Etiket arşivi: Osmanlı Bankası

OSMANLI DEVLETİ 1881’de YOK EDİLMİŞTİ


OSMANLI DEVLETİ 1881’de YOK EDİLMİŞTİ

Ne parası, ne pulu, ne çulu ne de kul’u kalmıştı

Yakisikli_portresi

 

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

 

 

Sayın Dr. Aytekin Ertuğrul, değerli arkadaşım, size yanıt veren o kişinin  gerçekleri çarpıtmakla kendisini görevlendirdiğini, o amaçla tarihsel gerçekleri görmezden gelen zihinsel katılığa saplandığını dikkate alarak onu ve ona benzeyenleri ikna edeceğinizi sanmayınız. Onlar aslında daha önce belirttiğim şizofrenizm’in tutsaklarıdırlar. O ve onun benzerleri, AKP iktidarı dahil dış dünyanın gerçeklerinden uzaklaşarak kendi zihinlerindeki aksak kanıları yaşamaya başlamışlardır. Gerçekten yana olanlara ve onların zihinlerindeki kanılara karşı düşüncelere kapalı hasımdırlar. İkna edilemezler, ikna edilmemek göreviyle yükümlüdür zihinleri.

Bu vesileyle tarihsel bir gerçeğin altını çizmekle yetineceğim. Osmanlı devleti 1881 Muharrem Kararnamesi ile birlikte Düyun-u Umumiye Yönetimi tarafından ele geçirilmiş yok edilmişti. Para basma yetkisi Osmanlının elinden alınmış, Osmanlı’nın vergi almak gibi  devlet olabilmenin koşulu bile Düyun-u Umumiye’nin yönetimine geçmişti.

1881 Muharrem Kararnamesi’nin işlevi, adı konulmadan 20 yıl önce (1860) Fransız ve İngiliz sermayesi ile kurulan bir banka Osmanlı borçlarının mahsup (kesme) işlerini %0.5 komisyon karşılığı (madde 3) yerine getirecek, Osmanlı’nın bankayı denetleme yetkisi sürse de  yönetimine karışamayacaktı. 3 Haziran 1863 günlü Ferman ile Osmanlı ülkesindeki İngiliz ve Fransız ortak sermayesiyle kurulan Osmanlı Bankası adındaki bu kuruluş, Osmanlı devletinin gelir ve giderlerini yönetmekle görevlendirilmiş, Osmanlı’nın Maliye Nezareti (Maliye Bakanlığı) bu bankaya devredilmişti. Öylelikle Muharrem Kararnamesinden önce  Osmanlı Devleti diye bir devlet yok edilmiş, yalnızca iskeleti kalmıştı. Çünkü, bütçesini yönetmek görev ve yetkisi de bu yabancı bankanın eline geçmişti. Hatta 10 ilde şube açma yetkisi de tanındı. Her şube için Osmanlı 5000 altın lira ile borçlandırılacaktı.

Osmanlı devletinde Fransız Frank’ı, İngiliz Sterlin’i ve Venedik Taler’i ı dışında ABD Doları hiçbir zaman dolaşıma girmemiştir. Neden, çünkü ABD ile dış ticaret ilişkileri başlamamıştı. Başlayamazdı çünkü Osmanlı Akdeniz’de kapalı kalmış bir kara ülkesine dönüşmüştü. (Bakınız. Ali Nejat Ölçen. Kendini Yokeden Osmanlı, 2. baskı, 2008, s.256-8)

Bir gerçeğin altını çizerek konuyu sonlandıracağım:

1617-95 yılları arasında 5 padişahın hepsi toplam
106 yıl kafes içinde yaşamaya
mahkum edildiler!

Bu dramın dizgesi aşa­ğıdaki gibidir:

1617-1623 arası padişah Mustafa I……………  17  yıl kafeste
1640-1648     “        “      İbrahim I……………. 22  yıl      “
1648-1687     “        “      Mehmet IV ………….  5  yıl       “
1687-1691     “        “      Süleyman II……….. 40  yıl       “
1691-1695     “        “      Ahmet II……………..22  yıl      “
Kafeste geçen yaşam…. Toplam:…………. 106  Yıl       “

Bu çizelge hemen her şeyi açıklıyor. Daha sonra padişah olan

Mahmut I (1730-54) 27 yıl;
Osman III (1754-57) 51 yıl;
Mustafa III (1757-74 ) 27 yıl;
Abdulhamid I (1774-89) 43 yıl;
Selim III (1789-1807) 15 yıl;
Mustafa IV (1807-8) 18 yıl

kafes içinde yaşadıktan sonra  padişah ol­manın şaşkınlığı içinde, padişah oldular.

Yeryüzünde hiçbir devletin kraliyet ailesi böylesine insanlık dışı dram yaşamamıştır.
Kendisini yok oluşa sürükleyen nedenlerin arasında bu Hanedan yozlaşmasının etkisi olduğunu da unutma­mak gerekir. Ömrünün bir bölümünü kafes içinde geçirmiş olan padişahlar, devleti değil kendilerini bile yönetmekten yoksun düşmüşlerdi.
Düyun-u Umumiye’ye teslim olmanın nedenlerinden biriydi bu. (Bkz. age, s. 376)

Böyle biline, Osmanlıya özlem duyulmaya. (15.8.2015)

================================================

Dostlar,

Sayın Dr. Ali Nejat Ölçen (Mühendis + Ekonomi doktorası)
Cumhuriyetimizden kronolojik olarak 1 yaş daha büyük bir pırlantadır..

O da ATATÜRK Cumhuriyetimizin kurumlarının, eğitim sisteminin bir ürünü,
bizlere armağanıdır.

Yazısı yukarıda.. Ne ekleyelim ki??
“Düyun-u Umumiye” günümüzde “Genel Borçlar İdaresi” diye çevrilmekte ancak bu
retorik (sözel) tuzaklı adlandırma, genç kuşaklarda bu yıkıcı emperyalist Kuruma ilişkin
doğru çağrışım uyandırmamaktadır. Sayın Ölçen durumu ürkünç çıplaklığıyla açıklamıştır.

Günümüzde Osmanlı’ya öykünme ne hazin bir zavallılıktır..
Zerre tarih bilgisi ve bilinci olmaksızın insanlar böylesine zavalılaştırılıyor..

Bu sitede daha önce yer verdiğimiz kapsamlı bir Osmanlı dosyamız var..

  • YENİ OSMANLICILIK HASTALIĞI’nın Yeniden Servis Edilmesi Nedeniyle
    Osmanlı Devletinin Kuruluşunun 700. Yılını Kutlamanın Abesliği ve 

    ATATÜRK’ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri..
31 sayfalık bu çalışmamızı okumak için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

Sevgi ve saygı ile.
28.10.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…


Dostlar,

10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletince (Son Padişah Vahdettin!)
bağıtlanan (imzalanan)
Sevr Antlaşması’nın 93. yılındayız.

Toplumun doğru tarih bilinci edinmesi, uluslaşmada ortak tarih ögesini besler.

Sayın Prof. Ünsal Yavuz, Devrim Tarihi uzmanıdır.
Değerli ve öğretici derlemesini aşağıda sunuyoruz.
Kendisine teşekkür ederiz.

Bizim de bu gün (10.8.13) sitemize koyduğumuz Sevr Antlaşması konulu yazımız var.. Ayrıca Conk Bayırı savunmalarının ve Mustafa Kemal Paşa‘nın
ciddi olarak yaralandığı gün.  Bu konuda da bir yazımızı size sunduk bu gün..

  • Tarihten ders alalım ki, yinelemesin.
  • “Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi bir tuzak retoriktir ve
    aptallaştırma ereklidir.

Ders alınırsa tarih yinelemez, yeni yeni yaşanan olayları yazar.

En azından yakın tarihlerini bilmeyen toplumlar,
bir Parkinson hastasından çok farklı değillerdir, zavallıdırlar.

Okuyalım, dünü anlayalım, günümüze bağlayalım ve geleceği öngörelim..
Fikir sahibi olmak için önce doğru – güvenilir – güncel bilgi sahibi olalım.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…

portresi_genc
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

 

M. K. Atatürk Söylev’inde Lozan Antlaşması

“…Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve
Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!..”
 şeklinde değerlendiriyor.

Tarih bilimi hiç kuşkusuz üzerinde düşünülecek ve dersler çıkaracak sınırsız örneklere sahip engin bir çalışma alanını oluşturmaktadır.

DOĞU SORUNU…

Osmanlıların Rumeli’ye geçip Avrupa içlerinde ilerlemeleri ve yaptıkları fetihlerle idari düzenlerini buralarda kurarak yerleşmeleri sonunda da Viyana önlerine gelmeleriyle birlikte siyasi platformlarda konuşulmaya başlayan bu siyasi terim; barbar Türkleri önce çıkıp geldikleri Anadolu’ya sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtmeyi ifade etmektedir. II. Viyana kuşatmasından sonra bu projelerini adım adım gerçekleştiren batılı devletler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği sonuçların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanmışlar; bir yandan sanayi ürünlerini geniş Osmanlı topraklarına sokup pazarları ellerine geçirirken diğer yandan gereksinim duydukları hammadde kaynaklarını elde ettikleri siyasi, ekonomik ve ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşımışlar, işleyip satmışlar ve biriken sermayelerini de ele güne el avuç açarak sıcak para arayan Osmanlı yönetiminin emrine vermişlerdir.

Sonuç; yirmi yilda (1854-1874) on altı borçlanma, Osmanlı Devleti’nin iflasının ilanı olan 1875 Tebliği… ancak, batılı alacaklı devletlerin bunu kabul etmeyip 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurarak, devletin tüm vergi gelirlerine, toprak altı ve üstü kaynaklarına el koymaları… Sonuç, devletin maliye ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesi. Batılıların bu sanayi, sermaye ve kültür yayılmacılığını siyasi açıdan tamamlayan sonuncu aşama ise I. Dünya Savaşı ile gelmiş ve savaştan yengi ile çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ile ivedi çözüm bekleyen sorunların üstesinden geldikten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında aralarında yaptıkları Gizli Paylaşım Antlaşmaları doğrultusunda Ocak-Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri Barış Görüşmeleri ile nüfuz bölgelerini saptayarak ülke topraklarını işgal etmeye başlamışlar ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardır ..

SEVR ANTLAŞMASI’NDA NELER İSTENİYORDU?…

Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın göz yaşlarını tutamayarak (!) imzaladığı, İstanbul’da Saltanat Şurası’nın onadığı ancak, Ankara hükümetinin ise suratlarına yırtıp attığı bu belgede batılılar neler istiyorlardı?

Burada Batılıların o günkü istekleri ve bu günkü oyunları arasında köprü kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle yalnızca aralarında benzerlikler olan sorunları masaya yatırmak istiyoruz. Bunlar da sınırlar, azınlıklar ve mali- ekonomik konular ile ilgili olan sorunlardır.

Sınırlar konusu   : Batılılar Giresun’dan Doğu Anadolu’ya uzanan Bitlis ve Van Gölü’nün güneyinden geçen hattın sınırladığı bölgede bağımsız bir Ermenistan devletinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan topraklarda özerk bir Kürdistan devleti planlamışlar ve bunun onayını Wilson’a bırakmışlardı .Burada , önemli olan nokta ; eğer bir yıl sonra bu bölge halkı
Milletler Cemiyeti‘ne başvurarak bir devlet kurmak isterler ve de Cemiyet bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki bütün haklarından vazgeçmesi ile ilgili idi .

Azınlıklar konusu : Sevr’in 36,72 ve 141. maddelerinde yer alan, yerlerinden (Tehcir Yasası ile) ayrılmış olan halkın eski yerlerine dönmesi, mallarının onarılması ve hükümetçe ödenmesinin Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilmiş bir yargıç eliyle denetiminin sağlanmasının yanı sıra azınlıkların Millet Meclisi’nde sayıları oranında temsil edilebilmelerini için seçim yasasında gerekli değişikliklerin yapılarak iki yıl içinde İtilaf devletlerine sunulması , ayrıca Patrikhanenin ve benzeri kurumların haklarının artırılması ve pekiştirilmesinin yanı sıra yönettikleri okul ve öksüzler yurtlarında, hükümetin denetleme haklarının kaldırılması istenmekte idi .

Ekonomik ve Mali Kapitülasyonlar konusu : Sevr’in 231,232,233. maddeleri ile savaştan önce İtilaf Devletleri’ne tanınan ekonomik nitelikli ayrıcalıkların yine tanınmasına devam edilirken bundan yararlanmamış olan devletlere de ( Yunanistan, Ermenistan vb.) yaygınlaştırılması öngörülüyordu . Mali konularda ise; İtilaf Devletleri salt Türkiye’ye yardımcı olmak amacıyla (!) içlerinde bir Türk’ünde bulunacağı bir Komisyon kuruyorlardı. Bu Komisyon Türkiye’nin gelirlerini artırıcı bütün önlemleri(!) alacak, Meclis’e sunulacak bütçe önerilerini öncelikli olarak onaylayacak; ve üyelerini saptadığı Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile mali yasa ve tüzükleri denetleyecek; Düyun-u Umumiye borçlarına karşı tutulan gelirlerin dışındaki tüm gelirler bu komisyonun emrine verilecek, Düyun-u Umumiye ise, Osmanlı Bankası aracılığı ile ülkenin para işlerini düzenleyecekti ?!…

LOZAN ‘DA NE OLDU ?…

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme mali ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra  ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya Bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

Ancak, batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri ne Atatürk’ü ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman içine sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek…

Yakın zamanda İnternet ortamına düşen Rockfeller ve Rotschild’in birlikte yaptığı ve Banu Avar ile Murdoch’un tanık olduğu açıklamalardan aktardığımız ufak bir alıntı batılı çevrelerin bu düşüncelerinin somut kanıtını oluşturmaktadır.

Rotschild şunları söylüyor                       :

  • “…Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı
    bir süreliğine ertelememize neden oldu
    …”

AB veya YENİ SEVR…

Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözlerden uzak tutulmaya çalışılan
ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarına kısaca göz gezdirelim :

22.12.1993 tarihli karar : Türk Devleti’nin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla ve gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir.

18.1.1996 tarihli karar : Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır .

10.6.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister .

19.9.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslar arası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.

17.9.1998 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür .

8.11.2000 tarihli rapordan : Avrupa Birliği, devlet yetkilerinin merkezi idareden mahalli idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahalli idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir ; “Merkezi idarenin mahalli yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hala bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahalli yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir.”.

24.10.1996 tarihli karar :

1) Avrupa Parlamentosu, Dünya’nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) Patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

2) Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur .(Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir.)

8.11.2000 tarihli rapor : “… Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun kapalı kalması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi …” istenmektedir .

18.1.1996 , 19.9.1996 ve 17.9.1998 tarihli kararlar : Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir .

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilan etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu Türkiye’ finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların” AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını” vurgulamaktadır.

SONUÇ                                        :

Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşımızın (!) dışında sokaktaki sade vatandaşların bile görüp, anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir

Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak yapay Lozan tartışması yaratarak kamuoyuna mal etmeye çalışan nankör aydın ve ahmaklar için Verheugen, Karen Fogg, Oostlander, Giscard d’Estaing, Bayan Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosmann, Rumsfeld ve benzerlerinin küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırılar da bir anlam taşımıyorsa , böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor :

Bu ülke, geleceği bunlara bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!..

O halde görev yine, Atatürk’ten aldığı güçle

  • Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne
  • ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini
  • üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…