Etiket arşivi: Karen Fogg

Kıbrıs Barış Harekatı’nın 47. Yıldönümü

Emekli Amiral Özbey Orduevi'nde yaşadıklarını anlattıMustafa Özbey
Emekli Amiral

(AS: Bizim kapsamlı katkılarımız yazının altındadır.)

 

Değerli Dostlar Merhaba,

Tam 47 yıl önce bugün, Kıbrıs Barış Harekâtı ile birlikte, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir dönem başladı.
Mustafa Kemal Atatürk‘ün Vatan’a kattığı Hatay’dan sonra, Türkiye’nin emperyalizme karşı ilk başkaldırısı Kıbrıs Barış Harekâtı’dır.

Devam etmekte olan Deniz Kurdu tatbikatında 15 Temmuz 1974 günü aldığımız bir mesajda, Nikos Sampson isimli birinin Makarios’a darbe yaptığı bilgisi geldi.
Bir süre sonra bu durumun bireysel bir olay olmayıp, Yunanistan’daki askerî cuntanın planlı operasyonu olduğu bildirildi.
Ardından, Deniz Kurdu Tatbikatı iptal edilip, birliklere harekât planındaki sefer görev yerlerine intikal ve harp yükü yükleme emri verildi.
O tarihte ben, genç bir üsteğmen ve Komodor Dz. Kurmay Albay Necmettin Keski’nin harekât subayı olarak TCG İstanbul Muhribinde görev yapıyordum.
Biz hazırlıklarımızı yaparken, Başbakan Ecevit, diğer garantör ülke Birleşik Krallık Başbakanına, ortak operasyon önerisi ile Londra’ya gitti.
Beklendiği üzere bu öneri geri çevrildi.
Ecevit döndükten hemen sonra harekât günü olarak 20 Temmuz belirlendi.

1963 yılında Rumların başladığı katliam uçaklarımızın uçuşu ile durdurulabilmiş, ancak meşhur (AS: ünlü) Johnson mektubu ile tanışmıştık.
TSK bu mektuptan sonra, NATO planlamasına paralel olarak bunun dışındaki olasılıklar için de askerî harekât planları ve buna uygun kuvvet yapılanmasına başlandı.
Bu bağlamda, Amfibi Alay ve Çıkarma Filosu kuruluşu (Mersin) sayılabilir.

15 Temmuz 1974 Sampson darbesi ile 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekâtı arasındaki beş gün; askerî harekât türleri içinde en zor ve karmaşık olan Amfibi harekât, Havadan atma/indirme müşterek harekatı planlamak ve uygulamak için inanılmaz derecede kısa bir süredir.
O tarihin hem yaz tatili, hem de TSK büyük atanma dönemi olduğu hatırlandığında zorluk katsayısının daha da büyük olduğu takdir edilecektir.
Tüm bu zorluklara rağmen (AS: karşın) harekât büyük bir başarı ile iki aşamalı olarak gerçekleşmiş ve KKTC’nin bilinen sınırları oluşmuştur.

Aradan geçen zaman içinde askerî harekâttaki başarı, neden siyasi başarı ile taçlanmamıştır sorusunu sormadan sağlıklı bir sonuca ulaşamayacağımızı düşünüyorum.
Burada ilk öne çıkan unsur, Kıbrıs’a olası bir harekatın siyasi hedefinin, askerî hedefler kadar somut konulmamış olmasıdır diye değerlendiriyorum.
Ecevit, harekât sonrası yaptığı İlk açıklamada siyasi hedefi, “Adadaki soydaşlarımızın can ve mal güvenliğini sağlamak” olarak açıklamıştır.
Bunun yeterli bir siyasi hedef olduğunu söylemek pek mümkün olmayacak.
Aradan geçen zaman içinde siyasilerin hedef konusundaki kararsızlıklarının yüksek maliyetini hep beraber gözlemledik.
KKTC’nin kuruluşunun harekattan tam sekiz yıl sonra (1983) olması, siyasi kararsızlığın çarpıcı bir örneğidir.
Benzer şekilde Annan Planı’na “Yes be annem” denmesi için AKP iktidarının Liboş gazeteciler ve Karen Fogg isimli AB Büyükelçisi ile kampanya yapması siyasi hedef ile ilgili tutarsızlığa diğer bir örnektir.
Annan ihanet planına Türk tarafı ‘evet’ deyip, Rum tarafın ‘hayır’ demesine rağmen, Rumların AB’ne hem de tüm adayı temsilen tam üye yapılmış olmasına karşın, toplumlar arası görüşmelere devam etme hatasını sürdürmek, siyasi hedef ile ilgili çok önemli bir hata değil midir?
Crans Montana’da (2017), Türkiye’nin Adada sembolik asker bulundurması ve Garantörlüğün sulandırılmasına bile evet diyebilen bir Türkiye olmasına nasıl bir yorum getireceğiz?
Saldırgana karşı savaşı kazanmış bir ülke olarak çok ciddi miktarda tazminat talep etmemiz gerekirken, yerlerinden uzaklaşmış Rumlara tazminat ödemeyi kabul etmeyi nasıl açıklayacağız? Daha da önemlisi, bir zamanlar Adanın tamamı Türk vatanı iken, “barış için toprak tavizi” ilkesini benimsemiş olmamızı nasıl yorumlayacağız?
Taviz vere vere, toplumlar arası görüşmelerle öyle bir noktaya gelindi ki; âdeta deniz tükendi.

2018 Haziran ayında Türkiye ilk defa Adada en uygun çözümün 2 eşit egemen devletin varlığı ilkesi olması gerektiğini resmen söyler hâle geldi.
Çok geç kalmış doğru ilke bu iken, gecikmenin maliyeti çok büyük olmuştur.

Bu gün, Kıbrıs Barış harekâtının 47nci yıldönümünü anarken bu paylaşımı yapıp sizlerle dertleşmek istedim.
Mavi Vatan kavramının gündeme gelmesi ile Akdeniz ve Kıbrıs’ın Türkiye için yaşamsal önemi artık daha iyi anlaşılmıştır.
Bir şey daha anlaşılmıştır ki o da; Emperyalizminin değişmez siyasi hedefinin, “Türkiye’siz Akdeniz ve Türk’süz Kıbrıs” olduğu gerçeğidir.

Türkiye, bu siyaset üstü jeopolitik gerçeğin farkına vardığında, artık oyuna gelmeyeceğimize inanmak istiyorum…

Şehit ve gazilerimize minnet duygularımı iletiyorum…
=====================================
Dostlar,

Sayın E. Amiral Mustafa Özbey, bu değerli yazıyı bizim de üyesi olduğumuz BOĞAZİÇİ AYDINLAR TOPLULUĞU what’s up ileti kümesinde (gurubunda) paylaştılar. Kendilerinin incelikli (nazik) izinleriyle sitemizde yayınlamaktayız. Teşekkür ederiz hem yazdıkları hem de paylaştıkları için.
***
E. Amiral Özbey, Montrö Sözleşmesi‘ne sorumsuzca dokunulmaması için uyarıda bulunan 104 yurtsever amiral içindedir. 75 yaşında gözaltına alınıp, salgın ortamında günlerce uzatılan ifade sonrası salıverildiğinde, gece saat 02:15’te  Ankara’daki Merkez Orduevine gittiğinde, içeri alınmamıştır! Henüz yargılamaya ya da disiplin soruşturmasına dayandırılan kesinleşmiş bir hüküm / yaptırım yok iken, yaşamlarını verdikleri TSK’nın Orduevine alınmama buyruğu hangi hukuka – adalete – vicdana – etiğe ve TSK geleneğine – değerbilirliğine bağlanabilecektir?
Tarih, bu karar ve uygulamacıları yazacaktır kuşku yok. Çocuklarının yüzüne bakabilecekler mi?
Bu bağlamda Sn. E. Amiral Mustafa Özbey’in paylaştığı tarihsel tweet iletisi aşağıdadır :
***
Mustafa Özbey
@MMOZBEY
Duruşma bittikten sonra 0215 gibi Merkez OE’ne geldim. Giriş yasağı konduğunu öğrendim. Eşim ve eşyalarımın OE odasında olduğunu söyledim. , “Eşim ve eşyalarımı aldıktan sonra OE’ni derhal terk etmemizi” söylediler. Eşimi ve eşyalarımızı alıp yola çıktık Durum bundan ibarettir.
ÖS 1:23 · 13 Nis 2021Twitter for Android
1.331           Retweet 279                Alıntı Tweetler   7.259
****
Biz de, bir kez daha tarihe not düşmek üzere bu tweet iletisini burada paylaşıyoruz.

Sb. Özbey Amiralimize ve 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatında verdiğimiz şehitlere, merhum ve yaşayan gazilerimize 47. yılda ölçüsüz minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Dönemin Hükümet Başkanı Başbakan merhum B. Ecevit‘i ve Başbakan Yrd. merhum N. Erbakan‘ı da saygı ve şükran ile anıyoruz.
***

  • Türkiye, Ada’daki yaşamsal stratejik – tarihsel çıkarlarında en küçük yanılgıya düşmemelidir.
    Bu konu siyaset üstü ULUSAL GÜVENLİK sorunudur.
  • Gelip geçici siyasal kadroların (iktidarların) giderimi (telafisi) olanaksız hata yapmalarına Devletimizim kurumları izin vermemelidir, vermeyecektir.

Küresel emperyalizmi ise, başta AB olmak üzere, Kıbrıs adasında yaşanan insanlık dışı Rum vahşeti – soykırım amaçlı silahlı darbe girişimi karşısında sergilediği geleneksel kaypak ve ikiyüzlü tutumu – politikası (örn. Güney Kıbrıs Rum Yönetimini, kendi AB hukukunu çiğneyerek, üstelik tüm Ada’nın temsilcisi olarak AB’ye tam üye kabulü!) yüzünden bir kez daha teşhir ederek tarih sahnesine bırakıyoruz.

Büyük ATATÜRK‘ün kritik uyarısı ile bağlamak istiyoruz :

  • “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için önemlidir.” (1937 Antalya)

    Sevgi ve saygı ile. 20 Temmuz 2021, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Batının Ermeni politikası Türkiye’den toprak istemeye yönelik!


AVRUPA BİRLİĞİ VE ERMENİ KARARLARI

Metin AYDOĞAN
Metin_AYDOGAN_portresi
 

Batının Ermeni politikası
Türkiye’den toprak istemeye yönelik!

1970’lerden beri biçim değiştiren ancak yoğunluğundan bir şey yitirmeyen ve bugün de yürürlükte olan Batının Ermeni politikası, kesin ve saltık (mutlak) bir biçimde
Türkiye’den toprak istemeye yöneliktir. Olayların ortaya çıkışı, gelişmesi, gündemde tutulması ve alınan kararlar, bu savın açık kanıtlarıdır. AB organlarının aldığı kararlar ve
bu kararların uluslararası bir boyut kazandırılarak yaygınlaştırılması, toprak talebinin
ön hazırlıkları ve kamuoyu oluşturma girişimleridir.

Asala Terörü
1970 ve 80’li yıllarda Batı başkentlerinde şiddetli ve yaygın bir Ermeni terörü yaşandı.
ASALA örgütü elemanları, Türk elçilerine saldırılar düzenledi ve elçiliklerde görev yapan 35 Türk diplomatını öldürdü, 11 diplomatı yaraladı.1 

Yalnızca gizli servislerin değil, Batılı hükümetlerin de bilgi ve sessiz desteğiyle yapılan bu saldırılara, “demokratik” Batının “insan haklarına saygılı”kurum ve kuruluşları hemen hiçbir tepki göstermedi ve Türk diplomatlarına yöneltilmiş olan vahşi terör, yalnızca izlendi.
Gönülsüz yakalamalar sonucunda yapılmak zorunda kalınan göstermelik yargılamalarda, hukuk kurallarını olduğu kadar yaşam hakkını da yok sayan uygulamalar yapıldı. Sanıklara neredeyse kahramanmış gibi davranıldı. Avrupa Birliği bu dönemde, Ermeni terörüne karşı koyan ya da Türk diplomatlarına sahip çıkan hiçbir ciddi karar ve önlem almadı.
Terör dalgasının durmasından sonra Brüksel ve Batı başkentlerinde Ermeni konusunda Türkiye’yi suçlayan gerçek dışı açıklamalar yapılmaya başlandı. Siyasi temsil yetkisine sahip kişi ve kurumlar, Türklerin 20.yüzyıl başında Ermenilere soykırım uyguladığı yönünde savlar ileri sürdüler ve bu savlar, Batıda kabul gören ortak politik tutum durumuna getirildi.
Terör eylemlerinin “aniden” durması ve ardından teröre gerekçe oluşturan dayanaksız savların, “meşru” siyaset durumuna getirilmesi; Ermeni konusunun, Batı politikalarına önceden tasarlanarak yerleştirildiğini ve bu tasarımın Türkiye’ye karşı siyasi baskı unsuru olarak kullanılacağını gösteriyordu. Ermeni sorunu, 90 yıl sonra Avrupa’nın politik gündemine yeniden girecekti. Görünen açık gerçek buydu.
AB’nin Kürt ve Ermeni Politikası
AB’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı “Kürt” ve “Ermeni” politikalarında, tam bir benzerlik vardır. Her iki konuda da önce terör örgütleri oluşturulmuş, bunlara siyasi ve lojistik destek sağlanmış, daha sonra olay siyasallaştırılmıştır.
ASALA 1975 yılında Beyrut’ta, PKK aynı yıl Bekaa’da (Suriye) kurulmuştu. Her iki örgüt de sıradışı bir hızla güçlenmiş ve uyguladıkları terörle, Türkiye’ye ciddi zararlar vermişti. ASALA’nın 10 yıl süren silahlı saldırı döneminden sonra 1985’te, Ermeni savları siyasallaşmış ve bu tarihten sonra AB başta olmak üzere hemen tüm Batılı devletler “Ermeni soykırımı” kararları almaya başlamışlardı. 2000 yılında Batı başkentlerinde artık ASALA’nın 25. Kuruluş Yıldönümü kutlanıyordu.2
Aynı yöntem bugün, PKK için uygulanmaktadır. 30 yıllık terör döneminde her türlü destek verilerek ayakta tutulan PKK, şimdi siyasilleştirilmekte ve Türkiye’ye bu yönde dayatmalar yapılmaktadır. Ne gariptir ki Türk hükümetleri “demokratikleşme”, “yapısal dönüşüm” ya da “çözüm süreci” adı altında bu istekleri yerine getirmektedir.
Kararlar
Avrupa Parlamentosu ilk “Ermeni soykırım” kararını, ASALA’nın “silah bırakmasından” hemen sonra 18 Nisan 1987 tarihinde aldı. Bu kararda şunlar söyleniyordu: “Avrupa Parlamentosu, 1915–1917 yıllarındaki Ermeni olaylarını, Birleşmiş Milletler’in 9 Aralık 1948 tarihli kararındaki ‘soykırım’ tanımına uygun bulur ve ilan eder, Türk hükümetinin de bunu kabul etmesini ister. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin Avrupa Birliği üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklar.”3 

Karara o günlerde hemen hiçbir tepki gösterilmedi. Oysa öldürülen 35 Türk diplomatının acıları çok tazeydi ve Türk kamuoyu bu konuya duyarlıydı; alınan karar kasıtlı bir yaklaşımı içeriyor ve Ermeni konusunu resmen, Türkiye karşıtı bir politika durumuna getiriyordu.
Avrupa Parlamentosu, 1987 kararından sonra “Ermeni soykırımıyla” ilgili olarak; 2000 ve 2002 yıllarında aynı nitelikte ve hemen aynı söylemlerle iki karar daha aldı. Türkiye’deki tepkisizlik, AB’nin yalnızca Ermeni “soykırımı”değil, hemen her konudaki isteklerini dayatmaya vardırarak arttırmasına yol açıyordu.
Avrupa Parlamentosunun 15 Kasım 2000 tarihinde aldığı ikinci Ermeni kararı şöyleydi:“Avrupa Parlamentosu Türk Hükûmetine ve Türkiye Büyük Millet Meclisine, özellikle modern Türkiye devletinin kurulması öncesinde Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımın kamuoyu önünde kabul etmesi ve Türk toplumunun önemli bir parçasını oluşturan Ermeni azınlığa taze bir destek vermesi çağrısında bulunur.”4

Ermenilerin Türk toplumunun önemli bir parçasını oluşturduğu” ve “Ermeni azınlığa taze bir destek verilmesi çağrısının” ne anlama geldiğini ve ne amaç güttüğünü yalnızca politik yetki sahipleri değil hemen hiçbir kesim ele alıp irdelemedi. Türkiye’yi “yönetenlerin” gözü, AB’ye üye olmaktan başka bir şey görmüyordu.
Dirençsizlik
2000 yılında Avrupa ve Amerika’da Ermeni soykırım kararlarının neredeyse bir salgın durumuna gelmesine karşın, etkisi olmayan ve sözde kalan cılız karşı çıkışlardan başka bir şey yapılmadı. Türkiye’nin dirençsizliği nedeniyle, kendisine serbestçe hareket edebileceği geniş bir alan yaratan AB, Avrupa Parlamentosu aracılığıyla üçüncü Ermeni “soykırım” kararını 28 Şubat 2002 günü aldı.
Güney Kafkasya Raporu” adı verilerek alınan ve içinde “soykırım” savlarını içeren kararın ötekilerden önemli bir ayrımı vardı. Birçok insanımıza inanılmaz gibi gelebilir ama Avrupa Parlamentosu, Ermeni “soykırımının” kanıtlanmasını Atatürk’le ilişkilendiriyor ve aldığı kararda şunları söylüyordu: “Soykırımın Avrupa Parlamentosu ve bazı Avrupa ülkeleri tarafından tanınması, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türk rejiminin bazı sorumluları soykırım nedeniyle ağır cezalara mahkum etmiş olması, bu sorunun Türkiye tarafından sonuçlandırılması için, AB’nin getireceği bir öneriye temel oluşturabilir… Kemal Atatürk, TBMM’nde 10 Nisan 1921 tarihinde yaptığı konuşmada, jöntürkler rejiminin, Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni halkına karşı soykırım yaptığı sonucuna varmıştı.”5
Avrupa Parlamentosu Atatürk’ün, Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını kabul ettiğini ileri sürülüp bunu parlamento kararı durumuna getirirken, TBMM bu garip karara çok “kibar” bir tepki gösteriyor ve yayınladığı bildiride şunları söylüyordu: “Saygın olarak bilinen bir parlamentonun tarihi gerçekleri inkâr ederek asılsız Ermeni iddialarını benimsemesi, Türk tarihini, devletini ve milletini yaralar.”6
Avrupa Parlamentosu 28 Şubat günü yalnızca Ermenilerle ilgili karar almadı. Parlamento aynı gün, Sevr anlayışına bağlı kalarak, sürekli birlikte yürüttüğü Ermeni–Kürt politikalarına uygun düşen bir karar daha aldı. Bu kararda, Anayasa Mahkemesi’nde hakkında kapatılma davası açılmış olan HADEP’e destek amacıyla, duruşmayı izlemek üzere yedi kişilik bir kurul seçildi; Türk hükümetine HADEP’in kapatılmaması için çağrıda bulunuldu; HADEP’in Kürt halkının haklarının geliştirilmesi için bir şans olduğu vurgulandı. 7
Avrupalılar “ikiz kardeş” durumuna getirdikleri Ermeni ve Kürt konularında bu tür kararlar alırken, Türkiye Cumhuriyeti Başbakan YardımcısıMesut Yılmaz; kurulmasına Laeken Zirvesi’nde karar verilen ve ilk toplantısını 28 Şubat’ta yapan Avrupa Konvansiyonu’na katılıyor ve burada, bu tür kararların Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla önlenebileceği yönünde sözler söylüyordu.
Amaç
Avrupa ve Amerika’da Ermenilerle ilgili alınan kararlar ve yapılan uygulamalar, Avrupa Parlamentosu kararlarıyla sınırlı değildir. Batılı devletlerin hemen tümünde, değişik biçim ve aralıklarla, Türklerin 1915 yılında Ermenilere karşı soykırım uyguladığı yönünde kararlar alınmış, kararlara gerekçe oluşturan anlayış, bütünlüğü olan temel bir Batı politikası durumuna getirilmiştir. Konu üzerinde sağlanan “görüş birliğinin”, yöneldiği amaç ve taşıdığı önemin Türkiye’de yeterince kavranmamış olması; Ermeni “soykırım”kararlarına karşı, yaptırım gücü olan tutarlı politikaların ortaya koyulamamasına neden olmaktadır.
Avrupa’da kendimizi iyi tanıtamıyoruz”, “Ermeni diasporası destek görüyor” ya da “Tarihi tarihçilere bırakalım” türünden ilkel yaklaşımlar, karar yetkisine sahip çevrelerde sıkça dile getirilmektedir. Oysa, Batılıların somut bir ereğe (hedefe) yönelmeden ve çıkara dayanmadan; açıklama yapmak ya da tarihsel olaylarla ilgilenmek gibi bir alışkanlıklarının olmadığı bilinen bir gerçektir.
Ermenilerle ilgili dizgeli (sistemli) bir Batı politikasına dönüşen açıklama ve kararların, ne anlama geldiğini görmek güç değildir. Olaylar ve gelişmeler, geçmişten gelen ve bugünü kapsayan bir bütünlük içinde ele alındığında, ileri sürülen savların temelinde; “tarihsel bir haksızlığın” Türklere kabul ettirilmesi gibi basit bir isteğin değil, uygun zamanda somuta dönüştürülecek olan toprak isteminin yattığı görülecektir.
Fransız Parlamentosu
Fransız Senatosu, Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni kararından bir hafta önce, 8 Kasım 2000 tarihinde; “Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını” kabul eden bir yasa tasarısını oyladı ve büyük bir çoğunlukla bu tasarıyı yasalaştırdı. Yasanın hazırlanış ve kabul edilişi, Fransız Senatosu’nun tarihinde belki de örneği olmayan bir hızla gerçekleştirilmişti. Tasarı, sabaha karşı 02:00’de, “Acil sorunlar gündemi” çerçevesinde ele alınmış ve 05:30’da oylanarak kabul edilmişti.
Fransa Parlamentosu, gerçek dışı gerekçelere dayandırarak kabul ettiği bu yasayla yetinmedi ve daha sonra dünya demokrasi tarihinde görülmemiş bir yasa daha kabul etti. “Ermeni Soykırımı Yoktur” diyenlere ceza getiren bir tasarıyı yasalaştırdı.
Türkiye’de kuru–sıkı sözlerle yapılan, etkisi ve yaptırım gücü olmayan açıklamalar, Fransız yetkililer tarafından hemen hiç ciddiye alınmadı ve Türkiye’yle adeta alay eden karşı açıklamalar yapıldı. Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Bernard Garcia’nın sözleri bu tür açıklamaların, ulusal onur açısından en kabul edilemez olanıydı. Büyükelçi şunları söylüyordu: “Türkiye, Fransa’ya karşı önlem alırsa alır. Ama şu an kimin kime daha çok ihtiyacı var, ona bakmanız gerekir. Bunu yaptığınızda sonucun sizin zararınıza olduğunu görürsünüz. Dünyanın en önemli ülkelerine tehditler savurmakla Türkiye bir şey elde edemez.”8
İtalya ve Diğerleri
Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni kararından iki gün sonra 17 Kasım 2000 tarihinde, bu kez İtalyan Meclisi, Ermeni “soykırımı” kararı aldı. Karar tasarısında, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı soykırım kararı dile getirilerek, bu kararın desteklendiği belirtiliyor ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi için çalışma yapılması isteniyordu.9 

Ermeni “soykırım” kararı birçok Avrupa ülkesinde alındı ama Avrupa’yla sınırlı kalmadı; bugüne dek pek çok ülke benzer nitelikte kararlar aldılar. ABD Temsilciler Meclisi (1975 ve 1984 iki kez), Kıbrıs Rum Kesimi Parlamentosu (1982),Arjantin Senatosu (1998), Rusya Duması (1995), Kanada Parlamentosu (1996),Yunanistan Parlamentosu (1996), Lübnan Parlamentosu (1997 ve 2000 iki kez),Belçika Senatosu (1998), Fransa Meclisi (1998) Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığını kabul eden kararlar aldılar.10
Ermenilerin “soykırıma” uğradığını yasa durumuna getiren ülkelerde soykırımı kabul etmemek, yasaya karşı gelmek olarak değerlendiriliyor ve yargılanmayı gerektiriyor. “Fikir özgürlüğüne saygılı” Batının “demokratik”kurumları, tarihsel gerçekleri “yasayla” çarpıtıyor ve “yasaya” göre düşünmeyi, bir zorunluluk durumuna getiriyordu.
İsviçre’de Olanlar
Düşünceyi yasayla sınırlayan Batının “demokratik” anlayışı, cezaya dönük ilk uygulamasını İsviçre’de gerçekleştirdi. 1996 yılında Angeline Fankhauseradlı parlamenterin, Ermeni “soykırım” yasa tasarısı hazırlama girişimine karşı beşbin imza toplayan 17 Türk; “Soykırımı küçümsemek ve inkâr etmek” suçlaması ile mahkemeye verildiler.
İsviçre–Ermeni Dostluk Derneği” tarafından mahkemeye yapılan başvuruda, 1995 yılında İsviçre Ceza Yasası’na eklenen ve soykırımın inkar edilmesinin suç sayıldığını belirten hükmünü öne sürdüler.
5 Eylül 2001 tarihinde Bern Ceza Mahkemesi’ne çıkarılan 17 Türk, sözkonusu yasa maddesinin Yahudilerin soykırımı için geçerli olduğunu ve 1915–1917 yılları arasında Türkiye’de herhangi bir soykırım olayı yaşanmadığını ileri sürerek kendilerini savundular.11
Düşene Vururlar
Avrupa Birliği Komisyonu Türkiye Büyükelçisi Karen Fogg, 5 Temmuz 2001 tarihinde Gaziantep Valiliği’ni ziyaret etti. Fogg, Ticaret Odası’nın düzenlediği “Ulusal Program Çerçevesinde Türkiye–Avrupa Birliği İlişkileri”konulu konferansa katılmak üzere Gaziantep’e gelmiş ve Vali Erhan Tanju’yla makamında görüşmek istemişti. Yapılan görüşmede Vali Tanju, Gaziantepli işadamlarının Fransızlara karşı özel bir ilgisi olduğunu söyleyince, Karen Fogg’dan hiç ummadığı şu yanıtı almıştı: “Fransız işadamları Gaziantep’e gelirse onlara, aşağıdaki tabloyu da gösterin o zaman.”12 

Sıradışı bir kabalıkla söylenen bu sözlerde dile getirilen tablo, Gaziantep Valiliği’nin girişinde yer alan ve 1921’de Fransız işgaline karşı gerçekleştirilen halk direnişini canlandıran bir kabartmaydı. Kabartmada, Fransız işgalciler ve Ermeni işbirlikçiler, bir Türk kadınının çarşafını indiriyor ve bunu engellemek isteyen oğlunu ise süngülüyordu. AB “Büyükelçisi”, Bağımsızlık Savaşımızın en onurlu sayfalarından biri olan Antep direnişiyle alay ediyor ve Türk hükümeti bu konuda da hiçbir şey yapmıyordu.
Vatikan ve Ermeniler
Katolik Kilisesi’nin lideri Papa İkinci Jean Paul, 25 Eyül 2001’de, Ermenistan’ı “ziyaret” etti. Bu “ziyaret”, ikibin yıllık Hıristiyanlık tarihinde ilk kez yapılıyordu; daha önce hiçbir Katolik lider, Ortadoks Ermenistan’a gitmemişti. Papa II.Jean Paul, Erivan’daki Ermeni “soykırım” anıtına gitti ve burada şu konuşmayı yaptı: “20.yüzyılın başında yüzbinlerce Hıristiyan Ermeni’nin katledilmesi, Katolik Kilisesi’ni dehşete düşürmüştür.”13 

Türkiye’nin sıradışı bu ziyarete ve Papa’nın söylediği sözlere tepkisi, Vatikan’a bir nota vermek oldu. Nota’da kullanılan üslup, notadan çok edilgen bir yakınmaya uygun düşüyordu. Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven’in verdiği notada şunlar söyleniyordu: “Papa II.Jean Paul, Ermenistan’ı mutlu etmek için sözde soykırım anıtını ziyaret etmekle; Türk halkını, Türk Hükümeti’ni hiçe saymıştır. Türk tarihini karalayan bir tutum sergilenmesinden Türkiye derin üzüntü duymuştur.”14

Papa II. Jean Paul
’un Ermenistan ziyaretinden 28 gün sonra, 18 Aralık 2001’de bu kez Dünya Ermeni Kiliseleri lideri Papa II. Karakin “ilginç” bir açıklama yaptı. Karakin Fransa’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında şunları söyledi: “Ermeni soykırımı konusu Türkiye’de tabu olmaktan çıktı. Artık bu konu rahat bir biçimde tartışılmaktadır. Fransa Parlamentosu’nun Ermeni soykırım yasasını kabul etmesi bu konuda önemli rol oynamıştır.”15
1970’lerden beri biçim değiştiren ancak yoğunluğundan bir şey yitirmeyen ve bugün de yürürlükte olan Batının Ermeni politikası kesin ve saltık (mutlak) bir biçimde Türkiye’den toprak istemeye yöneliktir. Olayların ortaya çıkışı, gelişmesi, gündemde tutulması ve alınan kararlar, bu savın açık kanıtlarıdır. AB organlarının aldığı kararlar ve bu kararların uluslararası bir boyut kazandırılarak yaygınlaştırılması, toprak isteminin ön hazırlıkları ve kamuoyu oluşturma girişimleridir. Sıradan gazete okurlarının bile görebileceği bu gerçek, politik ve bürokratik çevrelerde yeterince görülmemekte, görülse de gerekli girişimlerde bulunulmamaktadır.
Sağlıklı Saptama
Ermeni konusunda en sağlıklı saptama ve izleme Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmaktadır. Genel Kurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alan, Ermeni “soykırımıyla” ilgili yazıda şu bilgiler yer alıyor: “…Sözde Ermeni soykırımı konusu 1973’den sonra ‘Kanlı Ermeni Terörizmi’ne dönüşmüştür. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye yönelik faaliyetleri ‘Dört T’ planı çerçevesinde uygulamaya konulmuştur. Bu plan, sözde Ermeni sorununun tüm dünyada tanıtılması (terörizm ile), tanınması (soykırım kabul aşaması), tazminat alınması (Türkiye’den) ve toprak elde edilmesi (Türkiye’den) aşamalarını içermektedir.”16
Batı Ermenistan”
Ermeni kararlarının toprak istemini amaçladığını, gösteren en açık davranış, Ermenilerin sürgündeki “hükümet” ve “parlamento” kurma girişimleridir. Daha önce Kürtlerin gerçekleştirdiği ve ilk toplantısını İtalyan Parlamentosu içinde yapan “sürgündeki Kürt Parlamentosundan” sonra Ermeniler de aynı yönde bir girişim başlattılar.
Kendilerine “Batı Ermenistan Halkının Rusya Temsilciliği” diyen örgüt, 20 Kasım 2000 tarihinde, Rus Nezavisimaya gazetesine verdiği ilanda; Türkiye’nin Doğu bölgelerinden “Batı Ermenistan” diye söz ediyor, Sevr Anlaşmasını’nın bu toprakları Ermenilere bıraktığını, ancak Atatürk’ün Lozan’da bunu ortadan kaldırdığını, bu nedenle “Batı Ermenistan” halkının kendi toprakları için savaşım başlattığını açıklıyordu.17
Savaşımın yürütülmesi için sürgünde bir “Batı Ermenistan” hükümeti ile parlamentonun kurulacağı ve bu iki örgütün amaçlarının şunlar olduğu söyleniyordu: “Batı Ermenistan Ermenilerinin torunlarına ait yasal hakların, uluslararası kuruluşlarda temsil edilmesini sağlamak ve Türkiye’yi bu konuda müzakereler yapmaya zorlamak; Uluslararası örgütlere, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Adalet Divanı’na başvuruda bulunarak, insanlığa karşı işlenmiş soykırım suçu için özel mahkeme kurulmasını sağlamak; Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki varisi olan Türkiye Cumhuriyeti yönetimini, Ermenilerin maddi ve manevi zararlarını tazmin etmeye mecbur etmek; Batı Ermenistan Ermenileri torunlarının, kendi tarihsel yurtlarına güvenlik içinde dönme hakkını elde etmek”18 (Ermenilerin Batı Ermenistan dedikleri bölge şu illerimizi kapsamaktadır; Kars, Iğdır, Ardahan, Artvin, Trabzon, Rize, Van, Muş, Bitlis, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum ve Erzincan).
DİPNOTLAR
1 “Ermeni İddiaları ve Türkiye” Kocaeli Üni., Ağustos 2001, sf.6-7
2 “ASALA ve Soykırım Yalanları” Yalçın Bayer, Hürriyet 24.09.2000
3 Grosser, A.Le Crime et la Memoire, Flammarion, 2002, Paris, 1989; ak. Taner Timur, “1915 ve Sonrası, Türkler ve Ermeniler” İmge Yay., Ank., 2.Bas., 2001 sf.20
4 European Parliament, European Parlament resolution on the 1999 Regular Report from the Commission on Turkey’s progress towards accession (COM–1999) 512–C5–0036/2000–2000/2014 (COS), 15.11.2000, ak. Türk–İş Yayınları “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.5
5 “Avrupa Soykırımda İddialı” Cumhuriyet 01.03.2002
6 “TBMM: AP Kararı Yaralayıcı” Cumhuriyet 01.02.2002
7 a.g.g. 01.03.2002
8 “Aferin Sana Fransa!” Emin Çölaşan, Hürriyet 09.11.2000
9 “İtalya Şaşılaştı ve Ermeni Tasarısı Geçti” Hürriyet 18.11.2000
10 “Lobi 11 Ülkede Başardı” Cumhuriyet 19.01.2001
11 “17 Türke Soykırımı İnkar Suçlaması” Hürriyet 06.09.2001
12 “Ermeni Tablosu Krizi” Hürriyet 06.07.2001
13 “Papa Hem Ermenileri Hem Türkleri Kızdırdı” 27.09.2001
14 a.g.g. 27.09.2001
15 “Sözde Soykırım Türkiye’de Tabu olmaktan Çıktı” Hürriyet 19.12.2001
16 “İddialar, Türkiye’yi Bölmeye Yönelik Politikaların Ürünü” Aydınlık 21.01.2001
17 “Baklayı Çıkardılar” Hürriyet 22.11.2000
18 a.g.g., 22.11.2000======================================

Dostlar,

Değerli araştırmacı arkadaşımız yürekli yazar Sayın Metin AYDOĞAN,
yukarıdaki kapsamlı yazısını paylaşıyor.. Çok emekli ve sıkı kaynaklara dayalı..
Metin bey bir Mühendis ve bu özenli kimliğiyle yakın tarihe ışık tutan politik irdelemelerini yetkinlikle yürüterek kitaplara aktarmış çok çalışkan ve üretken bir insan..
15’i aşkın yayımlanmış kitabı var..
Önemli sağlık sorunlarına karşın!

bitmeyen-oyun-turkiyeyi-bekleyen-tehlikeler-metin-aydogan

ADD’de kendileri İzmir’de, biz Edirne’de ve Ankara’da Genel Merkez Yönetiminde
birlikte çalışma olanağımız olmuştu.

Kendisine teşekkür ederiz emekleri ve paylaşımı için..

Politik – tarihsel fotoğraf ve satranç çoook net; “3 T Formülü” !

– Batının Ermeni politikası
Türkiye’den toprak istemeye yönelik!

Önce sözde – olmayan Ermeni soykırımını Türkiye’ye Tanıtamk; 1. T : TanımaSonra sıra 2. T’de, Tazminat..

Ardından sıra 3. T’de; TOPRAK istemi!

Herkesin bu acı ve yalın gerçeğe göre konumlanması gerek..

Sevgi ve saygı ile.
19 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Bu yazının tümüne pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız…

AVRUPA_BIRLIGI_ve_ERMENI_KARARLARI_Metin_AYDOGAN

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…


Dostlar,

10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletince (Son Padişah Vahdettin!)
bağıtlanan (imzalanan)
Sevr Antlaşması’nın 93. yılındayız.

Toplumun doğru tarih bilinci edinmesi, uluslaşmada ortak tarih ögesini besler.

Sayın Prof. Ünsal Yavuz, Devrim Tarihi uzmanıdır.
Değerli ve öğretici derlemesini aşağıda sunuyoruz.
Kendisine teşekkür ederiz.

Bizim de bu gün (10.8.13) sitemize koyduğumuz Sevr Antlaşması konulu yazımız var.. Ayrıca Conk Bayırı savunmalarının ve Mustafa Kemal Paşa‘nın
ciddi olarak yaralandığı gün.  Bu konuda da bir yazımızı size sunduk bu gün..

  • Tarihten ders alalım ki, yinelemesin.
  • “Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi bir tuzak retoriktir ve
    aptallaştırma ereklidir.

Ders alınırsa tarih yinelemez, yeni yeni yaşanan olayları yazar.

En azından yakın tarihlerini bilmeyen toplumlar,
bir Parkinson hastasından çok farklı değillerdir, zavallıdırlar.

Okuyalım, dünü anlayalım, günümüze bağlayalım ve geleceği öngörelim..
Fikir sahibi olmak için önce doğru – güvenilir – güncel bilgi sahibi olalım.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…

portresi_genc
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

 

M. K. Atatürk Söylev’inde Lozan Antlaşması

“…Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve
Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!..”
 şeklinde değerlendiriyor.

Tarih bilimi hiç kuşkusuz üzerinde düşünülecek ve dersler çıkaracak sınırsız örneklere sahip engin bir çalışma alanını oluşturmaktadır.

DOĞU SORUNU…

Osmanlıların Rumeli’ye geçip Avrupa içlerinde ilerlemeleri ve yaptıkları fetihlerle idari düzenlerini buralarda kurarak yerleşmeleri sonunda da Viyana önlerine gelmeleriyle birlikte siyasi platformlarda konuşulmaya başlayan bu siyasi terim; barbar Türkleri önce çıkıp geldikleri Anadolu’ya sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtmeyi ifade etmektedir. II. Viyana kuşatmasından sonra bu projelerini adım adım gerçekleştiren batılı devletler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği sonuçların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanmışlar; bir yandan sanayi ürünlerini geniş Osmanlı topraklarına sokup pazarları ellerine geçirirken diğer yandan gereksinim duydukları hammadde kaynaklarını elde ettikleri siyasi, ekonomik ve ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşımışlar, işleyip satmışlar ve biriken sermayelerini de ele güne el avuç açarak sıcak para arayan Osmanlı yönetiminin emrine vermişlerdir.

Sonuç; yirmi yilda (1854-1874) on altı borçlanma, Osmanlı Devleti’nin iflasının ilanı olan 1875 Tebliği… ancak, batılı alacaklı devletlerin bunu kabul etmeyip 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurarak, devletin tüm vergi gelirlerine, toprak altı ve üstü kaynaklarına el koymaları… Sonuç, devletin maliye ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesi. Batılıların bu sanayi, sermaye ve kültür yayılmacılığını siyasi açıdan tamamlayan sonuncu aşama ise I. Dünya Savaşı ile gelmiş ve savaştan yengi ile çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ile ivedi çözüm bekleyen sorunların üstesinden geldikten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında aralarında yaptıkları Gizli Paylaşım Antlaşmaları doğrultusunda Ocak-Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri Barış Görüşmeleri ile nüfuz bölgelerini saptayarak ülke topraklarını işgal etmeye başlamışlar ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardır ..

SEVR ANTLAŞMASI’NDA NELER İSTENİYORDU?…

Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın göz yaşlarını tutamayarak (!) imzaladığı, İstanbul’da Saltanat Şurası’nın onadığı ancak, Ankara hükümetinin ise suratlarına yırtıp attığı bu belgede batılılar neler istiyorlardı?

Burada Batılıların o günkü istekleri ve bu günkü oyunları arasında köprü kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle yalnızca aralarında benzerlikler olan sorunları masaya yatırmak istiyoruz. Bunlar da sınırlar, azınlıklar ve mali- ekonomik konular ile ilgili olan sorunlardır.

Sınırlar konusu   : Batılılar Giresun’dan Doğu Anadolu’ya uzanan Bitlis ve Van Gölü’nün güneyinden geçen hattın sınırladığı bölgede bağımsız bir Ermenistan devletinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan topraklarda özerk bir Kürdistan devleti planlamışlar ve bunun onayını Wilson’a bırakmışlardı .Burada , önemli olan nokta ; eğer bir yıl sonra bu bölge halkı
Milletler Cemiyeti‘ne başvurarak bir devlet kurmak isterler ve de Cemiyet bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki bütün haklarından vazgeçmesi ile ilgili idi .

Azınlıklar konusu : Sevr’in 36,72 ve 141. maddelerinde yer alan, yerlerinden (Tehcir Yasası ile) ayrılmış olan halkın eski yerlerine dönmesi, mallarının onarılması ve hükümetçe ödenmesinin Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilmiş bir yargıç eliyle denetiminin sağlanmasının yanı sıra azınlıkların Millet Meclisi’nde sayıları oranında temsil edilebilmelerini için seçim yasasında gerekli değişikliklerin yapılarak iki yıl içinde İtilaf devletlerine sunulması , ayrıca Patrikhanenin ve benzeri kurumların haklarının artırılması ve pekiştirilmesinin yanı sıra yönettikleri okul ve öksüzler yurtlarında, hükümetin denetleme haklarının kaldırılması istenmekte idi .

Ekonomik ve Mali Kapitülasyonlar konusu : Sevr’in 231,232,233. maddeleri ile savaştan önce İtilaf Devletleri’ne tanınan ekonomik nitelikli ayrıcalıkların yine tanınmasına devam edilirken bundan yararlanmamış olan devletlere de ( Yunanistan, Ermenistan vb.) yaygınlaştırılması öngörülüyordu . Mali konularda ise; İtilaf Devletleri salt Türkiye’ye yardımcı olmak amacıyla (!) içlerinde bir Türk’ünde bulunacağı bir Komisyon kuruyorlardı. Bu Komisyon Türkiye’nin gelirlerini artırıcı bütün önlemleri(!) alacak, Meclis’e sunulacak bütçe önerilerini öncelikli olarak onaylayacak; ve üyelerini saptadığı Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile mali yasa ve tüzükleri denetleyecek; Düyun-u Umumiye borçlarına karşı tutulan gelirlerin dışındaki tüm gelirler bu komisyonun emrine verilecek, Düyun-u Umumiye ise, Osmanlı Bankası aracılığı ile ülkenin para işlerini düzenleyecekti ?!…

LOZAN ‘DA NE OLDU ?…

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme mali ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra  ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya Bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

Ancak, batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri ne Atatürk’ü ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman içine sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek…

Yakın zamanda İnternet ortamına düşen Rockfeller ve Rotschild’in birlikte yaptığı ve Banu Avar ile Murdoch’un tanık olduğu açıklamalardan aktardığımız ufak bir alıntı batılı çevrelerin bu düşüncelerinin somut kanıtını oluşturmaktadır.

Rotschild şunları söylüyor                       :

  • “…Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı
    bir süreliğine ertelememize neden oldu
    …”

AB veya YENİ SEVR…

Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözlerden uzak tutulmaya çalışılan
ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarına kısaca göz gezdirelim :

22.12.1993 tarihli karar : Türk Devleti’nin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla ve gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir.

18.1.1996 tarihli karar : Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır .

10.6.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister .

19.9.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslar arası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.

17.9.1998 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür .

8.11.2000 tarihli rapordan : Avrupa Birliği, devlet yetkilerinin merkezi idareden mahalli idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahalli idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir ; “Merkezi idarenin mahalli yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hala bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahalli yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir.”.

24.10.1996 tarihli karar :

1) Avrupa Parlamentosu, Dünya’nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) Patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

2) Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur .(Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir.)

8.11.2000 tarihli rapor : “… Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun kapalı kalması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi …” istenmektedir .

18.1.1996 , 19.9.1996 ve 17.9.1998 tarihli kararlar : Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir .

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilan etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu Türkiye’ finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların” AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını” vurgulamaktadır.

SONUÇ                                        :

Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşımızın (!) dışında sokaktaki sade vatandaşların bile görüp, anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir

Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak yapay Lozan tartışması yaratarak kamuoyuna mal etmeye çalışan nankör aydın ve ahmaklar için Verheugen, Karen Fogg, Oostlander, Giscard d’Estaing, Bayan Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosmann, Rumsfeld ve benzerlerinin küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırılar da bir anlam taşımıyorsa , böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor :

Bu ülke, geleceği bunlara bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!..

O halde görev yine, Atatürk’ten aldığı güçle

  • Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne
  • ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini
  • üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…