oostlander, Giscard d’Estaing, Bayan Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosmann, Rumsfeld ve benzerlerinin küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırılar da bir anlam taşımıyorsa , böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor :

Bu ülke, geleceği bunlara bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!..

O halde görev yine, Atatürk’ten aldığı güçle

  • Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne
  • ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini
  • üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…